MEKTUBAT – Fihrist vd. (681-712)

681

Fihrist

BİRİNCİ MEKTUP: …. 25

Dört suâlin cevabıdır.

Birinci sual: Hazret-i Hızır’ın hayatı hakkında ve o münasebetle hayatın beş mertebesini gayet güzel ve mukni [ikna edici] bir tarzda beyan eder.

İkinci sual: اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ 1 âyetindeki mevti, nimet sûretinde ve mahlûk olduğunun sırrını gayet güzel bir sûrette ispat eder ki, mevt dahi hayat gibi bir nimet ve hayat gibi mahlûk olduğunu ispat eder.

Üçüncü sual: “Cehennem nerededir?” cevabında gayet mâkul bir sûrette yerini beyan eder ve gösterir. Cehennem-i Suğrâ [Küçük Cehennem] ve Kübrâ[büyük] tefrik edip, fennî bir tarzda ve mantıkî bir surette ispat etmekle beraber; âhirette gayet muhteşem ve parlak bir sûrette azamet ve Rubûbiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] bir sırr-ı azimini ve Cehennem-i Kübranın bir hikmet-i hilkatini [yaratılış gayesi] gösterdiği gibi; Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] iki meyvesi ve silsile-i kâinatın [kâinat halkası, varlıklar zinciri] iki neticesi ve seyl-i şuûnatın ve mahsulât-ı mâneviye-i arziyenin [yeryüzünün mânevî ürünleri] iki mahzeni, [depo] lütuf ve kahrın iki tecelligâhı olduğunu gösterir.

Dördüncü sual’in cevabında; mahbuplara [sevgili] olan aşk-ı mecâzi aşk-ı hakikiye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettiği gibi, koca dünyaya karşı insanın aşk-ı mecâzisi dahi, sırr-ı iman [iman sırrı] ile makbûl bir aşk-ı hakikiye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edebildiğini gayet güzel ve mukni [ikna edici] bir sûrette ispat eder.

İKİNCİ MEKTUP: …. 35

Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeple beyan eder. اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ 2 âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا 3 âyeti gibi, insanlardan istiğna [ihtiyaç duymama] hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna [ihtiyaç duymama] ve kanaatle hareket etmezse; hem ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ittihamına [suçlama] hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] muhafaza edemez. Hem, salâhat [dindarlıkta çok ileri olma hali] ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir sûrette yemek demektir.

682

ÜÇÜNCÜ MEKTUP:…. 38

فَلاَ اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ * اَلْجَوَارِ الْكُنَّسِ 1 kaseminde [yemin] ve yeminindeki ulvi bir nur-u i’câziyi [mu’cizelik nuru] ve وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ 2 âyetinin teşbihindeki parlak bir lem’a-i i’câziyeyi [mu’cizelik parıltısı] ve

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا * 3

âyetinde, küre-i arzı, [yer küre, dünya] feza-yı kâinatta [uzay] yüzen bir sefine-i Rabbâniye [Allah’ın gemisi, dünya] olduğunu gösteren parlak bir hakikatı tasvir ederek, küre-i arzdan [yer küre, dünya] Cehenneme göçmek için ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] seyahatini ve bütün eşya birtek Zâta isnat edilse vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde sühulet [kolaylık] ve kolaylık olduğunu, eşyanın icadı, müteaddit [bir çok] esbaplara [sebepler] isnat edilse imtina [imkansızlık] derecesinde bir suûbet [zorluk] ve müşkilat [zor] olduğunu gayet güzel ve mukni [ikna edici] ve muhtasar [kısa] bir sûrette beyaniyle iki nükte-i mühimme-i [önemli ince nokta, derin mânâ] i’câziyeyi tefsir eder.

DÖRDÜNCÜ MEKTUP: …. 43

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا 4 âyetinin bir sırrı, Risale-i Nur hakkında tecelli ettiğini beyan eder. Hem:

“Der Tarîk-ı Nakşibendi lâzım âmed çâr-terk;
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hesti, terk-i terk”

düsturuna [kâide, kural] mukabil, acz-mendi tarikında pek mühim bir düsturu [kâide, kural] beyan eder. Hem:

اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا 5 âyetinin bir sırrını; şiire benzer, fakat şiir olmayan, muntazam, fakat manzum [düzenli] olmayan, gayet parlak, fakat hayal olmayan yıldızları konuşturan bir yıldıznâme ile tefsir eder.

BEŞİNCİ MEKTUP:…. 47

Şeriatın bir hâdimi ve bir vesilesi olan tarikata mensup bazı zâtların, tarikata fazla ehemmiyet verip ona kanaat ederek hakaik-ı imaniyenin neşrinde tembellik ve lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] gösterdikleri münasebetiyle yazılmış. Ve velâyetin [velilik] üç kısmını beyan edip, en mühim tarikat olan velâyet-i kübra, sırr-ı verasetle sünnet-i seniyeye ittiba [tabi olma, uyma] ve neşr-i ha kaik-ı imaniyede ihtimam olduğunu ispat eder. Ve tarikatların en mühim gayesi ve faydası ve münteha[en son nokta] olan inkişaf-ı hakaik-ı imani

683

ye, Risale-i Nur ile dahi olabildiğini ve Risale-i Nur’un eczaları o vazifeyi, tarikat gibi, fakat daha kısa bir zamanda gördüğünü gösteriyor.

ALTINCI MEKTUP: …. 49

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ * 2

âyetlerinin bir sırrını birbiri içinde hissedilmiş beş nevi hazin gurbetler zulmetinde nur-u imân ve feyz-i Kur’ân [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] ve lütf-u Rahman’dan gelen bir nur-u tesellinin beyanıyla o sırrı tefsir ediyor. Bu mektup en katı kalbi de ağlattıracak derecede rikkatlidir. [acıma] Ve en me’yus [ümitsiz] ve mükedder kalbi dahi ferahlandıracak derecede nurludur.

YEDİNCİ MEKTUP:…. 53

Münâfıkların ittihamından [suçlama] berâet-i nebeviye hakkında gelen

مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَۤا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلٰكِنْ رَسُولَ اللهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّنَ * 3

فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَيْلاَ يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِۤى اَزْوَاجِ اَدْعِيَۤائِهِمْ * 4

âyetlerinin mühim bir sırrını tefsir ediyor. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın kesret-i izdivacı nefsâni olmadığını; belki akvâl [sözler] ve ef’âli [fiiler, davranışlar] gibi, ahvâl [haller] ve etvârından [haller, tavırlar] tezahür eden ahkâm-ı şeriata [şeriatın hükümleri, esasları] vâsıta olmak için hususi dairesinde ziyade şakirtleri [öğrenci] bulunması için olduğunu ve Hazret-i Zeynep’i tezevvücü, [evlilik, evlenmek] sırf bir emr-i İlâhi [Allah’ın emri] ve Kader-i Rabbani ile olduğunu beyan ediyor. Eski zaman münafıkları gibi, yeni zaman zındıklarının tenkitlerini kat’i bir sûrette kırıyor.

SEKİZİNCİ MEKTUP: …. 56

فَاللهُ خَيْرٌحَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ 5 diyen Hazret-i Yakup aleyhisselâmın Hazret-i Yûsuf aleyhisselâma karşı hissiyatı; aşk olmadığını, belki ulvi bir mertebe-i şefkat [şefkat derecesi] olduğunu ve şefkat aşktan çok yüksek ve keskin bulunduğunu ve ism-i Rahman ve ism-i Rahim’in vesilesi şefkattir diye beyan ederek

684

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1 in güzel bir sırrını, فَاللهُ خَيْرٌحَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ 2 in parlak bir nüktesini [derin anlamlı söz] tefsir ediyor.

DOKUZUNCU MEKTUP:…. 59

Kerâmet ve ikram ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve istidrâca dair mühim bir kaideyi beyan eder. Kerâmetin izharı [açığa çıkarma, gösterme] zarar olduğu gibi, ikrâmın izhârı şükür olduğunu ve en selâmetli kerâmet ise, bilmediği halde mazhar [erişme, nail olma] olmak olduğunu ve hakiki kerâmet ise, kendi nefsine değil, belki Rabbine itimadını ziyadeleştiren olduğunu, yoksa istidrac [inkârcı veya günahkâr kimselere Cenâb-ı Hakkın verdiği olağanüstü özellikler] olduğunu; hem hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] bahtiyarane geçirmenin çaresi, âhiret için verilen hissiyat-ı şedideyi dünyanın fâni umuruna [emirler] sarf etmemek olduğunu ve aşkın, mecâzi ve hakiki iki nev’i olduğu gibi, hırs ve inat ve endişe-i istikbal [gelecek endişesi] gibi hissiyat-ı şedidenin dahi, mecâzi ve hakiki olarak ikişer kısmı bulunduğunu; mecâzileri gayet zararlı ve su-i ahlâka menşe’ ve hakikileri gayet nâfi’ ve hüsn-ü ahlâka [güzel ahlâk] medar [kaynak, dayanak] olduğunu ispat eder.

Hem, İslâm ve imanın mühim bir farkını beyan eder. Yani, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve iltizamdır; [kabul etme, taraftarlık] iman ise, hakkı iz’an [kesin şekilde inanma] ve tasdiktir. Yirmi sene evvel dinsiz bir Müslüman bulunduğu gibi, şimdi de gayr-i müslim [Müslüman olmayan] mü’min dahi bulunur gibi göründüğünü gösterir.

Hem Risale-i Nur eczaları ne derece şiddetli bir sûrette İslâmiyete tarafgirlik hissini verdiğini ve erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] ne derece kuvvetli ve kat’i ispat ettiğini beyan eder.

ONUNCU MEKTUP:…. 64

İki sualin cevabıdır.

Birincisi:

وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ * 3

وَكُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِۤى اِمَامٍ مُبِينٍ * 4

âyetlerinin bir sırrını tefsir eder. “İmâm-ı Mübin”, “Kitâb-ı Mübin” neden ibâret olduğunu beyan eder.

İkinci sual: “Meydan-ı haşir [haşir meydanı] nerededir?” sualine, gayet mâkul ve mühim ve parlak bir cevap veriyor.

ON BİRİNCİ MEKTUP:…. 68

685

Dört ayrı ayrı mebhastır. [bahis, kısım] Bu dört mesele birbirinden uzak olduğundan, bu mektup perişan görünüyor. Bu perişan mektup münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki; bu küçük mektupları hususi bir sûrette, hususi bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş [dağınık, karışık] bir sûrette idiler. Onlar ne hâl [çözüm] ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun [izinli] değiliz. İşte bu On Birinci Mektup, perişan bir sûrette, birbirinden çok uzak dört meseleden ibarettir. Hem müşevveş, [dağınık, karışık] hem perişandır. Fakat, şairlerin ve ehl-i aşkın, [aşk ehli, Allah aşıkları] zülf-ü perişaniyi sevdikleri ve istihsan [beğenme, güzel bulma] ettikleri nev’inden, bu mektup da—zülf-ü perişan tarzında—soğuk tasannu [yapmacık] karışmadan, hararet ve halâvet-i [tatlılık] asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.

Bu mektubun Birinci Mebhası, [bahis, kısım] 1 اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا âyetinin bir sırrını tefsir ile vesvese-i şeytana müptelâ [bağımlı] olan adamlara mühim bir ilaç ve merhemdir.

İkinci Mesele: Barla Yaylası, Tepelice, Çam, Katran, Karakavağın Bir Meyvesi olup Sözler mecmuasına yazıldığı için buraya yazılmamıştır.

Üçüncü ve Dördüncü Meseleleri

İ’câz-ı Kur’ân’a karşı medeniyetin aczini gösteren yüzer misallerden iki misâldir. Kur’ân’a muhalif olan hukuk-u medeniyet [medenî hukuk] ne kadar haksız olduğunu ispat eden iki nümunedir.

Birinci misâl:

فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ 2 Mahz-ı adâlet olan hükm-ü Kur’ânî [Kur’ân’a dayalı hüküm, ilim] kıza sülüs [(mirasta) üçte bir] veriyor. Medeniyet, irsiyet [miras] hususunda kızın hakkında fazla hak vermekle büyük haksızlık etmiş ve merhamete muhtaç kıza zulmetmiş olduğunu kat’i bir sûrette ispat ediyor.

İkinci misâl:

فَلاُمِّهِ السُّدُسُ 3 âyetinin bir sırrına dairdir ki; mimsiz medeniyet [“deniyet”, aşağılık] nasıl kıza hakkından fazla hak verdiğinden haksızlık etmiş; öyle de, valide hakkında hakkını kesmekle daha ziyade haksızlık ettiğini ve en muhterem bir hakikat olan validelik şefkatine karşı dehşetli bir haksızlık ve vahşetli bir hürmetsizlik ve cinayetli bir hakaret ve arş-ı rahmeti [bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Allah’ın rahmetinin tasarruf dairesi, makamı] titreten bir küfran-ı ni’met ve hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] tiryak [derman, ilaç] gibi bir rabıta-i şefkatine bir zehir katmak hükmünde bir hatâ olduğunu ispat eder.

686

ON İKİNCİ MEKTUP: …. 71

Mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] bazı dostların münakaşa ettikleri üç meseleye dair üç suallerine muhtasar [kısa] üç cevaptır.

Birinci sual: “Hazret-i Âdem’in Cennetten ihracı ve bir kısım Beni-Âdemin Cehenneme idhali [dahil etme, içine alma] hikmeti nedir?” sualine, gayet kat’i bir cevap veriyor.

İkinci sual: “Şeytanların ve şerlerin halk ve icâdı, şer değil mi? Çirkin değil mi?Cemil-i Mutlak ve Rahim-i Alel-ıtlakın cemâl-i rahmeti [Allah’ın rahmetinin güzelliği] nasıl müsaade etmiş?” sualine karşı gayet kat’i bir sûrette cevap veriyor.

Üçüncü sual: “Mâsum insanlara ve hayvanlara musibet ve belâları musallat etmek, zulüm değil mi? Âdil-i Mutlakın [sınırsız adâlet sahibi Allah] adaleti nasıl müsaade ediyor?” diye suâlin cevabında gayet mukni[ikna edici] ve kat’i bir tarzda cevap veriyor.

ON ÜÇÜNCÜ MEKTUP: …. 77

Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] bana ettikleri zulüm ve tazyik karşısındaki sükût ve tahammülümü merak eden çok kardeşlerimin müteaddit [bir çok] suallerine karşı, Eski Said lisaniyle ve Yeni Said’in kalbiyle verilmiş ibretli ve merakâver [merak uyandıran] bir cevaptır.

Esası şudur ki: “Hâlık-ı Rahimin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar; eğer yâr değilse, herşey kalbe bârdır, herkes de düşmandır. Felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] yâr olduğu için; ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] bana ettikleri enva-ı zulmü, o rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] enva-ı merhamete çevirmiştir.”

Serbestlik vesika[belge] almak ve kanunsuz tazyikattan [baskılar] kurtulmak için adem-i müracaatımın [başvurmama] bir-iki mühim sebebini beyan eder. Hülâsası: [esas, öz] Zâlim insanların mahkûmu değilim; belki ben, âdil kaderin mahkûmuyum; ona müracaat ediyorum. Hem, haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâvâ etmek, bir nevi haksızlıktır ve hakka karşı bir nevi hürmetsizliktir. Hem, dünya siyasetinden sırr-ı içtinabımın sebebini, mühim bir hakikatla beyan ediyor.

ON DÖRDÜNCÜ MEKTUP: …. 81

Te’lif edilmemiştir.

ON BEŞİNCİ MEKTUP: …. 82

Altı mühim suale, altı ehemmiyetli cevaptır.

Birinci suali:…. 82

“Sahâbeler, velilerden büyük oldukları halde; Sahâbenin içindeki fitneyi çeviren müfsidleri [bozguncu] neden nazar-ı velâyetle [velîlik bakışı] keşfedemediler? Tâ, dört Hulefa-yı [halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar] Râşidinden üçünün şehadetleriyle neticelendi?” İki mühim makamla cevap veriliyor.

İkinci sual: …. 85

“Hazret-i Ali’nin (r.a.) zamanındaki muharebelerin mâhiyeti nedir? O harpte ölen ve öldürenlere ne nâm verilir?” Gayet mühim ve merak-âver [merak verici] bir cevap verilmiş.

Üçüncü sual: …. 89

687

“Âl-i Beytin başına gelen pek feci ve gaddarane muamelenin hikmeti nedir?” Gayet mühim bir cevap veriliyor.

Dördüncü sual: …. 89

“Âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) nüzûlü ve Deccalı öldürmesi ve insanlar umumiyetle din-i hak[hak din] kabul etmesi ve kıyâmet vaktinde Allah Allah diyenler bulunmaması rivayet ediliyor. Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl küfre [inançsızlık, inkâr] gidilir?” Suallerine karşı, merakâver [merak uyandıran] ve hakiki bir mühim cevap veriliyor.

Beşinci sual: …. 93

“Kıyametin hâdisatından ervâh-ı bakiye müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olacaklar mı?” cevabında, mühim bir hakikat beyan ediliyor.

Altıncı sual: …. 94

1 كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ “âyetinin hükmü; âhirete Cennete ve Cehenneme ve ehillerine şümûlü [kapsam] var mı, yok mu?” Cevabında, gayet mühim ve merak-âver [merak verici] ve kuvvetli bir cevap verilir. Bu risaledeki suâlleri merak edenlere bu risale bir iksir-i âzamdır. [tesiri en büyük olan ilâç]

ON ALTINCI MEKTUP:…. 96

اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 2

âyetinin bir sırrını, “başıma gelen bir hâdise” münasebetiyle “Beş Nokta” ile tefsir ediyor.

Birinci nokta: …. 96

Hak ve hakikat olan hizmet-i Kur’âniye, [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] şimdiki zamanda çoğu yalancılıktan ibaret ve bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] olan siyasetten beni kat’iyen [kesinlikle] men’ettiğine dairdir.

İkinci nokta:…. 97

Hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] ciddi çalışmak ve zararsız ve müstakim [doğru ve düzgün] yol ile Kur’ân’a hizmet etmek, elbette dağdağa-i siyasetten [siyasî kargaşa ve çalkantılar] çekilmeyi iktiza [bir şeyin gereği] ettiğinden, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] hatâ ve harekâtlarını hoş görmek değil, belki kalblerimizi bulandırmamak için bakmamaktayız.

Üçüncü nokta:…. 99

Başıma gelen ağır tazyikat [baskılar] ve musibetlere karşı tahammülümün mühim bir sebebini iki vâkıa ile beyan eder.

Dördüncü nokta:…. 102

688

Ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] evhamlı suallerine karşı cevaptır. O cevapta bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ait bir kerâmet olarak hakkımızda göz ile görülen ve hiçbir cihette inkâr edilemeyen birkaç inâyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın inayeti, yardımı] beyan ediyor.

Beşinci nokta: …. 106

Ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] katmerli [kat kat] bir zulüm ile bana teklif ettikleri bid’akârane [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] kaidelerine karşı, onları tam susturacak bir cevaptır.

Bu On Altıncı Mektubun Zeyli…. [ek] 109

Zâlim ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] ve mülhidlerin [dinsiz] dünyalarından ve siyasetlerinden bütün bütün çekildiğim halde, kendi hainliklerinden habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yaparak hakkımda gösterdikleri evham ve telâşa karşı Eski Said lisaniyle, izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] muhafaza noktasında ağızlarına şiddetli bir tokat vurarak, başlarındaki evhamı uçurur.

ON YEDİNCİ MEKTUP: …. 114

Has bir kardeşime yazılmış küçük bir tâziyenamedir. Çendan [gerçi] bu mektup sûreten küçüktür; fakat faydası büyük olup, ona karşı ihtiyaç umumidir. Hadd-i bülûğa [ergenlik çağı] ermeden çocukları vefat eden peder ve validelere mühim bir müjdedir. Bu taziye ile en me’yus [ümitsiz] ve mükedder bir kalb, hakiki bir teselli ve ferah bulur. Küçük olarak vefat eden çocuklar, âlem-i Bekada [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] ebedi sevimli çocuk olarak kalıp, peder ve validelerinin kucaklarına verilmesi, وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ 1 sırrıyla, ebedi medâr-ı sürurları olduklarını ispat eder.

ON SEKİZİNCİ MEKTUP: …. 119

“Üç Mesele-i Mühimme“dir. [önemli mesele]

Birincisi: …. 119

Muhakkıkin-i evliyanın keşif ile hak gördüğü ve büyük mikyasta [ölçü] müşahede ettikleri hâdiseler, âlem-i şehadette [görünen alem] bazan hilâf-ı vâki [gerçeğe ters] ve bazan küçük bir mikyasta [ölçü] tezahür etmesinin sırrını, şirin ve güzel bir temsil ile beyan eder.

İkinci meselesi:…. 122

Vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrebine [hareket tarzı, metod] dair gayet mühim bir hakikat ve güzel bir izahtır. Vahdetü’l-vücuddan [Allah’ın birliği] dem [an, vakit] vuran ve o meseleyi merak eden, bu İkinci Mesele’yi dikkatle okumalı. Çünkü, bu vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meselesi, medâr-ı iltibas olmuş mühim bir meşrebdir. [hareket tarzı, metod] Ve ehl-i hakikatın [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] medâr-ı ihtilâfı olmuş bir acip meslektir. Bu İkinci Mesele, onun mâhiyetini gösterir ve ispat eder ki, o meşreb, [hareket tarzı, metod] ehl-i sahvın [uyanık iken hakikatleri görerek onlara ulaşan Allah dostları] meşrebi [hareket tarzı, metod] değil, hem en yüksek değil; ve ehl-i sahv [uyanık iken hakikatleri görerek onlara ulaşan Allah dostları] olan Sahâbe ve Sıddıkın ve veresenin [varisler, mirasçılar] meşrepleri, [hareket tarzı, metod] vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrebinden [hareket tarzı, metod] daha yüksek, daha selâmetli, daha makbûl olduğunu ispat eder.

Üçüncü meselesi:…. 126

Tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] üç muamma-yı mühimmesinden birisinin halline muhtasar [kısa] bir işârettir ki; o muammalardan birisi, Yirmi Dokuzuncu Söz‘de, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ikincisi Otu

689

zuncu Söz’de, bu üçüncüsü ise Yirmi Dördüncü Mektup’da Kur’ân-ı Hakimin [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sırrıyla tamamıyla keşfedilmiş ve o muamma açılmıştır.

ON DOKUZUNCU MEKTUP: …. 129

Mu’cizat-ı Ahmediyeye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) dairdir. Üç yüzden fazla mu’cizatı beyan eder. Bu risale, risalet-i Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) mu’cizesini beyan ettiği gibi, kendisi de o mu’cizenin bir kerâmetidir ki; üç-dört nev’ ile hârika olmuştur.

Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz elli sayfadanHaşiye fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden ezber olarak dağ ve bağ köşelerinde, üç-dört gün zarfında, her günde iki-üç saat çalışmak şartıyla mecmuu on iki saatte telif [kaleme alma] edilmesi hârika bir vâkıadır ki; bu risaledeki mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) bir şûle-i [gür ışık/alev] kerâmeti olmuştur.

İkincisi: Şu risale, uzunluğuyla beraber ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini [tatlılık] kaybeder. Tembel ehl-i kalemi öyle bir şevk ve gayrete getirdi ki; bu sıkıntılı ve usançlı zamanda, bir sene zarfında civarımızda yetmiş adede yakın nüshaları yazıldı. O mu’cize-i risaletin [peygamberlik mu’cizesi] bir kerâmeti olduğunu, muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olanlara kanaat verdi.

Üçüncüsü: Acemi [Arap milletinden olmayan başka milletler] ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel yazdıkları nüshalarda, lâfz-ı “Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm” kelimesi bütün risalelerde ve lâfz-ı “Kur’ân”, beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki; zerre miktar insafı olan tesadüfe veremez. Kim görmüş ise, kat’i hükmediyor ki: “Bu bir sırr-ı gaybidir, mu’cizat-ı Ahmediye‘nin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) bir kerâmetidir.”

Şu Risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler.

Hem şu risaledeki ehâdis hem umumen eimme-i hadisce makbul ve sahih olmakla beraber, en kat’i hâdisat-ı risaleti beyan ediyorlar.

O risalenin bütün mezâyâsını [meziyetler, üstün özellikler] söylemek lâzım gelse, o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak [arzulu, aşırı istekli] olanları onu bir kere okumasına havale ediyoruz.

On Dokuzuncu Mektubun Beşinci ve Altıncı Nüktelerinin [derin anlamlı söz] fihristesidir: 145, 155

Bu nükteler, [derin anlamlı söz] umûr-u gaybiyeye [gayba ait, bilinmeyen işler] dair hadislerin bir kaçını zikretmiştir. Hem Hazret-i Hasan (r.a.) ile Hazret-i Muaviye’nin (r.a.) muharebe ve musalâhasını; [barış yapma] hem Hazret-i Ali (r.a.) ile Hazret-i Zübeyir’in (r.a.) muharebe edeceğini, hem ezvac-ı tâhiratın içinden birisinin mühim bir fitnenin başına geçeceğini, hem Hazret-i Ali’nin (r.a.) katlini haber vermiş. Hem Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) Kerbelâ’da katlini; hem Zâtından (a.s.m.) sonra Âl-i Beyti katl ve nefye mâruz kalacaklarını; hem Hazret-i Ali’nin (r.a.) hilâfetinin tehirini; hem hilâfet niçin Âl-i Beyt-i Nebevi’de takarrur [karar bulma] etmediğini; hem asr-ı saâdetin [Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] başına gelen o dehşetli fitnenin hikmetini; hem ehl-i İslâm, [Müslümanlar] umum devletlere galebe [üstün gelme] çalacaklarını; hem Hazret-i Ebubekir (r.a.) ve Hazret-i Ömer’in (r.a.) mahiyet-i hilâfetlerini; hem müşrik Kureyş reislerinin nerede katlolunacaklarını; hem bir ay uzun mesafedeki Mûte Harbinden aynen haber verdiğini; hem Hazret-i Hasan’ın (r.a.) hilâfetini

690

hem Hazret-i Osman’ın (r.a.) Kur’ân okurken şehit olacağını; hem Devlet-i Abbasiyeyi; hem Cengiz ve Hülâgu’yu; hem İran’ın fethini; hem Habeş Melikinin [hükümdar] cenaze namazını, vefatından haberi olmadan aynı vakitte kıldığını bildirir. Hem Hazret-i Fâtıma’nın (r.a.) vefatını; hem Ebu Zerr’in (r.a.) yalnız bir dağda vefat edeceğini; hem Ümmü Haram’ın Kıbrıs’ta vefat edeceğini; hem yüz bin adamı öldüren Haccac-ı Zalim’i; hem İstanbul’un fethini; hem imam-ı Ebu Hanife’yi (r.a.); hem İmam-ı Şâfii’yi (r.a.); hem ümmetinin yetmiş üç fırka olacağını; hem Kaderiye tâifesini; hem Râfızîleri, [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] hem Hazret-i Ali’nin (r.a.) yüzünden insanlar iki kısım olacaklarını; hem Fars ve Rum kızlarını; hem Hayber Kalesinin fethini; hem Hazret-i Ali (r.a.) ile Muaviye’nin harbini; hem Hazret-i Ömer (r.a.) sağ kaldıkça fitnelerin zuhur etmeyeceğini; hem Sehl [kolay] İbn-i Ömer’in (r.a.) mühim bir vazifesini; hem Kisra’nın oğlu babasını öldürdüğünü aynı dakikada haber verdiğini; hem Hâtıb’ın, Kureyş’e gizli mektup yazdığını; hem Ebu Leheb’in oğlu Utbe’yi bir arslanın parçalamasına ettiği bedduâsının kabul olup aynen çıktığını; hem Bilâl-i Habeşi’nin (r.a.) ezan okuduğu zaman, Kureyşlilerin gizli tenkit ettiklerini aynen haber verdiğini; hem Hazret-i Abbas (r.a.) iman etmeden evvel onun gizli parasından haber verdiğini; hem Hazret-i Peygambere (a.s.m.) bir Yahudinin sihir ettiğini; hem Sahabe meclisinde birinin irtidat [dinden çıkmak] edeceğini; hem Hazret-i Peygamberin (a.s.m.) katlini niyet edenlerin iman ettiklerini; hem müşriklerin Kâbe duvarındaki yazılarını kurtların yediğini ve yalnız o yazılar içindeki Allah isimlerini yemediklerini; hem Beytü’l-Makdis’in fethinde büyük bir taun çıkacağını; hem Yezid ve Velid gibi şerir reisleri haber verdiğini; hem “Bundan sonra onlar bize değil, biz onlara hücum edeceğiz” diye haber verdiğini ve bunlar gibi çok ihbarat-ı gaybiye bu iki nüktede [derin anlamlı söz] beyan edilmiştir.

Mucizat-ı Ahmediye‘nin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizelerin anlatıldığı risale olan On Dokuzuncu Mektup] Birinci Zeyli: [ek] …. 281

يٰسۤ * وَالْقُرْاٰنِ الْحَكِيمِ * اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ 1 âyetinin meâlinde yüzer âyâtın

en mühim hakikatları olan Risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) “On dört Reşha[sızıntı] nâmıyla on dört kat’î ve parlak ve muhkem [değiştirilemez] bürhanlarla [güçlü delil, sarsılmaz kanıt] tefsir ve isbat ediyor. Ve en muannid [inatçı] hasmı dahi ilzam [susturma] eder. Güneş gibi risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyor.

Şakk-ı Kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] Mucizesine Dairdir: …. 296

 Şu risale, Şakk-ı Kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] mu’cizesine bu zaman filozoflarının ettikleri itirazlarını Beş Nokta ile gayet kat’î bir sûrette reddedip inşikak-ı kamerin [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] vukuuna hiçbir mâni bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de beş icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile şakk-ı kamerin [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] vuku bulduğunu gayet muhtasar [kısa] bir sûrette ispat eder ve şakk-ı kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] mu’cize-i Ahmediyesini [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.) güneş gibi gösterir.

Mucizat-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizelerin anlatıldığı risale olan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) Zeylinin [ek] bir Parçasıdır: …. 302

Risalet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) hakkında olup, Mi’rac [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] Risalesinin Üçüncü Esasının nihayetindeki üç mühim müşkilden [zor] birinci müşkile [zor] ait “Şu mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâma mahsustur?” suâline muhtasar [kısa] bir fihriste sûretinde verilen cevaptır.

691

Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] Risalesi’nin Risale-i Ahmediyeden Bahseden On Altıncı Mertebesi:….308

Kâinatın erkânından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] soran bir seyyahın müşahedâtından [gözlemler] bir parça olup, makam münasebetiyle buraya ilhak [ekleme] edilmiştir.

YİRMİNCİ MEKTUP:…. 317

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 âyetinin en mühim bir hakikatını bildiren ve

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ * 2

kelâmının on bir kelimesinde on bir beşâret ve on bir burhan-ı kat’i [güçlü ve sarsılmaz kesin delil] bulunduğuna dair bir mektuptur. Elhak merâtib-i Tevhid-i [Allah’ın bir olduğuna inanmanın mertebeleri, dereceleri] hakikinin hakkında bu mektup bir kibrit-i ahmerdir ve bir iksir-i âzamdır. [tesiri en büyük olan ilâç] O derece parlak ve o mertebede kuvvetli delilleri ve hüccetleri [delil] gösteriyor ki, en mütemerrid [inatçı] zındıkları dahi imana getiriyor. On Dokuzuncu Mektup olan Risale-i Ahmediyye (a.s.m.) kelime-i şehadetin ikinci kelâmı olan وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ 3 hükmünü ne derece kat’i ve kuvvetli ispat etmiştir; öyle de bu Yirminci Mektup, kelime-i şehadetin birinci kelâmı olan اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 4 hükmünü, o kat’iyet ve kuvvetle ispat ediyor. Hakiki ve kuvvetli imanı kazanmak isteyenler bunu okusunlar. Ve bilhassa Dokuzuncu Kelime bahsinde, ilim ve irâde-i İlâhiyenin [Allah’ın dilediğini yapabilme gücü, İlâhi irade] isbatını çok vâzıh [açık] bir sûrette beyan ettiği gibi; Onuncu Kelime bahsinde de

وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 5 burhaniyle مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 6 âyetinin mühim bir sırrını ve en muazzam bir hakikatını “Beş Nükte“de [derin anlamlı söz] beyan ediyor. Hakaik-i imâniyenin [iman hakikatleri] bir tılsım-ı âzamını o Beş Nükte [derin anlamlı söz] ile hallediyor.

Yirminci Mektub’un Onuncu Kelimesine Zeyl:…. [ek] 363

692

اَلاَ بِذِكِرِ اللهِ تَطْمَئِنَّ الْقُلُوبُ 1 âyetiyle

ضَرَبَ اللهُ مَثَلاً رَجُلاً فِيهِ شُرَكَۤاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلاً سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ 2

âyetinin en mühim ve en muazzam bir hakikatını üç temsil ile tefsir ediyor. Ve herşey ve bütün eşya Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kudretiyle olsa, birtek şey kadar kolay olduğuna ve kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] verilmediği vakit, birtek şey kâinat kadar müşkilâtlı [zor] ve suûbetli [zorluk] olduğuna dair en mühim bir sırrını ve en muğlak muammasını, gayet kolay bir tarzda tefsir ederek keşfeder.

YİRMİ BİRİNCİ MEKTUP:…. 369

Küçük bir mektuptur fakat gayet büyük bir âyetin büyük bir hakikatını beyan ettiği için, ona ihtiyaç büyüktür.

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَۤا اَوْكِلاَ هُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَۤا اُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا * وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِى صَغِيرًا * 3

âyeti, beş ayrı ayrı sûrette ihtiyar valideyne [anne ve baba] şefkati celbettiğinin sırrını gösteriyor. Hanesinde ihtiyar valideyni [anne ve baba] veya akrabası veya Müslüman kardeşleri bulunan zatlar, bu mektubu okumaya pek çok muhtaçtırlar.

YİRMİ İKİNCİ MEKTUP:…. 373

“İki Mebhas“dır. [bahis, kısım]

Birinci mebhas…. [bahis, kısım] 373

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ * 4

اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمِيمٌ * 5

وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ * 6

693

âyetlerinin sırrıyla; ehl-i imanı, [Allah’a inanan] uhuvvet [kardeşlik] ve muhabbete dâvet ediyor. Nifak, [ayrılık, dağılma] şikak, [ayrılık] kin ve adâvetten [düşmanlık] men’edecek mühim esbabı gösteriyor. Kin ve adâvet;-ehl-i [düşmanlık] iman ortasında-hem hakikatça, hem hikmetçe, hem insaniyetçe, hem İslâmiyetçe, hem hayat-ı şahsiyece, [kişisel hayat] hem hayat-ı içtimaiyece, [sosyal hayat] hem hayat-ı mâneviyece [maddî olmayan hayat] gayet çirkin ve merdut ve zulüm olduğunu gayet kat’i bir surette ispat edip mezkûr [adı geçen] âyetlerin mühim bir sırrını tefsir eder.

İkinci mebhas…. [bahis, kısım] 385

اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ * 1

 وَكَاَيِّنْ مِنْ دَۤابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * 2

sırrıyla, ehl-i imanı [Allah’a inanan] hırstan şiddetli bir surette men’eden esbabı gösterir. Ve hırs dahi, adâvet [düşmanlık] kadar muzır [zararlı] ve çirkin olduğunu kat’i delillerle ispat ederek; şu âyet-i azimenin mühim bir sırrını tefsir ediyor. Hırsa müptelâ [bağımlı] adamlar, bu ikinci mebhası [bahis, kısım] çok dikkatle mütalâa etmelidirler. Kin ve adâvet [düşmanlık] maraziyle hasta olanlar, tam şifalarını birinci mebhasta [bahis, kısım] bulurlar.

İkinci Mebhasın [bahis, kısım] hatimesinde, zekâtın ehemmiyetini ve bir rükn-ü İslâmî [İslâmın şartı] olduğunun hikmetini güzel bir surette beyan etmekle beraber; hakikatli bir rüyada güzel bir hakikat beyan ediliyor.

Şu Risalenin Hâtimesinde, [son] اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا 3 âyeti altı derece

zemmi [ayıplama, kötüleme] zemmetmekle, [ayıplama, kötüleme] altı vecihle [yön] gıybetten zecrettiğini [sakındırma] ve mu’cizane ve hârika bir i’câz [mu’cize oluş] ile, gıybeti; hem aklen, hem kalben, hem insaniyeten, hem vicdanen, hem fıtraten, hem milliyeten mezmum [kınanmış] ve merdut ve çirkin ve muzır [zararlı] olduğunu gayet kat’i bir surette, Kur’ân’ın i’câzına [mu’cize oluş] yakışacak bir tarzda beyan ediyor. Ve gıybet; alçakların silâhı olduğu cihetle, izzet-i nefis [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] sâhibi bu pis silâha tenezzül edip istimâl [kullanma] etmediğine dair denilmiştir:

YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTUP: …. 393

Bu mektubun birkaç mebhası [bahis, kısım] var. Öteki mebhaslara [bahis, kısım] bedel lâtif [berrak, şirin, hoş] ve mânidar birtek mebhas [bahis, kısım] aynen yazıldı. Şöyle ki:

Ahsenü’l-kasas [Kur’ân’daki kıssaların en hoş ve güzel olanı] olan kıssa-i Yûsuf’un (a.s.) hâtimesini [son] haber veren

تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى باِلصَّالِحِينَ 4 âyetinin ulvi ve lâtif [berrak, şirin, hoş] ve müjdeli ve i’câzkârâne [benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde] bir nüktesi [derin anlamlı söz] şudur ki: Sair ferahlı, saadetli kıssaların âhirindeki zeval [geçip gitme] ve firak [ayrılık] haberinin acıları ve elemi; kıssadan alınan hayali lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus [hususan, özellikle] kemâl-i ferah [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda [ân, zaman] mevtini, [ölüm] firakını [ayrılık] haber vermek daha elemlidir. Dinleyenlere “eyvah” dedirtir. Halbu

694

ki şu âyet, kıssa-i Yûsufiyenin en parlak kısmı ki, Aziz-i Mısır [Mısır Mâliye Bakanı] olması, peder ve validesiyle görüşmesi ve kardeşleriyle sevişip tanışması olan dünyaca en saadetli ve ferahlı bir hengâmda, [ân, zaman] Hazret-i Yûsuf’un (a.s.) mevtini [ölüm] şöyle bir sûrette haber veriyor ve diyor ki: “Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar [erişme, nail olma] olmak için, Hazret-i Yûsuf aleyhisselâm, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar [erişme, nail olma] oldu. Demek o dünyevi, lezzetli saadetten daha câzibedar bir saadet ve daha ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yûsuf aleyhisselâm gibi hakikat-bîn [hakikatı gören] bir zât, o gayet lezzetli bir vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar [erişme, nail olma] olsun.”

İşte Kur’ân-ı Hakimin [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu belâğatına [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] hayran ol, bak ki, Kıssa-i Yûsuf’un (a.s.) hatimesini ne sûretle haber veriyor. O haberi dinleyenlere elem ve esef [üzüntü, acı] değil belki bir müjde, bir sürur [mutluluk] ilâve ediyor. Hem irşad [doğru yol gösterme] ediyor ki, kabrin arkası için çalışınız. Hakiki saadet ve lezzet ondadır.

Hem Hazret-i Yûsuf aleyhisselâmın âli [yüce] sıddıkiyetini gösteriyor ve diyor: “Dünyanın en parlak ve en sürurlu [mutluluk] hâleti [durum] dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun [aşık] etmiyor, yine âhireti istiyor.”

YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP:…. 401

Kâinatın tılsım-ı acibini ve müşkil [zor] muammasının en mühim bir sırrını keşf ve halleden bir mektuptur ve en mühim bir sualinHaşiye cevabıdır. Şöyle ki:

Esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] âzamlarından olan Rahim, Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Vedud’un iktiza [bir şeyin gereği] ettikleri şefkat-perverâne ve maslahatkârâne [bir fayda gözeterek] ve muhabbetdârâne taltifleri; [güzellikle muamele etmek] ne sûretle pek müthiş ve muvahhiş [korkutucu, ürkütücü] olan mevt [ölüm] ve adem [hiçlik, yokluk] ile, zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] ile, musibet ve meşakkat ile tevfik [başarı] edilir?” diye sualin cevabında, tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] üçüncü muammasını halleden ve kâinattaki daimi faaliyetin muktezasını [bir şeyin gereği] ve esbab-ı mucibesini [bir şeyi gerektirici sebepler] gösteren “Beş Remiz[gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ile ve gayelerini ve faydalarını ispat eden “Beş İşâret” ile cevap veriyor. Şu mektup “İki Makam”dır. Birinci Makamı “Beş Remiz“dir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

Birinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] …. 402

İspat ediyor ki; Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] ne yaparsa haktır. Hiçbir şey ve hiçbir zihayat, [canlı] Ona karşı hak dâvâ edemediğini ve “Haksız bir iş oldu” diyemediğinin sırrını, kat’i bir tarzda ispat eder.

İkinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] …. 404

Hayret-nümâ, dehşet-engiz, [dehşet verici] daimi bir suretteki faaliyet-i Rabbaniyenin [herşeyin rabbi olan Allah’ın kâinattaki faaliyetleri] sırrını ve halk ve tebdil-i eşyadaki hikmet-i azimesini beyan ediyor ve en mühim bir muamma-yı hilkatı hallediyor.

Üçüncü Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] …. 406

Zevale [geçip gitme] giden eşya ademe gitmediğini, belki daire-i kudretten [Allah’ın kudret dairesi; yaratılmış olanlar] daire-i ilme geçtiğini ve eşyadaki hüsün [güzellik] ve cemâle ait istihsan [beğenme, güzel bulma] ve şeref ve makam, Esmâ-i İlâhiyeye ait olduğunu gayet güzel bir sûrette ispat eder.

Dördüncü Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] …. 408

695

Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] mütemadiyen tebeddül [başkalaşma, değişme] ve tagayyur etmeleri; bir tek sayfada, her dakikada ayrı ayrı ve manidar mektupları yazmak nev’inden, sahife-i kâinatta Esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] cilveleriyle yazılan cemâl ve celâl ve kemâl-i İlâhiyenin hadsiz âyatını, mahdut [sınırlanmış] sayfalarda da hadsiz bir surette yazıldığını ispat eder.

Beşinci Remiz:…. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] 409

İki nükte-i mühimmedir. [önemli ince nokta, derin mânâ] Birisi: Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] intisabını [bağlanma, mensup olma] iman ile hisseden adam, hadsiz envar-ı vücuda mazhar [erişme, nail olma] olduğunu ve hissetmeyen, nihayetsiz zulümat-ı ademe [yokluk karanlıkları] ve âlâm-ı firaka [ayrılık elemleri, acıları] mâruz bulunduğunu gösterir.

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Dünyanın üç yüzü bulunduğunu zahir yüzünde, zeval, [geçip gitme] firak, [ayrılık] mevt [ölüm] ve adem [hiçlik, yokluk] var; fakat Esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] âyinesi [aynası] ve âhiretin mezraası [tarla] olan iç yüzlerinde, zeval [geçip gitme] ve firak, [ayrılık] mevt [ölüm] ve adem [hiçlik, yokluk] ise, tazelenmek ve teceddüttür [yenileme] ve bekanın cilvelerini gösteren bir tavzif [görevlendirme] ve terhistir.

Bu Mektubun İkinci Makamı…. 411

Bir “Mukaddime[başlangıç] ile “Beş İşâret”tir.

Mukaddime: [başlangıç] Hallâkıyet [yaratıcılık] ve tasarrufat-ı İlâhiyeden gayet azim bir hakikatı, muazzam ve muhteşem kanunlarla beyan ediyor. Meselâ, bir kuşun tüylü libasını [elbise] değiştiren Sâni-i Hakim, aynı kanunla kâinatın sûretini kıyamet vaktinde ve âlem-i şehadetin [görünen alem] libasını [elbise] haşirde o kanun ile değiştirir.

Hem bir ağacın ne kadar meyveleri ve çiçekleri bulunuyor; herbir çiçeğin o kadar gayeleri, herbir meyvenin o kadar hikmetleri bulunduğunu gösterir. “Beş İşaret” ise, eşya, vücuddan gittikten sonra verdikleri ehemmiyetli beş netice itibariyle, bir vecihle [yön] madum [yok, ölü] iken, beş vecihle [yön] mevcud [gerçek varlık sahibi olan Allah] kalıyor. Şöyle ki:

Herbir mevcut, vücuttan gittikten sonra, ifade ettiği mânâlar ve arkasında baki kalan hüviyet-i misâliyesi [mânevî misâl âlemine yansıyan hüviyet, şekil] âlem-i misâlde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] mahfuz [korunmuş] kalır. Hem hayatının etvâriyle [haller, tavırlar] “mukadderat-ı hayatiye” denilen sergüzeşte-i [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] hayatiyesi, âlem-i misâlin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] defterlerinden olan levh-i misâlide yazılır. Ruhanilere, dâimi mevcut bir mütalâagâh olur. Hem, cin ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i ahirete gönderilecek mahsulâtı baki kalır. Hem, etvâr-ı hayatiyeleriyle [hayat boyu yaşanan değişiklikler, hayat safhaları] ettikleri envâ-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem, şuûnat-ı Sübhâniyenin zuhuruna medâr [kaynak, dayanak] çok şeyleri arkasında mevcut bırakır, öyle gider. Bu beş İşâretteki beş hakikatı kat’i delil hükmünde beş mâkul ve makbûl temsil ile beyan eder.

Yirmi Dördüncü Mektubun Birinci Zeyli [ek] …. 422

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَۤاؤُكُمْ 1 âyetininmühim bir sırrını beş nükte [derin anlamlı söz] ile tefsir ediyor. Ve duâ bir sırr-ı azim-i ubûdiyet olduğunu ve kâinattan daimi bir surette dergâh-ı Rubûbiyete giden en azim vesile ise duâ olduğunu ve duânın azim tesiri bulunduğunu kat’i ispat etmekle beraber; külliyet ve devam kesbeden [elde etme, kazanma] bir dua, kat’iyen [kesinlikle] makbul olduğuna binaen; umum ümmetin Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salâvat [namazlar, dualar] namiyle dualarının neticesinde, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ne kadar yüksek bir mertebede olduğunu gösterir. Duanın da üç nev-i mühimmini zikretmekle beraber, beyan eder ki, duanın en

696

güzel ve en latif meyvesi, en leziz ve en hazır neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ve dua ile bildirir ki; birisi var, onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder, onun eli herşeye yetişir. Ve bu boş, hâli [boş] dünyada o yalnız değil; belki bir kerim zât var, ona bakar, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] verir, onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir. Ve hadsiz düşmanlarını def’edebilir bir Zatın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah ve sürur [mutluluk] duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp, “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemin” der.

Yirmi Dördüncü Mektubun İkinci Zeyli…. [ek] 427

Mirac-ı Nebevi ve Mevlid-i Nebeviye (a.s.m.) dair üç mühim suâle gayet mukni [ikna edici] ve mantıki ve parlak bir cevaptır. Bu zeyil [ilave, ek] çendan [gerçi] kısadır; fakat gayet kıymettardır. Mevlid-i Nevebiye (a.s.m.) iştiyâkı [şiddetli arzu ve istek] olanlar buna çok müştakdırlar. [arzulu, aşırı istekli]

Hâtimesinde, [son] gayet mühim bir düstur-u mantıki ile, kâinatta en büyük ferd-i ekmel [en mükemmel fert] ve üstad-ı küll [bütün zamanlarda herkesin üstadı] ve Habib-i Âzam, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm olduğunu ispat eder.

YİRMİ BEŞİNCİ MEKTUP: …. 434

Sûre-i Yâsin’in yirmi beş âyetine dair “Yirmi Beş Nükte[derin anlamlı söz] olmak üzere rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] istenilmiş; fakat daha zamanı gelmediğinden yazılmamıştır.

YİRMİ ALTINCI MEKTUP:…. 435

وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * 1

sırrına dair “Hüccetü’l-Kur’ân Aleşşeytan ve Hizbihi” namıyla İblis’i ilzam [susturma] ve ehl-i tuğyanı [azgınlık ve taşkınlık yapanlar] iskât [susturma] eden gayet mühim bir mektuptur.

Bu mektubun “Dört Mebhas“ı [bahis, kısım] var.

Birinci Mebhas…. [bahis, kısım] 435

Şeytanın en müthiş hücumunu def’etmekle, şeytanı öyle bir sûrette ilzam [susturma] eder ki; içine girerek saklanıp vesvese edecek bir yer bırakmıyor. Ve o kadar kuvvetli delâil-i akliye [aklî deliller] ile ve katî burhanlarla şeytanı ve şeytanın şakirtlerini [öğrenci] ilzam [susturma] eder ki, şeytan olmasa idiler imana gelecektiler. Fakat maatteessüf [ne yazık ki] şeytan-ı cin ve insin, gayet çirkin dâvâlarını ve desiselerini [hile, aldatma] bütün bütün iptal ve def’etmek için, farazi bir surette onların çirkin fikirlerini zikredip öyle iptal ediyor. Meselâ der ki: “Eğer faraza dediğiniz gibi, Kur’ân kelâmullah [Allah kelâmı] olmazsa; en âdi ve sahte bir kitap olurdu. Halbuki meydandaki âsârıyla [eserler/asırlar] göstermiş ki, en âli [yüce] bir kitaptır.” İşte bu gibi farazi tâbiratın, titreyerek yazılmasına mecburiyet hasıl olmuştur. Şu mebhasın [bahis, kısım] âhirinde, şeytanın Sûre-i قۤ وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ 2 in fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] ve selâsetine [akıcılık, sözün akıcı olması] dair bir vesvese ve itirazını reddediyor.

İkinci Mebhas:…. [bahis, kısım] 448

697

Bir insanda, vazife ve ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve zât itibariyle üç şahsiyet bulunduğunu ve o şahsiyetlerin ahlâkı ve âsârı [eserler/asırlar] bazan birbirine muhalif olduğunu beyan eder.

Üçüncü Mebhas:…. [bahis, kısım] 450

يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَۤائِلَ لِتَعَارَفُوا * 1

âyetinin, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin [insanların sosyal hayatı] münasebâtına dair gayet mühim bir sırrını ve insanlar, millet millet ve kabile kabile yaratılmasının mühim bir hikmetini, “Yedi Mesele” ile tefsir ediyor. Bu mebhas, [bahis, kısım] milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın en müthiş marazına gayet nâfi [faydalı] bir ilâçtır. Ve sahtekâr hamiyet-furuşların [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve yalancı milliyetperverlerin [milliyetçi, milletini seven] yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir.

Dördüncü Mebhas:…. [bahis, kısım] 459

Altı sualin cevabında “On Mesele”dir.

Birincisi: “Rabbü’l-âlemin[âlemlerin Rabbi Allah] kelimesinin tefsirinde on sekiz bin âlem dediklerinin hikmeti münasebetiyle, birkaç nükte-i Kur’âniye [Kur’ân’daki çok ince ve zarif mânâ] beyan edilir…. 459

İkinci mesele: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır!” Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i [gurur, övünme] Râzî’ye demiş. “Ondan murad nedir?” Cevabında, gayet mühim bir mesele-i mârifetullah beyan edilmiştir. 461

Üçüncü mesele: 2 وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِۤى اٰدَم َ âyetiyle

3 اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً “âyetinin vech-i tevfiki [uygunluk yönü] nedir?” diye sualine, gayet güzel ve nurlu mühim bir cevaptır…… 463

Dördüncü mesele: جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 4 hikmeti nedir? diye suale, gayet güzel ve nurlu bir cevaptır…. 464

Dördüncü Meselenin Zeylinde: [ek] Vahdâniyetin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] gayet azim bir hüccetine [delil] ve geniş ve uzun bir burhanına muhtasar [kısa] bir işârettir.

Beşinci mesele: “Yalnız لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 5 diyen, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ.. 6 demeyen ehl-i necat [kurtuluşa erenler] olabilir mi?” suâline karşı mühim bir cevaptır…. 467

698

Altıncısı: Birinci Mebhas‘daki [bahis, kısım] şeytanla münazaranın çirkin tâbiratlarının sebeb-i zikrini bildiriyor. Hem mühim bir temsil ile, hizbü’ş-şeytanı en dar ve en muhal [bâtıl, boş söz] ve en menfur bir mevkie sıkıştırıyor. Meydanı Hizbü’l-Kur’ân [Kur’ân taraftarları] hesabına zapt ederek, herbir hâl-i Ahmediye (a.s.m.), herbir haslet-i Muhammediye (a.s.m.)herbir tavr-ı Nebevi (a.s.m.), o kuvvetli temsile göre birer mucize hükmüne geçip, nübüvvetini [peygamberlik] ispat ettiğini gösterir. ….469

Yedincisi: Vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] ve zarardan sakınmak için bizden uzaklaşan bazı dostların kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] teyid için ve hizmetimizden bazı maksatlarla çekilen ve maksatlarının aksiyle tokat yiyenleri, çok misâllerden yedi küçük misâl ile gösterir ki; siperini bırakıp kaçanlar, daha ziyade yaralanırlar…. 471

Sekizincisi: Diyorlar ki: “Elfâz-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki lâfızlar, [ifade, kelime] ifadeler, sözler] ve zikriye ve tesbihatların herbirinden, bütün letâif-i insaniye [insandaki ince ve yüce duygular] hisselerini istiyorlar. Mânâları bilinmezse hisse alınmaz; öyleyse tercüme edilse daha iyi değil mi?” diye olan müthiş ve mugalâta[safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] şu suale karşı, gayet mühim ve ibretli ve zevkli bir cevaptır. Elfaz[lafızlar, sözler] Kur’âniye ve Nebeviye (a.s.m.) mânâlara, câmid [cansız] ve ruhsuz libas [elbise] değiller; belki hayatdar feyizâver ciltlerdir. Zihayat [canlı] bir ceset soyulsa, elbette ölür. Hem lisan-ı nahvi olan elfâz-ı Kur’âniyedeki [Kur’ân’daki lâfızlar, [ifade, kelime] ifadeler, sözler] i’câz [mu’cize oluş] ve icaz-ı hakiki, tercümeye mâni olduğunu gösterir. 474

Dokuzuncusu: “Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] dairesinin hâricinde ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] bulunabilir mi?” sualine, mühim ve merakâver [merak uyandıran] bir cevaptır…. 476

Onuncusu: Kur’ân-ı Hakimin [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmetinde bulunan bu biçâre Said ile görüşen ve görüşmek arzu eden dostlara mühim bir düsturdur…. [kâide, kural] 479

YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP: …. 481

Bu mektup; Risale-i Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] talebelerine yazdığı ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] ve çok letâfetli [güzel, hoş] güzel mektuplarıyla, Risale-i Nur talebelerinin Üstadlarına ve bâzen birbirlerine yazdıkları ve Risale-i Nur’un mütalâasından aldıkları parlak feyizlerini ifade eden çok zengin bir mektup olup, bu mecmuanın üç-dört misli [benzer] kadar büyüdüğü için, bu mecmuaya idhal [dahil etme, içine alma] edilmemiştir. Barla, Kastamonu, Emirdağ Lâhikaları olarak müstakillen [bağımsız] neşredilmiştir.

YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUP:… 482

“Sekiz Mesele” nâmiyle sekiz risaledir.

Birinci Risale olan Birinci Mesele: …. 482

Rüya-yı sadıkanın [doğru olan rüya] hakikatini ve faydasını, gayet güzel ve hakikatlı “Yedi Nükte[derin anlamlı söz] ile beyan ediyor. Bu risale hem kıymettardır, hem merak-âverdir. [merak verici]

İkinci Mesele olan İkinci Risale…. 488

“Hazret-i Mûsâ Âleyhisselâm, Hazret-i Azrail Âleyhisselâmın gözüne tokat vurmuş” meâlindeki bir hadise dair ehemmiyetli bir münakaşayı kökünden kaldırır ve bu nevi hadislere mülhidler [dinsiz] tarafından gelen itirazata [itirazlar] bir set çeker. Bu risale küçüktür, fakat merak-âverdir. [merak verici]

Üçüncü Mesele olan Üçüncü Risale…. 493

Bu biçâre müflis [iflas etmiş] Said’in ziyaretine gelenlerin ne niyetle görüşmeleri lâzım geldiğini beyan edip, sırf Kur’ân-ı Hakimin [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dellâlı [davetçi, ilan edici] itibariyle görüşmek lâzım

699

geldiğini ve o görüşmenin mühim faydalarını ve Said’in şahsiyetinin hiçliği nazara alınmayacağını, belki dellâlı [davetçi, ilan edici] olduğu mukaddes dükkânın kıymetdar cevherlerini nazara almak lâzım geldiğini “Beş Nokta” ile gayet güzel bir sûrette ispat etmekle beraber; hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kerâmâtından [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ve inâyet-i Rabbaniyeden, ben ve bazı kardeşlerim mazhar [erişme, nail olma] olduğumuz çok inâyetlerden birkaç vaki ve kat’i misalleri zikrediyor. Bu risalenin tetimmesinde; [ek] risalelerin yazmasında, hususan telifinde [kaleme alma] ve bilhassa Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta tezahür eden hârika bir inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] beyan ediyor.

Dördüncü Risale olan Dördüncü Mesele…. 501

Mescidimize iki defa taarruz edildi, âhirki def’a da kapadılar. Ondan iki veya üç sene mukaddem, [evvel, önce] yine mübarek bir misafirin gelmesiyle, gayet vahşiyâne ve zalimâne tecavüz edildiği için, her taraftan benden sual edildi. Böyle merak-ı umumiyeyi tahrik eden bir hâdiseye lâyık cevap vermek için, Eski Said lisaniyle “Dört Nokta” ile mühim bir ibretli cevaptır.

Beşinci Risale olan Beşinci Mesele…. 506

Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan‘da [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] tekrar ile اَفَلاَ يَشْكُرُونَ.. اَفَلاَ يَشْكُرُونَ.. 1 ve şükretmeyenleri, otuz bir def’a فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ 2 fermaniyle tehdit ettiğinin sırrını gayet âli [yüce] ve tatlı ve makul ve makbul bir sûrette tefsir ediyor; insan bir şükür fabrikası olduğunu ispat ediyor. Kâinat bir ni’met hazinesi olup; şükür ise anahtarı olduğunu ve rızık onun neticesi ve şükrün mukaddimesi [başlangıç] bulunduğunu gayet güzel ve kat’i bir sûrette ispat ediyor.

Der tarik-ı acz-mendi, lâzım âmed çâr-çîz:
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, [sınırsız fakirlik] şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!

olan düstur-u hakikatteki [gerçeğe ulaştıran prensip] dördüncü rükün [esas, şart] bulunan şükr-ü mutlakın parlak ve yüksek hakikatını izah ediyor.

Altıncı Risale olan Altıncı Mesele…. 511

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَتُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً * 3

âyetinin mühim bir sırrını; Vehhâbilerin Haremeyn-i Şerifeyni [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] istilâları münasebetiyle, tefsir niyetiyle; Vehhâbilerin mahiyet-i tarihiyyesiyle vaziyet-i hazıralarını ve alem-i İslâma karşı tesiratlarını muhtasar, [kısa] fakat ehemmiyetli bir sûrette dört nükte [derin anlamlı söz] ile beyan eder.

Yedinci Risale olan Yedinci Mesele…. 518

قُلْ بِفَضْلِ اللهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ * 4

700

âyetinin, Risale-i Nur ve hâdimleri hakkındaki mühim bir sırrını, “Yedi İşâret” nâmiyle, yedi inâyet-i Rabbaniyeyi beyan ediyor. Ve tahdis-i ni’met sûretinde bu inâyet-i seb’anın izharına, [açığa çıkarma, gösterme] yedi mâkul sebebini beyan ediyor. Bu inâyet-i seb’a-i külliyenin hârikalarına işareten, kendi kendine te’lif vaktinde iki sayfanın bütün satırları başlarında yirmi sekiz elif gelerek, Yirmi Sekizinci Mektup’un mertebesine tevafuk ettiğini,Haşiye te’liften bir zaman sonra muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olduk. Bu inâyet-i seb’ayı okuyan adam, Risale-i Nur eczalarının ne kadar ehemmiyetli ve nazar-ı inâyet-i İlâhiyede bulunduğunu ve himayet-i Rabbaniyede olduğunu bilecek. Bu yedi inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] küllidir, cüz’iyatları yetmişi geçer.

Hatimesinde, bir sırr-ı inâyete [İlâhî yardımın gizemi, esprisi] ait mahrem bir sualin cevabı vardır. Hâtimesinde, [son] inâyet-i seb’adan birincisi olan tevafukata [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı gayet kat’i bir sûrette def’ [ortadan kaldırma, savma] [oruç] ediyor. O hâtimenin âhirinde de, Üçüncü Nükte‘de [derin anlamlı söz] inâyet-i hâssa [özel ilgi, yardım] ve inâyet-i âmmeye dair mühim bir sırr-ı dakik-i Rubûbiyete ve ehemmiyetli bir sırr-ı Rahmaniyete işâret ediyor.

Sekizinci Risale olan Sekizinci Mesele…. 539

Altı sualin cevabı olan “Sekiz Nükte“dir. [derin anlamlı söz]

Birinci nükte: [derin anlamlı söz] Tevafuktaki işârât-ı gaybiye, [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] umum Risale-i Nur eczalarında cüz’i-külli bulunduğuna dairdir.

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] meziyeti, lâfz-ı Celâl‘den [“Allah” kelimesi] başka niçin Kur’ân’da fevkalâde matlub [istek] olmadığının sırrını beyan eder.

Üçüncü nükte: [derin anlamlı söz] Bir kardeşimizin fazla ihtiyat [dikkat, tedbir] ve cesaretsizliği yerinde olmadığını ve bir müftünün Onuncu Söz’e sathi tenkidine karşı güzel bir cevaptır. (Fakat bu mecmuaya idhal [dahil etme, içine alma] edilmemiştir.)

Dördüncü nükte: [derin anlamlı söz]Meydan-ı haşirde [haşir meydanı] insanlar nasıl toplanacaklar, çıplak olarak mı? Herkes ahbaplarını görebilir mi? Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla, bir tek zât olan Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nasıl görüşecek? Ehl-i Cennet ve Cehennemin libasları [elbise] nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?” altı meraklı sualin mukni [ikna edici] ve mâkul cevabıdır.

Beşinci nükte: [derin anlamlı söz]Zaman-ı Fetrette, [fetret dönemi, insanlara peygamber gönderilmeyen mânevî buhran zamanı] Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadı, bir din ile mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] mi idiler? cevabında, güzel bir hakikat beyan ediliyor.

Altıncı nükte: [derin anlamlı söz] “Hazret-i İsmail aleyhisselâmdan sonra, Peygamberin (a.s.m.) ecdadından peygamber gelmiş midir?” sualine karşı, gayet mühim bir cevaptır.

Yedinci nükte: [derin anlamlı söz] “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın peder ve validesinin ve ceddi Abdülmuttalib’in imanları hakkında en sahih haber hangisidir?” sualine karşı gayet mühim ve mâkul bir cevaptır.

Sekizinci nükte: [derin anlamlı söz] “Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esah [en doğru] olan nedir? Cennete girebilir mi?” sualine karşı güzel bir cevaptır.

YİRMİ DOKUZUNCU MEKTUP: …. 552

701

“Dokuz Kısım”dır. Yirmi dokuz nükte-i mühimme, [önemli ince nokta, derin mânâ] içinde vardır. O dokuz kısım, küçük büyük on yedi risaledir.

Birinci Risale olan Birinci Kısım…. 552

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ* اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ * اِهِدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسَتَقِيمَ * صِرَاطَالَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ * 1

هُوَ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَ اُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ * الٰى اٰخِرِ اٰيَة * 2

âyetlerinin bazı sırlarını, “Dokuz Nükte[derin anlamlı söz] ile tefsir eder.

Birinci nükte: [derin anlamlı söz] “Kur’ân’a ait ve Kur’ân’ın esrârı bilinmiyor ve müfessirler [açıklayan, yorumlayan] hakikatını anlamamışlar” diyenlere karşı mühim bir cevaptır…. 552

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Kur’ân-ı Hakimde [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ * 3 وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا 4 gibi kasemat-ı Kur’âniyedeki [Kur’ân’da geçen yeminler] mühim bir hikmeti beyan ediyor. ….553

Üçüncü nükte: [derin anlamlı söz] Sûrelerin başlarındaki birer şifre-i İlâhiye [İlâhî şifre] olan hurûf-u mukattaaya [bazı sûre başlarında bulunan ve birer İlâhî [Allah tarafından olan] şifre niteliğinde olan harfler (Yâ sin, Elif lâm mim, Ha mim vb.)] dairdir. …. 555

Dördüncü nükte: [derin anlamlı söz] Kur’ân-ı Hâkimin hakiki tercümesi kabil [mümkün] olmadığından ve mânevî i’câzındaki [mu’cize oluş] ulviyet-i üslûp [üsluptaki güzellik, yücelik] tercümeye gelmediğinden, mühim bir beyanla, üslûb-u Kur’âniyedeki [Kur’ân’ın ifade tarzı] bir lem’a-i i’câziyeyi [mu’cizelik parıltısı] gösterir. ….555

Beşinci nükte: [derin anlamlı söz] “Elhamdulillah” cümlesinin ifade ettiği mânânın en kısası, [ödeşmek, hakkını almak] bir satır kadar olduğunu ve hakiki tercümesinin kabil [mümkün] olmadığını gösterir…. 558

Altıncı nükte: [derin anlamlı söz] 5 اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki Nûn-u mütekellim-i maalgayre dair mühim bir sırrını, nurlu bir hal ve hakikatlı bir hayal içinde beyan ediyor…. 559

Yedinci nükte: [derin anlamlı söz] اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 6 in mühim ve nurani sırrının beyanı içinde, bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] icadı ne kadar çirkin ve zarar olduğunu gösterir. ….563

702

Sekizinci nükte: [derin anlamlı söz] Şeâir-i İslâmiye, [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] hukuk-u umumiye [kamu hukuku] hükmünde olduğuna dair mühim bir sırrını beyan ediyor….564

Dokuzuncu nükte: [derin anlamlı söz] Mesâil-i şeriatın [şeriatın meseleleri, kaideleri] “taabbüdi” ve “mâkulü’l-mânâ[hikmeti akılla kavranılabilir] olarak iki kısım olduğunu; ve taabbüdi kısmı hikmet ve maslahatların [amaç, yarar] tebeddülü ile tagayyür [başkalaşım, değişme] edemediğinin sırrını beyan eder. Ve ezânın faydası, yalnız bir köy ahâlisini namaza dâvet değil, belki kâinat sarayında mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı umum mahlûkat nâmına bir ilân-ı Tevhid [herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu ilân etme] olduğunu beyan eder…. 565

İkinci Risale olan İkinci Kısım…. 566

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِۤى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى للِنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِ * 1

âyetinin bir sırrını, sıyâm[oruç] Ramazan’ın yetmiş hikmetlerinden dokuz hikmetinin beyaniyle o sırr-ı azimi tefsir ediyor. O dokuz hikmet, o kadar hakiki ve kuvvetli ve cazibedardır ki; Müslüman olmayan da onları görse, oruç tutmak için büyük bir iştiyak [arzu, istek] ve bir hevese gelir. Kendine Müslüman deyip oruç tutmayanların, bu hikmetlere karşı, hacâlet [utanç] ve hatalarından ezilmeleri lâzım gelir.

Üçüncü Risale olan Üçüncü Kısım…. 576

Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan‘ın [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] enva-ı i’câzından göz ile görünecek kısmının beş-altı vechinden [cihet, yön, taraf] bir vechini, [cihet, yön, taraf] yeni bir Kur’ân’ı yazmakla göstermeye dairdir. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] öyle bir Kur’ân yazıldı. Ümmetçe Hafız Osman hattıyla makbul Kur’ân’ın aynı sayfalarını ve satırlarını muhafaza etmekle beraber; lafzullah, [“Allah” lafzı, kelimesi] mecmû Kur’ân’da iki bin sekiz yüz altı defa tekerrür ettiği halde; nâdir ve nükteli [derin anlamlı söz] müstesnalar hariç kalıp, mütebakisi [geri kalan kısım] tevafuk ettiğini anladık, sayfa ve satırlarını tağyir [değiştirme] etmedik. Yalnız biz tanzim ettik. O tanzimden harika bir tevafuk tezahür etti. Yazdığımız Kur’ân’ın parçalarını bir kısım ehl-i kalb [kalb ehli] görmüş, Levh-i Mahfuz [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] hattına yakın olduğunu kabul etmişler. Bu risale ise; tevafukat-ı Kur’âniyeye dair olduğu münasebetiyle, sırf bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] olarak, hiçbirimizin haberimiz olmadan, ibtida te’lif ve birinci tesvidinde [bir yazıyı karalama olarak yazmak] on bir “Kur’ân” kelimesi; birtek sayfada, birer satırda, bir sırada hatt-ı müstakim ile tevafukları tevafuk-u Kur’âniyedeki lem’a-i i’câziyenin [mu’cizelik parıltısı] bir şuâı şu risalede bu hârika letâfeti [hoşluk, gözellik] gösterdiğini, görenlere kanaat geldi.

Bu Üçüncü Kısmın mütebâki [geri kalan] meseleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] dair olduğu için, tevafukata [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] dair olan fihriste ile iktifa [yetinme] edilmiştir.

Dördüncü Risale olan Dördüncü Kısım…. 578

“Üç Nükte“dir. [derin anlamlı söz]

Birinci nükte: [derin anlamlı söz] Kur’ân’da, “Kur’ân” kelimesinin çok sırlarından bir sırrını, altmış dokuz âyât-ı azimede [büyük mânâlar ihtiva eden âyetler] latif ve manidar sayfalar arkasında birbirine tevâfukla baktıklarını ve o âyât-ı azimenin [büyük mânâlar ihtiva eden âyetler] mânen birbirinin hakikatını te’yid ettiklerini göstermek ve tilâvet-i Kur’ân [Kur’ân okumak] sevabını ve zikir faziletini ve tefekkür ubûdiyetini [Allah’a kulluk] birden kazanmak isteyenlere, evrad [okunması âdet olan dualar] nev’inden gayet güzel bir hizb-i Kur’ânî [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] olarak yazılmıştır….. 578

703

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Kur’ân-ı Hakimde [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]Resul[Allah’ın elçisi] kelimesinin tekrarındaki esrarın tevafuk cihetiyle birisine işaret için, yüz altmış âyattaki “Resul[Allah’ın elçisi] kelimesi birbirine tevafukla mânidar bakması gibi;Haşiye o yüz altmış muazzam âyetler de birbirine bakıyor. Birbirini te’yid ve ispat ettiğine işâreten ve Kur’ân’dan hem kırâet, hem zikir, hem fikir olmak üzere bir hizb-i mahsustur. Kendine âli [yüce] ve tatlı ve çok kıymetli ve çok faziletli bir vird [devamlı yapılan zikir] arzu edenlere mühim bir virddir…. [devamlı yapılan zikir] 579

Üçüncü nükte: [derin anlamlı söz] Lâfzullahın [ifade, kelime] iki bin sekiz yüz altı defa zikrinin çok nükteleri [derin anlamlı söz] var. İ’câz-ı Kur’ân’ın çok şuâlarını gösteriyor. Bu Üçüncü Nükte [derin anlamlı söz] de, onun dört şuâ-ı i’câzını gösterir…. 580

Beşinci Risale olan Beşinci Kısım…. 582

اللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَد ُ* 1

(ilh-âyet…) âyet-i pür-envarının çok envar-ı esrarından güzel bir nuru, Ramazan-ı şerifte bir hâlet-i ruhâniyede, mühim bir seyahat-ı kalbiyede görünmüş ve bir derece bu risalede beyan edilmiştir. Bu risale küçüktür, fakat çok nurlu ve ehemmiyetlidir.

Altıncı Risale olan Altıncı Kısım…. 587

وَلاَتَرْكَنُۤوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ 2 âyetinin mühim bir sırrını ve azim bir hakikatını; ins ve cin şeytanlarının ve Müslümanlar içine girmiş mülhidlerin [dinsiz] ve münafıkların altı desiseleriyle [hile, aldatma] altı cihetten [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] hücumlarını altı hakikatla set ve reddetmekle, o sırr-ı azimi tefsir ediyor.

Birinci desiseleri: [hile, aldatma] Kur’ân hâdimlerini hubb-u câh [makam, mevki sevgisi] vasıtasıyla aldatmalarına mukabil gayet mukni [ikna edici] ve kat’i bir cevapla susturur…. 587

İkinci desiseleri: [hile, aldatma] Korku damarıyla, ehl-i hakkı haktan çevirmelerine karşı, gayet güzel ve kat’i bir cevapla tardedilir…. [kovma] 590

Üçüncü desiseleri: [hile, aldatma] Tama’ [aşırı arzu, açgözlülük] ve hırs cihetiyle, ehl-i hidayeti [doğru ve hak yolda olanlar] hizmet-i Kur’âniyeden [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] vazgeçirmelerine karşı, gayet parlak ve kat’i bir cevapla reddedilir…. 593

Dördüncü desiseleri: [hile, aldatma] Asabiyet-i milliyeyi [ırçılık damarı] tahrik etmek sûretinde, hakiki din kardeşlerinin ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] samimi arkadaşlarının içine yabanilik ve ihtilaf atmak ve üstadlarından soğutmalarına mukabil, gayet mühim ve kat’i öyle bir cevaptır ki; şeytan-ı insiyi [insan ve cinlerden olan şeytanlar] tamamıyla susturduğu gibi, sahtekâr milliyetçilerin

704

maskelerini yırtarak, öyleler milletin düşmanları olduklarını ve hakiki milliyetperverler [milliyetçi, milletini seven] kimler olduğunu gösterir…. 596

Beşinci desiseleri: [hile, aldatma] İnsanın en zayıf damarı olan enaniyetini tahrik edip, ehl-i hakkı haksızlığa sevketmek ve ehl-i ittihadı ihtilafa düşürmelerine mukabil, kuvvetli ve eneleri susturacak bir cevap verilmiştir…. 603

Altıncı desiseleri: [hile, aldatma] Tembellik ve ten-perverlik ve vazifedarlık damarından istifade sûretiyle, Kur’ân şakirtlerinin [öğrenci] gayretlerini, sadakatlerini, ihlâslarını zedelemek sûretindeki hücumlarına karşı bir cevaptır. Âhirinde, umum cevapların hülâsa[esas, öz] olarak şu iki âyet ile, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] mu’cizane cevap veriyor.

يَۤا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ * 1

وَلاَتَشْتَرُوا بِاٰيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً * 2

Şu risalenin âhirinde; iki yaprakta yazıldıktan sonra görülmüş, ihtiyarsız [irade dışı] kendi kendine gelen lâtif [berrak, şirin, hoş] ve zarif bir tevafuktur ki, sıkıntılı esaretimin tam dokuzuncu senesinde te’lif edilen şu risalenin âhirinde, Yirmi Dokuzuncu Mektubun bahsinde yirmi dokuz nükte [derin anlamlı söz] bulunması ve dokuz kısım olması ve bu risale fihristesinde dokuz def’a “dokuz” lâfzı ile o mektuptan bahsedilmesi ve Birinci Kısım dokuz nükte [derin anlamlı söz] olması; ve Ramazan’ın, burada işaret edilen ve İkinci Kısmında mezkûr [adı geçen] hikmetleri dokuz bulunması; ve burada işaret edilen ve Dördüncü Kısımda mezkûr [adı geçen] “Kur’ân” kelimesine dair âyetlerin altmış dokuz etmesi; ve Kur’ân kelimesi de bu mebhasda [bahis, kısım] yirmi dokuz gelmesi ve lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] dahi dokuz olması; ve bu risale de yirmi dokuz sayfada tamam olması cihetiyle, dokuz def’a dokuzlar birbirine tevafuk ederek çok şirin düşmüştür. Bu risalenin dahi, sırr-ı tevafuktan [uygun gelmenin sırrı] küçük, fakat parlak bir hissesi var olduğunu gösterir. Bu dokuz def’a dokuzların sırrını, dokuzuncu sene-i esaretimde zuhuru ise, inşaallah [Allah dilerse] esaretin dokuzuncu senesinde biteceğine işâri bir beşarettir. [müjde] Dokuzuncu sene-i esaretimde sıkıntıdan o sene dokuz dişim düştüler; o münasebetle Isparta’ya mezuniyetle gitmek o senede oldu. Hem lâtif [berrak, şirin, hoş] bir tevafuktur; bu parça dahi, bu sayfadaHaşiye dokuz, on dokuz def’a gelmiştir. Hem fihristenin Dördüncü Kısmında ve bu İkinci Kısmın bazı nüshalarında aşağıda gösterilen tevafuk vardır.

Umum elif yüz on dokuz umum risaleler dahi yüz on dokuzdur. Demek elifler de bir nevi fihristeye işarettir. …. 605

Altıncı Kısım olan Altıncı Risalenin Zeyli…. [ek] 608

705

وَمَا لَنَٓا اَلَّا نَتَوَكَّلَ ﱰ  اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَـﱱﲄ مَٓا اٰذَيْتُمُونَا وَﱰ  اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ  ﱳ

âyetinin sırrına istinaden, dünyanın hiçbir usûl ve kanununa tatbik edilmeyen vicdansız insanların bize karşı tecavüzatına [tecavüzler, saldırılar] sabır ile ve Hakka tevekkül ile beraber; istikbalde gelecek nefret ve tahkirden [aşağılama] sakınmak için ve istikbal asırları, bu asrın simasına ve gayretsiz adamların yüzlerine ‘Tûh!” dedikleri zaman, tükürükleri yüzümüze gelmemek için veya silmek için yazılmış bir lâyihadır. [dilekçe] Ve Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında sağır kulaklarını çınlatmak ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zâlimlerin görmeyen gözlerine sokmak ve bu asırda, yüz bin cihetten ‘Yaşasın Cehennem!” dedirten mimsiz medeniyetperestlerin [“deniyet”, aşağılık] başlarına vurmak için yazılmış bir arzuhal ve ehl-i ilhad [dinsizler] ve bid’atçıları ilzam [susturma] ve iskât [susturma] edecek ‘Altı Sual”dir.

Yedinci Kısım (İşârât-ı Seb’a)     612

فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ الْاُمِّىِّ الَّذ۪ى يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِه۪ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ  ﱳ

يُر۪يدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِـﮥْ وَيَأْﯹﰄ اللّٰهُ اِلَّا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَــرِهَ الْكَافِرُونَ  ﱳ

âyetlerinin bir sırrını ve mühim bir hakikatını ‘Yedi İşâret” ile ve yedi mühim suale yedi kat’i ve kuvvetli cevapla tefsir ediyor.

Birinci sual: ‘Ecnebilerden ihtida [hidayete gelme, İslâmı kabul etme] edenler, kendi dilleriyle şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] tercüme ediyorlar. Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] onlara karşı sükûtu ve itiraz etmemesi, cevazı şer’i olduğunu göstermez mi?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı, gayet kat’i ve kuvvetli bir cevaptır.          612

İkincisi: ‘Frenklerdeki inkılapçılar [değişim, dönüşüm] ve feylesoflar, katolik mezhebinde inkılap [değişim, dönüşüm] yapmakla terakki [ilerleme] ettiklerinden, acaba İslâmiyette böyle bir inkılâb-ı dini olamaz mı?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı; gayet kat’i, zâhir ve bâhir [açık] ve müskit [susturucu] bir cevaptır.    614

Üçüncüsü: ‘Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki [ilerleme] ettiğinden, biz de taassubu bıraksak daha iyi olmaz mı?” diyen ehl-i bid’at ve sefâhetin [ahmaklık, beyinsizlik] sualine karşı, gayet müskit [susturucu] ve mukni[ikna edici] ve mantıki bir cevaptır.             619#706

Dördüncüsü: “Zaafa [zayıflık, güçsüzlük] uğrayan İslâmiyeti, takviye niyetiyle; kuvvetli olan milliyete mezcedmek [karışma, bütünleşme] ve secâyâ-yı milliyeyi şeâir-i İslâmiye [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] ile kuvvetleştirmek bu asırda daha iyi olmaz mı?” diyen dessas [hilebaz, aldatıcı] ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] bu müthiş sualine karşı, gayet metin [sağlam] bir cevaptır…. 620

Beşincisi: “Bu kadar heyet-i içtimaiye-i [sosyal yapı] beşeriye fesada girmiş; ve hissiyat-ı diniye zayıflamış; ve şahsi dehâlar ve harekât, cemaatın şahs-ı mânevisinin [mânevî kişilik] icraatına mağlup düşmüş bir zamanda, nasıl rivayet-i sahihada [Peygamberimizden doğru olarak nakledilmiş hadis] denildiği gibi, birkaç sene zarfında, Mehdi dünyayı ıslâh edecek? Halbuki, bütün işi hârika olup ve birkaç nebinin mu’cizatı da beraber olsa, yine ıslâhı pek müşkül [zorluk] görünüyor” diye, ehl-i tenkidin sualine karşı, gayet kavi bir cevaptır. ….621

Altıncısı: Âhirzamanda Hazret-i Mehdi’nin Süfyanî komitesine galebesi; [üstün gelme] Hazret-i İsa aleyhisselâmın Deccal komitesini dağıtması ve Şeriat-ı İslâmiyeye [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] tebaiyetine [tabi olma, uyma] dairdir…. 624

Yedincisi: “Mütefekkirin-i [düşünen] İslâmiye, Avrupanın düsturlarını [kâide, kural] ve fennin kanunlarını bir derece kabul edip, onların usuliyle onlara karşı İslâmiyeti müdafaa ettikleri halde—sen de eskiden böyle yapıyordun—şimdi neden bütün bütün başka bir çığır açıp fen ve felsefeyi kökünden vuruyorsun? Ve fünûn-u müsbete dedikleri usûllerinin, Kur’ân’ın düsturlarına [kâide, kural] nazaran pek sathi kaldığını gösteriyorsun?” diye çokları tarafından gelen suale karşı, gayet hak ve hakikatlı bir cevaptır…. 624

Sekizinci Kısım olan Rumuzât-ı Semâniye… 626

Sekiz Remiz‘dir, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] yani sekiz küçük risaledir. Şu remizlerin [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] esası, ilm-i cifrin [harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim] mühim bir düsturu [kâide, kural] ve ulûm-u hafiyenin [gizli ilimler] mühim bir anahtarı ve bir kısım esrâr-ı gaybiye-i Kur’âniyenin mühim bir miftahı [anahtar] olan tevafuktur. İleride başka bir mecmuada neşredileceğinden buraya dercedilmedi. [yerleştirme]

Dokuzuncu Kısım olan Dokuzuncu Risale…. 627

Turûk-u velâyet hakkında “Dokuz Telvih”dir ki, Telvihat-ı Tis’a nâmıyla mâruf [bilinen] bir risaledir.

Birinci Telvih: Tarikatın sırrını ve Mi’rac-ı Ahmedi’nin (a.s.m.) sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr-i sülûk-u [mânevî makamlarda ruh ile yapılan seyir ve seyahat] ruhani neticesinde; zevkî ve hâlî [boş] ve bir derece şuhudî hakaik-i imâniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeye mazhariyet olduğunu beyan edip, insanın mahiyet-i câmiasındaki [genel yapı ve özellik] akıl nasılki hadsiz fünuna [fenler, bilimler] istidadı [kabiliyet] ve ıttılaı [anlamak, bilgi sahibi olmak] cihetiyle mahiyeti inkişaf [açığa çıkma] etmiş ve o sûretle işlettirilmiş, kalb dahi, onun gibi, bu âlemin bir harita-i mâneviyesi ve çok kemalâtın [olgunluklar, faziletler, iyilikler] bir çekirdeği hükmünde olduğundan; tarikat cihetiyle onu işlettirmek ve kemalâtına [olgunluklar, faziletler, iyilikler] sevketmek olduğunu ispat eder. 627

İkinci Telvih: Kalbin işlemesi, zikir ve tefekkürle olduğunu ve işlemesinin mehâsininden [güzellikler] hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] medâr-ı saâdeti olan birisini beyân eder…. 628

Üçüncü Telvih: Velâyet, [velilik] bir hüccet-i risalet; [peygamberliğin delili] ve tarikat, bir burhan-ı şeriat olduğunu; ve onun kıymetini takdir etmeyen, ne kadar hasârete [zarar] düştüğünü beyan eder…. 629

Dördüncü Telvih: Meslek-i velâyet çok kolay olmakla beraber çok müşkilatlı, [zor] çok kısa olmakla beraber çok uzun, çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlı, [tehlike] çok geniş olmakla beraber çok dar olduğunu, ve âfâki ve enfüsi iki yol ile sülûk [mânevî yol alma] edildiğini beyan eder…. 631

707

Beşinci Telvih: Vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] ve vahdetü’ş-şühûdun mahiyetini beyan ederek, ehl-i sahvın [uyanık iken hakikatleri görerek onlara ulaşan Allah dostları] ve ehl-i veraset-i nübüvvetin âli [yüce] meşrebinin [hareket tarzı, metod] rüçhaniyetini [üstünlük] ispat eder…. 635

Altıncı Telvih: Velâyet [velilik] yolları içinde en güzeli ve en müstakimi, [doğru ve düzgün] sünnet-i seniyeye ittiba[tabi olma, uyma] olduğunu ve velayetin esaslarının en mühimmi, ihlâs; ve en keskin kuvveti, muhabbet olduğunu beyan ederek; bu dünya darü’l-hizmet olduğundan ve dâr-ı ücret ve mükâfat olmadığından, tarikatın lezâizini [lezzetler] ve ezvak [mânevî zevkler] ve kerâmâtını [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] kasden talep etmemek lâzım geldiğini beyan eder… 637

Yedinci Telvih: Tarikat ve hakikat, şeriatın hâdimlerinden olduğunu, tarikat ve hakikatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüz’leri bulunduğunu; tarikat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak ve daima şeriata tebaiyette [tabi olma, uyma] kalmak lüzumunu beyan edip, “Sünnet-i seniye ve ahkâm-ı şeriat [şeriatın hükümleri, esasları] haricinde evliya bulunabilir mi?” diye suale, merak-âver [merak verici] bir cevap verir…. 639

Sekizinci Telvih: Tarikatın sekiz varta-i mühimmesini beyan eder…. 643

Dokuzuncu Telvih: Tarikatın pek çok semeratından [meyve] gayet şirin ve güzel dokuz adedini beyan eder.

Bu risale ehl-i tarik [tarikata mensup olanlar] olana ve olmayana bir iksir-i âzamdır [tesiri en büyük olan ilâç] ve bir tiryâk-ı enfa’dır…. 646

Zeyl…. [ek] 649

En kısa ve selim [sağlam, doğru] ve en müstakîm [doğru, istikametli] bir tarîkın esasını Dört Hatve nâmiyle, tezkiye-i [hatadan arındırma, temize çıkarma] nefsin ve tekemmül-ü ruhun medârı [kaynak, dayanak] olan dört mühim dersi veriyor.

OTUZUNCU MEKTUP:…. 654

Matbu Arabî İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsiridir.

OTUZ BİRİNCİ MEKTUP:…. 654

Otuz bir Lem’adır. [parıltı]

OTUZ İKİNCİ MEKTUP: …. 654

Kendi kendine manzum [düzenli] tarzını alan matbû Lemeât [Lem’alar isimli eser] risalesidir. Aynı zamanda Otuz İkinci Lem’a [parıltı] olup, Sözler mecmuasının âhirinde neşredilmiştir.

OTUZ ÜÇÜNCÜ MEKTUP:…. 654

Marifet-i İlâhiyeye [Allah’ı bilme ve tanıma] penceler açan otuz üç pencereli risale olup, bir cihette Otuz Üçüncü Söz olduğundan, Sözler Mecmuasının sonunda neşredilmiş, buraya derc [yerleştirme] edilmemiştir.

İşârât-ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz…. 655

Hakikat Çekirdekleri…. 663

On İki Sene Evvel yazılmış ve Sikke-i Tasdik-i Gaybi Mecmuasında Derc [yerleştirme] edilmiş Mühim Bir Mektuptan Bir Parçadır. …. 678

Fihrist…. 681

Hakikat Işıkları…. 708

Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlimin Risale-i Nur hakkında yazdığı bir manzûme …. 711

ba

708

Hakikat Işıkları

Herkes bilmez gökte ne var,

Görür onu göz sahibi

Parıldıyor güneş kadar

Hakikatı ummân gibi.

İster gönül elbet huzûr

Âhir demde etmiş zuhûr,

Âlemlere doğmuş o nûr;

Gökten inen fermân gibi.

Ferdiyeti elhak ayân,

Odur gönüllere sultân,

Var mı bilmem ulu bürhân;

Bu Bediüzzaman gibi.

Lisânından saçılır nûr,

Cinnî okur, insan okur,

Hûr-u Cennet işte bu “Nûr”;

Gönüllerde cânân gibi.

Âhir zamân esrârını,

İhbâr-ı gayb envârını, [nurlar]

Attı âlem ekdârını,

Doğdu şems-i tâbân [tavan güneşi, gök güneşi] gibi.

Semâvâttan rahmet indi.

Akan göz yaşları dindi,

Küfr [inançsızlık, inkâr] ü dalâl [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] yıldı, sindi;

Görünmeyen şeytân gibi.

709

Söndü hâin faâliyet,

Yıkıldı o deccâliyet,

Halâs [kurtulma] buldu İslâmiyet;

Tahta çıkan hakan gibi.

Ey yâreli şîr-i jiyan,

Bu hâb-ı gafletten uyan,

Âlemlere devr-i umrân;

Asr-ı nüzul-i Furkan gibi.

İklimlerde imân yeli,

Eser, gönüller neş’eli;

Öpsem o gül kokan eli,

O bülbül-ü handân gibi.

Âdemoğlu necât arar,

Hak daveti Nûrlarda var.

Ey şehriyâr-ı şehriyâr!.

Sensin bize sultân gibi.

Arşa çıkan feryâdımız,

Alındı şimdi dâdımız;

O sevgili üstâdımız,

Gönülde Süleymân gibi.

Ey- ekmel-i ahirzaman,

Sensin mahbûb-u müsteân,

Fedâ sana bu cism ü cân; [cinler]

Hak yolunda kurban [yakın] gibi.

Said’i beklerdi yıllar,

Sensin gönülde muntazar,

Peygamberim vermiş haber,

Olma bize pinhân gibi.

710

Perdelenmişse zuhûrun,

Gizlenmez haşmetli nûrun;

Gölgesi olmaz ki nûrun;

Firdevs‘deki [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] cânân gibi.

Ey hatib-i devr-i zamân,

Sürur [mutluluk] buldu kevn [varlık, âlem, kâinat] ü mekân;

Seni bekler gizli ayân,

Hep hastalar Lokman gibi.

Nûr yolunun kurbânıyız, [yakın]

Kehkeşânın [samanyolu galaksisi] sâmânıyız,

O âteşin dumânıyız;

Âteş yanan külhân gibi.

Rânâ [güzel, hoş] rengin [rengârenk, süslü, parlak] güle benzer,

Rûh üfürür, kokun eser,

Ufkumuzda oldun seher;

Tâm ağaran bir tan gibi

Ey cilvesi zâhir rahmet,

Bâri bizlere imdât et,

Kulun olmak diler elbet;

Bahçenizde fidan gibi.

Pes gönlümüz hep dâim pes,

Ey ağlayan, feryâdı kes!

Boş geçmesin hiçbir nefes,

“Allah bes, [yeter] gayrı heves.”

 Mehmed Kayalar

ba

711

Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlimin, Risale-i Nur hakkında yazdığı bir manzûmesidir.

Gönüller Fatihi Büyük Üstada

Nuruyla bütün gönlümü fetheyleyen üstad!

Gönlüm seni, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] heyecanlarla eder yâd.

İlhâmıma can geldi berâet haberinle,

Mü’minleri şâdeyleyen ulvî zaferinle.

Sıyrıldı ufuklardan o kasvetli bulutlar;

Göklerde melekler, bu büyük bayramı kutlar.

Milyonların imanını kurtardı cihâdın;

Par par yanar imanlı gönüllerdeki yâdın.

Coşturmada imanları, binlerle vecizen,

Tarihini kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] heyecanlarla süzerken.

İlhâmımı mestetti [kendinden geçme] tecellâ-yı cemâlin;

“Fâtih” gibi rehberleri andırmada hâlin.

Dağlar gibi sarsılmadın, en korkulu günlerde,

Her ânı ölümler dolu tazyikin önünde.

Dünyalara dehşet salıyor, sendeki iman;

Sarsılmayan imanına düşman bile hayran.

Rehber sana zîra, “Yüce Peygamberimiz”dir.

Ölmez eserin: Gençliğe gösterdiğin izdir.

Kur’ân-ı Kerimin ezelî feyzine erdin;

İnsanlığa, iman ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] dersini verdin.

Ey başlara cennetlerin ufkundan inen tâc!

Âlem senin irfânına, irşâdına muhtaç.

Derya gibi nurlar taşıyor her eserinden;

“Allah”a giden Nurcuların rehberisin sen!

Milyonları derya gibi coşturmada “Sözler”;

Cennetteki âlemleri seyretmede gözler.

Hikmet dolu her cümlede, Kur’ân’daki nur var;

Her lem’ada, [parıltı] bin bir güneşin huzmesi çağlar.

712

“Nur Yolcusu” insanlığa örnek olacaktır.

Kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] heyecanlarla, gönüller dolacaktır.

Mefkûresi, [düşünce] günden güne erdikçe kemâle;

Gark [boğma] olmada iç âlemi, en tatlı visâle. [kavuşma]

Coştukça denizler gibi kalbindeki iman;

Bin ders-i hakikat [hakikat dersi] veriyor ruhuna Kur’ân.

Âzâdedir İslâmı saran tehlikelerden;

Dâvâsı temiz çünkü siyasî lekelerden.

Her hamlesinin kuvve-i kudsiyesi [kutsal duygu] vardır;

Vicdanları mesteyleyen [kendinden geçme] ulvî sesi vardır.

Aşkın ezelî sırrına erdikçe gönüller;

Yer yer donatır ufkunu sevda dolu renkler.

Bir ülkeyi baştan başa fetheyledin ey Nûr!

Nurun olacaktır, bütün insanlığa düstur. [kâide, kural]

Kur’ân seni te’yid ediyor mu’cizelerle;

Ey şanlı gönül fâtihi hiç durmadan ilerle!

Târih-i hayatın doludur hârikalarla;

Hiç sönmeden âlemde güneşler gibi parla!

Manzûme-i şemsiyeyi temsil ediyorsun;

Heybetli fezâlarda hız almış gidiyorsun!

İmanlı nesiller, seni tâkip edecektir;

Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir.

Tarihi aşarken sen o iman dolu hızla,

Milyonları aşmış bütün evlâdlarınızla;

Birden açılır ruhuma esrarlı bir âlem,

Vasfeyleyemez aşkımı, şi’rimdeki nâlem…  

Ali Ulvi Kurucu