MEKTUBAT – İşarat-ı Gaybiyye, Hakikat Çekirdekleri (655-680)

655

İşarat-ı Gaybiyye Hakkında

Bir Takriz

 İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın, Risale-i Nur hakkında ihbar-ı gaybîsinden [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] bir parça olan bu kısım; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî Mecmuasında dercedilen [yerleştirme] İşârât-ı Kur’âniye ve üç Kerâmet-i Aleviye [Hz. Ali’nin (r.a.) kerameti] ve Kerâmet-i Gavsiye risaleleriyle birlikte, ehl-i vukufların [bilirkişi] takdirkâr [takdir eden, beğeniyi ifade eden] raporlarına müsteniden, [dayanan] mahkemelerce sahiplerine geri iade edilmiştir.

 İmam-ı Ali’nin (r.a.) Celcelûtiyede, Risale-i Nur hakkındaki üç kerâmetinden bir kerâmetinin sekiz remzinden [ince işaret] Yedinci ve Sekizinci Remz‘in [ince işaret] bir parçasıdır. Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî Mecmuasında münderiçtir. [içine konulmuş, yerleştirilmiş]

YEDİNCİ REMİZ

Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) nasıl ki,

…… وَبِاْلاٰيَتِ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ * وَبِحَقِّ فَقَجٍ مَعَ مَخْمَةٍ يَا اِلٰهَنَا * وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَتَشَامَخَتْ * وَاسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ * 1

diye birinci fıkrasıyla [bölüm] Yedinci Şuâya işaret etmiş. Öyle de, aynı fıkra [bölüm] ile “âlî [yüce] bir tefekkürnâme [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünmeye sevk eden eser, yazı] ve tevhide dair yüksek bir mârifetname” [Allah’ı tanıma, bilme] namında olan Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem’aya [parıltı] dahi işaret eder. İkinci fıkrasıyla [bölüm] İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve Sekîne [içerisinde on dokuz harfli on dokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve emniyet veren bir dua] denilen esmâ-i sitte-i meşhurenin [Cenâb-ı Allah’ın isimlerinden çok yaygın olarak bilinen ve anılan altı ismi; Ferd, Hayy, [diri, canlı] Kayyum, Hakem, [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] Adl ve Kuddûs [her türlü kusur ve çirkinlikten uzak olan ve her şeyi temiz yapan Allah] isimleri] hakikatlerini gayet âlî [yüce] bir tarzda beyan ve ispat eden ve Yirmi Dokuzuncu Lem’a[parıltı] takip eyleyen Otuzuncu Lem’a [parıltı] namında altı nükte-i esmâ risalesine [Allah’ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem’a] وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle işaret ettiğinden, sonra akabinde risale-i esmâ[Allah’ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem’a] tâkip eden Otuz Birinci Lem’anın [parıltı] Birinci Şuâı olarak otuz üç âyet-i Kur’âniyenin [Kur’an âyeti] Risale-i Nur’a işârâtını [işaretler] kaydedip

656

hesab-ı cifrî [cifir hesabı] münasebetiyle baştan başa ilm-i huruf [harflerin sırlarını ve hikmetlerini konu edinen ilim dalı] risalesi gibi görünen ve bir mu’cize-i Kur’âniye [Kur’ân mu’cizeleri] hükmünde bulunan risaleye حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَتَشَامَخَتْ kelimesiyle işaret edip, der’akap [derhal, hemen] وَاسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ 1 kelâmıyla dahi risale-i hurufiyeyi [harf ilminin anlatıldığı risale; Birinci Şua] takip eden ve el-Âyetü’l-Kübrâ‘dan [en büyük âyet, delil] ve başka Resâil-i Nuriyeden [Nur Risaleleri] terekküp [birleşme] eden ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] namını alan ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve şirkin sihirlerini iptal eden Risale-i Nur’un şimdilik en son ve âhir risalesine Âsâ-yı Mûsâ nâmını vererek işaretle beraber mânevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.

Evet, وَبِاْلاٰيَتِ الْكُبْرٰى kelimesiyle Yedinci Şuâya işareti kuvvetli karinelerle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ispat edildiği gibi, aynı kelime, diğer bir mânâ ile elhak Risale-i Nur’un Âyetü’l-Kübrâ[en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem [toplama, bir araya gelme] eden ve Arabî bulunan Yirmi Dokuzuncu Lem’aya [parıltı] bu kelâm “müstetbeâtü’t-terâkib[bir sözdeki kelimelerin çağrıştırdıkları mânâlar] kaidesiyle ona bakıyor, efradına [bireyler] dahil ediyor. Öyleyse; Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) dahi bu fıkradan [bölüm] ona bakıp işaret eder diyebiliriz.

Hem sair işârâtın [işaretler] karinesiyle, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] hem Mektubat’tan sonra Lem’alara, [parıltı] başka bir tarz-ı ibare [açıklama şekli, ifade tarzı] ile îma ederek Lem’aların [parıltı] en parlağının telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] dehşetli bir zamanda ve hapis ve idamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet [huzur] bulmak için mânâyı mecazî ve mefhum-u işârî [işaret ile bildirilen anlam] ile Hazret-i Ali (r.a.) kendi lisanını büyük tehlikelerde bulunan müellifin [telif eden, kitap yazan] hesabına istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek, وَبِاْلاٰيَتِ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ 2 yani, “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] beni kurtar, emân ve emniyet ver” diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishanesinde idam [hiçlik, yokluk] ve uzun hapis tehlikesi içinde telif [kaleme alma] edilen Yirmi Dokuzuncu Lem’anın [parıltı] ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] kelâm-ı zimnî ve işârî [gizli bir anlama işaret eden kelime] delâlet ettiğinden diyebiliriz ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) dahi bundan, ona işaret eder.

657

Hem Otuzuncu Lem’a [parıltı] namında ve altı nükte [derin anlamlı söz] olan risale-i esmâya [Allah’ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem’a] bakarak وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى 1 deyip sair işârâtın [işaretler] karinesiyle, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] hem Yirmi Dokuzuncu Lem’aya [parıltı] takip karinesiyle, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] hem ikisinin isimde ve esmâ [Allah’ın isimleri] lâfzında [ifade, kelime] tevafuk karinesiyle, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] hem teşettüt-ü hale [dağınıklık, perişanlık] ve sıkıntılı bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi onun telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] bereketiyle teselli ve tahammül bulmasına ve mânâ-yı mecazî [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] cihetinde Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) lisanıyla kendine dua olan وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنىٰ اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ yani “İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] olan o esmâ [Allah’ın isimleri] risalesinin bereketiyle beni teşettütten, [dağınıklık] perişaniyetten hıfz eyle yâ Rabbi” [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] meâli, tam tamına o risale ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] kelâm-ı mecazî [gerçek anlamında kullanılmayıp, aralarındaki ilgi, bağ ve benzerlikten dolayı başka anlamda kullanılan söz] delâlet ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) ise gaybî işaret eder diyebiliriz.

Hem madem Celcelûtiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden [gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler] haber veriyor.

Ve madem Kur’ân itibarıyla bu asır dehşetlidir ve Kur’ân hesabıyla Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir.

Ve madem sarahat [açıklık] derecesinde çok karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve emarelerle Risale-i Nur Celcelûtiye’nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.

Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) nazar-ı takdirine [kıymet veren, değer bilen bakış] ve tahsinine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve onlardan haber vermesine liyakatleri ve kıymetleri var.

Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Siracü’n-Nur’dan, [kandil, lamba] zâhir bir surette haber verdikten sonra, ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden sonra Mektuplardan, sonra Lem’alardan, [parıltı] risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) işaret ettiğini ispat eylemiş.

658

Ve madem başta,

بَدَأْتُ بِبِسْمِ اللهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ * 1

risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillâh Risalesine baktığı gibi, kasem-i câmi-i muazzamanın [büyük ve kapsamlı yemin] âhirinde, risalelerin kısm-ı âhirleri [son kısım] olan son Lem’alara [parıltı] ve Şuâlara, hususan bir âyetü’l-kübra-yı tevhid [en büyük tevhid delili] olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i harika-i Arabiye [Arapça harika bir şekilde yazılmış olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a] ve risale-i esmâ-i [Allah’ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem’a] sitte ve risale-i işarât-ı huruf-u Kur’âniye [bazı Kur’ân harflerinin işaret ettiği mânâları anlatan risale; Birinci Şuâ] ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi, dalâletlerin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bütün mânevî sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir mânâda Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] namını alan risale-i harikaya [harika kitap] bakıyor gibi bir tarz-ı ifade [ifade etme tarzı] görünüyor.

Ve madem, birtek meselede bulunan emâreler ve karineler, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] meselenin vahdeti [Allah’ın birliği] haysiyetiyle, emareler birbirine kuvvet verir, zayıf bir münasebetle bir tereşşuh [sızma/sızıntı] dahi menbaına [kaynak] ilhak [ekleme] edilir.

Elbette, bu yedi adet esaslara istinaden deriz: Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) nasıl ki meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubat’tan bir kısmına ve Lem’alardan [parıltı] en mühimlerine tertiple bakmış. Öyle de, وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle Otuzuncu Lem’aya, [parıltı] yani müstakil [bağımsız] Lem’alardan [parıltı] en son olan Esmâ-i Sitte Risalesine [Allah’ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale, Otuzuncu Lem’a] [parıltı] tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ederek bakıyor ve حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَتَشَامَخَتْ kelâmıyla dahi Otuzuncu Lem’a[parıltı] takip eden İşarât-ı Huruf-u Kur’âniye Risalesine [bazı Kur’ân harflerinin işaret ettiği mânâları anlatan risale; Birinci Şuâ] takdir edip işaretle tasdik ediyor.

وَاسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve imanın elinde Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi harikalı en kuvvetli burhan olan mecmua risalesini senâkârâne [överek ve medheder bir şekilde] remzen [ince işaret] gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden [ifade etme tarzı] bilâperva [pervasız, çekinmeden] hükmediyoruz ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) hem Risale-i Nur’dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mânâ-yı hakikî [asıl kastedilen mânâ] ve mecazî ile işârî ve remzî ve îmâî

659

ve telvihî [kinaye, üstü kapalı bir bir şekilde açıklayıp göstererek] bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa, işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi kalmaz zannediyorum. Buradaki mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve medlûl-u [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] mecazîlere karinelerin [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] en güzeli ve lâtifi, [berrak, şirin, hoş] aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Meselâ, yirmi dokuz, otuz ve otuz bir ve otuz iki mertebe-i tâdâdda [sayı saymadaki sıra] Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gayet münasip isimlerle ve başta Sözlerin başı olan Birinci Söze, aynı besmele sırrıyla ve âhirde şimdilik risalelerin âhirine, mâhiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de, fakat çok güzeldir ve letâfetlidir. [hoşluk, gözellik]

Ben itiraf ediyorum ki, böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle [yön] o makama liyakatim yoktur. Fakat küçük, ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir ağacı halk etmek, kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] şe’nindendir [belirleyici özellik] ve âdetidir ve azametine delildir.

Ben kasemle [yemin] temin ederim ki, Risale-i Nur’u senâdan maksadım, Kur’ânın hakikatlerini ve imanın rükünlerini [esas, şart] teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] yüz binler şükrolsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş. Nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve o nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyâkârâne bakması, acınacak bir hamakattir [ahmaklık] ve dehşetli bir hasârettir. [zarar] İşte bu hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] ile yalnız hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] tercümanı olan Risale-i Nur’un doğru ve hak olduğuna lâtif [berrak, şirin, hoş] bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:

Celcelûtiye, Süryanice “bedi” demektir. Ve bedi’ [güzel, eşsiz] mânâsındadır. İbareleri bedi’ [güzel, eşsiz] olan Risale-i Nur, Celcelûtiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı [belirti] göründüğünden, kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde, bana verilen “Bediüzzaman” lâkabı benim değildi. Belki Risale-i Nur’un mânevî bir ismiydi; zâhir bir tercümanına âriyeten [ödünç olarak] ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine

660

iade edilmiş. Demek, Süryanice bedi’ [güzel, eşsiz] mânâsında ve kasidede [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] tekerrürüne binaen kasideye [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] verilen Celcelûtiye ismi, işârî bir tarzda, bid’at zamanında çıkan Bediülbeyan [beyanındaki görülmedik güzellik] ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur’un hem ibare, hem mânâ, hem isim noktalarıyla bedîliğine münasebetdarlığı ihsas [hissettirme] etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmâsında [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum.

رَبَّنَا لاَتُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَأْنَا * 1

SEKİZİNCİ REMİZ

Sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur’ân’ın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) takdir ve tahsinine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) teveccüh [ilgi] ve tebşirine [müjdeleme] veçh-i ihtisası [hususi ve özel olarak, bizzat yönelme] nedir? O iki zâtın kerametle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?

Elcevap: Malûmdur ki, bazı vakit olur, bir dakika, bir saat; ve belki bir gün, belki seneler kadar; ve bir saat, bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ, bir dakikada şehid olan bir adam, bir velâyet [velilik] kazanır. Ve soğuğun şiddetinden incimad [donma] etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda [dehşetli saldırı] bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.

İşte, aynen öyle de, Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] (a.s.m.) ve şeâir-i Ahmediyeye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sembol hükmündeki sünnetleri, prensipleri] (a.s.m.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiâze [Allah’a sığınma] etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden [saldırı] mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından, Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesb [elde etme, kazanma] etmiş ki; Kur’ân ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş. Ve

661

Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) üç kerametle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ona beşaret [müjde] vermiş. Ve Gavs-ı Âzam (k.s.) kerametkârâne [keramet göstererek] ondan haber verip tercümanını teşci [cesaretlendirme] etmiş.

Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] olan itikadın [inanç] istinad kal’aları [kale] sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri [öğrenci] dahi, bulundukları kasaba, karye [köy] ve şehirlerde, hizmet-i imaniye [iman hizmeti] itibarıyla âdetâ birer gizli kutup [esas, önder, direk, eksen] gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinadı [dayanak noktası] olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i itikadları [inançtaki mânevî kuvvet, dayanak] cesur birer zâbit [subay] gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın [Allah’a inanan] kalblerine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.

Eğer bir muannid [inatçı] tarafından denilse: “Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahü anh, bu umum mecâzî mânâları irade etmemiş.” Biz de deriz ki: Faraza, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahü anh irâde etmezse, fakat kelâmı delâlet eder ve karînelerin kuvvetiyle, işârî ve zımnî delâletle mânâları içine dahil eder. Hem madem o mecâzî mânâ ve işârî mefhumlar [anlam] haktır, doğrudur ve vâkıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktır ve karîneleri kuvvetlidir; elbette Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahü anh’ın, böyle bütün işârî mânâları irade edecek küllî bir teveccühü [ilgi] faraza bulunmazsa; Celcelûtiye vahiy olmak cihetiyle hakikî sahibi, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahü anh’ın Üstâdı olan Peygamber-i Zîşân aleyhissalâtü vesselâmın küllî teveccühü [ilgi] ve Üstâdının, Üstâd-ı Zülcelâlinin [celâl ve haşmet sahibi üstad; Cenâb-ı Allah] ihâta[kavrayış] ilmi onlara bakar,

662

irade dairesine alır. Bu hususta kat’î ve yakîn derecesindeki kanaatımın bir sebebi şudur ki: Müşkilât-ı azîme [büyük zorluklar] içinde, El-Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyük âyet, delil] tefsir-i ekberi [büyük tefsir] olan Yedinci Şuâı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] teselli ve teşvike cidden çok muhtaç idim. Şimdiye kadar mükerrer tecrübelerle bu gibi hâletlerimde, [durum] inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] imdadıma yetişiyordu. Risaleyi bitirdiğim aynı vakitde—hiç hâtırıma gelmediği halde—birden bu kerâmet-i Aleviyenin [Hz. Ali’nin (r.a.) kerameti] zuhuru, bende hiçbir şüphe bırakmadı ki; bu dahi benim imdadıma gelen sâir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] gibi, Rabb-i Rahîmin [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] bir inâyetidir. İnâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ise aldatmaz, hakîkatsız olmaz…

Said Nursî

ba

663

Hakikat Çekirdekleri

Otuz beş sene evvel tab [basma] edilen Hakikat Çekirdekleri namındaki risaleden vecizelerdir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 1

1. Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl [hasta] bir uzvun reçetesi, ittibâ-ı Kur’ân’dır.

2. Azametli, bahtsız bir kıt’anın; [dünyanın kara paçalarından her biri] şanlı, talihsiz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi, ittihad-ı İslâmdır.

3. Arzı ve bütün nücum [yıldızlar] ve şümusu [güneşler] tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele malik olmayan kimse, kâinatta dâvâ-yı halk [yaratma iddiası] ve iddiayı icad edemez. Zira herşey herşeyle bağlıdır.

4. Haşirde bütün zevil’ervâhın [ruh sahiplari ] ihyâsı, [diriltme, hayat verme] mevt-âlûd [ölümcül, ölümle karışık] bir nevm [uyku] ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ [diriltme, hayat verme] ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] zâtiyedir; [kendisinden olan, ilinti olmayan] tagayyür [başkalaşım, değişme] edemez, acz tahallül [araya girme, içine karışma] edemez, avâik [engeller] tedahül [iç içe geçme] edemez. Onda merâtib [mertebeler] olamaz; herşey ona nisbeten birdir.

5. Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.

6. Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi [güneş sistemi] de o tanzim etmiştir.

664

7. Kâinatın telifinde [kaleme alma] öyle bir i’câz [mu’cize oluş] var ki, bütün esbab-ı tabiiye, [doğal sebepler] farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, muktedir birer fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] olsalar, yine kemâl-i acz [tam anlamıyla âcizlik] ile o i’câza [mu’cize oluş] karşı secde ederek, سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ لَنَۤا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 1 diyeceklerdir.

8. Esbaba tesir-i hakikî [gerçek tesir] verilmemiş; vahdet [Allah’ın birliği] ve celâl öyle ister. Lâkin, mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] cihetinde, esbab dest-i kudrete [Allah’ın kudret eli] perde olmuştur; izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet öyle ister—tâ, nazar-ı zâhirde, [dışa dönük bakış] dest-i kudret [Allah’ın kudret eli] mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] cihetindeki umur-u hasise [alçak ve değersiz işler] ile mübaşir [bir işin başında hazır bulunan, o işi yapan] görülmesin.

9. Mahall-i taallûk-u kudret [kudretin tecelli ettiği yer] olan herşeydeki melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] ciheti, şeffaftır, nezihdir. [temiz]

10. Âlem-i şehadet, [görünen alem] avâlimü’l-guyûb [gaybî âlemler] üstünde tenteneli [tül gibi, ince ve şeffaf] bir perdedir.

11. Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenâhi [sonsuz kudret, güç] lâzımdır. Zira, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın [büyük bir kitabı andıran kâinat] herbir harfinin, bahusus [hususan, özellikle] zîhayat [canlı] herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih [yönelen] birer yüzü, nâzır birer gözü vardır.

12. Meşhurdur ki, hilâl-i îde [Ramazanın bittiğini gösteren yeni ayın hilâli] bakarlardı. Kimse birşey görmedi. İhtiyar bir zât yemin ederek “Hilâli gördüm” dedi. Halbuki gördüğü hilâl değil, kirpiğinin takavvüs [eğilme] etmiş beyaz bir kılıydı. O kıl nerede, kamer [ay] nerede? Harekât-ı zerrat [zerrelerin, atomların hareketleri] nerede, fâil-i teşkil-i envâ [çeşitleri, türleri teşkil eden fail, fiil sahibi] nerede?

13. Tabiat misalî bir matbaadır, tâbi’ [tab eden, yapan] değil. Nakıştır, [işleme] nakkaş [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] değil. Kàbildir, fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] değil. Mistardır, [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] masdar [fiillerin asıl kökü] değil. Nizamdır, nâzım [düzenleyen] değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, [Cenâb-ı Hakkın iradesiyle oluşan şeriat, tabiat kanunları] hakikat-i hariciye [dış dünyaya ait gerçek] değil.

665

14. Fıtrat-ı zîşuur [şuurlu yaratılış] olan vicdandaki incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın [çekici hakikat, cazibeli gerçek] cezbesiyledir.

15. Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüvv [yeşillenme, gelişme meyli] der: “Ben sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat [hayat bulma meyli, arzusu, kabiliyeti] var. Der: “Piliç olacağım.” Biiznillâh [Allah’ın izni ile] olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad [donma meyli, kabiliyeti] ile der: “Fazla yer tutacağım.” Metin [sağlam] demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar, [meyil, eğilim] iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] tecellîleridir, cilveleridir.

16. Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz [arı beyi] bırakmayan kudret-i ezeliye, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] elbette beşeri nebîsiz [peygamber] bırakmaz. Âlem-i şehadetteki [görünen alem] insanlara inşikak-ı kamer [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olduğu gibi, Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] dahi âlem-i melekûttaki [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] melâike [melek] ve ruhaniyâta [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] karşı bir mucize-i kübrâ-yı [en büyük mucize] Ahmediyedir ki, nübüvvetinin [peygamberlik] velâyeti [velilik] bu keramet-i bâhire [ap açık keramet] ile ispat edilmiştir ve o parlak zât, berk [şimşek] ve kamer [ay] gibi melekûtta [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] şûlefeşân [gür ışık/alev] olmuştur.

17. Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahittir. Birincisi ikincisine burhan-ı limmîdir; [tümevarım; Eseri meydana getirenden esere olan delil (ateşin dumana delil olması gibi)] ikincisi birincisine burhan-ı innîdir.

18. Hayat, kesrette [çokluk] bir çeşit tecellî-i vahdettir. [Allah’ın birlik tecellisi] Onun için ittihada [birleşme] sevk eder. Hayat, birşeyi herşeye malik eder.

19. Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, [haricî (maddî) vücud sahibi bir kanun] bir namus-u zîşuurdur. [şuur sahibi yasa, kanun] Sabit ve daim fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir, bir seyyâle-i lâtifeyi [akıcı özelliğe sahip mânevî varlık] o cevhere sadef [içinde inci bulunan kabuk] etmiştir.

666

Mevcut ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem âlem-i emirden [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] bir vücud-u haricî [dış dünya, görünen varlık âlemi] giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse, yine lâyemut [ölümsüz] bir kanun olurdu.

20. Ziya ile mevcudat [var edilenler, varlıklar] görünür; hayat ile mevcudatın [var edilenler, varlıklar] varlığı bilinir. Herbirisi birer keşşaftır. [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan]

21. Nasraniyet [Hristiyanlık] ya intıfâ [yok olma, sönme] veya ıstıfâ edip İslâmiyete karşı terk-i silâh [teslim olma] edecektir. Nasraniyet [Hristiyanlık] birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfâ [yok olma, sönme] bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin [Hristiyanlık] esasını câmi olan hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme [büyük sır] Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm işaret etmiştir ki, “Hazret-i İsâ nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”1

22. Cumhur-u avâmı, [halkın çoğunluğu] burhandan ziyade, me’hazdaki [kaynak] kudsiyet imtisâle [emre uyma, bağlanma] sevk eder.

23. Şeriatın yüzde doksanı (zaruriyat ve müsellemât-ı diniye) [dinin herkesçe kabul edilmiş esasları] birer elmas sütundur. Mesâil-i içtihadiye-i hilâfiye, [üzerinde ihtilaf edilen içtihadi meseleler] yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altının himayesine verilmez. Kitaplar ve içtihadlar Kur’ân’a dürbün olmalı, âyine [ayna] olmalı; gölge ve vekil olmamalı.

24. Her müstaid, [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] nefsi için içtihad edebilir, teşri’ [yasama, kanun koyma] edemez.

25. Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vâbestedir. [bağlı] Yoksa davet bid’attır, [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] reddedilir.

26. İnsan fıtraten mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] olduğundan, hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir;

667

hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız, [irade dışı] dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.

27. Birbirinden eşeff [çok parlak, çok şeffaf] ve eltaf, [çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] kudretin çok âyineleri vardır; sudan havaya, havadan esire, esirden âlem-i misale, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] âlem-i misalden [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] âlem-i ervâha, [ruhlar âlemi] hattâ zamana, fikre tenevvü [çeşitlenme] ediyor. Hava âyinesinde, bir kelime milyonlar kelimat [ifadeler, sözler] olur; kalem-i kudret, [Allah’ın kudret kalemi] şu sırr-ı tenasülü [çoğalma, üreme sırrı] pek acip istinsah [kopyasını çıkarma] ediyor. İn’ikâs, [yansıma] ya hüviyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar. Kesifin [katı] timsalleri [görüntü] birer meyyit-i müteharriktir. [hareket hâlindeki ölü] Bir ruh-u nuranînin [nuranî ruh; maddî yapısı olmayıp nurdan yaratılmış varlığın ruhu] kendi âyinelerinde olan timsalleri, [görüntü] birer hayy-ı murtabıttır; [hayata bağlı, hayat ile irtibatlı] aynı olmasa da, gayrı da değildir.

28. Şems, hareket-i mihveriyesiyle [yörüngedeki hareket] silkinse, meyveleri düşmez. Silkinmezse, yemişleri olan seyyarat [gezegenler] düşüp dağılacaktır.

29. Nur-u fikir, [fikir ve düşünceden kaynaklanan nur; fikir aydınlığı] ziya-yı kalble [kalp ışığı] ışıklanıp mezc [karışma, bütünleşme] olmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim [karanlık] nehar-ı ebyazı, [gündüz aydınlığı, gözün gündüz aydınlığına benzeyen beyazı] muzîiHaşiye [aydınlatan, ışık veren, parlak] leyle-i süveydâ [karanlık gece, göz bebeğindeki siyah nokta] ile mezc [karışma, bütünleşme] olmazsa basarsız [görme] olduğu gibi, fikret-i beyzâda [parlak fikir] süveydâ-i kalb [kalbin ortasındaki siyah nokta] bulunmazsa, basiretsizdir.

30. İlimde iz’ân-ı kalb [kalben kabul etme] olmazsa cehildir. [bilgisizlik] İltizam başka, itikad [inanç] başkadır.

31. Bâtıl şeyleri iyice tasvir, sâfi zihinleri idlâldir. [hak yoldan çıkarma, saptırma]

32. Âlim-i mürşid [irşâd eden âlim] koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir.

33. Birşeyin vücudu, bütün eczasının vücuduna vâbestedir. [bağlı] Ademi ise, bir cüz’ünün ademiyle olduğundan, zayıf adam, iktidarını göstermek için tahrip taraftarı oluyor, müsbet [isbat edilmiş, sabit] yerine menfice hareket ediyor.

668

34. Desâtir-i hikmet, [hikmet kanunları; İlâhî [Allah tarafından olan] gaye ve fayda ile şekillenen kanunlar] nevâmis-i hükûmetle; [hükümetin kanunları, yasaları] kavânin-i hak, [hak ve hakikatin kanunları] revâbıt-ı kuvvetle [gücün (icranın) bağları, etkileri] imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] etmezse, cumhur-u avamda [geniş halk kitlesi] müsmir [meyveli] olamaz.

35. Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş. Hıyanet, hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] libasını [elbise] giymiş. Cihada, bağy [isyan] ismi takılmış. Esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, [zıtlar] suretlerini mübadele [değiş tokuş] etmişler.

36. Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.

37. Aç canavara karşı tahabbüb, [karşılıklı sevgi gösterme] merhametini değil, iştihasını [arzu, istek] açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.

38. Zaman gösterdi ki, Cennet ucuz değil; Cehennem dahi lüzumsuz değil.

39. Dünyaca havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet [alçakgönüllülük] iken, tahakküm [baskı] ve tekebbüre [büyüklenme] sebep olmuştur. Fukaranın aczi, avâmın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan [bağış] iken, esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.

40. Birşeyde mehâsin [güzellikler] ve şeref hâsıl oldukça, havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] peşkeş ederler. Seyyiat [günahlar] olsa, avâma taksim ederler.

41. Gaye-i hayal [hayal edilen gaye] olmazsa veyahut nisyan [unutkanlık] veya tenâsi [unutmaya çalışma] edilse, ezhan [zihinler] enelere dönüp etrafında gezerler.

42. Bütün ihtilâlât [ihtilaller, karışıklıklar] ve fesadın asıl madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin [kötü ahlâk] muharrik [harekete geçirici] ve menbaı, [kaynak] tek iki kelimedir.

Birinci kelime: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne.”

İkinci kelime: “İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim.”

Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devâsı var ki, o da vücub-u zekâttır. [zekâtın farz oluşu] İkinci kelimenin devâsı hurmet-i ribâdır. [faizin haram oluşu] Adalet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın adaleti] âlem kapısında durup, ribâya [faiz] “Yasaktır, girmeye hakkın yoktur” der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille [tokat] yedi. Daha müthişini yemeden dinlemeli.

669

43. Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer [insan grupları] muharebesine terk-i mevki [yerini terk etme] ediyor. Zira, beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.

44. Tarik-i gayr-ı meşru [meşru ve kanunî olmayan yol ] ile bir maksadı takip eden, galiben [çoğunlukla] maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı, mahbubun gaddârâne [acımasızca] adâvetidir. [düşmanlık]

45. Maziye, mesâibe [musibetler, belâlar] kader nazarıyla; ve müstakbele, meâsîye [günahlar, isyanlar] teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebir [Cebriye mezhebi] ve İtizal, [Mu’tezile, “Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır” iddiasında olan ehl-i sünnet dışı bir mezhep] burada barışırlar.

46. Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cezâa [ağlayıp, sızlanma] iltica etmemek gerektir.

47. Hayatın yarası iltiyam [iyileşme, yaranın kapanması] bulur. İzzet-i İslâmiyenin [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] ve namusun ve izzet-i milliyenin [milli izzet ve şeref] yaraları pek derindir.

48. Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur.Haşiye [dipnot] Öyle şerâit [şartlar] tahtında olur ki, küçük bir hareket, insanı âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkarır. Ve öyle hal olur ki, küçük bir fiil, insanı esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] indirir.

49. Bir tane sıdk, [doğruluk] bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayalâta müreccahtır. [tercih edilen]

لاَيَلْزَمُ مِنْ لُزُومِ صِدْقِ كُلِّ قَوْلٍ قَوْلُ كُلِّ صِدْقٍ

“Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil.”

50. Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

51. İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir. [ümitsizlik]

52. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullahı [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] ve bekà-yı istiklâliyeti [bağımsızlığın devamını sağlamak] ve İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı [Müslümanların tamamının değil, fakat bir kısmının mutlaka yapması farz olan cihad] deruhte [üstüne almak] ile kendini, yekvücut olan âlem-i İslâma [İslâm âlemi] fedaya

670

vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin [İslâm devleti] felâketi, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle [gelecekteki hürriyet, özgürlük] telâfi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız [hayat için gerekli olan] olan uhuvvet-i İslâmiyenin [İslâm kardeşliği] inkişafını [açığa çıkma] harikulâde tâcil [çabuklaştırma] etti.

53. Hıristiyanlığın malı olmayan mehâsin-i medeniyeti [medeniyetin güzellikleri] ona mal etmek ve İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi [alçalma, gerileme] ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.

54. Paslanmış bîhemtâ [eşsiz, benzersiz] bir elmas, daima mücellâ [parlatılmış, parlak] cama müreccahtır. [tercih edilen]

55. Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.

56. Mecaz, [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder, hurâfâta kapı açar.

57. İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, [bağış] ihsan [bağış] değildir. Herşeyi olduğu gibi tavsif [bir sıfatla niteleme] etmek gerektir.

58. Şöhret, insanın malı olmayanı dahi insana mal eder.

59. Hadis, maden-i hayat [hayat kaynağı] ve mülhim-i hakikattir. [hakikati ilham eden]

60. İhyâ-yı din, [dinin diriltilmesi] ihyâ-yı millettir. [milletin diriltilmesi, uyanışı] Hayat-ı din, nur-u hayattır. [hayat ışığı]

61. Nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal [en az] ekseriyetin saadetini tazammun [içerme, içine alma] eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] beş menfi esas üzerine teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] etmiştir:

1. Nokta-i istinadı [dayanak noktası] kuvvettir. O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tecavüzdür.

2. Hedef-i kastı [kastedilen hedef] menfaattir. O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tezâhumdur. [izdiham meydana getirme, sıkışma]

3. Hayatta düsturu [kâide, kural] cidaldir. [mücadele] O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tenâzudur. [çekişme, çatışma]

671

4. Kitleler mâbeynindeki [ara] rabıtası, [bağ] âhari [diğer, başka] yutmakla beslenen unsuriyet [ırkçılık] ve menfi milliyettir. [ırkçılık] O ise, şe’ni [belirleyici özellik] müthiş tesâdümdür. [şiddetli çarpışma, savaşma]

5. Cazibedar hizmeti, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve hevesi teşcî [cesaretlendirme] ve arzularını tatmindir. O hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ise, insanın mesh-i mânevîsine [manevi yönünün silinmesi] sebeptir.

Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun [içerme, içine alma] ettiği ve emrettiği medeniyet ise:

Nokta-i istinadı, [dayanak noktası] kuvvete bedel, haktır ki, şe’ni [belirleyici özellik] adalet ve tevâzündür. [denge, ölçü]

Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni [belirleyici özellik] muhabbet ve tecâzüptür. [birbirini cezbetme, yakınlaşma]

Cihetü’l-vahdet [birlik yönü] de, unsuriyet [ırkçılık] ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir [din, sınıf ve vatan bağı] ki, şe’ni [belirleyici özellik] samimî uhuvvet [kardeşlik] ve müsalemet [barış ve huzur içinde olma] ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür. [müdafaa etme, savunma]

Hayatta, düstur-u cidal [mücadele prensibi] yerine düstur-u teâvündür [yardımlaşma kanunu] ki, şe’ni [belirleyici özellik] ittihad [birleşme] ve tesanüttür. [dayanışma]

Hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] yerine hüdâdır ki, şe’ni [belirleyici özellik] insaniyeten terakki [ilerleme] ve ruhen tekâmüldür. [ilerleme, mükemmelleşme]

Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun.

62. Musibet-i âmme, [büyük ve genel musibet] ekseriyetin hatasından terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder. Musibet, cinayetin neticesi, mükâfâtın mukaddimesidir. [başlangıç]

63. Şehid, kendini hayy [diri, canlı] bilir. Feda ettiği hayatı, sekerâtı [can çekişme/ölüm anı] tatmadığından, gayr-ı münkatı[kesintisiz] ve bâki görüyor; yalnız, daha nezih [temiz] olarak buluyor.

64. Adalet-i mahzâ-yı [mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] Kur’âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder [boş yere, faydasız] etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlıkla, [bencil] öyle insan olur ki, ihtirasına mâni herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.

672

65. Havf [korku] ve zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] tesirat-ı hariciyeyi [dış tesirler, etkenler] teşcî [cesaretlendirme] eder.

66. Muhakkak maslahat, [amaç, yarar] mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] mazarrata [zarar] feda edilmez.

67. Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır.

68. Deli adama “İyisin, iyisin” denilse iyileşmesi, iyi adama “Fenasın, fenasın” denilse fenalaşması nadir değildir.

69. Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

70. İnadın işi: Şeytan birisine yardım etse, “Melektir” der, rahmet okur. Muhalifinde melek görse, “Libasını [elbise] değiştirmiş şeytandır” der, lânet eder.

71. Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse, dert getirir.

72.

اِذَا وَازَنْتَ بَيْنَ حَوَاسِّ حُوَيْنَةٍ خُرْدَبِينِيَّةٍ وَحَوَاسِّ اْلاِنْسَانِ، تَرٰي سِرًّا عَجِيبًا: اِنَّ اْلاِنْسَانَ كَصُورَةِ يٰسۤ كُتِبَ فِيهَا سُورَةُ يٰسۤ * 1

73. Cemaatte vahid-i sahih [sağlam birey, küsuratsız sayı; tamsayı] olmazsa, cem ve zam, kesir [çok] darbı gibi küçültür.Haşiye [dipnot]

74. Adem-i kabul, [kabul etmeme] kabul-ü ademle [yokluğunu iddia etme, inkâr] iltibas [karıştırma] olunur. Adem-i kabul: [kabul etmeme] Adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, [yokluğunu iddia etme, inkâr] delil-i adem ister. Biri şek, [şüphe] biri inkârdır.

75. İmanî meselelerde şüphe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da, medlûle [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] iras-ı zarar [zarar verme] edemez. Çünkü binler delil var.

76. Sevâd-ı âzama [insanların çoğunluğu] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama [insanların çoğunluğu] dayandığı zaman, lâkayt [duyarsız] Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette [azınlık] kalan salâbetli [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] dayandı.

673

77. Hakta ittifak, ehakta [en doğru, daha doğru] ihtilâf olduğundan, bazan hak, ehaktan [en doğru, daha doğru] ehaktır; [en doğru, daha doğru] hasen, ahsenden [daha güzel] ahsendir. [daha güzel] Herkes kendi mesleğine “Hüve [“O”, Allah] hakkun” demeli, “Hüve‘l-Hakku” [“O”, Allah] dememeli. Veyahut “Hüve [“O”, Allah] hasen” demeli, “Hüve‘l-Hasen” [“O”, Allah] dememeli.

78. Cennet olmazsa, Cehennem tâzip [azap] etmez.

79. Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, rümuzu [ince işaretler] tavazzuh [açıklığa kavuşma, aydınlanma] ediyor. Nur, nar göründüğü gibi, bazan şiddet-i belâğat [belagatın kuvvetliliği] dahi mübalâğa görünür.

80. Hararetteki merâtip, [mertebeler] burudetin [soğukluk] tahallülüyledir. [araya girme, içine karışma] Hüsündeki [güzellik] derecat, [dereceler] kubhun [çirkinlik] tedahülüyledir. [iç içe geçme] Kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] zâtiyedir, [kendisinden olan, ilinti olmayan] lâzımedir, [gereklilik] zaruriyedir. Acz tahallül [araya girme, içine karışma] edemez, merâtip [mertebeler] olamaz, herşey ona nisbeten müsavidir. [eşit]

81. Şemsin feyz-i tecellîsi [yansımadan doğan feyiz, bereket] olan timsali, [görüntü] denizin sathında [bir şeyin üstü, dış yüzü] ve denizin katresinde [damla] aynı hüviyeti gösteriyor.

82. Hayat, cilve-i tevhiddendir; [tevhid görüntüsü] müntehâ[bir şeyin en uç noktası] da vahdet [Allah’ın birliği] kesb [elde etme, kazanma] ediyor.

83. İnsanlarda velî, Cumada dakika-i icabe, [duanın kabul olduğu dakika, an] Ramazan’da Leyle-i Kadir, [Kadir Gecesi] Esmâ-i Hüsnâda [Allah’ın en güzel isimleri] İsm-i Âzam, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad [bireyler] dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene müphem [belirsiz] bir ömür, nihayeti muayyen bin sene ömre müreccahtır. [tercih edilen]

84. Dünyada mâsiyetin [günah] âkıbeti, ikab-ı uhrevîye [ahiretteki ceza] delildir.

85. Rızık, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] besliyor. Hayat, muhassal-ı mazbuttur, [elde tutulacak şekilde var olan, oluşan] görünür. Rızık, gayr-ı muhassal, [husule gelmemiş, birden somut olarak var olmayan] tedricî [aşamalı, derece derece] münteşirdir, [yaygın olan] düşündürür. Açlıktan ölmek yoktur. Zira

674

bedende şahm [etler arasında bulunan yağ, iç yağı] ve saire suretinde iddihar [biriktirme, depolama] olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten [alışkanlıkların terki] neş’et [doğma] eden maraz [hastalık] öldürür; rızıksızlık değil.

86. Âkilüllâhm [etçil, etle beslenen] vahşîlerin helâl rızıkları, hayvânâtın hadsiz cenazeleridir. Hem rû-yi zemini [yeryüzü] temizliyorlar, hem rızıklarını buluyorlar.

87. Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa… Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zâika[tad alma duyusu] taltif [güzellikle muamele etmek] ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefîhidir.

88. Lezâiz [lezzetler] çağırdıkça, “Sanki yedim” demeli. “Sanki yedim”i düstur [kâide, kural] yapan Sanki Yedim namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.

89. Eskiden ekser İslâm aç değildi; tereffühe [aşırı rahatlık, bolluk ve rahatlık içinde yaşama] ihtiyar vardı. Şimdi açtır; telezzüze [lezzet alma] ihtiyar yoktur.

90. Muvakkat [geçici] lezzetten ziyade, muvakkat [geçici] eleme tebessüm etmeli, hoşgeldin demeli. Geçmiş lezâiz, [lezzetler] ah vah dedirtir. Ah, müstetir [gizli, örtülü] bir elemin tercümanıdır. Geçmiş âlâm, [elemler, acılar] oh dedirtir. O oh, muzmer [gizli, saklı] bir lezzet ve nimetin muhbiridir.

91. Nisyan [unutkanlık] dahi bir nimettir. Yalnız hergünün âlâmını [elemler, acılar] çektirir, müterâkimi [birikmiş, yığılmış] unutturur.

92. Derece-i hararet [sıcaklık derecesi] gibi, her musibette bir derece-i nimet [nimet derecesi] vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti [nimet derecesi] görüp, Allah’a şükretmeli. Yoksa, isti’zâm [büyütme] ile üflense şişer, merak edilse ikileşir; kalbdeki misali, hayali, hakikate inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder, o da kalbi döver.

93. Her adam için, heyet-i içtimaiyede [sosyal yapı] görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden [statü, makam, mevki] yüksek ise, tekebbürle [büyüklenme] tetâvül [büyüklenme, kibirle muamele etme] edecek. Eğer kamet-i kıymetinden [statü, makam, mevki] aşağı ise, tevazu [alçakgönüllülük] ile takavvüs [eğilme] edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası [ölçü] küçüklüktür, yani tevazudur. [alçakgönüllülük] Küçüklüğün mizanı [ölçü] büyüklüktür, yani tekebbürdür. [büyüklenme]

94. Zayıfın kavîye [güçlü, kuvvetli] karşı izzet-i nefsi, [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] kavîde [güçlü, kuvvetli] tekebbür [büyüklenme] olur. Kavînin [güçlü, kuvvetli] zayıfa karşı tevazuu, [alçakgönüllülük] zayıfta tezellül [alçalma] olur. Bir ülül’emrin [emir veren, idareci] makamındaki ciddiyeti vakar-

675

dır, mahviyeti [alçakgönüllülük] zillettir; [alçaklık] hanesindeki ciddiyeti kibirdir, mahviyeti [alçakgönüllülük] tevazudur. [alçakgönüllülük] Fert mütekellim-i vahde [birinci tekil şahıs, “ben”] olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; [Allah için yapılan iyi işler] mütekellim-i maalgayr [birici çoğul şahıs, biz] olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. [faydasız, yararsız iş] Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis [kabullenmek, kendi adına feragat etmek] eder, tefahur [gururlanma, övünme] edemez; millet namına tefahur [gururlanma, övünme] eder, hazm-ı nefis [kabullenmek, kendi adına feragat etmek] edemez.

95. Tertib-i mukaddematta [bir sonuca ulaşmak için uyulması gerekli olan sebepler sırası] tevfiz [yetki ve sorumluluğu başkasına veya Allah’a havale etme] tembelliktir; terettüb-ü neticede [sonuç olarak ortaya çıkma] tevekküldür. Semere-i sa’yine [çalışmanın meyvesi, neticesi] ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa’yi [çalışma eğilimi, isteği] kuvvetlendirir; mevcuda iktifâ, [yetinme] dûn-himmetliktir. [gayretsizlik]

96. Evâmir-i şer’iyeye [şeriatın emirleri] karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzâtın [ceza] ekseri âhirette, ikincisinde ağlebi [çoğunlukla] dünyada olur. Meselâ, sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin [hareketsizlik] mücâzâtı [ceza] sefalettir; sa’yin [çalışma] sevabı servettir; sebatın [kalıcı olma, sabit kalma] mükâfâtı galebedir. [üstün gelme] Müsavatsız [eşit olmayan, denk gelmeyen] adalet, adalet değildir.

97. Temasül [birbirinin aynısı olma] tezadın [zıtlık] sebebidir. Tenasüp [uygunluk] tesanüdün [dayanışma] esasıdır. Sıgar-ı nefis [nefsin küçüklüğü] tekebbürün [büyüklenme] menbaıdır. [kaynak] Zaaf [zayıflık, güçsüzlük] gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir. [kaynak] Merak ilmin hocasıdır.

98. Kudret-i fâtıra, [yaratıcı kudret] ihtiyaç ile, hususan açlık ihtiyacıyla, başta insan, bütün hayvânâtı gemlendirip nizama sokmuş. Hem âlemi hercümerçten [karışıklık, dağınıklık] halâs [kurtulma] edip, hem ihtiyacı medeniyete üstad ederek terakkiyâtı [ilerleme] temin etmiştir.

99. Sıkıntı sefahetin [ahmaklık, beyinsizlik] muallimidir. Yeis [ümitsizlik] dalâlet-i fikrin, [fikir sapkınlığı] zulmet-i kalb [kalp katığılı, kalbin kararması] ruh sıkıntısının menbaıdır. [kaynak]

100. اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ بالتَّهَوُّسِ * تَرَجَّلَ النِّسَۤاءُ باِلتَّوَقُّحِ 1 Bir

676

meclis-i ihvâna [kardeşler meclisi] güzel bir karı girdikçe riyâ, [gösteriş] rekabet, haset damarı intibah [uyanış] eder. Demek, inkişaf-ı nisvandan, [kadınların açılması] medenî beşerde ahlâk-ı seyyie [kötü ahlâk] inkişaf [açığa çıkma] eder.

101. Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd [kötülüklere karışmış, fenalıklara bulaşmış] hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir.

102. Memnu [yasaklanmış] heykel, ya bir zulm-ü mütehaccir, [taşlaşmış zulüm] ya bir heves-i mütecessim [cisimleşmiş heves] veya bir riyâ-yı mütecessiddir. [cesetleşmiş gösteriş]

103. İslâmiyetin müsellemâtını [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] tamamen imtisal [bağlanma, boyun eğme] ettiği cihetle bihakkın [gerçek anlamıyla] daire-i dahiline girmiş zâtta, meylü’t-tevsi, [genişletme eğilimi] meylü’t-tekemmüldür. [mükemmelleşme eğilimi] Lâkaytlıkla [duyarsız] hariçte sayılan zatta, meylü’t-tevsi, [genişletme eğilimi] meylü’t-tahriptir. Fırtına ve zelzele zamanında, değil, içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır. [amaç, yarar] Lâübâliler ruhsatlarla okşanılmaz; azîmetlerle, şiddetle ikaz edilir.

104. Biçare hakikatler, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.

105. Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat [hayat eserleri, belirtileri] gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse, ona benzemeyecek midir? Hayatı varsa, ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrat [atomlar] ve cevâhir-i ferdiye [tek başına olan cevherler, atomlar] hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur [şuur sahibi canlı varlık] olmayacak mıdır? Allah’ın böyle çok hayvanları var.

106. Şeriat ikidir.

Birincisi: Âlem-i asgar [en küçük âlem] olan insanın ef’âl [fiiler, davranışlar] ve ahvâlini [haller] tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan [Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı] gelen bildiğimiz şeriattır.

İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenâtını [durgunluklar] tanzim eden, sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelen şeriat-ı kübrâ-yı fıtriyedir [yaratılışta konulan ilâhî büyük şeriat, kâinattaki kanunlar] ki, bazan yanlış olarak “tabiat” tesmiye [isimlendirme] edilir. Melâike [melek] bir ümmet-i azîmedir [büyük millet, topluluk] ki, sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelen ve şeriat-ı fıtriye [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar]  

677

denilen evâmir-i tekviniyesinin [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] hamelesi [taşıyan] ve mümessili [temsilci] ve mütemessilleridirler. [cisim şeklinde görünen]

107.

اَلْجَمْعِيَّةُ الَّتِى فِيهَا التَّسَانُدُ اٰلَةٌ خُلِقَتْ لِتَحْرِيكِ السَّكَنَاتِ، وَالْجَمَاعَةُ الَّتِى فِيهَا التَّحَاسُدُ اٰلَةٌ خُلِقَتْ لِتَسْكِينِ الْحَرَكَاتِ * 1

108. Maddiyyunluk [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] mânevî tâundur [salgın ve ölümcül hastalık] ki, beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlâhîye [Allah’ın gazabı] çarptırdı. Telkin ve tenkit kàbiliyeti tevessü [genişleme, yayılma] ettikçe, o tâun [salgın ve ölümcül hastalık] da tevessü [genişleme, yayılma] eder.

109. En bedbaht, en muztarip, [çaresiz] en sıkıntılı, işsiz adamdır. Zira, atâlet [hareketsizlik] ademin biraderzadesidir. [kardeş çocuğu, yeğen] Sa’y, [çalışma] vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır. [uyanıklık hali]

110. Ribânın [faiz] kap ve kapıları olan bankaların nef’i, [fayda] beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir. [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] Âlem-i İslâma [İslâm âlemi] zarar-ı mutlaktır; [kesin ve tam zarar] mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz [aşkın] ise, hürmetsiz ve ismetsizdir. [masum olmayan]

111. Cumada hutbe, zaruriyat [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] ve müsellemâtı [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] tezkirdir; [hatırlatma] nazariyâtı [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] talim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvî ihtar eder. Hadis ile âyet muvazene [karşılaştırma/denge] edilse görünür ki, beşerin en belîği dahi, âyetin belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] yetişemez, ona benzemez.

Said Nursî

ba

678

[Bu mektup, on iki sene evvel yazılmış ve Sikke-i Tasdik-ı Gaybî mecmuasında dercedilmiş [yerleştirme] bir mektupdan bir parçadır.

Risale-i Nur’un bu vatan ve millete kazandırdığı büyük ve çok mukaddes iki neticeyi beyan etmesi, filhakika [gerçekte, doğrusu] aynen bu iki neticenin tezahürü bu memlekette ve âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] görülmüş olması dolayısıyla bu mektup çok ehemmiyetlidir.]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı [kurtulma] olmak cihetiyle; şimdi iki dehşetli mânevî belâyı def’etmek için matbuat [basın, medya] âlemi ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde [kuzey] çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı mânevî istilâsına karşı Risale-i Nur bir sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] gibi bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] vazifesini görebilir.

İkincisi: Âlem-i İslâm‘ın [İslâm âlemi] bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını [suçlama] izâle etmek [gidermek, ortadan kaldırmak] için matbuat [basın, medya] lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.

Ben dünyanın hâlini bilmiyorum, fakat Avrupa’da istilâkârane hükmeden ve edyân-ı semâviyeye [İlâhî dinler] dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a [kale] olduğu gibi, âlem-i İslâm‘ın [İslâm âlemi] ve Asya kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] hâl-i hazırdaki [şimdiki zaman] itiraz ve ittihamını [suçlama] izâle ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini [kardeşlik] iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir. [Kur’ân mu’cizesi]

679

Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek [baskı basma] resmen neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi [hakiki iman; inandığı şeylerin aslını, esasını bilerek inanma] pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acip inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve infilâklarda [şiddetli patlama] bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını dehşetli sadmelerden [darbe, yıkıcı müdahaleler] tam muhafaza edebilir miydi?

Said Nursî

ba

680

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَۤا اَللهُ * يَا رَحْمٰنُ * يَا رَحِيمُ * يَا فَرْدُ * يَا حَىُّ * يَا قَيُّومُ * يَا حَكَمُ * يَاعَدْلُ * يَاقُدُّوسُ

İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] hakkına ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hürmetine ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefine, “bu Mektubat”ı bastıranları ve mübarek yardımcılarını ve Risale-i Nur Talebelerini Cennetü’l-Firdevste [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] eyle. Âmin. Ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyede daima muvaffak eyle. Âmin. Ve defter-i hasenatlarına, [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] Mektubat Mecmuasının herbir harfine mukabil, bin hasene yazdır. Âmin. Ve nurların neşrinde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve devam ve ihlâs ihsan [bağış] eyle. Âmin.

Yâ Erhamerrâhimîn! [ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] Umum Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] iki cihanda mes’ut eyle. Âmin. İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmin. Ve bu âciz ve biçare Said’in kusuratını [kusurlar] affeyle. Âmin.

 Umum Nur şakirtleri [öğrenci] namına

Said Nursî