LEM’ALAR – Yirmi İkinci Lem’a (280-290)

280

Yirmi İkinci Lem’a [parıltı]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 Isparta’nın âdil valisine ve adliyesine ve zabıtasına, en mahrem ve en has ve hâlis kardeşlerime mahsus olarak yirmi iki sene evvel Isparta’nın Barla nahiyesinde iken yazdığım gayet mahrem bu risaleceğimi, Isparta milletiyle ve hükûmetiyle alâkadarlığını gösterdiği için takdim ediyorum. Eğer münasip görülse, ya yeni veya eski harfle daktilo ile birkaç nüsha yazılsın ki, yirmi beş otuz senedir esrarımı arayanlar ve tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] edenler de anlasınlar ki, gizli hiçbir sırrımız yok. Ve en gizli bir sırrımız işte bu risaledir, bilsinler.

Said Nursî

 İşârât-ı Selâse

On Yedinci Lem’anın [parıltı] On Yedinci Notasının [bildiri] Üçüncü Meselesi iken, suallerinin şiddet ve şümulüne [kapsam] ve cevaplarının kuvvet ve parlaklığına binaen, Otuz Birinci Mektubun Yirmi İkinci Lem’ası olarak Lemeâta [Lem’alar isimli eser] karıştı. Lem’alar [parıltılar] bu Lem’aya yer vermelidirler. Mahremdir, en has ve hâlis ve sadık kardeşlerimize mahsustur.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللهَ بَالِغُ اَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا * 2

281

Bu mesele Üç İşarettir.

BİRİNCİ İŞARET

Şahsıma ve Risale-i Nur’a ait mühim bir sual: Çoklar tarafından deniliyor ki, “Sen ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, her fırsatta onlar senin âhiretine karışıyorlar? Halbuki hiçbir hükûmetin kanunu, târikü’d-dünya [dünyayı terk eden] ve münzevîlere karışmıyor.”

Elcevap: Yeni Said’in bu suale karşı cevabı sükûttur. Yeni Said, “Benim cevabımı kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] versin” der. Bununla beraber, mecburiyetle, emâneten istiâre [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] ettiği Eski Said’in kafası diyor ki:

Bu suale cevap verecek, Isparta vilâyetinin hükûmetidir ve şu vilâyetin milletidir. Çünkü bu hükûmet ve şu millet, benden çok ziyade bu sualin altındaki mânâ ile alâkadardırlar. Madem binler efradı [bireyler] bulunan bir hükûmet ve yüz binler efradı [bireyler] bulunan bir millet benim bedelime düşünmeye ve müdafaa etmeye mecburdur; ben neden lüzumsuz olarak müddeîlerle [iddia sahibi] konuşup müdafaa edeyim?

Çünkü dokuz senedir ben bu vilâyetteyim; gittikçe daha ziyade dünyalarına arkamı çeviriyorum. Hiçbir halim de mestur kalmamış. En gizli, en mahrem risalelerim dahi hükûmetin ve bazı meb’usların ellerine geçmiş. Eğer ehl-i dünya[dünyada yaşayanlar] telâşa ve endişeye düşürecek dünyevî bir karışmak halim ve karıştırmak teşebbüsüm ve fikrim olsaydı, bu vilâyet ve kazalardaki hükûmet, dokuz sene dikkat ve tecessüs [gizlice araştırma] ettikleri halde ve ben de çekinmeyerek yanıma gelenlere esrarımı beyan ettiğim halde, hükûmet bana karşı sükût edip ilişmediler. Eğer milletin ve vatanın saadetine ve istikbaline zarar verecek bir kabahatim varsa, dokuz seneden beri valisinden tut, köy karakol kumandanına kadar kendilerini mes’ul eder. Onlar kendilerini mes’uliyetten kurtarmak için, hakkımda habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapanlara karşı kubbeyi [yarım küre şeklinde olan çatı] habbe yapıp beni müdafaa etmeye mecburdurlar. Öyleyse bu sualin cevabını onlara havale ediyorum.

Amma şu vilâyetin milleti, umumiyetle benden ziyade beni müdafaa etmek mecburiyetleri şundandır ki, bu dokuz senedir hem kardeş, hem dost, hem mübarek olan bu milletin hayat-ı ebediyesine [sonsuz âhiret hayatı] ve kuvvet-i imaniyesine [iman gücü] ve

282

saadet-i hayatiyesine [hayatın mutluluğu] bilfiil ve maddeten tesirini gösteren yüzer risalelerle çalıştığımızı ve hiçbir dağdağa [gürültü, dehşet verici] ve zarar, hiç kimseye o risaleler yüzünden gelmediği ve hiçbir garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] tereşşuhât-ı siyasiye ve dünyeviye [siyasî ve dünyevî menfaat olduğunu gösteren belirtiler] görülmediği ve lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] şu Isparta vilâyeti, eski zamanın Şam-ı Şerifinin [mübarek olan şehir; Şam şehri] mübarekiyeti [bereketlilik, hayırlı olma] ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] medrese-i umumîsi [genele ve herkese açık olan medrese] olan Mısır’ın Câmiü’l-Ezher‘i [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] mübarekiyeti [bereketlilik, hayırlı olma] nev’inden, kuvvet-i imaniye [iman gücü] ve salâbet-i diniye [dinin emirlerini korumakta ve uygulamadaki ciddiyet] cihetinde bir mübarekiyet [bereketlilik, hayırlı olma] makamını Risale-i Nur vasıtasıyla kazanarak bu vilâyette, imanın kuvveti lâkaytlığa [duyarsız] ve ibadetin iştiyakı [arzu, istek] sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] hâkim olmasını ve umum vilâyetlerin fevkinde [üstünde] bir meziyet-i dindarâneyi [dindarlık fazileti ve üstünlüğü] Risale-i Nur bu vilâyete kazandırdığından, elbette bu vilâyetteki umum insanlar, hattâ faraza dinsizi de olsa, beni ve Risale-i Nur’u müdafaaya mecburdur. Onların çok ehemmiyetli müdafaa hakları içinde, benim gibi vazifesini bitirmiş ve lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] binlerle şakirtler [öğrenci] benim gibi bir âcizin yerinde çalışmış ve çalıştığı hengâmda, [ân, zaman] ehemmiyetsiz cüz’î [ferdî, küçük] hakkım beni müdafaaya sevk etmiyor. Bu kadar binlerle dâvâ vekilleri bulunan bir adam, kendi dâvâsını kendi müdafaa etmez.

İKİNCİ İŞARET

Tenkitkârâne [tenkit edercesine] bir suale cevaptır.

Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] tarafından deniliyor ki: “Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekvâ [şikayet] edip ‘Bana zulmediyorsunuz’ diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın mukteza[bir şeyin gereği] olarak hususî düsturlarımız [kâide, kural] var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz. Kabul etmeyen isyan eder. Ezcümle, bu asr-ı hürriyette [hürriyet asrı] ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat [eşitlik] esası üzerine tahakküm [baskı] ve tagallübü [baskı ve zorbalık yapma] kaldırmak düsturu [kâide, kural] bizim bir kanun-u esasîmiz [anayasa] hükmüne geçtiği halde, sen kâh [bazan] hocalık, kâh [bazan] zâhidlik [takvâ sahibi olan; nefsî isteklerden uzak kalan] suretinde teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kazanarak,

283

nazar-ı dikkati kendine celb [çekme] ederek, hükûmetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî [sosyal hayattaki makam, mevki] elde etmeye çalıştığın, zâhir halin ve eski zamandaki macera-yı hayatının [hayat çizgisi] delâletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, şimdiki tabirle, burjuvaların müstebidâne [diktatörce] tahakkümleri [baskı] içinde hoş görünebilir. Fakat bizim tabaka-i avâmın [halk tabakası] intibahıyla [uyanış] ve galebesiyle [üstün gelme] tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları [kâide, kural] bizim daha ziyade işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını [kâide, kural] kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya [şikayet] ve küsmeye hakkın yoktur.”

Elcevap: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede [insanların sosyal hayatı] bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata [yaratılış kanunu] muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde [ilerleme] muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata [yaratılış kanunu] tatbik-i harekete [hareketini bir şeye uydurma, uygun davranma] mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi [insanın yaratılışı, tabiatı] değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki [yaratılış] hikmet-i esasiyeyi [temel hikmet] kaldırmakla, mutlak müsavat [eşitlik] kanunu tatbik edilebilir.

Evet, ben neseben [soy itibariyle] ve hayatça avam [halk] tabakasındanım. Ve meşreben [hareket metodu açısından] ve fikren, müsavat-ı hukuk [hukuk önündeki eşitlik] mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, [adalet esprisi] burjuva denilen tabaka-i havassın [zenginler, seçkinler tabakası] istibdat [baskı, zulüm] ve tahakkümlerine [baskı] karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme [tam ve eksiksiz adalet] lehinde, [tarafında] zulüm ve tagallübün [baskı ve zorbalık yapma] ve tahakküm [baskı] ve istibdadın [baskı ve zulüm] aleyhindeyim.

Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] müsavat-ı mutlaka [mutlak eşitlik] kanununa zıttır. Çünkü Fâtır-ı Hakîm, [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] kemâl-i kudret [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitapları yazdırır ve birşeyle çok vazifeleri

284

yaptırdığı gibi, beşer nev’i ile de binler nev’in vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azîmdendir [büyük sır] ki, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insan nev’ini, binler nevileri sümbül verecek ve hayvânâtın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvânat gibi kuvâlarına, [duygular, hisler] lâtifelerine, [berrak, şirin, hoş] duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] ve kâinatın neticesi ve zîhayatın [canlı] sultanı hükmüne geçmiştir.

İşte, nev-i insanın [insan türü, insanlık] tenevvüünün [çeşitlenme] en mühim mayası ve zembereği, müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin [insanların yapısında bulunan temel özellik] tebdiliyle, [başka bir şeyle değiştirme] aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı [baskı ve zulüm] taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd [adaletsizlik] ile imhâ-yı hürriyet?
Çalış, [özgürlüğün yok edilmesi] idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten! [insanlık]

sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

Ne mümkün zulm ile, bîdâd [adaletsizlik] ile imhâ-yı hakikat? [hakikatin ortadan kaldırılması]

Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten! [insanlık]

Veyahut,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd [adaletsizlik] ile imhâ-yı fazilet? [faziletin ortadan kaldırılması]

Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten! [insanlık]

Evet, imanlı fazilet, medar-ı tahakküm [baskı, zorbalık sebebi] olmadığı gibi, sebeb-i istibdat [baskı, zulüm sebebi] da olamaz. Tahakküm [baskı] ve tagallüb [baskı ve zorbalık yapma] etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin [güzel huylu, üstün özelliklere sahip kişiler] en mühim meşrebi, [hareket tarzı, metod] acz ve fakr ve tevazu [alçakgönüllülük] ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye [insanların sosyal hayatı] karışmak tarzındadır. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] bu meşrep [hareket tarzı, metod] üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor.

285

Ben kendimde fazilet var diye fahir [övünme] suretinde dâvâ etmiyorum. Fakat nimet-i İlâhiyeyi [Allah’ın kullarına verdiği nimet] tahdis [anlatma, şükrederek dile getirme] suretinde şükretmek niyetiyle diyorum ki:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve keremiyle, [cömertlik] ulûm-u imaniye [iman ilimleri] ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek [anlamak] faziletini ihsan [bağış] etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] bütün hayatımda, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] tevfik-i İlâhî [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] ile şu millet-i İslâmiyenin [İslâm milleti] menfaatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i tahakküm [insanları baskı altına alma aracı] ve tagallüb [baskı ve zorbalık yapma] olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] matlup [istek] olan teveccüh-ü nâs [insanların alâkası, ilgisi] ve hüsn-ü kabul-ü halk [halkın güzellikle kabul etmesi, benimsemesi] dahi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur, onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır [zararlı] görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyorum, onları küstürmüyorum.

İşte, ey ehl-i dünya! [dünyada yaşayanlar] Dünyanıza hiç karışmadığım ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i temasım [bağlantı yönü] bulunmadığı ve dokuz sene esaretteki bu hayatımın şehadetiyle yeniden dünyaya karışmaya hiçbir niyet ve arzum yokken, bana eski bir mütegallip [zorba] ve daima fırsatı bekleyen ve fikr-i istibdat [baskı düşüncesi, keyfi idari sistemi] ve tahakkümü [baskı] taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve tazyikiniz hangi kanunladır? Hangi maslahatladır? [amaç, yarar] Dünyada hiçbir hükûmet böyle fevkalkanun [kanun üstü, kanun dışı] ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar [erişme, nail olma] olmayan bir muameleye müsaade etmediği halde, bana karşı yapılan bu kadar bed [kötü, çirkin] muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki eğer bilse nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] küser, belki kâinat küsüyor.

ÜÇÜNCÜ İŞARET

Mağlâtalı, [aldatıcı] divanecesine bir sual:

Bir kısım ehl-i hüküm [hükmedenler, hüküm verenler] diyorlar ki: “Madem sen bu memlekette duruyorsun. Şu memleketin cumhurî kanunlarına inkıyad [boyun eğme] etmek lâzım gelirken, sen neden inzivâ [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama] perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun? Ezcümle, şimdiki

286

hükûmetin kanununda, vazife haricinde bir meziyeti, bir fazileti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm [baskı] edip nüfuzunu icra etmek, müsavat [eşitlik] esasına istinad eden cumhuriyetin bir düsturuna [kâide, kural] münâfidir. [aykırı] Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfuruşâne [beğenerek] bir vaziyet takınıyorsun?”

Elcevap: Kanun tatbik edenler, evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu [kâide, kural] başkasına tatbik etmekle, herkesten evvel siz düsturunuzu, [kâide, kural] kanununuzu kırıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz. Çünkü bu müsavat-ı mutlaka [mutlak eşitlik] kanununun bana tatbikini istiyorsunuz. Ben de derim:

Ne vakit bir nefer, [asker] bir müşirin [mareşal] makam-ı içtimaîsine [sosyal hayattaki makam, mevki] çıkarsa ve milletin o müşire [mareşal] karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe [ilgi] iştirak ederse ve onun gibi o teveccüh [ilgi] ve hürmete mazhar [erişme, nail olma] olursa veyahut o müşir, [mareşal] o nefer [asker] gibi âdileşirse ve o neferin [asker] sönük vaziyetini alırsa ve o müşirin [mareşal] vazife haricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa; hem eğer en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ı harp [askerlik ilminde uzman kimse, kurmay] reisi, en aptal bir neferle [asker] teveccüh-ü âmmede [halkın ilgisi, sevgisi] ve hürmet ve muhabbette müsavata [eşitlik] girerse, o vakit sizin bu müsavat [eşitlik] kanununuz hükmünce bana şöyle diyebilirsiniz: “Kendine hoca deme. Hürmeti kabul etme. Faziletini inkâr et. Hizmetçine hizmet et, dilencilere arkadaş ol!”

Eğer deseniz: “Bu hürmet ve makam ve teveccüh, [ilgi] vazife başında olduğu vakte mahsustur ve vazifedarlara hastır. Sen vazifesiz bir adamsın; vazifedarlar gibi milletin hürmetini kabul edemezsin.”

Elcevap: Eğer insan yalnız bir cesetten ibaret olsa ve insan dünyada lâyemûtâne [ölmeyecekmişçesine, ölümsüz olarak] daimî kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazife yalnız askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırsa, sözünüzde dahi bir mânâ olurdu.

Fakat madem insan yalnız cesetten ibaret değil; cesedi beslemek için kalb, dil, akıl, dimağ [akıl, beyin] koparılıp o cesede yedirilmez. Onlar imhâ edilmez; onlar da idare ister. Ve madem kabir kapısı kapanmıyor. Ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal [gelecek endişesi] her ferdin en mühim meselesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine

287

istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine [dünya hayatı] ait içtimaî [sosyal, toplumsal] ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir.

Evet, yolculara seyahat için vesika [belge] vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, [belge] hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve hergün el-mevtü hakkun [ölüm haktır] dâvâsını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bin şahidin şehadetini tekzip ve inkâr etmekle olur.

Madem mânevî hâcât-ı zaruriyeye [zarurî ihtiyaçlar] istinad eden mânevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimi, ebed yolunda seyahat için pasaport varaka[evrak, belge] ve berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir. Elbette, o vazifeyi gören ehl-i marifet, [Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler] herhalde, küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] suretinde, kendine edilen nimet-i İlâhiyeyi [Allah’ın kullarına verdiği nimet] ve fazilet-i imaniyeyi [imanın kazandırdığı üstünlük] hiçe sayıp, sefihler [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve fâsıkların [günahkâr] makamına sukut [alçalış, düşüş] etmeyecektir. Kendini, aşağıların bid’alarıyla, [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] sefahetleriyle [ahmaklık, beyinsizlik] bulaştırmayacaktır. İşte, beğenmediğiniz ve müsavatsızlık [eşitlik] zannettiğiniz inzivâ [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama] bunun içindir.

İşte bu hakikatle beraber, beni işkenceyle tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] eden sizin gibi enâniyette ve bu kanun-u müsavatı [eşitlik kanunu] kırmakta firavunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere [kendini büyük gösteren, büyüklenen] karşı demiyorum. Çünkü mütekebbirlere [kendini büyük gösteren, büyüklenen] karşı tevazu, [alçakgönüllülük] tezellül [alçalma] zannedildiğinden, tevazu [alçakgönüllülük] etmemek gerektir. Belki ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] ve mütevazi [alçakgönüllü] ve âdil kısmına derim ki:

Ben, felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] kendi kusurumu, aczimi biliyorum. Değil Müslümanlar üstünde mütekebbirâne [kendini büyük gösterir şekilde, kibirli olarak] bir makam-ı ihtiram [hürmet makamı] istemek, belki her vakit nihayetsiz kusurlarımı, hiçliğimi görüp, istiğfarla [af dileme] teselli bulup, halklardan ihtiram değil, dua istiyorum. Hem zannederim, benim bu mesleğimi, benim bütün arkadaşlarım biliyorlar.

288

Yalnız bu kadarı var ki, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmeti esnasında ve hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] dersi vaktinde, o hakaik hesabına ve Kur’ân şerefine, o makamın iktiza [bir şeyin gereği] ettiği izzet [büyüklük, yücelik] ve vakar-ı ilmiyeyi [ilimden gelen ağırbaşlılık] ders vaktinde muhafaza edip, başımı ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] eğmemek için, o izzetli [büyüklük, yücelik] vaziyeti muvakkaten [geçici] takınıyorum. Zannederim, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] kanunlarının haddi yoktur ki, bu noktalara karşı çıkabilsin.

Câ-yı hayret [hayret noktası] bir tarz-ı muamele: [davranış biçimi] Malûmdur ki, her yerde ehl-i maarif, [eğitimciler; ilim ve irfan [bilgi, anlayış] ehli olanlar] marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve ilim noktasında muhakeme eder. Nerede ve kimde marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve ilmi görse, meslek itibarıyla ona karşı bir dostluk ve bir hürmet besler. Hattâ düşman bir hükûmetin bir profesörü bu memlekete gelse, ehl-i maarif, [eğitimciler; ilim ve irfan [bilgi, anlayış] ehli olanlar] onun ilim ve marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma] hürmeten onu ziyaret ederler ve ona hürmet ederler.

Halbuki İngilizin en yüksek meclis-i ilmiyesinin, [ilim meclisi] Meşihat-ı İslâmiyeden [Şeyhülislâmlık makamı] sorduğu altı sualin cevabını altı yüz kelime ile Meşihat-ı İslâmiyeden [Şeyhülislâmlık makamı] istedikleri zaman, bura maarifinin [bilgiler] hürmetsizliğine uğrayan bir ehl-i marifet, [Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler] o altı suale altı kelime ile, mazhar-ı takdir [takdire şayan [layık, yaraşır] olan] olmuş bir cevap veren ve ecnebîlerin en mühim ve hukemaların [filozoflar] en esaslı düsturlarına [kâide, kural] hakikî ilim ve marifetle [Allah’ı bilme ve tanıma] muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edip galebe [üstün gelme] çalan ve Kur’ân’dan aldığı kuvvet-i marifet ve ilme istinaden Avrupa feylesoflarına meydan okuyan ve Hürriyetten altı ay evvel İstanbul’da hem ulemayı ve hem de mekteplileri münazaraya davet edip kendisi hiç sual sormadan suallerine noksansız olarak doğru cevap verenHaşiye ve bütün hayatını bu milletin saadetine hasreden [sadece belli şeylere odaklanan] ve yüzer risale, o milletin Türkçe olan lisanıyla neşredip o milleti tenvir [aydınlatma] eden; hem vatandaş, hem dindaş, hem dost, hem kardeş bir ehl-i marifete [Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler]

289

karşı en ziyade sıkıntı veren ve hakkında adâvet [düşmanlık] besleyen ve belki hürmetsizlik eden, bir kısım maarif [bilgiler] dairesine mensup olanlarla az bir kısım resmî hocalardır.

İşte, gel, bu hale ne diyeceksin? Medeniyet midir? Maarifperverlik [eğitim ve öğretime değer verme] midir? Vatanperverlik midir? Milliyetperverlik [kendi milletine düşkün olma] midir? Cumhuriyetperverlik midir? Hâşâ, hâşâ! Hiç, hiçbir şey değil. Belki bir kader-i İlâhîdir [Allah’ın belirlediği kader programı] ki, o kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] o ehl-i marifet [Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler] adamın dostluk ümit ettiği yerden adâvet [düşmanlık] gösterdi ki, hürmet yüzünden ilmi riyâya girmesin ve ihlâsı kazansın.

ba

 Hâtime

Kendimce câ-yı hayret [hayret noktası] ve medar-ı şükran [şükrü gerektiren] bir taarruz:

Bu fevkalâde enâniyetli ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] enâniyet işinde o kadar hassasiyet var ki, eğer şuuren olsaydı, keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] derecesinde veyahut büyük bir dehâ derecesinde bir muamele olurdu. O muamele de şudur:

Kendi nefsim ve aklım bende hissetmedikleri bir parça riyâkârâne enâniyet vaziyetini, onlar enâniyetlerinin hassasiyet mizanıyla [ölçü] hissediyorlar gibi, şiddetli bir surette, ben hissetmediğim enâniyetimin karşısına çıkıyorlar. Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki, onların zalimâne bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlâhîyi [Allah’ın belirlediği kader programı] düşünüp, “Niçin bunları bana musallat etti?” diye nefsimin desiselerini [hile, aldatma] arıyordum. Her defada, ya nefsim şuursuz olarak enâniyete fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] meyletmiş veyahut bilerek beni aldatmış, anlıyorum. O vakit, kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] o zalimlerin zulmü içerisinde, hakkımda adalet etmiş derdim.

Ezcümle, bu yazın arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha [gezi ve seyir yeri] gittim. Şuursuz olarak, nefsimde hodfuruşâne [beğenerek] bir keyif arzusu uyanmakla,

290

ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] öyle şiddetli o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o gizli arzuyu değil, belki çok iştahlarımı [şiddetli istek, arzu] kestiler. Hattâ, ezcümle, bu defa Ramazan’dan sonra, eski zamanda gayet büyük, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir imamın bize karşı gaybî kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] iltifatından sonra kardeşlerimin takvâ ve ihlâsları ve ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-ü zanları [güzel düşünce] içinde, ben bilmeyerek, nefsim müftehirâne, [iftihar ederek] güya müteşekkirâne [teşekkür ederek] perdesi altında riyâkârâne bir enâniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] hadsiz hassasiyetle ve hattâ riyâkârlığın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyorum ki, bunların zulmü bana bir vasıta-i ihlâs [ihlâsı kazandıran araç] oldu.

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ * 1

اَللّٰهُمَّ يَا حَافِظُ يَاحَفِيظُ يَا خَيْرَ الْحَافِظِينَ، اِحْفَظْنِىِ وَاحْفَظْ رُفَقَائِى مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ وَمِنْ شَرِّ اَهْلِ الضَّلاَلَةِ وَاَهْلِ الطُّغْيَانِ اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ * 2

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3