LEM’ALAR – Yirmi Sekizinci Lem’a -1 (418-448)

418

Yirmi Sekizinci Lem’a [parıltı]

 Eskişehir Hapishanesinde ihtilattan [karışıp görüşmek] ve konuşmaktan memnû’ olduğum zamanda karşımdaki kardeşlerime teselli için yazdığım kısacık fıkraların [bölüm] bir kısmıdır.1

Birinci Nükte [derin anlamlı söz]

Risale-i Nur’dan haber veren İkinci Keramet-i Aleviye Risalesi2

ba

İkinci Nükte [derin anlamlı söz]

Hakikatli bir teselli

 Eskişehir’de tevkifhânede Risale-i Nur şakirdlerine [talebe, öğrenci] yazılan fıkralardır. [bölüm]

Aziz kardeşlerim,

Sizin için pek çok müteessirdim, [etkileme, tesiri altında bırakma] elem beni eziyordu. Fakat bana ihtar edildi ki; kader ve kısmetinizde, beraber bu hapishânenin suyunu içmek ve ekmeğini yemek vardı. Bir eser-i rahmet-i İlâhiye [Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmetinin eseri] ve bir cilve-i inâyet-i Rabbâniyye olarak bu suyu ve bu ekmeği beraber yememizin ve içmemizin en kolayı ve en hafifi ve en hayırlısı ve sevablısı ve Risale-i Nur şakirdlerinin [talebe, öğrenci] en menfaatli bir dershâneleri ve en feyizli bir çilehâneleri ve düşmanlarına karşı ne derece ihtiyat[dikkat, tedbir] davranmak lâzım geldiğini tâlim eden en hassas bir imtihan meydanı ve her birinde ayrı ayrı güzel meziyetleri bulunan bu arkadaşların birbirinin âlî [yüce] meziyetlerinden ve güzel hasletlerinden [huy, karakter] ve birbiriyle tesis ve tecdid-i uhuvvetlerinden istifade etmek ve ders almak için en nurlu bir dershâne, bir tekke [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] suretinde gördüğümden, bu vaziyetten değil şekvâ, [şikayet] belki bütün ruhumla şükür ettim. Evet, mesleğimiz şükürdür. Ve her şeyde bir vech-i rahmeti, [rahmet yönü] bir cihet-i nimeti [nimet yönü] görmektir.

 Umumunuzun elemleriyle müteellim [acı çeken] kardeşiniz

 Said Nursî

419

Üçüncü Nükte [derin anlamlı söz]

(Sadâkatte namdar, [namlı, şan ve şöhret sahibi] safvet-i kalbde [kalbin saflığı, temizliği] mümtaz [seçkin] Süleyman Rüştü ile bir muhâvere-i lâtife [karşılıklı olarak yapılan güzel ve nükteli [derin anlamlı söz] bir sohbet] münasebetiyle)

Büyük bir âyetin küçük bir nüktesidir. [derin anlamlı söz]

Şöyle ki: Güz mevsiminde, sineklerin terhisat [askerliğin bitişiyle salıverilme] zamanına yakın bir vakitte, hodgâm [bencil] insanlar, cüz’î [ferdî, küçük] tâcizleri [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] için sinekleri itlâf etmek [telef etmek, öldürmek] üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimâl [kullanma] ettiler. Benim fazla rikkatime [acıma] dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim: “Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser.” O da, kemâl-i ciddiyetle, [çok ciddî olarak] dedi ki: “Bu ip bize lâzımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.”

Her ne ise… Bu lâtife [güzel ve ince mânâ] münâsebetiyle, seher vaktinde, [tan yerinin ağarmaya başladığı zaman] sinek ve karınca gibi kesretli [çokluk] küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki:

Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nisbetinde nüshaları teksir [çoğalma] edilir. Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki, Fâtır-ı Hakîm, [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] o küçücük kaderî [kaderde olan, Allah tarafından belirlenen] mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir [çoğalma] etmiş. Evet, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]

يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لاَ يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ * 1

420

yani, “Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] başka, bütün esbab [sebebler] ve ulûhiyetleri [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] tarafından dâvâ edilen âliheler içtimâ etse, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati [yaratılış] öyle bir mûcize-i Rabbâniyedir [her şeyin rabbi olan Allah’ın mucizesi] ve bir âyet-i tekvîniyedir [maddî alemde gözle görülen âyet] ki, bütün esbab [sebebler] toplansa, onun mislini [benzer] yapamazlar, o âyet-i Rabbâniyeye [her şeyin rabbi olan Allah’ın âyeti, delili] muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] edemezler, taklidini yapamazlar” meâlindeki âyetine ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrut’u mağlûp eden; ve Hazret-i Mûsâ (a.s.) onların tâcizlerine [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] karşı müştekiyâne, [şikâyet eder gibi]Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] bu muacciz [rahatsız edici] mahlûkları [varlıklar] ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhâmen [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] cevap gelmiş ki: “Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: ‘Yâ Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisân ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisân ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar [varlıklar] olurlardı” diye, Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) şekvâsına [şikayet] bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini [yaratılış gayesi] müdafaa eden sineğin; hem gayet nezâfetperver, [temizliğe düşkün] her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu tâife, elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin [insanın bilgi ve felsefesi] nazarı kàsırdır; [eksik, noksan] daha o vazifeyi ihâta [kavrayış] edememiş.

Evet, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nasıl ki deniz yüzünü temizlemek ve her günde milyarlarla vefiyat [vefatlar, ölümler] bulunan hayvânât-ı bahriye [deniz hayvanları] cenazeleriniHaşiye toplamak ve deniz yüzünü cenazelerle âlûde, [bulaşmış, karışmış] müstekreh [çirkin] manzaradan kurtarmak için, sıhhiye memurları

421

nev’inden gayet muntazam âkilüllâhm [etçil, etle beslenen] bir kısım hayvânâtı halk etmiş. Eğer o bahriye sıhhiye memurları gayet muntazam vazifelerini îfâ etmeseydiler, deniz yüzü âyine [ayna] gibi parlamayacaktı. Belki hazîn ve elîm bir bulanıklık gösterecekti.

Hem her günde milyarlarla yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla rû-yi zemini [yeryüzü] o taaffünattan [bozulma, çürüme, kokuşma] temizlemek ve zîhayatları [canlı] o elîm, hazîn manzaralardan kurtarmak için, nezafet [temizlik] ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartallar misilli, [benzer] kerâmetkârâne, [kerâmetli bir şekilde] gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden bir sevk-i Rabbânî [her şeyin rabbi olan Allah’ın yönlendirmesi] ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldıran âkilüllâhm [etçil, etle beslenen] kuşları ve vahşî hayvanları halk etmiş. Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet mükemmel, intizamperver [intizamı çok seven, herşeyi tertipli ve düzenli yapan] ve vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı.

Evet, âkilüllâhm [etçil, etle beslenen] hayvanların helâl rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, cezâ görürler. حَتّٰى يَقْتَصُّ الْجَمَّۤاءُ مِنَ الْقَرْنَۤاءِ 1(ev kemâ kàl). Yani, “Boynuzsuz olan hayvanın kısâsı [işlenen bir suçun cezası] kıyâmette boynuzludan alınır” diye ifade-i hadîsiye gösteriyor ki: Gerçi cesetleri fenâ bulur; fakat ervahları [ruhlar] bâkî kalan hayvânât mâbeyninde [ara] dahi, onlara münâsip bir tarzda, dâr-ı bekàda [daimî ve kalıcı yer] mücâzat [cezalandırma] ve mükâfatları vardır. Ona binâen, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir.

Hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarını ve tanelerini toplamak vazifesiyle karıncaları nezâfet [temizlik] memurları olarak, hem nimet-i İlâhiyenin [Allah’ın kullarına verdiği nimet] küçücük parçalarını teleften ve çiğnemekten ve hakàretten ve abesiyetten [anlamsızlık] sıyânet etmekle [korumak] ve küçücük hayvânâtın cenazelerini toplamakla, sıhhiye memurları gibi tavzif [görevlendirme] olunmuşlar.

Aynen onlardan daha mühim, sinekleri dahi, insanın gözüne görünmeyen, hastalıkların mikroplarını ve madde-i semmiyeyi [zehirli madde] temizlemekle, sinekler muvazzaftırlar. Değil mikropların nâkıleleri, bilâkis, muzır [zararlı] mikropları mass, yani, –

422

emmek ve yemekle o mikropları imhâ, o madde-i semmiyeyi [zehirli madde] istihâleye [dönüşüm, bir halden başka bir hale dönüşme] uğratırlar, çok sârî [bulaşıcı] hastalıkların önünü alırlar. Hem sıhhiye neferleri, [asker] hem tanzifat [temizlemeler] memurları, hem kimyager olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar [erişme, nail olma] bulunduklarına delil ise, onların gayet kesretidir. [çokluk] Çünkü kıymettar, menfaattar şeyler teksir [çoğalma] edilir.Haşiye [dipnot]

Ey hodgâm [bencil] insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden [hayatta olmasındaki hikmet] başka, sana âit bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif [berrak, şirin, hoş] vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezâfet [temizlik] gibi vazife-i insâniyeti [insanlık görevi] ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun.

Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en lâtifi [berrak, şirin, hoş] olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda, [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] vahy-i Rabbânîye [her şeyin rabbi olan Allah’ın vahyetmesi] mazhariyetle serfirâz [baş üstünde, başı dik] olduğundan, onları sevmek lâzım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana dâimâ muâvenete [yardım] dostâne koşan ve her belâsını çeken o hayvânâta düşmanlığı gadirdir, [zulüm, acımasızlık] haksızlıktır. Muzırların [zararlı] yalnız zararlarını def için mücâdele olabilir. Meselâ koyunları kurtların tecâvüzünden korumak için onlara mukàbele edilir. Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevâdd-ı muzırra[zararlı maddeler] hâmil [taşıyan] evridede [toplardamar] cereyan eden mülevves [kirli, pis] kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] haccâmlar [kan alma görevlisi] olmasınlar mı? Muhtemel…

سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ * 1

423

Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi [Allah’ın kullarına verdiği nimet] kendi malı tevehhüm [kuruntu] ederek gurura, iftihâra, temeddühe [böbürlenme] başladı. Ben ona dedim ki: “Bu mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] senin değil, emânettir.” O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. “Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?” dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah [Allah’ın emâneti] olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin [asker] mîrî [devlete ait] silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: “Bak.” Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu.

Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazan tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır [zararlı] maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei [kaynak] olmakla, sinekler küçücük istihâle [dönüşüm, bir halden başka bir hale dönüşme] ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbâniyeden [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] uzak değildir, belki şe’nindendir. [belirleyici özellik] Evet, arıdan başka sineklerin bazı tâifeleri var ki,Haşiye muhtelif ve müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] maddeleri yerler, mütemâdiyen [aralıksız, devamlı] pislik yerine katre [damla] katre [damla] şurup damlatırlar. O semli, müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifâlı bir şuruba tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ederek, bir istihâle [dönüşüm, bir halden başka bir hale dönüşme] makinesi olduklarını ispat ederler. Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir tâifesi olduğunu göze gösterirler. “Küçüklüğümüze bakma. Tâifemizin azametine bak, ‘Sübhânallah’ de” diye lisân-ı hâl ile söylerler.

ba

424

Dördüncü Nükte [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ * 1

âyetine dâir gayet ehemmiyet kesb [elde etme, kazanma] etmiş. Mühim ve mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] bir adam bu sual ile bazı hocaları ilzâm ettiği bir suale muhtasar [kısa] bir cevaptır.

SUAL: Deniliyor ki: “Demir yerden çıkıyor; yukarıdan inmiyor ki اَنْزَلْنَا 2 denilsin. Neden اَخْرَجْنَا 3 dememiş; zâhiren muvâfık görülmeyen اَنْزَلْنَا demiş?”

ELCEVAP: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, [açıklamaları mu’cize olan Kur’ân-ı Kerim] اَنْزَلْنَا kelimesiyle, demirdeki azîm ve çok ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için اَنْزَلْنَا demiş. Çünkü yalnız demirin zâtını nazara vermiyor ki, “ihrac” desin. Belki demirdeki nimet-i azîmeyi [büyük nimet] ve nev-i beşerin demire ne derece muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise aşağıdan yukarıya çıkmıyor, belki rahmet hazinesinden geliyor. Rahmet hazinesi elbette âlî, [yüce] yukarı ve mânen yüksek mertebededir. Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır. Elbette in’âm, [nimet verme] ihtiyâcın mâfevkindedir. [üst] Onun için, nimetin hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] beşerin ihtiyâcına imdâd için gelmesinin hak tâbiri, اَنْزَلْنَا dır, “ihrac” değildir.

425

Hem tedricî [aşamalı, derece derece] ihrâcat beşerin eliyle olduğu için, “ihrac” kelimesi ihsan [bağış] cihetini nazar-ı gaflete [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] hissettirmez. Evet, demirin maddesi murad olunsa, mekân-ı maddî [maddî yer] itibarıyla ihraçtır. Fakat demirin sıfatı ve burada mânâ-yı maksudu [asıl kastedilen anlam] olan “nimet” ise, mânevîdir. Bu mânâ-yı maddî, [maddî anlam] mekâna bakmıyor, belki mânevî mertebeye bakar. Rahmân’ın hadsiz mertebe-i ulviyetinin [yücelik mertebesi] bir tecellîsi olan hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] gelen nimet, elbette en yüksek makamdan en aşağı mertebeye gönderiliyor. Hak tâbiri اَنْزَلْنَا 1 dır. Bu tâbirle nev-i beşere ihtar eder ki, demir en büyük bir nimet-i İlâhiyedir. [Allah’ın kullarına verdiği nimet]

Evet, nev-i beşerin bütün san’atlarının mâdeni ve terakkiyâtının [ilerleme] menbaı [kaynak] ve kuvvetinin medârı [kaynak, dayanak] demirdir. İşte bu azîm nimeti ihtâr için, makam-ı imtinan ve in’âmda, [nimetlendirme] kemâl-i haşmetle [büyüklük ve heybetteki mükemmellik] وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ 2 ferman ediyor. Nasıl ki Hazret-i Davud’a en mühim bir mûcize olarak وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 3 ferman ediyor. Yani, büyük bir peygambere büyük bir mûcize ve büyük bir nimet olarak demiri yumuşatmasını gösteriyor.

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] “Yukarı,” “aşağı” nisbîdir. [göreceli] Küre-i arzın [yer küre, dünya] merkezine göre yukarı ve aşağı oluyor. Hattâ bize nisbeten aşağı olan birşey, Amerika kıt’asına [dünyanın kara paçalarından her biri] nazaran yukarı oluyor. Demek, merkezden sath-ı arz [yeryüzü] tarafına gelen maddeler, sath-ı arzda [yeryüzü] olanlara göre vaziyeti değişir.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân [açıklamaları mu’cize olan Kur’ân-ı Kerim] i’câz [mu’cize oluş] lisânı ile ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok menâfii, o kadar geniş fevâidi [faydalar] vardır ki, insanın hânesi olan küre-i arzın [yer küre, dünya] mahzeninden [depo] çıkarılacak âdi bir madde değildir. Ve rastgele hâcâtta istimâl [kullanma] edilmiş

426

fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir mâden değildir. Belki Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] tarafından rahmet hazinesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzâr edilmiş bir nimet olarak, “Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz[göklerin ve yerin Rabbi] ünvân-ı haşmetiyle [görkem ve heybetli oluşu ifade eden isim] de küre-i arz [yer küre, dünya] sekenesinin [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] hâcâtına medâr [kaynak, dayanak] olmak için demiri inzâl etmiş, indirmiş diye, demirdeki umûmî menfaati ifade için, güya demirin gökten gelen rahmet, hararet ve ziyâ gibi öyle şümul[kapsam] faydaları var ki, kâinat tezgâhından gönderiliyor, küre-i arzın [yer küre, dünya] dar anbarından değil. Belki kâinat sarayındaki büyük hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] ihzâr edilerek gönderilip, küre-i arzın [yer küre, dünya] anbarında yerleştirilmiş; o anbardan asırların ihtiyâcına nisbeten parça parça ihraç ediliyor.

Kur’ân-ı Azîmüşşân, [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] bu küçük anbardaki parça parça çıkarılan demiri, yalnız “sarf etmek” mânâsını ifade etmek istemiyor. Belki Hazine-i Kübrâdan [Allah’ın sonsuz nimetlerinin bulunduğu hazine] o nimet-i azîmeyi [büyük nimet] küre-i arz [yer küre, dünya] ile beraber indirdiğini ifade etmek için; yani, bu küre-i arz [yer küre, dünya] hânesine en lâzım şey demirdir ki, Hâlık-ı Zülcelâl, [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] güya küre-i arzı [yer küre, dünya] güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber inzâl etmiş ve ekser ihtiyâc-ı beşer onunla temin edilmiştir. Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] “Bu demirle işlerinizi görünüz ve onu çıkarmaya çalışarak istifade ediniz” diye, mûcizâne [mucizeli bir şekilde] ferman ediyor.

Bu âyette hem def-i a’dâya, [düşmanların uzaklaştırılması] hem celb-i menâfie [faydalı şeylerin çekilmesi] medâr [kaynak, dayanak] iki nimet beyan ediyor. Nüzûl-u Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın indirilmesi] evvel demirle ehemmiyetli menâfi-i beşeriye [insanlığın yararına olan şeyler] temin edildiği görülmüş. Fakat istikbalde demirin gayet hârika ve muhayyirü’l-ukùl [akıllara şaşkınlık veren] bir surette, denizde, havada ve karada gezerek küre-i arzı [yer küre, dünya] musahhar [boyun eğdirilmiş] edip, mevt-âlûd [ölümcül, ölümle karışık] bir hârika kuvveti gösterdiğini ifade için, فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ 1 kelimesiyle, ihbâr-ı gaybî [gayb âleminde olan şeyler hakkında haber verme] nev’inden bir lem’a-i i’câz [mu’cizelik parıltısı] gösteriyor.

ba

427

Beşinci Nükte [derin anlamlı söz]

Geçmiş nükteden [derin anlamlı söz] bahsederken hüdhüd-ü Süleyman’dan bahis açıldı. Israrcı ve sualci bir kardeşimiz:Haşiye “Hüdhüdün, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tavsifte [bir sıfatla niteleme] يَخْرُجُ الْخَبْءَ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرَضِ 1 diyerek mühim makamda, mühim evsâf-ı İlâhiye [Cenâb-ı Allah’ın Zâtını niteleyen yüce sıfatlar] içinde, nisbeten hafif bu vasfın zikrine sebep nedir?”

Elcevap: Beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir kelâmın bir meziyeti şudur ki, söyleyenin ziyade meşgul olduğu san’atını, meşgalesini ihsâs [hissettirme, belirtme] etsin. Hüdhüd-ü Süleymanî ise, suyu az olan sahrâ-yı Ceziretü’l-Arabda [Arap Yarımadasında bulunan çöl] gizli su yerlerini ferâsetle, [anlayışlılık, çabuk seziş] kerâmetvâri [keramet gösterir gibi] keşfeden bedevî arîfleri gibi, hayvan ve tuyûrun arîfi olarak ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma küngânlık [su kaynağını bulma işi] eden ve su buldurup çıkarttıran mübârek ve vazifedar bir kuş olmakla, kendi san’atının mikyasçığıyla [ölçü] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] semâvât ve arzdaki [gökler ve yer] mahfiyâtı [gizli şeyler] çıkarmakla mâbûdiyetini [ibadete layık olan Allah] ve mescûdiyetini ispat ettiğini, kendi san’atçığıyla bilip ifade ediyor.

Evet, hüdhüd pek güzel görmüş. Çünkü, toprak altındaki had ve hesaba gelmeyen tohumların, çekirdeklerin, mâdenlerin muktezâ-yı fıtrîsi, [doğal yapılarının gereği] aşağıdan yukarıya çıkmak değildir. Çünkü ecsâm-ı sakîle [ağır cisimler] ihtiyarsız, [irade dışı] ruhsuz olduğu için, kendi yukarıya çıkamaz; yukarıdan kendi kendine aşağıya düşebilir. Aşağıdan, hususan toprak sıkleti altında gizlenen bir cisim, câmid [cansız] omuzundaki ağır yükü silkip çıkmak, kat’iyyen kendi kendine olamaz. Demek bir kudret-i hârika [benzersiz kudret, güç] ile çıkarılıyor.

İşte, hüdhüd, berâhîn-i mâbûdiyet [ibadet edilmeye lâyık olmanın delilleri] ve mescûdiyetin en gizlisini ve en mühimmini kendi arîfliğiyle bilmiş, bulmuş; Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] onun hakkındaki ifadesine bir i’câz [mu’cize oluş] vermiştir.

428

Altıncı Nükte [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا * 1

Şu âyet-i azîme [büyük ve yüce âyet] çok büyük ve çok âlî [yüce] ve çok geniş bir denizdir. Onun cevherlerini beyan etmek için koca bir cilt kitap yazmak lâzım gelir. Onun o kıymettar cevâhirini [cevherler, özler] başka zamana tâliken, [geciktirerek, erteleyerek] şimdilik yalnız birkaç gün evvel tahattur-u hakàik [hakikatleri hatırlamak] noktasında, benim için ehemmiyetli bir zaman olan namaz tesbihâtında, uzaktan uzağa fikrin nazarına ilişen bir nüktenin [derin anlamlı söz] şuâı göründü. O zamanda kaydedemedik; gittikçe tebâud [uzaklaşma] ediyordu. Bütün bütün kaybolmadan evvel o nüktenin [derin anlamlı söz] bir cilvesini avlamak için, etrafında dâirevâri birkaç kelime söyleyeceğiz.

BİRİNCİ KELİME: Kelâm-ı Ezelî, [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlâhiye [Allah’ın sıfatına ait özellik] olduğu cihetle, gayr-ı mütenâhidir. [sınırsız, sonsuz] Nihâyetsiz olan birşeye denizler mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] olsa, elbette bitiremez.

İKİNCİ KELİME: Bir zâtın vücudunu ihsâs [hissettirme, belirtme] eden en zâhir, en kuvvetli eser, tekellümüdür. [konuşma] Bir zâtın kelâmını işitmek, bin delil kadar vücudunu, belki şuhud [görme] derecesinde, ispat ettiği nokta-i nazarda, [bakış açısı] bu âyet-i kerîme mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] diyor ki: “Rabb-i Zülcelâlin [sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah] vücudunu gösteren kelâm-ı İlâhînin [Allah’a ait söz, konuşma] adedini, denizler mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] olsa, ağaçlar kalem olsa, yazsalar, bitiremezler. Yani, bir zâtın böyle bir kelâmı, vücuduna şuhud [görme] derecesinde delâlet ettiğine bedel; Zât-ı Ehad-i Samede, [herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah] kelâmın mütekellime [konuşan] delâleti ve ihsâsı [hissettirme, belirtme] gibi had ve hesâba gelmeyen hadsizdir ki, umum denizlerin suyu mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] olsa, yazmasına kifâyet etmez” [yeterli olma] demektir.

429

ÜÇÜNCÜ KELİME:Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân hakàik-ı îmâniyeyi [iman hakikatleri] umum tabakàt-ı beşere ders verdiği için, tesbit ve tahkik [araştırma, inceleme] ve iknâ etmek hikmetiyle, bir hakikati zâhiren tekrar ettiği için, ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i kitap [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] bulunan o zaman ulemâ-i Yehûd, [Yahudi âlimleri] Peygamber-i Zîşan [şan sahibi Hz. Muhammed (a.s.m.)] Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmîliğine ve kıllet-i ilmine gayet haksız bir taarruz ettiklerine mânen bir cevaptır. Şöyle ki:

Âyet-i kerîme der: “Tahkik [araştırma, inceleme] ve iknâ gibi pek çok hikmetler için ayrı ayrı faydalar nokta-i nazarında [bakış açısı] çok müteaddit [bir çok] neticeleri bulunan bir hakikati, umûmun, bilhassa avâmın kalbinde yerleştirmek için, erkân-ı îmâniye gibi herbir meselesi bin mesâil [meseleler] kıymetinde ve binler hakàikı [hakikatler, gerçekler] tazammun [içerme, içine alma] eden meseleleri ayrı ayrı, mûcizâne [mucizeli bir şekilde] tarzlarda tekrarını, hasr-ı kelâmî [konuşmanın yalnız belli şeyler üzerinde yoğunlaştırılması] ve kusur-u zihnî [zihin ve düşünce eksikliği] ve sermâyenin noksâniyetinden değildir. Belki hadsiz, nihâyetsiz hazine-i ezeliye-i kelâm-ı İlâhîden [İlâhî konuşma sıfatının başlangıcı ve sonu olmayan hazinesi] alınan ve âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] hesâbına âlem-i şehâdete [görünen âlem, bu dünya] müteveccih [yönelen] olup, cin, ins, ruh, melekle konuşan ve her ferdin kulağında tanînendâz [çınlayan] olan Kur’ân’ın menbaı [kaynak] bulunan Kelâm-ı Ezelînin [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] kelimâtını [kelimeler] saymak için denizler mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] olsa, zîşuurlar [akıl ve şuur sahibi] kâtip, nebâtâtlar [bitkiler] kalem, belki zerratlar [atomlar] kalem ucu olsalar, yine bitiremezler. Çünkü bunlar mütenâhi, [sınırlı] o ise nihâyetsizdir.”

DÖRDÜNCÜ KELİME: Mâlûmdur ki, umulmadık birşeyden kelâmın sudûru, [ortaya çıkma, meydana gelme] kelâmı ehemmiyetleştirir; kendini dinlettiriyor. Hususen cevv-i semâ [gökyüzü] ve bulutlar gibi büyük cirmlerde [büyük cisim] tekellümvâri [konuşma] sadâlar dahi ehemmiyetle herkese kendini dinlettiriyor. Hususen dağ cesâmetinde [büyüklük] bir fonoğrafın [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] nağamâtı [nağmeler, ezgiler] daha fazla kulağın nazar-ı dikkatini celb [çekme] eder. Hususen semâvât tabakalarını plâklar ittihâz edip küre-i arzın [yer küre, dünya] kafasına işittirmek için sudûr [ortaya çıkma, meydana gelme] eden sadâ-yı semâvî-i Kur’ânîyi, [Kur’ân’ın semâvî sedâsı]

430

radyo kuvvetiyle, zerrât-ı havâiye [hava zerreleri, atomları] o hurûfâta [harfler] âhize [alıcı] ve nâkıle oldukları gibi, elbette bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hurûfât-ı [harfler] Kur’âniyeye birer âyine, [ayna] birer lisan, birer ibre ucu, birer kulak hükmüne geçtiğine remzen, [ince işaret] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hurûfâtının [harfler] ne derece ehemmiyetli, kıymetli, hâsiyetli, [özellik] hayattar olduğuna işareten, âyet mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] diyor ki: “Kelâmullah [Allah kelâmı] olan Kur’ân o kadar hayattar ve kıymettardır ki, onu dinleyen, işiten kulakların adedi ve o kulaklara giren o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelimelerin sayısını, bütün denizler mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] ve melâike [melek] kâtip ve zerreler noktalar ve nebatlar [bitki] ve kıllar kalemler olsa, bitiremezler.”

Evet, bitiremezler. Çünkü Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] beşerin zayıf, ruhsuz kelâmının adedini havada milyonlar kadar teksir [çoğalma] etse, elbette arz ve semâvâtın Pâdişâh-ı Bîmisâlinin [Benzersiz Pâdişah, Allah] arz ve semâvâta bakan ve arz ve semâvâtta umum zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] hitâb eden kelâmının herbir kelimesi zerrât-ı havâiye [hava zerreleri, atomları] adedince kelimeler olur.

BEŞİNCİ KELİME: İki Harftir.

Birinci Harf: Nasıl ki sıfat-ı Kelâmın [Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı] kelimeleri var. Öyle de, Kudretin de mücessem [cisimleşmiş] kelimeleri var; İlmin de hikmetli kaderî [kaderde olan, Allah tarafından belirlenen] kelimeleri var ki, bütün mevcudattır. [var edilenler, varlıklar] Hususen zîhayatlar, [canlı] hususen küçük mahlûklar, [varlıklar] herbiri birer kelime-i Rabbâniyedir [herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın kelimesi, sözü] ki Mütekellim-i Ezelîye, [ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah] kelâmdan daha kuvvetli bir surette işaret eder. Ve onların adedini, denizler mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] olsa bitiremezler, demek olduğu mânâsına dahi şu âyet-i kerîme remzen [ince işaret] bakıyor.

İkinci Harf: Bütün melâikelere [melekler] ve insanlara, hattâ hayvanlara gelen umum ilhamlar, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bir nevi kelâm-ı İlâhîdir. [Allah’a ait söz, konuşma] Bu kelâmın kelimâtı [kelimeler] elbette gayr-ı mütenâhidir. [sınırsız, sonsuz] Saltanat-ı Mutlakanın [Allah’ın bütün varlık âlemi üzerindeki sınırsız hâkimiyeti] nihâyetsiz cünûdunun [askerler] mütemâdiyen [aralıksız, devamlı] aldıkları ilhâm [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] ve o emr-i İlâhiyenin [Allah’ın emri] kelimâtı [kelimeler] ne derece çok ve nihâyetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor demektir. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ 1 * لاَيَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 2

431

Yedinci Nükte [derin anlamlı söz]

Aziz kardeşim,

Vahdetü’l-vücuda [Allah’ın birliği] dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu meseleye dair Otuz Birinci Mektubun bir lem’asında, [parıltı] Hazret-i Muhyiddin’in bu meseledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevap vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:

Bu mesele-i vahdetü’l-vücudu [vahdetü’l-vücud meselesi] şimdiki insanlara telkin etmek, ciddî zarar verir. Nasıl ki teşbihat [benzetmeler] ve temsiller, havassın [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] elinden avâmın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telâkki [anlama, kabul etme] edilir.Haşiye [dipnot] Öyle de, vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meselesi gibi hakaik-i ulviye, [yüce gerçekler] ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve esbab [sebebler] içine dalan avamlara girse, tabiat telâkki [anlama, kabul etme] edilir ve üç mühim zarar verir:

Birincisi: Vahdetü’l-vücudun [Allah’ın birliği] meşrebi, [hareket tarzı, metod] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına kâinatı adeta inkâr etmek iken, avâma girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlûde [bulaşmış, karışmış] olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına ulûhiyeti [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] inkâr yoluna gider.

İkincisi: Vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrebi, [hareket tarzı, metod] mâsivâ-yı İlâhînin rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref ediyor. Değil nüfus-u emmârenin, [insana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere teşvik eden nefisler] belki herbir şeyin müstakil [bağımsız] vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın [her şeyi tabiatın yarattığını kabul eden düşünce] istilâsıyla ve gurur ve enâniyetin nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlıkı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmâre [insana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere teşvik eden nefisler] küçük birer Firavun, adeta nefsini mâbud [ibadet edilen] ittihaz [edinme, kabullenme] etmek istidadında [kabiliyet] bulunan insanlara vahdetü’l-vücudu [Allah’ın birliği] telkin etmek, nefs-i emmâreyi—el’iyâzü [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] billâh—öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.

432

Üçüncüsü: Tagayyür, [başkalaşım, değişme] tebeddül, [başkalaşma, değişme] tecezzî, [bölünme, parçalanma] tahayyüzden [yer kaplama, yer tutma] mukaddes, münezzeh, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] müberrâ, [arınmış, temiz] muallâ [yüce] olan Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve takaddüs [kutsal olma, yüce ve temiz olma] ve tenezzühüne [ferahlama, rahatlama] muvafık düşmeyen tasavvurâta [düşünceler, hayaller] sebebiyet verir ve telkinât-ı bâtılaya [doğru olmayan telkinler] medar [kaynak, dayanak] olur.

Evet, vahdetü’l-vücuddan [Allah’ın birliği] bahseden, fikren serâdan Süreyyaya [yerden Ülker yıldızına kadar; birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenen bir ifadedir] çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Âlâya [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yüce yer] diken, istiğrâkî [Allah aşkıyla kendinden geçme] bir surette kâinatı mâdum [yok] sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i imanla [iman gücü] Vâhid-i Ehadden [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] görebilir. Yoksa, kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten [yer] nazar eden, elbette esbab içinde boğulup tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arşa çıkan, Celâleddîn-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] fonoğraflar [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] gibi, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] işitebilirsin.” Yoksa, Celâleddîn gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten [yer] Arşa kadar mevcudatı [var edilenler, varlıklar] âyine [ayna] şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelâmullahı [Allah kelâmı] işitirsin” desen, mânen Arştan ferşe [yer] sukut [alçalış, düşüş] eder gibi, hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] tasavvurât-ı bâtılaya [batıl şeyleri zihinde canlandırma] giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olur.

قُلِ اللهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ 1 * مَا لِلتُّرَابِ وَلِرَبِّ اْلاَرْبَابِ * 2

سُبْحَانَ مَنْ تَقَدَّسَ عَنِ اْلاَشْبَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَتْ عَنْ مُشَابَهَةِ اْلاَمْثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلٰى رُبُوبِيَّتِهِ اٰيَاتُهُ جَلَّ جَلاَلُهُ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ * 3

433

Bir suale cevap

Mustafa Sabri ile Mûsâ Bekûf’un efkârlarını [fikirler] muvazene [karşılaştırma/denge] etmek için vaktim müsait değildir. Yalnız bu kadar derim ki:

Birisi ifrat [aşırılık] etmiş, diğeri tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] ediyor. Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Mûsâ Bekûf’a nisbeten haklıdır; fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin [İslâm ilimleri] bir mucizesi bulunan bir zâtı tezyifte [alay etme, küçük düşürme] haksızdır.

Evet, Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî [doğru ve hak yola ulaştıran kişi] ve mürşid olamıyor. Hakaikte [doğru gerçekler] çok zaman mizansız [ölçü] gittiğinden, kavâid-i Ehl-i Sünnete [Hz. Muhammed’in sünnetine uyan, onun yolundan giden büyük Müslüman topluluğu tarafından belirlenen kurallar] muhalefet ediyor ve bazı kelâmları zâhirî dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ifade ediyor. Fakat kendisi dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] müberrâdır. [arınmış, temiz] Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış, kavâid-i Ehl-i Sünnete [Hz. Muhammed’in sünnetine uyan, onun yolundan giden büyük Müslüman topluluğu tarafından belirlenen kurallar] taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] cihetiyle bazı noktalarda tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] etmiş.

Mûsâ Bekûf ise, ziyade teceddüde [yenileme] taraftar ve asrîliğe [yüzyıl/modern] mümâşâtkâr [uyumlu olan] efkârıyla [fikirler] çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] yanlış tevillerle tahrif ediyor. Ebu’l-Âlâ-yı Maarrî gibi merdut bir adamı muhakkikînlerin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] fevkinde [üstünde] tuttuğundan ve kendi efkârına [fikirler] uygun gelen Muhyiddin’in Ehl-i Sünnete muhalefet eden meselelerine ziyade taraftarlığından, ziyade ifrat [aşırılık] ediyor.

قَالَ مُحْىِ الدِّينِ: تُحْرَمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلٰى مَنْ لَيْسَ مِنَّا

Yani,”Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda [Allah’ın birliği] dair meselelerini okumak zararlıdır.

 Said Nursî

ba

434

Sekizinci Nükte [derin anlamlı söz]

Bu da güzeldir

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ 1 cümlesi namaz tesbihatında okunurken inkişaf [açığa çıkma] eden lâtif [berrak, şirin, hoş] bir nükteyi [derin anlamlı söz] uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım, fakat işaret nev’inden bir iki cümlesini söyleyeceğim.

Gördüm ki, gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından [genişleme, yayılma] ve mahiyet-i insaniyenin [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı, o gecede bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar [canlı] ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve nurlandıran tek şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mânevî şahsiyeti, varlığı] (a.s.m.) hayalen müşahede ettim. Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman menzildeki zatlara selâm ettiği gibi, “Binler selâmHaşiye sana, yâ Resulallah” [Allah’ın elçisi] demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selâm ediyorum. Yani, sana tecdid-i biat edip, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evâmirine [emirler] teslim ve taarruzumuzdan selâmet [huzur] bulacağını selâmla ifade edip, benim dünyamın eczaları ve

435

zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkları [varlıklar] olan umum cin ve insi konuşturup, herbirerlerinin namına bir selâmı, mezkûr [adı geçen] mânâlarla takdim ettim.

Hem o getirdiği nur ve hediye ile benim bu dünyamı tenvir [aydınlatma] ettiği gibi, herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir [aydınlatma] ediyor, nimetlendiriyor diye o hediyesine şâkirâne [şükreder bir şekilde] bir mukabele [karşılama; karşılık verme] nev’inden, “Binler salâvat [namazlar, dualar] sana insin” dedim. Yani, “Senin bu iyiliğine karşı biz mukabele [karşılama; karşılık verme] edemiyoruz. Belki Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] gelen ve semâvat ehlinin [semâda yaşayan varlıklar; melekler, ruhaniler] adedince rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyoruz” mânâsını hayalen hissettim.

O zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.), ubudiyeti [Allah’a kulluk] cihetiyle, halktan Hakka teveccühü [ilgi] hasebiyle, rahmet mânâsındaki salâtı [namaz] ister. Risaleti [elçilik, peygamberlik] cihetiyle, Haktan halka elçiliği haysiyetiyle selâm ister. Nasıl ki cin ve ins adedince selâma lâyık ve cin ve ins adedince umumî tecdid-i bîatı takdim ediyoruz. Öyle de, semâvat ehli [semâda yaşayan varlıklar; melekler, ruhaniler] adedince, hazine-i rahmetten, [Allah’ın rahmet hazinesi] herbirinin namına bir salâta [namaz] lâyıktır. Çünkü getirdiği nurla herbir şeyin kemâli görünür ve herbir mevcudun kıymeti tezahür eder ve herbir mahlûkun vazife-i Rabbâniyesi müşahede olunur ve herbir masnudaki makasıd-ı İlâhiye [Allah’ın varlıkları yaratmasındaki maksatları] tecellî eder. Onun için, herbir şey, lisan-ı hal [beden dili] ile olduğu gibi, lisan-ı kàli [dille söyleyerek] de olsaydı, “Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resulallah” [Allah’ın elçisi] diyecekleri kat’î olduğundan, biz umum onların namına,

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللهِ بِعَدَدِ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ وَبِعَدَدِ الْمَلَكِ وَالنُّجُومِ * 1

mânen deriz. فَيَكْفِيكَ اَنَّ اللهَ صَلّٰى بِنَفْسِهِ وَ اَمْلاَكَهُ صَلَّتْ عَلَيْهِ وَسَلَّمَتْ 2

 Said Nursî

ba

436

Dokuzuncu Nükte [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَوْ هُمْ قَۤائِلُونَ * 1

Re’fet, اَوْ هُمْ قَۤائِلُونَ âyet-i celilesindeki [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] قَۤائِلُونَ kelimesinin mânâsını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atâlete [hareketsizlik] uğratmamak için yazılmıştır.

Uyku üç nevidir.

BİRİNCİSİ: Gaylûledir ki, fecirden [sabah vakti] sonra, tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır. Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadisçe sebebiyet verdiği için, hilâf-ı sünnettir. Çünkü rızık için sa’y [çalışma] etmenin mukaddemâtını [evvel, önce] ihzar [hazırlama] etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız [ortaya çıkma] olur. O günkü sa’ye [çalışma] ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.

İKİNCİSİ: Feylûledir ki, ikindi namazından sonra, mağribe [akşam] kadardır. Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani, uykudan gelen sersemlik cihetiyle, o günkü ömrü nevm-âlûd, [uykulu] yarı uyku kısacık bir şekil aldığından, maddî bir noksaniyet gösterdiği gibi, mânevî cihetiyle de, o gün hayatının maddî ve mânevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uykuyla geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.

ÜÇÜNCÜSÜ: Kaylûledir ki, bu uyku sünnet-i seniyyedir.2 Duhâ vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için

437

sünnet olmakla beraber, Ceziretü’l-Arabda, [yarımada] vaktü’z-zuhr [öğle vakti] denilen şiddet-i hararet [sıcaklığın şiddeti] zamanında bir tatil-i eşgal, [boş durma, işlere son verme] âdet-i kavmiye ve muhitiye [yerel ve genel çerçevede âdet olan uygulama] olduğundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü, hem rızkı tezyide [artırma, çoğaltma] medardır. [kaynak, dayanak] Çünkü yarım saat kaylûle, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati, ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor.

 Said Nursî

ba

438

Onuncu Nükte [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal [gelecek endişesi] ve âkıbetbînlik adesesiyle, gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf [açığa çıkma] eden bir vaziyeti beyan ediyorum. Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların müteharrik [hareket eden] cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, [korkma, çekinme] bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikatten sordum: “Bu hayal nedir?” Hakikat dedi ki:

Elli sene sonra, bu kemâl-i neş’e [tam bir neşe] ile gülen ve eğlenen zavallılardan elliden beşi, beli bükülmüş, yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırk beşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel simalar, o neş’eli gülmeler, zıtlarına inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiş olacaklar. Küllü âtin karîb [yakın] kaidesiyle, madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattir; elbette gördüğün hayal değildir.

Madem dünyanın gafletkârâne gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat [geçici] ve zevâle [batış, kayboluş] mâruzdur. Elbette biçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekàya [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] meftun [aşık] olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirâne, [teşekkür ederek] huzurkârâne, gafletsiz, mâsumâne eğlencelerdir ve sevap cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha [Allah’ı anmak] ve şükre çok azîm tergibat [rağbet uyandırmalar, teşvikler] vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur [mutluluk] nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.

 Said Nursî

439

On Birinci Nükte [derin anlamlı söz]

Bir düstur [kâide, kural]

Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur’un dâiresi hâricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer ararsa, Risale-i Nur’un penceresinden ışık veren mânevî güneşe bedel bir lâmbayı bulur, belki güneşi kaybeder.

Hem Risale-i Nur’un dâiresindeki hâlis, pek kuvvetli ve her ferdine çok ruhları kazandıran ve Sahâbenin sırr-ı verâset-i Nübüvvetle [Peygamberlik varisliğinin sırrı] meşreb-i uhuvvetkârânesini gösteren “meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet” ise, hâriç dâirelerde o pedere ve o mürşide üç cihetle zarar vermek suretiyle, bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz; birtek peder yerine, pek çok ağabeyi buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddit [bir çok] şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir.

Dâireye girmeden evvel bulduğu şeyhi, her fert o şeyhini, mürşidini, dâirede dahi muhâfaza edebilir. Fakat şeyhi olmayan, dâireye girdikten sonra, ancak dâire içinde mürşid arayabilir. Hem Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] olan sırr-ı verâset-i Nübüvvet [Peygamberlik varisliğinin sırrı] feyzini veren ders-i hakâik dâiresindeki ilm-i hakikat [hakikat ilmi] dahi dâire hâricindeki tarikatlere ihtiyaç bırakmaz. Meğer tarikati yanlış anlayıp, güzel rüyalar, hayaller, nur ve zevklere müptelâ [bağımlı] ve âhiret faziletinden ayrı olan dünyevî ve hevesî zevkleri arzulayan ve merciiyet [başvurulan yer, müracaat yeri olma, bir takım şeylerin kendisine dayandırıldığı merkez nokta olma] makamını isteyen nefisperestler [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] ola…

Bu dünya dârü’l-hizmettir; külfet ve meşakkat ile ücret ölçülür—dârü’l-mükâfat değil. Onun içindir ki, ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] keşif ve kerâmetlerdeki ezvâk [zevkler, lezzetler] ve envâra [nurlar] ehemmiyet vermiyorlar. Belki bazan kaçıyorlar, setrini [örtme] istiyorlar.

Hem Risale-i Nur’un dâiresi çok geniştir; şâkirtleri [Allah’a şükreden] pek çoktur. Hârice kaçanları aramaz, ehemmiyet vermez, belki daha içine almaz. Her insanda bir kalp [sahte para] var. Bir kalp [sahte para] ise, hem dâirede, hem hâriçte olamaz.

Hem hâriçteki irşâda hevesli zâtlar, Risale-i Nur’un şâkirtleriyle [Allah’a şükreden] meşgul olmamalı.

440

Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takvâ dâiresindeki talebeler irşâda muhtaç olmadıkları gibi, hâriçte kesretli [çokluk] namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak irşad [doğru yol gösterme] değildir. Eğer bu şâkirtleri [Allah’a şükreden] severse, evvelâ dâire içine girsin, o şâkirtlere [Allah’a şükreden] peder değil, belki kardeş olsun—fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun.

Hem bu hâdisede göründü ki, Risale-i Nur’a intisâbın [bağlanma] çok ehemmiyeti var ve çok pahalı düştü. Ve buna bu fiyatı veren ve o yolda bütün âlem-i İslâm [İslâm âlemi] nâmına dinsizliğe karşı mücâhede [cihad etme, din düşmanına karşı mücadele yapma] vaziyetini alan aklı başında bir adam, o elmas gibi mesleği terk edip başka mesleklere giremez.

 Said Nursî

ba

441

On İkinci Nükte [derin anlamlı söz]

Aziz kardeşlerim!

Gücenmemek şartıyla bu defa takdirkârane [takdir eden, beğeniyi ifade eden] değil, belki tenkidkârane [eleştiri şeklinde] iki küçük meseleyi beyan edeceğim:

Birincisi: Ben, sizleri ve Risale-i Nur’u müdâfaa için çok davalarda bulundum. O davalardaki şahidlerimin birinci sınıfı sizlerdiniz. Halbuki, inkârınızla hem beni şahidsiz bıraktınız, hem de hakkımdaki ittihamı [suçlama] takviye ettiniz. Çünkü, sizin kaçmanız ve inkârınız, “Demek bir şey var ki, bunlar yanaşmıyorlar” diye fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebrienize [beraat ettirme] çalıştım, sizden çoluk çocukları olmayan kısmı beni yalnız bırakmamak için merdâne yanaşmak lazımdı. Fakat, iş işten geçti, yeniden yanaşmağa lüzum yok.

İkinci mesele: Seciye-i âliye-i Sahabeyi [Sahabelerin yüksek karakteri] ve meşreb-i nurânî-i peygamberiyi beyan eden Risale-i Nur dairesindeki feyze kanaat etmeyip, bir kısım kardeşlerimiz tarikat hevesiyle üstadının ve kardeşlerinin şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] rızasını ve iznini almadan başka yerde o hevesle, hem kendine faidesi olmayarak, hem bizlere, hem Risale-i Nur’a, hem musibetzede arkadaşlarımıza, Risale-i Nur’a girmeyen rüfekamıza [refikler, arkadaşlar] zarar ve müteaddid [çeşitli, birden fazla] ve dikkatle bizi tecessüs [gizlice araştırma] eden adamların nazar-ı dikkatini celbe medar [kaynak, dayanak] bir heveste bulundular. Ben ki, her birinizi yüz hemşehrime değiştirmediğimi resmen mahkemede iddia ettim ve beni ziyaret edenlere karşı iddia etmişim ki; Risale-i Nur talebelerinin en küçüğünü, hariç bir veliden daha ehemmiyetli gördüğümü ve Kuleönlü Ali, Lütfi gibi genç ve hâlis Risale-i Nur talebelerini hariçteki büyükçe bir veliye tercih ettiğimi çok emarelerle benden anladığınız halde, nasıl oluyor ki menfaatsiz, belki zararlı bir heves yolunda arkadaşlarının şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] malum ve âli [yüce] makamını ve

442

Üstadınızın müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] size karşı hayırhahlığını düşünmeyip, hariçte makamı—sizce meçhul—ve hem o bîçareye zararlı bir surette şeyhlik damarını tahrik etmek suretinde sohbet etmek muvafık değildir.

Bu tenkid—haşa—sizin umumunuza ve ekserinize ait değil, yalnız bir iki üç zatın kusurlarına da değil, kalblerinin fazla safvetinden [arılık, berraklık] ve tarikata ziyade heveslerindendir. Hem Isparta’nın en zaif damarı, sebeb-i ittihamımız [suçlama sebebi] olan tarikatı en kuvvetli sebep göstermeleri, zannederim bu mânasız tarikat hevesi sebebiyet vermiştir. Burada bu tevkifimizin en kuvvetli sebebi, bu bazı safdillerin [saf kalbli, kolay aldanan] hevesinden ve benimle de münasebetleri tarikat süsü verdiğinden tahmin ederim. Pek çok rica [ümit] ederim benim bu tenkidimden gücenmeyiniz.

 Said Nursî

ba

On Üçüncü Nükte [derin anlamlı söz]

Kardeşlerim,

Risale-i Nuru müdâfaa ve muhafazasında herkes, hatta ben de çekilsem, beş kardeşimizin çekilmemeleri gerektir. Bu arkadaşlarımız: Hüseyin Usta, Halil İbrahim, Re’fet Bey, Hüsrev ve Hakkı Efendi’lerdir. Üç evvelkilerin ihtiyarsız [irade dışı] ihtiyatsızlığı; [dikkat, tedbir] diğer ikisinin zâhirî düşmanlarının şahsî garazları yüzünden Risale-i Nura karşı çok fazla zarar yapılmak istenilmesine göre, Risale-i Nur ehemmiyetli bir sûrette iştihar ve intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesi gibi bir nimet-i uzmâ[büyük nimet] netice vermeseydi, bu kadar mazur ve masum Risale-i Nur şakirdlerinin [talebe, öğrenci] teellümatına [elem çekme] sebebiyet verdiklerinden dolayı bu kardeşlerimizin ruhları pek çok sıkılacaktı.

İşte herkesten ziyade bu beş kardeşimizin ihtiyat [dikkat, tedbir] edip yek-vücud bulunmaları lâzımdır.

ba

443

On Dördüncü Nükte [derin anlamlı söz]

Kardeşlerim,

Kalbime ihtâr edildi ki; nasıl ki, Mesnevi-î Şerif, şems-i Kur’ân‘dan [Kur’ân güneşi] tezâhür eden yedi hakikattan bir hakikatın âyinesi [aynası] olmuş, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir şerâfet almış; Mevlevîlerden [Mevlevî tarikatına bağlı olanlar] başka daha çok ehl-i kalbin [kalb ehli] lâyemut [ölümsüz] bir mürşidi olmuş. Öyle de, Risâle-i Nur şems-i Kur’âniyenin [Kur’ân güneşi] ziyâsındaki elvân-ı seb’a[yedi renk] ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nûru birden âyinesinde temessül [belirme, görünme] ettirdiğinden—inşâallah—yedi cihetle şerîf ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve yedi Mesnevî [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] kadar ehl-i hakikata [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] bâkî bir rehber ve bir mürşid olacak.

ba

On Beşinci Nükte [derin anlamlı söz]

Kardeşlerim,

Hafîz-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah] hıfz ve himayetine bakınız ki, meselemiz münasebetiyle Risale-i Nur’un risaleleri adedine muvafık olarak, yüz yirmi kusür adamın mahrem evraklarıyla istintakta [konuşturma] oldukları halde ve ecnebîlerin entrikalarıyla ve muhalif komitecilerin dolaplarıyla mevcut ve münteşir [yaygın olan] müteaddit [bir çok] cemiyetlerin hiçbirisiyle, Risale-i Nur’un hiçbir şakirdinin [talebe, öğrenci] münasebettarlığını [alâkalı, ilgili] gösterecek hiçbir madde bulunmaması, gayet zahir ve parlak bir himaye-i Rabbaniyedir. Muhafaza-i İlâhiyeye [İlâhî muhafaza, Allah’ın koruması] ve İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (k.s.), Risale-i Nur’a ait keramet-i gaybiyelerini [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] cidden teyid eden bir inayet-i Rahmâniyedir. [çok merhametli ve şefkatli olan Allah’ın inayeti, yardımı] Kırk ikilik bir top güllesini, kırk iki mâsum ve mazlum kardeşlerimizin dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] açılan elleriyle doldurup, geri çevirip, atanların başlarında mânen patlattırdı. Bizlere, yalnız ehemmiyetsiz, sevaplı, hafif birkaç yara bereden başka olmadı. Böyle bir seneden beri doldurulan bir toptan, böyle pek az zararla kurtulmak harikadır.

444

Böyle pek büyük bir nimete karşı, şükür ve sürur [mutluluk] ve sevinçle mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek gerektir. Bundan sonraki hayatımız bize ait olamaz; çünkü müfsidlerin [bozguncu] plânlarına göre, yüzde yüz mahv idik. Demek bundan sonraki hayatı kendimize değil, belki hak ve hakikate vakfetmeliyiz. Şekvâ [şikayet] değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.

ba

On Altıncı Nükte [derin anlamlı söz]

Kardeşlerimden ricâ ederim ki:

Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine [hile, aldatma] kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur [bir şeyden çıkma, olma] eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki [ara] muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.

ba

On Yedinci Nükte [derin anlamlı söz]

Kardeşlerim,

Maatteessüf [ne yazık ki] başımıza gelen şefkat tokatını, iki üç gündür, kat’i bir kanaatla anladım. Hattâ, ehl-i isyan [Allah’a isyan eden kimseler] hakkında gelen bir âyetin çok işarâtından [belirtiler] bir işareti bize bakıyor gibi hissettim. O da şudur: 1 فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ…اَخَذْنَاهُمْ yâni: “Onlara ihtar ettiğimiz ders ve nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musîbet [isabet eden, isabetli] altına aldık.”

Evet, en âhirde sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] dâir bir risâle bize yazdırıldı. Elhak, gayet âlî [yüce] ve nurânî bir düstur-u uhuvvet [kardeşlik kuralı] idi. Ve on binler kuvvetle ancak mukabele [karşılama; karşılık verme] edilir hâdiselere, musîbetlere [isabet eden, isabetli] karşı, o sırr-ı ihlâs [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ile on adamla mukavemet ettirebilir bir düstür-u kudsî idi. Fakat, maatteessüf [ne yazık ki] başta ben, biz o ihtâr-ı mânevî [mânevî yönden gelen uyarı] ile amel edemedik. Bu âyetin mânâ-yı işârisiyle: [işaretlerle ifade edilen mânâ] اَخَذْنَاهُمْ cifrî tarihiyle bin üç yüz elli

445

iki eder. Aynı tarihiyle tutturulduk. Bir kısmımız şefkat tokadına giriftâr olduk. Bir kısmımız hakkında tokat değil, belki tokada mâruz olan kardeşlerimize medâr-ı tesellî [teselli kaynağı, sebebi] ve kendilerine medâr-ı sevab [sevap kaynağı, sebebi] ve istifade olmak için bu musîbetin [isabet eden, isabetli] içine alındı.

Evet, ihtilâttan [birbirine karışma] men olunduğum için üç aydan beri yeniden üç gündür ben, kardeşlerimin dâhilî ahvâline [haller] de muttâli oldum. Hiç hatır ve hayâlime gelmez en hâlis zannettiğim kardeşlerimde sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] münâfi [aykırı] hareket vukûa gelmişti. Ondan anladım ki: فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ…اَخَذْنَاهُمْ 1 âyetinin uzaktan uzağa bir mânâ-yı işârîsi [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] bize de bakıyor. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için nâzil olan bu âyet onlara azaptır. Fakat bizim için terbiye-i nüfûs [nefislerin terbiyesi] ve keffáretü’z-zünûb [günahların bağışlanmasına vesile] ve tezyîd-i derecât [derecelerin artması] için şefkat tokadıdır. Biz elimizdeki kıymettar nimet-i İlâhiyeyi [Allah’ın kullarına verdiği nimet] tam takdir etmediğimizden, tokat yediğimize bir delil şudur ki: En kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir mücâhede-i mâneviyeyi [mânevî cihad; ilimle, fikirle ve imanla yapılan mücadele] tazammun [içerme, içine alma] eden ve sırr-ı verâset-i nübüvvetle [Peygamberlik varisliğinin sırrı] velâyet-i kübrânın [en büyük velâyet] feyzine mazhar [erişme, nail olma] ve sahâbenin sırr-ı meşrebine medâr [kaynak, dayanak] olan Risâle-i Nur ile hizmet-i kudsiye-i Kur’âniyemize [Kur’ân’a dayalı kutsal hizmet] kanâat etmeyip, menfaatı şimdilik bize pek az ve bu vaziyetimize mühim zararı muhtemel tarikat hevesinin birkaç defa şiddetle ihtarımla önü alınmasıdır. Yoksa, hem vahdetimizi [Allah’ın birliği] bozacaktı, hem dört elifin tesânüdüyle [dayanışma] bin yüz on birden dört kıymetine tenzil [indirme] eden teşettüt-ü efkâr [fikir ayrılıkları] ve bu gayet ağır hâdiseye karşı kuvvetimizi hiçe indiren tenâfür-ü kulûba uğrayacaktı.

Gülistan sahibi Şeyh Sa’di-i Şirâzî naklediyor, der: “Ben bir ehl-i kalbi [kalb ehli] tekkede, [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] seyr-i sülûk [mânevî makamlarda ruh ile yapılan seyir ve seyahat] ile meşgul iken görmüştüm. Birkaç gün sonra onu talebeler içinde,

446

medresede gördüm. Ne için o feyizli tekkeyi [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] terkedip, bu medreseye geldin, dedim. O da dedi ki: Orada herkes kendi nefsini—eğer muvaffak olursa—kurtarabilir. Burada ise bu âlî-himmet [yüce himmetli] şahıslar kendileriyle beraber çoklarını kurtarmaya çalışıyorlar. Uluvv-ü cenâb, [yüksek makam ve kişilik sahibi] uluvv-ü himmet [yüksek gayret ve fedakârlık] bunlardadır. Fazîlet ve himmet bunlardadır. Onun için buraya geldim.”

Şeyh Sa’dî bu vâkıayı, kısaca hülâsasını [esas, öz] Gülistan’ında yazmıştır.

Acaba, talebelerin, نَصَرَ, نَصَرَا, نَصَرُوا, نَصَرَتْ … gibi sarf ve nahvin [Arapça’da cümle yapısını ele alan “nahiv ilmi”] küçücük meseleleri tekkelerdeki [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] virdlere [devamlı yapılan zikir] râcih gelirse, Risâle-i Nur’un:

اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَبِالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ * 1

deki hakaik-ı kudsiye-i imâniyeyi [kutsal iman hakikatleri, esasları] en kat’î ve vâzıh [açık] bir sûrette ders verip, en muannid [inatçı] zındıkları ve en mütemerrid [inatçı] feylesofları susturup ders verirken, onu bırakıp, yahut sekteye uğratıp, veyahut kanâat etmeyip, tarikat hevesiyle Risâle-i Nur’dan izin almayarak kapanmış hangâhlara [derviş evi, büyük tekke] [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] girmek, ne derece yanlış olduğunu ve bizim bu şefkat tokadına ne derece istihkak [hak edilen pay] kesbettiğimizi [elde etme, kazanma] gösteriyor.

 Said Nursî

ba

447

Bir Tenbih

İki küçük hikâye

Birincisi: Bundan on beş sene evvel Rusya’nın şimâlinde [kuzey] esir olduğum zaman doksan esir zabitlerimizle [subay] beraber büyük bir fabrika koğuşunda bulunuyorduk. Sıkıntı ve ruh darlığından çok münakaşalar, gürültüler oluyordu. Umumun bana karşı ziyade hürmetleri olduğundan teskin ediyordum. Sonra, sükûneti muhafaza için dört-beş zabiti [subay] tâyin ettim. Ve dedim; “Hangi köşede bir gürültü işittiniz, hemen yetişiniz. Hangi taraf haksız ise ona yardım ediniz.” Hakikaten bu tedbir ile gürültünün önü alındı. Benden soruldu: “Ne için haksıza yardım ediniz, diyorsun?”

Cevaben, o zaman demiştim ki: “Haksız insafsızdır. Bir dirhem menfaatını kırk dirhem istirahat-ı umumiye [genel huzur ortamı] için bırakmaz. Haklı adam ise insaflı olur. Bir dirhem hakkını, sükûnet-i umumiyedeki [genel sakinlik] kırk dirhem arkadaşının menfaatına fedâ eder, bırakır. Gürültü kalkar, sükûnet iade edilir. Bu koğuştaki doksan zât istirâhat eder. Eğer, haklıya muâvenet [yardım] edilse, gürültü daha ziyadeleşecekBu nevi hayat-ı içtimâiyede, [sosyal hayat] menfaat-ı umumiyenin [toplumun genelini ilgilendiren fayda] ehemmiyeti nazara alınır.”

İşte ey kardeşlerim! Bu hayatın, bu içtimaımızda, [bir araya gelme, toplanma] “Bu kardeşim bana haksızlık etti” diye “küstüm” demeyiniz. Bu pek hatâdır. O arkadaşın sana bir dirhem zarar vermiş ise, sen küsmekle kırk dirhem bizlere zarar veriyorsun. Belki kırk lira Risâle-i Nur’a zarar vermek muhtemeldir. Fakat lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] pek haklı ve kuvvetli müdâfaatımız, [savunmalar] arkadaşların mükerrer isticvâba [sorguya çekmek] gitmelerinin önünü aldığından, fesâdın önü alındı. Yoksa, birbirinden küsmüş kardeşler, bir sinek kanadı kadar küçük bir çöpün göze girmesi gibi veyahut bir kıvılcımın baruta düşmesi gibi, az bir garazla büyük bir zarar verebilirdi.

İkinci hikâye: Bir vakit ihtiyar bir kadının sekiz oğlu varmış. Herbirisine mevcut sekiz ekmekten birer ekmek verdi, kendine kalmadı. Sonra, herbirisi ekmeğinin yarısını ona verdi. Onun ekmeği dört oldu; ötekiler yarıya indi.

Kardeşlerim, ben de kırkınızın herbirinin musîbet [isabet eden, isabetli] hissesinin mânevî eleminin yarısını kendimde hissediyorum. Kendi şahsıma âit elemi, aldırmıyorum. Bir gün fazla muztar [çaresiz] bulundum, “acaba hatamın cezâsı mıdır çekiyorum” diye geçmiş

448

hâleti [durum] tetkik ettim. Gördüm ki, bu musîbeti [isabet eden, isabetli] kaynatmaya ve tahrik etmeye hiçbir cihette müdahalem olmadığını ve bilâkis kaçmak için mümkün tedbirleri istimâl [kullanma] ediyordum. Demek, bu bir kazâ-yı İlâhîdir. [Allah’ın emirlerinin, takdirinin yerine gelmesi] Ve bil-iltizam [zorunlu olarak] bir seneden beri müfsidlerin [bozguncu] tarafından aleyhimize ihzâr ediliyordu. Kaçınmak kàbil [gibi] değildi. Alâküllihâl [her durumda, eninde [inilti] sonunda] başımıza geçirecek idiler. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükür ki, musîbeti [isabet eden, isabetli] yüzden bire indirdi.

İşte bu hakîkata binaen “Senin yüzünden bu belâyı çektik” diye minnet etmeyiniz. Belki beni helâl ediniz. Ve bana dua ediniz. Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: “Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı.” Meselâ, bir kardeşimiz iki üç imza sahibini söylemesiyle, müfsidlerin [bozguncu] pek çok zâtları belâya atmak için düşündükleri plânı küçültüp, çoklarını kurtarmış. Değil zarar, belki büyük menfaat olmuş. Çok mâsumların bu belâdan kurtulmasına bir vesile oldu.

 Said Nursî