MEKTUBAT – On Birinci Mektup (68-70)

68

On Birinci Mektup

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Bu Mektup mühim bir ilâç olup dört âyetin hazinesinden dört küçük cevherine işaret eder.

AZİZ kardeşim,

Şu dört muhtelif meseleyi muhtelif vakitlerde Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nefsime ders vermiş. Arzu eden kardeşlerim dahi bundan bir ders veya bir hisse almaları için yazdım. Mebhas [bahis, kısım] itibarıyla başka başka dört âyet-i kerimenin hazine-i hakaikinden [gerçeklerin hazinesi] birer küçük cevher nümune olarak gösterilmiştir. O dört mebhastan [bahis, kısım] herbir mebhasın [bahis, kısım] ayrı bir sureti, ayrı bir faidesi var.

BİRİNCİ MEBHAS: [bahis, kısım] *3 اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا

Ey sû-i vesveseden [kötü vesvese, şüphe] meyus [ümitsiz] nefsim! Tedâi-yi hayalât, [hayallerin çağrışımı] tahattur-u faraziyat, [aslı olmayan şeylerin hatıra gelmesi] bir nevi irtisam[resmedilme] gayr-ı ihtiyarîdir. İrtisam ise, eğer hayırdan ve nuraniyetten olsa, hakikatin hükmü bir derece suretine ve misaline geçer: güneşin ziyası ve harareti, âyinedeki misaline geçtiği gibi. Eğer şerden ve kesiften [katı] olsa, aslın hükmü ve hassası, suretine geçmez ve timsaline [görüntü] sirayet [bulaşma] etmez. Meselâ necis [pis] ve murdar birşeyin âyinedeki sureti ne necistir, [pis] ne murdardır. Ve yılanın timsali [görüntü] ısırmaz.

İşte şu sırra binaen, tasavvur-u küfür, [küfrü düşünme, hayal etme] küfür değil; tahayyül-ü şetm, [çirkin ve kötü şeyleri hayal etme] şetm değil. Hususan ihtiyarsız [irade dışı] olsa ve farazî bir tahattur [hatıra gelme] olsa, bütün bütün zararsızdır.

69

Hem ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] olan Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mezhebinde birşeyin şer’an çirkinliği, pisliği, nehy-i İlâhî [Allah tarafından konulan yasak] sebebiyledir. Madem ki ihtiyarsız [irade dışı] ve rızasız bir tahattur-u farazîdir, [asılsız şeylerin hatıra gelmesi] bir tedâi-yi hayalîdir; [hayalî çağrışım, hayale geliş] nehiy [yasak] ona taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmez. O dahi ne kadar çirkin ve pis birşeyin sureti dahi olsa, çirkin ve pis olmaz.

İKİNCİ MESELE: Barla Yaylası, Tepelice’de, Çam, Katran, Karakavak’ın bir meyvesi olup, Sözler mecmuasına yazıldığı için buraya yazılmamıştır.1

ÜÇÜNCÜ MESELE: Şu iki mesele, Yirmi Beşinci Sözün, i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] karşı medeniyetin aczini gösteren misallerinden bir kısmıdır. Kur’ân’a muhalif olan hukuk-u medeniyetin [medenî hukuk] ne kadar haksız olduğunu ispat eden binler misallerinden iki misal: فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ 2 olan hükm-ü Kur’ânî, [Kur’ân’a dayalı hüküm, ilim] mahz-ı adalet [tam anlamıyla adalet] olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. [gerçek anlamıyla merhamet]

Evet, adalettir. Çünkü, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] itibarıyla bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler, irsiyetteki [miras] noksanını telâfi eder.

Hem merhamettir. Çünkü, o zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur’ân‘a [Kur’ân’ın hükmü] göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi, ona “benim servetimin yarısını ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebep olacak zararlı bir çocuk” nazarıyla endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasetsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi, ona “hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakip” nazarıyla bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar [gücenme, kırgınlık] katmaz.

Şu halde, o fıtraten nazik, nâzenin [ince, narin, duyarlı] ve hilkaten zaife ve nahife [zayıf, nazik, ince] kız, sureten [görünüş itibarıyla] az birşey kaybeder; fakat, ona bedel, akaribin [akrabalar, yakınlar] şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa, rahmet-i Haktan [Hakkın, Allah’ın rahmeti] ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit [çok şiddetli] bir zulümdür.

70

Belki, zaman-ı cahiliyette [cahiliyet dönemi; İslâmiyet öncesi cahillik dönemi] gayret-i vahşiyâneye [vahşî, medeniyetten uzak gurur ve haysiyet] binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarâne bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyânesi, [vahşice hırs] merhametsiz bir şenaate [çirkinlik, alçaklık] yol açmak ihtimali vardır. Bunun gibi, bütün ahkâm-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın hükümleri] وَمَۤا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ 1 fermanını tasdik ediyorlar.

DÖRDÜNCÜ MESELE: فَلاُمِّهِ السُّدُسُ 2 İşte, mimsiz medeniyet, [“deniyet”, aşağılık] nasıl kız hakkında, hakkından fazla hak verdiğinden böyle bir haksızlığa sebep oluyor. Öyle de, valide hakkında, hakkını kesmekle, daha dehşetli haksızlık ediyor.

Evet, rahmet-i Rabbâniyenin [Allah’ın rahmeti, merhameti] en hürmetli, en halâvetli, [tatlılık] en lâtif [berrak, şirin, hoş] ve en şirin bir cilvesi olan şefkat-i valide, [anne şefkati] hakaik-i kâinat [kâinatın iç yüzündeki gerçekler] içinde en muhterem, en mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] bir hakikattir. Ve valide, en kerîm, [cömert, ikram sahibi] en rahîm, öyle fedakâr bir dosttur ki, o şefkat saikasıyla, [sebebiyle] bir valide, bütün dünyasını ve hayatını ve rahatını, veledi [çocuk] için feda eder. Hattâ, valideliğin en basit ve en ednâ [basit, aşağı] derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla, [parıltı] yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.

İşte böyle muhterem ve muazzez [aziz, değerli] bir hakikati taşıyan bir valideyi veledinin [çocuk] malından mahrum etmek, o muhterem hakikate karşı ne kadar dehşetli bir haksızlık, ne derece vahşetli bir hürmetsizlik, ne mertebe cinayetli bir hakaret ve arş-ı rahmeti [bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Allah’ın rahmetinin tasarruf dairesi, makamı] titreten bir küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin [insanların sosyal hayatı] gayet parlak ve nâfi [faydalı] bir tiryakına bir zehir katmak olduğunu, insaniyetperverlik iddia eden insan canavarları anlamazlarsa, elbette hakikî insanlar anlar. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] فَلاُمِّهِ السُّدُسُ hükmünü, ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve mahz-ı adalet [tam anlamıyla adalet] olduğunu bilirler.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Said Nursî