LEM’ALAR – Yirminci Lem’a (252-266)

252

Yirminci Lem’a [parıltı]

 İhlâs hakkında

On Yedinci Lem’anın [parıltı] On Yedinci Notasının [bildiri] Yedi Meselesinden, Beş Noktadan ibaret olan İkinci meselesinin Birinci Noktası iken, ehemmiyetine binaen Yirminci Lem’a [parıltı] oldu.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّۤا اَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدِ اللهَ مُخْلِصًا لَهُ الدِّينُ اَلاَ لِلّٰهِ الدِّينُ الْخَالِصُ * 1

âyetiyle ve

هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلٰى خَطَرٍ عَظِيمٍ * 2

(ev kemâ kàl) hadis-i şerifi, ikisi de ihlâs ne kadar İslâmiyette mühim bir esas olduğunu gösteriyorlar. Bu ihlâs meselesinin hadsiz nüktelerinden [derin anlamlı söz] yalnız Beş Noktayı muhtasaran [kısa] beyan ederiz.

TENBİH: Bu mübarek Isparta’nın medar-ı şükran [şükrü gerektiren] bir hüsn-ü taliidir [güzel kısmet, baht] ki, ondaki ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] ve ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve ehl-i ilmin, [ilim ehli, âlimler] sair yerlere nisbeten, rekabetkârâne [rekabet edercesine] ihtilâfları görünmüyor. Gerçi lâzım olan hakikî muhabbet ve ittifak yoksa da, zararlı muhalefet ve rekabet de başka yerlere nisbeten yoktur.

253

Birinci Nokta

Mühim ve müthiş bir sual: Neden ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] ehl-i gaflet, [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] hattâ ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i nifak [iki yüzlü kimseler, münafıklar] rekabetsiz ittifak ettikleri halde, ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve ehl-i vifak [birbirleriyle dostça yaşayanlar] olan ashâb-ı diyanet ve ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i tarikat, [bir tarikata bağlı olanlar] neden rekabetli ihtilâf ediyorlar? İttifak ehl-i vifakın [birbirleriyle dostça yaşayanlar] hakkı iken ve hilâf [aykırı ve zıt olan] ehl-i nifakın [iki yüzlü kimseler, münafıklar] lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu haksızlık şuraya geldi?

Elcevap: Bu elîm ve fecî ve ehl-i hamiyeti [hamiyet sahipleri, fedâkâr, kutsal şeyleri koruma gayreti taşıyan insanlar] ağlattıracak hadise-i müthişenin pek çok esbabından, yedi sebebini beyan edeceğiz.

BİRİNCİSİ

Ehl-i hakkın ihtilâfı hakikatsizlikten gelmediği gibi, ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ittifakı dahi hakikattarlıktan [bir gerçeğe dayanan] değildir. Belki ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] ve ehl-i mektep [ilim ehli kimseler] gibi hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] tabakatına dair birer muayyen vazife ile ve has bir hizmet ile meşgul taifelerin, cemaatlerin ve cemiyetlerin vazifeleri taayyün [belirleme] edip ayrılmış. Ve o vezâif [görevler] mukabilindeki alacakları maişet [geçim] noktasındaki maddî ücret ve hubb-u cah [makam sevgisi] ve şan ve şeref noktasında teveccüh-ü nâstan [insanların alâkası, ilgisi] alacaklarıHaşiye mânevî ücret taayyün [belirleme] etmiş, ayrılmış. Müzâhame [bir noktada izdiham meydana getirme ve ferdlerin birbirine sıkıntı vermesi] ve münakaşayı ve rekabeti intaç [netice verme]

254

edecek derecede bir iştirak yok. Onun için, bunlar ne kadar fena bir meslekte de gitseler, birbiriyle ittifak edebilirler.

Amma ehl-i din [din sahipleri, dindarlar] ve ashâb-ı ilim ve erbab-ı tarikat [kendini tarikata, tasavvufa verenler] ise, bunların herbirisinin vazifesi umuma baktığı gibi, muaccel [peşin] ücretleri de taayyün [belirleme] ve tahassus etmediği ve herbirinin makam-ı içtimaîde [sosyal hayattaki makam, mevki] ve teveccüh-ü nâsta [insanların alâkası, ilgisi] ve hüsn-ü kabuldeki [güzel kabul görmek] hissesi tahassus etmiyor. Bir makama çoklar namzet [aday] olur. Maddî ve mânevî herbir ücrete çok eller uzanabilir. O noktadan müzâhame [bir noktada izdiham meydana getirme ve ferdlerin birbirine sıkıntı vermesi] ve rekabet tevellüt [doğma] edip vifakı [bir araya gelme] nifaka, [ayrılık, dağılma] ittifakı ihtilâfa tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder.

İşte bu müthiş marazın merhemi, ilâcı, ihlâstır. Yani, hakperestliği nefisperestliğe [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] tercih etmekle ve hakkın hatırı, nefsin ve enâniyetin hatırına galip gelmekle, اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olup, nâstan gelen maddî ve mânevî ücretten istiğnâ [bir başkasına ihtiyaç duymama] etmekleHaşiye

وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ 2 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olup, hüsnü [güzellik] kabul ve hüsn-ü tesir [güzel etki]

255

ve teveccüh-ü nâsı [insanların alâkası, ilgisi] kazanmak noktalarının Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesi ve ihsanı [bağış] olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dahil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ihlâsa muvaffak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.

İKİNCİ SEBEP

Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] zilletindendir [alçaklık] ittifakları; ehl-i hidayetin [doğru ve hak yolda olanlar] izzetindendir [büyüklük, yücelik] ihtilâfları. Yani, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] olan ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hak ve hakikate istinad etmedikleri için, zayıf ve zelildirler. [aşağılanan] Tezellül [alçalma] için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet [yardım] ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ, meslekleri dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Adeta o haksızlıkta bir hakperestlik, [hakka taraftarlık] o dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bir ihlâs, o dinsizlikte dinsizdârâne [dinsizcesine] bir taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] ve o nifakta [ayrılık, dağılma] bir vifak [bir araya gelme] yaparlar, muvaffak olurlar. Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir.Haşiye [dipnot]

Amma ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] ve diyanet ve ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve tarikat, hak ve hakikate istinad ettikleri için ve herbiri bizzat tarik-i hakta [hak ve hakikat yolu] yalnız Rabbini düşünüp tevfikine [başarı] itimad ederek gittiklerinden, mânen o meslekten gelen izzetleri [büyüklük, yücelik] var. Zaaf [zayıflık, güçsüzlük] hissettiği vakit, insanların yerine Rabbisine müracaat eder, medet Ondan ister. Meşreplerin [hareket tarzı, metod] ihtilâfıyla, zâhir-i meşrebine [hareket tarzının ve yöntemin dışa yansıyan görünümü] muhalif olana karşı muavenet [yardım] ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Belki hodgâmlık [bencil] ve enâniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm [kuruntu] ederek, ittifak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve rekabet ortaya girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zîrüzeber [alt üst, darma dağınık] olur.

İşte bu müthiş sebebin verdiği vahîm neticeleri görmemenin yegâne çaresi, Dokuz Emirdir.

256

1. Müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti [düşmanlık] ve başkalarının tenkîsi, [noksan gösterme, değerini düşürme] onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.

2. Belki, daire-i İslâmiyet [İslâm dairesi] içinde, hangi meşrepte [hareket tarzı, metod] olursa olsun, medar-ı muhabbet [sevgi kaynağı] ve uhuvvet [kardeşlik] ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet [birlik bağı] bulunduğunu düşünüp ittifak ederek,

3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, “Mesleğim haktır,” yahut “daha güzeldir” diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” [hareket tarzı, metod] diyemez olan insaf düsturunu [kâide, kural] rehber etmek,

4. Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] bir sebebi ve diyanetteki izzetin [büyüklük, yücelik] bir medarı [kaynak, dayanak] olduğunu düşünmekle,

5. Hem ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve haksızlık, tesanüd [dayanışma] sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete [inkârcılığı yaymaya çalışan kişilerden oluşan manevî kişilik] karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,

6. Ve hakkı, bâtılın savletinden [saldırı] kurtarmak için,

7. Nefsini ve enâniyetini,

8. Ve yanlış düşündüğü izzetini, [büyüklük, yücelik]

9. Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârâne [rekabet edercesine] hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder.Haşiye [dipnot]

257

ÜÇÜNCÜ SEBEP

Ehl-i hakkın ihtilâfı himmetsizlikten [ciddi gayret] ve aşağılıktan ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ittifakı ulüvv-ü himmetten [çok gayretli olmak, yüksek himmet sahibi olmak] değildir. Belki ehl-i hidayetin [doğru ve hak yolda olanlar] ihtilâfı, ulüvv-ü himmetin [çok gayretli olmak, yüksek himmet sahibi olmak] sû-i istimalinden [bir şeyi kötüye kullanma] ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ittifakı, himmetsizlikten [ciddi gayret] gelen zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczdendir.

Ehl-i hidayeti, [doğru ve hak yolda olanlar] ulüvv-ü himmetten [çok gayretli olmak, yüksek himmet sahibi olmak] sû-i istimale [bir şeyi kötüye kullanma] ve dolayısıyla ihtilâfa ve rekabete sevk eden, âhiret nokta-i nazarında [bakış açısı] bir haslet-i memdûha [övülmüş huy] sayılan hırs-ı sevap [daha çok sevap kazanma hırsı] ve vazife-i uhreviyede [âhirete ait görev] kanaatsizlik cihetinden ileri geliyor. Yani, “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad [doğru yol gösterme] edeyim, benim sözümü dinlesinler” diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muavenetine [yardım] ve uhuvvetine [kardeşlik] ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabetkârâne [rekabet edercesine] vaziyet alır. “Şakirtlerim [öğrenci] niçin onun yanına gidiyorlar? Niçin onun kadar şakirtlerim [öğrenci] bulunmuyor?” diye, enâniyeti oradan fırsat bulup, mezmûm [aşağılanmış, kınanmış] bir haslet [huy, karakter] olan hubb-u câha [makam, mevki sevgisi] temayül [eğilim gösterme] ettirir, ihlâsı kaçırır, riyâ [gösteriş] kapısını açar.

İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müthiş maraz-ı ruhanînin [ruhî hastalık] ilâcı şudur ki:

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ [taraftar olanların sayıca çokluğu] ile ve fazla muvaffakiyetle [başarı] değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] ait olduğu için, istenilmez, belki bazan verilir. Evet, bazan birtek kelime sebeb-i necat [kurtuluş nedeni] ve medar-ı rıza [razı, memnun olma sebebi] olur. Kemiyetin [çokluk] ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] olmamalı. Çünkü bazan birtek adamın irşadı, [doğru yol gösterme] bin adamın irşadı [doğru yol gösterme] kadar rıza-yı İlâhîye [Allah rızası] medar [kaynak, dayanak] olur.

Hem ihlâs ve hakperestlik [hakka taraftarlık] ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa, “Benden ders alıp sevap kazandırsınlar” düşüncesi, nefsin ve enâniyetin bir hilesidir.

Ey sevaba hırslı ve a’mâl-i uhreviyeye [âhirete ait ameller, işler, fiiller] kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut [sınırlanmış] birkaç kişiden başka ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edenler olmadığı halde, yine o

258

peygamberlik vazife-i kudsiyesinin [kutsal vazife] hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ’ [taraftar olanların sayıca çokluğu] ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi [Allah rızası] kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla “Herkes beni dinlesin?” diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma.

Hem hak ve hakikati dinleyen ve söyleyene sevap kazandıranlar yalnız insanlar değildir. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkları [varlıklar] ve ruhanîleri ve melâikeleri [melekler] kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi [Allah rızası] düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, [bireyler] ihlâs ile ve niyet-i sadıka [doğru niyet ve düşünce] ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın. Çünkü, meselâ sen “Elhamdülillâh” dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük Elhamdülillâh kelimeleri, havada izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm [varlıkları sanatlı nakışlarla donatan ve her şeyi hikmetle, yerli yerinde yaratan Allah] abes ve israf yapmadığı için, o kesretli [çokluk] mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka [doğru niyet ve düşünce] ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlâhî [Allah rızası] ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. Sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hafızların kulakları çınlasın!

DÖRDÜNCÜ SEBEP

Ehl-i hidayetin [doğru ve hak yolda olanlar] rekabetkârâne [rekabet edercesine] ihtilâfı, âkıbeti düşünmemekten ve kasr-ı nazardan [dar görüşlülük] olmadığı gibi; ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] samimâne ittifakları, âkıbet-endişlikten [gelecek konusunda endişeye kapılma] ve yüksek nazardan [ileri görüşlü olma] değildir. Belki ehl-i hidayet, [doğru ve hak yolda olanlar] hak ve hakikatin tesiriyle, nefsin kör hissiyatına kapılmayarak, kalbin ve aklın dûr-endişâne [gelecek endişesiyle] temayülâtına [eğilim gösterme] tâbi olmakla beraber, istikameti [doğru] ve ihlâsı muhafaza edemediklerinden, o yüksek makamı muhafaza edemeyip ihtilâfa düşüyorlar. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ise, nefsin ve hevânın#259

tesiriyle, kör ve âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] ilerideki lezzete tercih eden hissiyatın mukteziyatıyla, [bir şeyin gerekli neticeleri] birbirine samimî olarak, muaccel [peşin] bir menfaat ve hazır bir lezzet için şiddetli ittifak ediyorlar.

Evet, dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında aşağı, kalbsiz nefisperestler [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] samimî ittifak ve ittihad [birleşme] ediyorlar. Ehl-i hidayet, [doğru ve hak yolda olanlar] âhirete ait ve ileriye müteallik [alakalı, ilgili] semerât-ı uhreviyeye [âhirete ait meyveler] ve kemâlâta, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kalb ve aklın yüksek düsturlarıyla [kâide, kural] müteveccih [yönelen] oldukları için, esaslı bir istikamet [doğru] ve tam bir ihlâs ve gayet fedakârâne bir ittihad [birleşme] ve ittifak olabilirken, enâniyetten tecerrüd [sıyrılma] edemedikleri için, ifrat [aşırılık] ve tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] yüzünden, ulvî bir menba-ı kuvvet [kuvvet kaynağı] olan ittifakı kaybedip, ihlâs da kırılır. Ve vazife-i uhreviye [âhirete ait görev] de zedelenir. Kolayca rıza-yı İlâhî [Allah rızası] de elde edilmez.

Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, “El-hubbu fillâh[Allah için sevmek] sırrıyla, tarik-i hakta [hak ve hakikat yolu] gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti [bir başkasına uymak, tabii olmak] dahi, sebeb-i mes’uliyet [sorumluluk nedeni] ve hatar[tehlike] olan metbûiyete [tabi olunan, uyulan] tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini [âhirete ait görev] hakkıyla yapabilir.

BEŞİNCİ SEBEP

Ehl-i hidayetin [doğru ve hak yolda olanlar] ihtilâfı ve adem-i ittifakı [ittifaksızlık, birlik oluşturmamak] zaaflarından [zayıflık, güçsüzlük] olmadığı gibi, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] kuvvetli ittifakı da kuvvetlerinden değildir. Belki ehl-i hidayetin [doğru ve hak yolda olanlar] ittifaksızlığı, iman-ı kâmilden [mükemmel iman] gelen nokta-i istinad [dayanak noktası] ve nokta-i istinaddan [dayanak noktası] neş’et [doğma] eden kuvvetten ileri geldiği gibi; ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ittifakları, kalben

260

nokta-i istinad [dayanak noktası] bulmadıkları itibarıyla zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczlerinden ileri gelmiştir. Çünkü zayıflar ittifaka muhtaç oldukları için kuvvetli ittifak ederler. Kavîler, [güçlü, kuvvetli] ihtiyacı tam hissetmediklerinden, ittifakları zayıftır. Arslanlar, tilkiler gibi ittifaka muhtaç olmadıkları için ferdî yaşıyorlar. Yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] keçiler, kurtlardan muhafaza için, bir sürü teşkil ederler.

Demek zayıfların cemiyeti ve şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kavî [güçlü, kuvvetli] olduğu gibi,Haşiye kavîlerin [güçlü, kuvvetli] cemiyeti ve şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ise zayıftır. Bu sırra bir işaret-i lâtife [güzel, ince işaret] ve zarif bir nükte-i Kur’âniyedir [Kur’ân’daki çok ince ve zarif mânâ] ki, ferman etmiş: وَقَالَ نِسْوَةٌ فِى الْمَدِينَةِ 1 Müenneslerin [Arapça’da dişiliği ifade eden kalıp] cemaatine, iki katlı müennes [Arapça’da dişiliği ifade eden kalıp] olduğu halde, müzekker [Arapça dilbilgisinde erkekliği ifade eden kalıp] fiili olan قَالَ buyurması; hem قَالَتِ اْلاَعْرَابُ 2 buyurmakla, müzekkerlerin [Arapça dilbilgisinde erkekliği ifade eden kalıp] cemaatine, müennes [Arapça’da dişiliği ifade eden kalıp] fiili olan قَالَتِ tabiriyle, lâtifâne [çok hoş ve güzel bir şekilde] işaret ediyor ki, zayıf ve halîm ve yumuşak kadınların cemiyeti kuvvetleşir, sertlik ve şiddet kesb [elde etme, kazanma] edip bir nevi recüliyet [erkek olma] kazanır. Müzekker [Arapça dilbilgisinde erkekliği ifade eden kalıp] fiilini iktiza [bir şeyin gereği] ettiğinden, وَقَالَ نِسْوَةٌ 3 tabiriyle, gayet güzel düşmüş. Erkekler ise, hususan bedevî a’rab [vatanı çöl olan ve medeniyetten uzak yaşayan Arap] olsa, kuvvetlerine güvendikleri için, cemiyetleri zayıf olup hem ihtiyatkârlık, [dikkat, tedbir] hem yumuşaklık vaziyetini aldığından, bir nevi kadınlık hâsiyeti [özellik] takındıkları için, müennes [Arapça’da dişiliği ifade eden kalıp] fiilini iktiza [bir şeyin gereği] ettiğinden, قَالَتِ اْلاَعْرَابُ müennes [Arapça’da dişiliği ifade eden kalıp] fiiliyle tabiri tam yerindedir.

261

Evet, ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] gayet kuvvetli bir nokta-i istinad [dayanak noktası] olan iman-ı billâhtan [Allah’a iman] gelen tevekkül ve teslimle, başkalara arz-ı ihtiyaç edip muavenet [yardım] ve yardımlarını istemez. İstese de gayet fedakârâne yapışmaz. Ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] dünya işlerinde hakikî nokta-i istinadlarından [dayanak noktası] gaflet ettiklerinden, zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acze düşüp, şiddetli bir surette yardımcılara ihtiyacını hisseder; samimâne, belki fedakârâne ittifak ederler.

İşte, ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] ittifaktaki hak kuvvetini düşünmediklerinden ve aramadıklarından, haksız ve muzır [zararlı] bir netice olan ihtilâfa düşerler. Haksız ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ise, ittifaktaki kuvveti, aczleri vasıtasıyla hissettiklerinden, gayet mühim bir vesile-i makasıd [hedeflere ulaşma aracı] olan ittifakı elde etmişler.

İşte, ehl-i hakkın bu haksız ihtilâf marazının merhemi ve ilâcı, وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ 1 âyetindeki şiddetli nehy-i İlâhî, [Allah tarafından konulan yasak] وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى 2 âyetinde, hayat-ı içtimaiyece [sosyal hayat] gayet hikmetli emr-i İlâhîyi [Allah’ın emri] düstur-u hareket [hareket etme kanunu, kuralı] etmek; ve ihtilâfın İslâmiyete ne derece zararlı olduğunu ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ehl-i hakka galebesini [üstün gelme] ne derece teshil [kolaylaştırma] ettiğini düşünüp, kemâl-ı zaaf ve acz [tam bir zayıflık ve güçsüzlük] ile, o ehl-i hakkın kafilesine fedakârâne, samimâne iltihak [karışma, katılma] etmektir, şahsiyetini unutmakla riyâ [gösteriş] ve tasannudan [yapmacık] kurtulup ihlâsı elde etmektir.

ALTINCI SEBEP

Ehl-i hakkın ihtilâfı nâmertliklerinden, himmetsizliklerinden, [ciddi gayret] hamiyetsizliklerinden [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] olmadığı gibi; gafletli ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] ait işlerde samimâne ittifakları dahi mertlikten, hamiyetten, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] himmetten [ciddi gayret] değildir. Belki, ehl-i hakkın, ekseriyetle âhirete ait olan faydaları düşünmekle, o

262

ehemmiyetli ve kesretli [çokluk] meselelere hamiyeti, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] himmeti, [ciddi gayret] mertliği inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] eder. Hakikî sermaye olan vaktini bir meseleye sarf etmediği için, meslektaşlarıyla ittifakı muhkemleşmiyor. [değiştirilemez] Çünkü meseleler çok, daire dahi geniştir.

Gafletli ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ise, yalnız hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] düşündüklerinden, bütün hissiyatıyla ve ruh ve kalbiyle, şiddetli bir surette hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] ait meselelere sarılır. Ve o meselede ona yardım edene kuvvetli yapışır. Ve hakikat nokta-i nazarında [bakış açısı] beş paraya değmeyen ve ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ona on para kıymet vermeyen meselelere, divane olmuş elmasçı bir Yahudinin beş paralık cam parçasına beş lira fiyat verdiği gibi, beş yüz lira kıymetindeki vaktini o meseleye hasreder. Elbette bu kadar fiyat verip ve şiddetli hissiyatla sarılmak, bâtıl yolunda dahi olsa, samimî bir ihlâs olduğundan, o meselede muvaffak olur ve ehl-i hakka galebe [üstün gelme] eder. Bu galebe [üstün gelme] neticesinde ehl-i hak zillete [alçaklık] ve mahkûmiyete ve tasannua [yapmacık] ve riyâya düşüp ihlâsı kaybeder. O nâmert, himmetsiz, [ciddi gayret] hamiyetsiz bir kısım ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] dalkavukluk etmeye mecbur olur.

Ey ehl-i hak! Ey hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] ehl-i şeriat [Allah’ın emir ve yasaklarını özenle yerine getirenler] ve ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ehl-i tarikat! [tarikata mensup olanlar] Bu müthiş maraz-ı ihtilâfa [anlaşmazlığa düşme hastalığı] karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek, yekdiğerinizin [bir diğer şey] ayıbına karşı gözünüzü yumunuz.

وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا 1 edeb-i Furkanî [hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran Kur’ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu bir ahlâk kuralı] ile edepleniniz. Ve haricî düşmanın hücumunda dahilî münakaşâtı [iç tartışmalar] terk etmek ve ehl-i hakkı sukuttan [alçalış, düşüş] ve zilletten [alçaklık] kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye [âhirete ait görev] telâkki [anlama, kabul etme] edip, yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyenin [Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından söylenen sözler, hadisler] şiddetle emrettikleri uhuvvet, [kardeşlik] muhabbet ve teavünü [yardımlaşma] yapıp, bütün hissiyatınızla, ehl-i dünyadan [dünyada yaşayanlar] daha şiddetli bir surette

263

meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz, yani, ihtilâfa düşmeyiniz. “Böyle küçük meseleler için kıymettar vaktimi sarf etmektense, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim” deyip çekilerek ittifakı zayıflaştırmayınız. Çünkü bu mânevî cihadda küçük mesele zannettiğiniz, çok büyük olabilir. Bir neferin, [asker] bir saatte, mühim ve hususî şerâit [şartlar] dahilindeki nöbeti bir sene ibadet hükmüne bazan geçmesi gibi, bu ehl-i hakkın mağlûbiyeti zamanında, mânevî mücahede [Allah yolunda cihad etme] mesâilinde, [meseleler] küçük bir meseleye sarf olunan senin kıymettar bir günün, o neferin [asker] o saati gibi bin derece kıymet alabilir, bir günün bin gün olabilir. Madem liveçhillâhtır, [Allah için] o işin küçüğüne, büyüğüne, kıymetli ve kıymetsizliğine bakılmaz. İhlâs ve rıza-yı İlâhî [Allah rızası] yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rıza-yı İlâhîdir [Allah rızası] ve mayası ihlâstır; o küçük değildir, büyüktür.

YEDİNCİ SEBEP

Ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikatin ihtilâf ve rekabetleri kıskançlıktan ve hırs-ı dünyadan [dünya nimetlerine karşı gösterilen açgözlülük] gelmediği gibi, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ittifakları dahi civanmertlikten ve ulüvv-ü cenaptan [yüksek şeref sahibi] değildir. Belki ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] hakikatten gelen ulüvv-ü cenap [yüksek şeref sahibi] ve ulüvv-ü himmet [çok gayretli olmak, yüksek himmet sahibi olmak] ve tarik-i hakta [hak ve hakikat yolu] memdûh [beğenilen, övülen] olan müsabakayı tam muhafaza edemediklerinden ve nâehillerin [bir şey hakkında ehil olmayan] girmesi yüzünden bir derece sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] ettiklerinden, rekabetkârâne [rekabet edercesine] ihtilâfa düşüp hem kendine, hem cemaat-i İslâmiyeye [İslâm toplumu] ehemmiyetli zarar olmuş.

Ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ise, meftun [aşık] oldukları menfaatlerini kaçırmamak ve menfaat için perestiş [aşırı derece sevme] ettikleri reislerini ve arkadaşlarını küstürmemek için, zilletlerinden [alçaklık] ve nâmertliklerinden, hamiyetsizliklerinden, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] mutlak arkadaşlarıyla-hattâ denî [alçak] ve hain ve muzır [zararlı] olsalar dahi hâlisâne ittihad, [birleşme] hem menfaat etrafında toplanan—ne şekilde olursa olsun—şerikleriyle samimâne ittifak ederler, samimiyet neticesi olarak istifade ederler.

264

İşte, ey musibetzede ve ihtilâfa düşmüş ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve ashâb-ı hakikat! Bu musibet zamanında ihlâsı kaçırdığınızdan ve rıza-yı İlâhîyi [Allah rızası] münhasıran gaye-i maksat [asıl hedef, esas maksat] yapmadığınızdan, ehl-i hakkın bu zillet [alçaklık] ve mağlûbiyetine sebebiyet verdiniz.

Umûr-u diniye ve uhreviyede [dine ve âhirete ait işler] rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i nazarında [bakış açısı] olamaz. Çünkü kıskançlık ve hasedin sebebi: Birtek şeye çok eller uzanmasından ve birtek makama çok gözler dikilmesinden ve birtek ekmeği çok mideler istemesinden, müzâhame [bir noktada izdiham meydana getirme ve ferdlerin birbirine sıkıntı vermesi] münakaşa, müsabaka sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir şey-i vâhide [bir şey, tek şey] çoklar talip olduğundan ve dünya dar ve muvakkat [geçici] olması sebebiyle insanın hadsiz arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşüyorlar. Fakat, âhirette tek bir adama beş yüz seneHaşiye mesafelik bir cennet ihsan [bağış] edilmesi ve yetmiş bin kasır [köşk, saray] ve huriler

265

verilmesi ve ehl-i Cennetten herkes kendi hissesinden kemâl-i rıza [tam bir memnuniyet, hoşnutluk] ile memnun olması işaretiyle gösteriliyor ki, âhirette medar-ı rekabet [rekabete sebep olan şey] birşey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyleyse, âhirete ait olan a’mâl-i salihada [Allah için yapılan iyi işler] dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden ya riyâkârdır; a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] suretiyle dünyevî neticeleri arıyor. Veyahut sadık cahildir ki, a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] nereye baktığını bilmiyor ve a’mâl-i salihanın [Allah için yapılan iyi işler] ruhu, esası, ihlâs olduğunu derk [anlama, algılama] etmiyor. Rekabet suretiyle evliyaullaha karşı bir nevi adâvet [düşmanlık] taşımakla, vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeyi [Allah’ın rahmetinin bolluğu, genişliği] ittiham [suçlama] ediyor. Bu hakikati teyid eden bir vakıa:

Eski arkadaşlarımızdan bir adamın, bir adama karşı adâveti [düşmanlık] vardı. O adamın yanında senâkârâne [överek ve medheder bir şekilde] onun düşmanı amel-i salihle, [Allah için yapılan iyi işler] hattâ velâyetle [velilik] tavsif [bir sıfatla niteleme] edildi. O adam kıskanmadı, sıkılmadı. Sonra birisi dedi: “Senin o düşmanın cesurdur, kuvvetlidir.” Baktık ki, o adamda şiddetli bir kıskançlık ve bir rekabet damarı uyandı.

Ona dedik: “Velâyet [velilik] ve salâhat [dindarlıkta çok ileri olma hali] hadsiz bir hayat-ı ebediyenin [sonsuz âhiret hayatı] pırlantası gibi bir kuvvet ve bir yüksekliktir. Sen buna bu cihette kıskanmadın. Dünyevî kuvvet öküzde ve cesaret canavarda dahi bulunmakla beraber, velâyet [velilik] ve salâhate [dindarlıkta çok ileri olma hali] nisbeten, bir âdi cam parçasının elmasa nisbeti gibidir.”

O adam dedi ki: “Bir noktaya, bir makama ikimiz bu dünyada gözümüzü dikmişiz. Oraya çıkmak için basamaklarımız da kuvvet ve cesaret gibi şeylerdir. Onun için kıskandım. Âhiret makamâtı hadsizdir. O, burada benim düşmanım iken, orada benim samimî ve sevgili kardeşim olabilir.”

Ey ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve tarikat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirâne [iftihar ederek] alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârâne [rekabet edercesine] o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlâs kaçıyor? Vazifenizde müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] olup,

266

ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, “din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatle [hakikat ilmi] maişeti [geçim] temin etmek, tamah ve hırs yolunda rekabet etmek” gibi müthiş ittihamlara [suçlama] mâruz kalıyorsunuz?

Bu marazın çare-i yegânesi: [tek çare] Nefsini ittiham [suçlama] etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslektaşına taraftar olmak… Fenn-i âdâb [ahlâk ilmi] ve ilm-i münazaranın [bir meseleyi tartışarak çözümleme ilmi] uleması mâbeynindeki [ara] hakperestlik [hakka taraftarlık] ve insaf düsturu [kâide, kural] olan şu “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.” Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur.

İşte bu düsturu [kâide, kural] ehl-i din, [din sahipleri, dindarlar] ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ehl-i tarikat, [bir tarikata bağlı olanlar] ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] kendilerine rehber ittihaz [edinme, kabullenme] etseler, ihlâsı kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde [âhirete ait görev] muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukut [alçalış, düşüş] ve musibet-i hazıradan [içinde bulunulan şimdiki belâ ve sıkıntı] rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ile kurtulurlar.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1