MEKTUBAT – On Dokuzuncu Mektup -2 (155-198)

155

ALTINCI NÜKTE[derin anlamlı söz] İŞARET

Nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, Hazret-i Fatıma’ya (r.anha)ferman etmiş ki:

اَنْتِ اَوَّلُ اَهْلِ بَيْتِى لُحُوقًابىِ 1deyip, “Âl-i Beytimden, herkesten evvel vefat edip bana iltihak [karışma, katılma] edeceksin” diye söylemiş. Altı ay sonra, haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.

Hem Ebu Zer’e ferman etmiş:

سَتُخْرَجُ مِنْ هُنَا وَتعِيشُ وَحْدَكَ وَتَمُوتُ وَحْدَكَ * 2

deyip, Medine’den nefyedilip, [gönderilme, sürgün] yalnız hayat geçirip, yalnız bir sahrâda vefat edeceğini haber vermiş. Yirmi sene sonra, haber verdiği gibi çıkmış.

Hem Enes ibni Malik’in halası olan Ümmü Haram’ın hanesinde uykudan kalkmış, tebessüm edip ferman etmiş:

رَاَيْتُ اُمَّتِى يَغْزُونَ فِى الْبَحْرِ كَالْمُلُوكِ عَلَى اْلاَسِرَّةِ * 3

Ümmü Haram niyaz etmiş: “Dua ediniz, ben de onlarla beraber olayım.” Ferman etmiş: “Beraber olacaksın.” Kırk sene sonra, zevci olan Ubâde ibni Sâmit refakatiyle Kıbrıs’ın fethine gitmiş; Kıbrıs’ta vefat edip, mezarı ziyaretgâh olmuş. Haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, ferman etmiş ki:

يَخْرُجُ مِنْ ثَقِيفٍ كَذَّابٌ وَمُبِيرٌ * 4

Yani, “Sakif kabilesinden biri dâvâ-yı nübüvvet [peygamberlik dâvâsı] edecek ve biri hunhar zalim zuhur edecek” deyip, nübüvvet [peygamberlik] dâvâ eden meşhur Muhtar’ı ve yüz bin adam öldüren Haccac-ı Zalim’i haber vermiş.

156

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile,

سَتُفْتَحُ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَنِعْمَ اْلاَمِيرُ اَمِيرُهَا وَنِعْمَ الْجَيْشُ جَيْشُهَا * 1

deyip, İstanbul’un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih’in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, ferman etmiş ki:

اِنَّ الدِّينَ لَوْكَانَ مَنُوطًا بِالثُّرَيَّا لَنَالَهُ رِجَالٌ مِنْ اَبْنَۤاءِ فَارِسَ * 2

deyip, başta Ebu Hanife olarak, İran’ın emsalsiz bir surette yetiştirdiği ulema ve evliyaya işaret ediyor, haber veriyor.

Hem ferman etmiş ki:

عَالِمُ قُرَيْشٍ يَمْلاَُ طِبَاقَ اْلاَرْضِ عِلْمًا * 3

deyip, İmam-ı Şâfiî’ye işaret edip haber veriyor.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, ferman etmiş ki:

سَتَفْتَرِقُ اُمَّتِى ثَلاَثًا وَسَبْعِينَ فِرْقَةً اَلنَّاجِيَةُ وَاحِدَةٌ مِنْهَا، قِيلَ: مَنْ هُمْ قَالَ: مَا اَنَا عَلَيْهِ وَاَصْحَابىِ * 4

deyip, ümmeti yetmiş üç fırkaya inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] edeceğini ve içinde fırka-i nâciye-i kâmile, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olduğunu haber veriyor.

Hem ferman etmiş ki: اَلْقَدَرِيَّةُ مَجُوسُ هٰذِهِ اْلاُمَّةِ 5 deyip, çok şubelere inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] eden ve kaderi inkâr eden Kaderiye taifesini haber vermiş. Hem çok şubelere inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] eden Râfızîleri [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] haber vermiş.

157

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, İmam-ı Ali’ye (r.a.) demiş: “Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete [mahvolma] gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, [aşırı derecede sevgi besleme] diğeri ifrat-ı adâvetle. [aşırı derecede düşmanlık besleme] Hazret-i İsâ’ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan [meşru emir] tecavüzle—hâşâ—’ibnullah’ dediler.1 Yahudi, adâvetinden [düşmanlık] çok tecavüz ettiler, nübüvvetini [peygamberlik] ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan [meşru emir] tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete [mahvolma] gidecektir.”

  لَهُمْ نَبْزٌ يُقَالُ لَهُمُ الرَّافِضَةُ 2 demiş. “Bir kısmı, senin adâvetinden [düşmanlık] çok ileri gidecekler. Onlar da Havâriçtir ve Emevîlerin müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara ‘Nâsibe’ denilir.”

Eğer denilse: “Âl-i Beyte muhabbeti Kur’ân emrediyor. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü, ehl-i muhabbet [muhabbet ehli] bir derece ehl-i sekirdir. Niçin Şialar, hususan Râfızîler [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbete [aşırı sevgi] mahkûmdurlar?”

Elcevap: Muhabbet iki kısımdır.

Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini [ayıplama, kötüleme] ve adâvetini [düşmanlık] iktiza [bir şeyin gereği] etmez.

İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu

158

sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat [aşırılık] olsa, başkaların zemmini [ayıplama, kötüleme] ve adâvetini [düşmanlık] iktiza [bir şeyin gereği] eder.

İşte, işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık ile Hazret-i Ömer’den teberri [uzak olma] ettiklerinden, hasârete [zarar] düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir. [hüsrana uğrama sebebi]

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, ferman etmiş ki:

اِذَا مَشَوُا الْمُطَيْطَۤاءَ وَخَدَمَتْهُمْ بَنَاتُ فَارِسَ وَالرُّومِ رَدَّ اللهُ بَاْسَهُمْ بَيْنَهُمْ وَسَلَّطَ شِرَارَهُمْ عَلٰى خِيَارِهِمْ * 1

deyip, “Ne vakit2 size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dahilî olacak, şerirleriniz başa geçip hayırlılar ve iyilerinize musallat olacaklar” haber vermiş. Otuz sene sonra haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, ferman etmiş ki:

  وَتُفْتَحُ خَيْبَرُ عَلٰى يَدَىْ عَلِىٍّ 3deyip, “Hayber Kal’asının [kale] fethi Ali’nin eliyle olacak.” Me’mulün [beklenilen, ümid edilen] pek fevkinde, [üstünde] ikinci gün bir mu’cize-i Nebeviye [Peygamberimize ait mu’cize] olarak, Hayber Kal’asının [kale] kapısını Hazret-i Ali çekip kalkan gibi istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek fethe muvaffak olduktan sonra kapıyı yere atmış. Sekiz kuvvetli adam o kapıyı yerden kaldıramamış. Bir rivayette, kırk adam kaldıramamış.4

Hem ferman etmiş ki:

لاَ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى تَقْتَتِلَ فِئَتَانِ دَعْوَاهُمَا واَحِدَةٌ 5 diye, Sıffin’de Hazret-i Ali ile

Muaviye’nin harbini haber vermiş.

159

Hem ferman etmiş ki: اِنَّ عَمَّارًا تَقْتُلُهُ الْفِئَةُ الْباَغِيَةُ 1 diye, “Bâği [âsi, zâlim] bir taife Ammâr’ı katledecek.” Sonra, Sıffin harbinde katledildi. Hazret-i Ali, onu Muaviye’nin taraftarları bâği [âsi, zâlim] olduklarına hüccet [delil] gösterdi. Fakat Muaviye tevil etti. Amr ibnü’l-Âs dedi: “Bâği [âsi, zâlim] yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz.”

Hem ferman etmiş ki: اِنَّ الْفِتَنَ لاَ تَظْهَرُ مَادَامَ عُمَرُ حَيًّا 2 diye, “Hazret-i Ömer sağ

kaldıkça içinizde fitneler zuhur etmez.” Haber vermiş; öyle de olmuş.

Hem Süheyl ibni Amr daha imana gelmeden esir olmuş. Hazret-i Ömer Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma demiş ki: “İzin ver, ben bunun dişlerini çekeceğim. Çünkü o fesahatiyle [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] küffâr-ı Kureyş’i harbimize teşvik ediyordu.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki:

  وَعَسٰى اَنْ يَقُومَ مَقَامًا يَسُرُّكَ يَاعُمَرُ 3diye, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın

vefatı hengâmında [ân, zaman] olan dehşet-engiz [dehşet verici] ve sabır-sûz hâdisede, Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık nasıl ki Medine-i Münevverede kemâl-i metanetle [mükemmel bir dayanıklılık, sebat] [kalıcı olma, sabit kalma] herkese teselli verip mühim bir hutbe ile Sahabeleri teskin etmiş; aynen onun gibi, şu Süheyl, o hengâmda, [ân, zaman] Mekke-i Mükerremede, aynı Ebu Bekri’s-Sıddık gibi Sahabeye teskin ve teselli verip, malûm fesahatiyle [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] Ebu Bekri’s-Sıddık’ın aynı hutbesinin [balık] meâlinde bir nutuk söylemiş. Hattâ iki hutbenin [balık] kelimeleri birbirine benzer.

Hem Sürâka’ya ferman etmiş ki:

  كَيْفَ بِكَ اِذَا اُلْبِسْتَ سُوَارَىْ كِسْرٰى 4 diye, “Kisrânın iki bileziğini giyeceksin.” Hazret-i Ömer zamanında Kisrâ mahvedildi; ziynetleri ve şahane bilezikleri geldi, Hazret-i Ömer Sürâka’ya giydirdi. Dedi:

160

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى سَلَبَهُمَا كِسْرٰى وَاَلْبَسَهُمَا سُرَاقَةَ 1 ihbar-ı Nebevîyi tasdik ettirdi.

Hem ferman etmiş ki:

  اِذَا ذَهَبَ كِسْرٰى فَلاَ كِسْرٰى بَعْدَهُ 2diye, “Kisrâ-yı Fars gittikten sonra daha kisrâ çıkmayacak.” Haber vermiş; hem öyle olmuş.

Hem Kisrâ elçisine demiş: “Şimdi Kisrânın oğlu Şirviye Perviz, Kisrâyı öldürdü.”3 O elçi tahkik [araştırma, inceleme] etmiş; aynı vakitte öyle olmuş. O da İslâm olmuş. Bazı ehâdiste o elçinin adı Firuz’dur.

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, Hâtıb ibni Ebî Beltea’nın, gizli Kureyş’e gönderdiği mektubu haber vermiş. Hazret-i Ali ile Mikdad’ı göndermiş, “Filân mevkide bir şahısta şöyle bir mektup var; alınız, getiriniz.” Gittiler, aynı yerden aynı mektubu getirdiler. Hâtıb’ı celb [çekme] etti. “Neden yaptın?” demiş; o da özür beyan etmiş, özrünü kabul etmiş.4

Hem, nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile, Utbe ibni Ebî Leheb hakkında ferman etmiş ki:

يَاْكُلُهُ كَلْبُ اللهِ 5 diye, Utbe’nin âkıbet-i feciasını haber vermiş. Sonra Yemen tarafına giderken bir arslan gelip onu yemiş, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın hem bedduasını, hem haberini tasdik etmiş.

Hem, nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile, feth-i Mekke [Mekke’nin fethi] vaktinde, Hazret-i Bilâl-i Habeşî Kâbe damına çıkıp ezan okumuş. Rüesa-yı [reisler, başkanlar] Kureyş’ten Ebu Süfyan, [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] Attab ibni Esid ve Hâris ibni Hişam oturup konuştular. Attab dedi: “Pederim Esid bahtiyardı ki bugünü görmedi.” Hâris dedi ki: “Muhammed bu siyah kargadan başka adam bulmadı mı ki müezzin yapsın?” Hazret-i Bilâl-i Habeşîyi tezyif [alay etme, küçük düşürme] etti. Ebu Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs]

161

dedi: “Ben korkarım, birşey demeyeceğim. Kimse olmasa da, şu Batha‘nın [Mekke-i Mükerreme’de iki dağ arasında bulunan bir dere] taşları ona haber verecek, o bilecek.” Hakikaten, bir parça sonra Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onlara rast geldi, harfiyen konuştuklarını söyledi. O vakit Attab ile Hâris şehadet getirdiler, Müslüman oldular.1

İşte, ey biçare mülhid! [dinsiz] Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı tanımayan kalbsiz adam! Bak, Kureyş’in iki muannid [inatçı] büyükleri, birtek ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] ile imana geldiler. Ne kadar kalbin bozulmuş ki, mânevî tevatürle, [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] bu ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] gibi binler mu’cizâtı işitiyorsun, yine kanaat-i tammen [tam ve kesin kanaat, inanma] gelmiyor. Her ne ise, sadede [asıl konu, esas mânâ] dönüyoruz.

Hem, nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile, Gazve-i Bedir’de, Hazret-i Abbas Sahabelerin eline esir düştüğü vakitte, fidye-i necat [kurtuluş fidyesi] istenilmiş. O da demiş: “Param yok.” Hazret-i Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki: “Zevcen Ümmü Fadl yanında bu kadar parayı filân yere bırakmışsın.” Hazret-i Abbas tasdik edip, “İkimizden başka kimsenin bilmediği bir sır idi.” O vakit kemâl-i imanı [tam ve mükemmel bir iman] kazanıp İslâm olmuş.2

Hem, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, muzır [zararlı] bir sâhir [büyüleyici, etkileyici] olan Lebid-i [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] Yahudi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı rencide etmek için acip ve müessir bir sihir yapmış. Bir tarağa saçları sarmış, üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Hazret-i Ali’ye ve Sahabelere ferman etmiş: “Gidiniz, filân kuyuda [kayıtlar, sınırlamalar] bu çeşit sihir âletlerini bulup getiriniz.” Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Herbir ipi açıldıkça, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dahi rahatsızlığından hiffet [hafiflik] buluyordu.3

Hem, nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile, Ebu Hüreyre ve Huzeyfe gibi mühim zâtlar bulunduğu bir heyette Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki:

162

ضِرْسُ اَحَدِكُمْ فِى النَّارِ اَعْظَمُ مِنْ اُحُدٍ 1 diye, birinin irtidadıyla [dinden dönme, dinden çıkma] müthiş âkıbetini haber vermiş. Ebu Hüreyre dedi: “O heyetten, ben bir adamla ikimiz kaldık. Ben korktum. Sonra öteki adam Yemâme Harbinde Müseylime tarafında bulunup mürted [dinden çıkan] olarak katledildi.”2 İhbar-ı Nebevînin hakikati çıktı.

Hem, nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile, Umeyr ve Safvan Müslüman olmadan evvel, mühim bir mala mukàbil, Peygamberin (a.s.m.) katline karar verip, Umeyr ise Peygamberin (a.s.m.) katlini niyet ederek Medine’ye gelmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Umeyr’i gördü, yanına çağırdı, dedi: “Safvan ile maceranız budur.” Elini Umeyr’in göğsüne koydu; Umeyr “Evet” dedi, Müslüman oldu.3

Daha bunlar gibi pek çok sahih ihbârât-ı gaybiye [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] vuku bulmuş. Meşhur kütüb-ü sitte-i sahiha-i hadîsiyede [altı büyük güvenilir ve sağlam hadis kitabı; Sahih-i Buhari, Sahîh-i [cömert, eli açık] Müslim, İbn-i Mâce, Ebû Davud, Tirmizî ve Neseî] zikredilmiştir ve senetleriyle beyan edilmiştir. Bu risalede beyan edilen vakıatın [olaylar] ekseri, tevatür-ü mânevî hükmünde kat’îdir, yakinîdirler. Başta Buharî ve Müslim—ki, Kur’ân’dan sonra en sahih kitap olduklarını ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] kabul etmiş—ve sair Sahih-i Tirmizî, Neseî ve Ebu Davud ve Müstedrekü’l-Hâkim ve Müsned-i Ahmed ibni Hanbel ve Delâil-i Beyhakî gibi kitaplarda an’anesiyle beyan edilmiştir.

Şimdi, ey mülhid-i bîhuş! [sersem mülhid, akılsız inkârcı]Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] (a.s.m.) akıllı bir adamdı” deyip geçme. Çünkü şu umur-u gaybiyeye [gayb âlemine ait, bilinmeyen şeyler] dair ihbârât-ı sadıka-i Ahmediye (a.s.m.) iki şıktan hâli [boş] değil: Ya diyeceksin ki, o zât-ı kudsîde [kutsal derecelere ulaşan kişi] öyle keskin bir

163

nazar ve geniş bir dehâ var ki, mâzi ve müstakbeli [gelecek] ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi [dünyanın her tarafı] ve şark ve garbı [batı] temâşâ eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehâsı vardır. Bu hal ise beşerde olamaz; eğer olsa, Hâlık-ı Âlem [âlemin yaratıcısı Allah] tarafından verilmiş bir harika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mu’cize-i âzamdır. Veyahut inanacaksın ki, o zât-ı mübarek, [mübarek kişi] öyle bir Zâtın memuru ve şakirdidir [talebe, öğrenci] ki, herşey Onun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün envâ-ı kâinat [kâinattaki varlıkların türleri] ve bütün zamanlar Onun taht-ı emrindedir. [emri altında] Defter-i kebirinde [büyük defter] herşey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm, Üstâd-ı Ezelîsinden ders alır, öyle ders verir.

Hem, nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile, Hazret-i Halid’i, harp için Düvmetü’l-Cendel reisi olan Ükeydir’e gönderdiği vakit ferman etmiş ki:

  اِنَّكَ تَجِدُهُ يَصِيدُ الْبَقَرَ 1diye, bakar-ı vahşî avında bulacağını, kavgasız esir edileceğini ihbar etmiş. Hazret-i Halid gitmiş, aynen öyle bulmuş, esir etmiş, getirmiş.

Hem, nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile, Kureyş, Benî Hâşimî [Peygamberimizin mensup olduğu kabileden gelen] aleyhinde yazdıkları ve Kâbenin sakfına [çatı, tavan] astıkları sahife hakkında ferman etmiş ki: “Kurtlar yazılarınızı yemiş; yalnız sahifedeki esmâ-i İlâhiyeye ilişmemişler.” Haber vermiş. Sonra sahifeye bakmışlar; aynen öyle olmuş.2

Hem, nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile, “Beytü’l-Makdisin fethinde büyük bir tâun [salgın ve ölümcül hastalık] çıkacak” ferman etmişti. Hazret-i Ömer zamanında Beytü’l-Makdis fetholundu. Ve öyle bir tâun [salgın ve ölümcül hastalık] çıktı ki, üç günde yetmiş bin vefiyat [vefatlar, ölümler] oldu.3

Hem, nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile, o zamanda vücudu olmayan Basra4 ve Bağdat’ın vücuda

164

geleceklerini ve Bağdad’a dünya hazinelerinin gireceğini1 ve Türkler2 ve Bahr-i Hazar etrafındaki milletlerle Araplar muharebe edeceklerini ve sonra onlar çoklukla İslâmiyete girecek, Araplara, Araplar içinde hâkim olacaklarını haber vermiş. Demiş ki:

يُوشِكُ اَنْ يَكْثُرَ فِيكُمُ الْعَجَمُ يَاْكُلُونَ فَيْئَكُمْ وَيَضْرِبُونَ رِقَابَكُمْ * 3

Hem ferman etmiş ki:

هَلاَكُ اُمَّتِى عَلٰى يَدِ اُغَيْلِمَةٍ مِنْ قُرَيْشٍ 4 diye, Emeviyenin Yezid ve Velid gibi şerir reislerinin fesadını haber vermiş.

Hem Yemâme gibi bir kısım yerlerde irtidat [dinden çıkmak] vuku bulacağını haber vermiş.5

Hem gazve-i meşhure-i [meşhur savaş] Hendek’te ferman etmiş ki:

اِنَّ قُرَيْشًا وَاْلاَحْزَابَ لاَ يَغْزُونِى اَبَدًا وَاَنَا اَغْزُوهُمْ 6 diye, “Bundan sonra onlar7 bana değil, belki ben onlara hücum edeceğim.” Haber vermiş, haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile, vefatından bir iki ay evvel ferman etmiş ki:

اِنَّ عَبْدًا خُيِّرَ فَاخْتَارَ مَا عِنْدَ اللهِ 8 diye vefatını haber vermiş.

Hem Zeyd ibni Sûhan hakkında ferman etmiş ki:

يَسْبِقُ عُضْوٌ مِنْهُ اِلَى الْجَنَّةِ 9 Zeyd’den evvel bir uzvu şehid edileceğini haber

165

vermiş. Bir zaman sonra, Nihavend harbinde bir eli kesilmiş. Demek, en evvel o el şehid olup mânen Cennete gitmiş.

İşte, bütün bahsettiğimiz umur-u gaybiye, [gayb âlemine ait, bilinmeyen şeyler] on kısım envâ-ı mu’cizâtından [mu’cizelerin çeşitleri] birtek nevidir. O nev’in on kısmından bir kısmını söylemedik. Şimdi, bu kısımla beraber, i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] dair Yirmi Beşinci Sözde, gayet geniş ihbar-ı gayb [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] nev’inin, dört nev’ini icmâlen [özet] beyan etmişiz. İşte buradaki nev’i ile beraber, Kur’ân’ın lisanıyla gaybdan haber verilen o dört büyük nev’i beraber düşün. Gör ki, ne kadar kat’î, şüphesiz, parlak, kuvvetli, kavî [güçlü, kuvvetli] bir burhan-ı risalettir ki, bütün bütün kalbi, aklı bozulmayan, elbette iman edecek ki, zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâm, Hâlık-ı Külli Şey [herşeyin yaratıcısı olan Allah] ve Allâmü’l-Guyûb [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] olan bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] resulüdür [Allah’ın elçisi] ve Ondan haber alıyor.

YEDİNCİ NÜKTE[derin anlamlı söz] İŞARET

Mu’cizât-ı Nebeviyenin bereket-i taam hususunda olan kısmından birkaç kat’î ve mânen mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] misaline işaret edeceğiz. Bahisten evvel bir mukaddime [başlangıç] zikri münasiptir.

MUKADDİME: Şu gelecek bereketli mu’cizat misalleri, herbiri müteaddit [bir çok] tarikle, hattâ bazıları on altı tarikle sahih bir surette nakledilmiş. Ekserisi bir cemaat-i kesire huzurunda vuku bulmuş; o cemaat içinde muteber ve sadık insanlar onlardan bahsedip nakletmişler. Meselâ, “Sâ’ [genelde tahıl ve yiyeceklerin ölçümünde kullanılan 3 kg ağırlığında ölçek] denilen dört avuç taamdan yetmiş adam yemişler, tok olmuşlar”1 naklediyor. O yetmiş adam onun sözünü işitiyor, tekzip etmiyor. Demek sükûtla tasdik ediyorlar. Halbuki, o asr-ı sıdk ve hakikatte ve o hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] ve ciddî ve doğru adam olan Sahabeler, zerre miktar

166

yalanı görse, red ve tekzip ederler. Halbuki, bahsedeceğimiz vakıaları çoklar rivayet etmiş ve ötekiler de sükûtla tasdik etmişler. Demek, herbir hâdise mânen mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] gibi kat’îdir.

Hem Sahabeler, Kur’ân’ın ve âyetlerin hıfzından sonra, en ziyade Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ef’al [fiiller, davranışlar] ve akvâlinin [sözler] muhafazasına, bahusus [hususan, özellikle] ahkâma [hükümler] ve mu’cizâta dair ahvâline [haller] bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, tarih ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] şehadet ediyor. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, [ahlâk, karakter] bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehâdisiye [hadis kitapları] şehadet ediyor.

Hem Asr-ı Saadette, [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] mu’cizâtı ve medar-ı ahkâm ehâdisi, kitabetle [yazım] çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abâdile-i Seb’a kitabetle [yazım] kaydettiler. Hususan, Tercümanü’l-Kur’ân olan Abdullah ibni Abbas ve Abdullah ibni Amr ibni’l-Âs, bahusus [hususan, özellikle] otuz kırk sene sonra Tâbiînin [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] binler muhakkikleri, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ehâdisi ve mu’cizâtı yazıyla kaydettiler.

Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] muhaddisler [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] naklettiler, yazıyla muhafaza ettiler.

Daha Hicretten [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] iki yüz sene sonra, başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i makbule vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbni Cevzî gibi şiddetli binler münekkitler [tenkitçi] çıkıp, bazı mülhidlerin [dinsiz] veya fikirsiz veya hıfzsız veya nâdanların [cahil] karıştırdıkları mevzu ehâdisi tefrik ettiler, gösterdiler.

Sonra, ehl-i keşfin [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] tasdikiyle, yetmiş defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm

167

temessül [belirme, görünme] edip yakaza [uyanıklık hali] halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin Süyutî gibi allâmeler [büyük âlim] ve muhakkikler, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ehâdis-i sahihanın [sahih hadisler; uydurma veya zayıf olmayan hadisler] elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte, bahsedeceğimiz hâdiseler, mu’cizeler, böyle elden ele—kuvvetli, emin, müteaddit [bir çok] ve çok, belki hadsiz ellerden—sağlam olarak bize gelmiş. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

İşte buna binaen, “Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen, şu zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri, nasıl bileceğiz ki karışmamış ve sâfidir?” hatıra gelmemelidir.

BEREKETE DAİR MU’CİZÂT-I KAT’İYENİN BİRİNCİ MİSALİ: Başta Buharî ve Müslim, Kütüb-ü Sitte-i sahiha müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar ki:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Hazret-i Zeynep ile tezevvücü [evlilik, evlenmek] velîmesinde, Hazret-i Enes’in validesi Ümmü Süleym, bir iki avuç hurmayı yağla kavurarak bir kaba koyup Hazret-i Enes’le Peygamber aleyhissalâtü vesselâma gönderdi. Enes’e ferman etti ki: “Filân, filânı çağır. Hem, kime tesadüf etsen davet et.” Enes de kime rast geldiyse çağırdı. Üç yüz kadar Sahabe gelip suffe ve hücre-i saadeti doldurdular.

Ferman etti: تَحَلَّقُوا عَشَرَةً عَشَرَة ً Yani, “Onar onar halka olunuz.” Sonra, mübarek elini o az taam [gıda, yiyecek] üzerine koydu, dua etti, “Buyurun” dedi. Bütün o üç yüz adam yediler, tok olup kalktılar. Enes’e ferman etmiş: “Kaldır.” Enes demiş ki: “Bilmedim, taam [gıda, yiyecek] kabını koyduğum vakit mi taam [gıda, yiyecek] çoktu, yoksa kaldırdığım vakit mi çoktu, fark edemedim.”2

İKİNCİ MİSAL: Mihmandâr-ı Nebevî Ebu Eyyubi’l-Ensârî hanesine teşrif-i Nebevî hengâmında [ân, zaman] Ebu Eyyub der ki:

168

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve Ebu Bekr-i Sıddık’a kâfi [yeterli] gelecek iki kişilik yemek yaptım. Ona ferman etti:

اُدْعُ ثَلاَثِينَ مِنْ اَشْرَافِ اْلاَنْصَار 1 ِ Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman etti: اُدْعُ سِتِّينَ 2 Altmış daha davet ettim. Geldiler, yediler. Sonra ferman etti اُدْعُ سَبْعِينَ 3 Yetmiş daha davet ettim. Geldiler, yediler. Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mu’cize karşısında İslâmiyete girip biat ettiler. O iki kişilik taamdan yüz seksen adam yediler.4

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Hazret-i Ömer ibnü’l-Hattab ve Ebu Hüreyre ve Selemetübnü’l-Ekvâ ve Ebu Amrate’l-Ensarî gibi, müteaddit [bir çok] tariklerle diyorlar ki:

Bir gazvede [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bizzat katıldığı savaşlar] ordu aç kaldı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma müracaat ettiler. Ferman etti ki: “Heybelerinizde kalan bakıye-i erzakı toplayınız.” Herkes azar birer parça hurma getirdi. En çok getiren, dört avuç getirebildi. Bir kilime koydular.

Seleme der ki: “Mecmuunu ben tahmin ettim, oturmuş bir keçi kadar ancak vardı.” Sonra Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bereketle dua edip ferman etti: “Herkes kabını getirsin.” Koşuştular, geldiler. O ordu içinde hiçbir kap kalmadı, hepsini doldurdular. Hem fazla kaldı.

Sahabeden bir râvi [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] demiş: “O bereketin gidişatından anladım: Eğer ehl-i arz [yer ehli, dünyalılar] gelseydi, onlara dahi kâfi [yeterli] gelecekti.”5

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki:

Abdurrahman ibn-i Ebî Bekr-i Sıddık der: Biz yüz otuz Sahabe, bir seferde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile beraberdik. Dört avuç miktarı olan bir sâ’ [genelde tahıl ve yiyeceklerin ölçümünde kullanılan 3 kg ağırlığında ölçek] ekmek için hamur yapıldı. Bir keçi dahi kesildi, pişirildi; yalnız ciğer ve

169

böbrekleri kebap yapıldı. Kasem [yemin] ederim, o kebaptan, yüz otuz Sahabeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm pişmiş eti iki kâseye koydu. Biz umumumuz tok oluncaya kadar yedik; fazla kaldı. Ben fazlasını deveye yükledim.1

BEŞİNCİ MİSAL: Kütüb-ü sahiha kat’iyetle beyan ediyorlar ki:

Gazve-i Garra-i Ahzabda, meşhur Yevmü’l-Hendek’te, Hazret-i Câbiru’l-Ensârî kasemle [yemin] ilân ediyor: O günde, dört avuç olan bir sâ’ [genelde tahıl ve yiyeceklerin ölçümünde kullanılan 3 kg ağırlığında ölçek] arpa ekmeğinden, bir senelik bir keçi oğlağından bin adam yediler ve öylece kaldı.

Hazret-i Câbir der ki: O gün yemek, hanemde pişirildi. Bütün bin adam o sâ’dan, [genelde tahıl ve yiyeceklerin ölçümünde kullanılan 3 kg ağırlığında ölçek] o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. O hamura, o tencereye mübarek ağzının suyunu koyup bereketle dua etmişti.2

İşte, şu mu’cize-i bereketi, bin zâtın huzurunda, onları ona alâkadar göstererek Hazret-i Câbir kasemle [yemin] ilân ediyor. Demek şu hâdise, bin adam rivayet etmiş gibi kat’î denilebilir.

ALTINCI MİSAL: Nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes’in amcası meşhur Ebu Talha der ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, yetmiş seksen adamı, Enes’in koltuğu altında getirdiği az arpa ekmeğinden tok oluncaya kadar yedirdi. “O az ekmekleri parça parça ediniz” emretti ve bereketle dua etti. Menzil dar olduğundan, onar onar gelip yediler, tok olarak gittiler.3

YEDİNCİ MİSAL: Nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, Şifâ-i Şerif ve Müslim gibi kütüb-ü sahiha beyan ederler ki:

Hazret-i Câbiru’l-Ensârî diyor: Bir zât, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan iyâli [aile fertleri] için taam [gıda, yiyecek] istedi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm yarım yük arpa verdi. Çok zaman o adam iyâliyle [aile fertleri] ve misafirleriyle o arpadan yediler. Bakıyorlar, bitmiyor. Noksaniyetini anlamak için ölçtüler. Sonra bereket dahi kalktı; noksan olmaya başladı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma geldi, vak’ayı beyan etti. Ona cevaben ferman etti:

170

لَوْ لَمْ تَكِلْهُ لاََكَلْتُمْ مِنْهُ وَلَقَامَ بِكُمْ

Yani, “Eğer kile [36,5 kg’a denk gelen bir ölçü birimi] ile tecrübe etmeseydiniz, hayatınızca size yeterdi.”1

SEKİZİNCİ MİSAL: Tirmizî ve Neseî ve Beyhakî ve Şifâ-i Şerif gibi kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki:

Hazret-i Semurete’bni Cündüb der: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma bir kâse et geldi. Sabahtan akşama kadar fevc fevc adamlar geldiler, yediler.2

İşte, mukaddimede [başlangıç] beyan ettiğimiz sırra binaen, şu vakıa-i bereket yalnız Semure’nin rivayeti değil; belki Semure, o yemeği yiyen cemaatlerin mümessili [temsilci] gibi, onların namına ve tasdiklerine binaen ilân ediyor.

DOKUZUNCU MİSAL: Şifâ-i Şerif sahibi ve meşhur İbni Ebî Şeybe ve Taberânî gibi mevsuk [güvenilir, delilli, vesikalı] [belge] ve sahih muhakkikler [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] rivayetiyle, Hazret-i Ebu Hüreyre der:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bana emretti: “Mescid-i şerifin suffesini mesken ittihaz [edinme, kabullenme] eden yüzden ziyade fukara-yı muhacirîni davet et.” Ben dahi onları aradım, topladım. Umumumuza bir tabla taam [gıda, yiyecek] konuldu. Biz istediğimiz kadar yedik, kalktık. O kâse konulduğu vakit nasıl idi; yine öyle dolu kaldı. Yalnız parmakların izi taamda görünüyordu.3

İşte, Hazret-i Ebu Hüreyre, umum kâmilîn-i ehl-i suffe tasdikine istinaden, onlar namına haber verir. Demek, mânen umum ehl-i suffe rivayet etmiş gibi kat’îdir. Hem hiç mümkün müdür ki, o haber hak ve doğru olmasa, o sadık ve kâmil zâtlar sükût edip tekzip etmesinler?

171

ONUNCU MİSAL: Nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, Hazret-i İmam-ı Ali der:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Benî Abdilmuttalib’i cem [toplama, bir araya gelme] etti. Onlar kırk adam idiler. Onlardan bazıları bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] süt içerdi. Halbuki, umum onlara bir avuç kadar bir yemek yaptı; umum yiyip tok oldular, yemek eskisi gibi kaldı. Sonra, üç dört adama ancak kâfi [yeterli] gelir ağaçtan bir kap içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular; içilmemiş gibi bâki kaldı.1

İşte, Hazret-i Ali’nin şecaati [yiğitlik, cesaret] ve sadakati kat’iyetinde bir mu’cize-i bereket!

ON BİRİNCİ MİSAL: Nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile, Hazret-i Ali ve Fatımatü’z-Zehrâ velîmesinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Bilâl-ı Habeşîye emretti: “Dört beş avuç un, ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin.”

Hazret-i Bilâl der: Ben taamı getirdim. Mübarek elini üstüne vurdu. Sonra taife taife Sahabeler geldiler, yediler, gittiler. O yemekten bâki kalan miktara yine bereketle dua etti. Bütün Ezvâc-ı Tâhirâta, [Hz. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) pâk, temiz ve mübarek hanımları] herbirine birer kâse gönderildi. Emretti ki: “Hem yesinler, hem yanlarına gelenlere yedirsinler.”2

Evet, böyle mübarek bir izdivaçta, [evlilik] elbette böyle bir bereket lâzımdır ve vukuu kat’îdir.

ON İKİNCİ MİSAL: Hazret-i İmam-ı Cafer-i Sadık, pederleri İmam-ı Muhammedü’l-Bâkır’dan, o da pederi İmam-ı Zeynelabidin’den, o dahi İmam-ı Ali’den nakleder ki:

Fatımatü’z-Zehrâ, yalnız ikisine kâfi [yeterli] gelecek bir yemek pişirdi. Sonra Ali’yi gönderdi, tâ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm gelsin, beraber yesinler. Teşrif [şeref verme] etti ve emretti ki, o yemekten herbir ezvâcına [hanımlar, eşler] birer kâse gönderildi. Sonra kendine, hem Ali’ye, hem Fatıma ve evlâtlarına birer kâse ayrıldıktan sonra, Hazret-i Fatıma der: “Tenceremizi kaldırdık; daha dolu olup taşıyordu. Meşiet-i İlâhiye [Allah’ın dilemesi] ile, hayli zaman o yemekten yedik.”3

172

Acaba niçin bu nuranî, yüksek silsile-i rivayetten gelen şu mu’cize-i berekete, gözünle görmüş gibi inanmıyorsun? Evet, buna karşı şeytan dahi bahane bulamaz.

ON ÜÇÜNCÜ MİSAL: Ebu Davud ve Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ibni Hanbel ve İmam-ı Beyhakî gibi sadûk imamlar, Dükeynü’l-Ahmes ibni Saidi’l-Müzeyn’den, hem altı kardeşle beraber sohbete müşerref ve Sahabelerden olan Numan ibni Mukarrini’l-Ahmesiyyi’l-Müzeyn’den, hem Cerir’den naklederek, müteaddit [bir çok] tariklerle Hazreti Ömer ibnü’l-Hattab’dan naklediyorlar ki:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Hazret-i Ömer’e emretti: “Ahmesî kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için zâd ü zahîre [azık] ver.” Hazret-i Ömer dedi: “Ya Resulallah, [Allah’ın elçisi] mevcut zahîre [azık] birkaç sâ’dır. [genelde tahıl ve yiyeceklerin ölçümünde kullanılan 3 kg ağırlığında ölçek] Kümesi, oturmuş bir deve yavrusu kadardır.” Ferman etti: “Git, ver.” O da gitti, yarım yük hurmadan, dört yüz süvariye kifayet [yeterli olma] derecesinde zâd ü zahîre [azık] verdi. Ve dedi: Hiç noksan olmamış gibi eski halinde kaldı.1

İşte şu mu’cize-i bereket, dört yüz adamla ve bahusus [hususan, özellikle] Hazret-i Ömer ile münasebettar [alâkalı, ilgili] bir surette vukua gelmiştir. Rivayetlerin arkasında bunlar var. Bunların sükûtu, tasdiktir; iki üç haber-i vahid [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] deyip geçme. Böyle hâdiseler haber-i vahid [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] dahi olsa, tevatür-ü mânevî hükmünde kanaat verir.

ON DÖRDÜNCÜ MİSAL: Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Hazret-i Câbir’in pederi vefat eder. Borcu çok, ziyade medyun; [borçlu] borç sahipleri de Yahudiler. Câbir, pederinin asıl malını guremâya verdi, kabul etmediler. Halbuki, bağındaki meyveleri, kaç senede deynine kâfi [yeterli] gelmeyecek. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti: “Bağın meyvelerini koparınız, harman ediniz.” Öyle yaptılar. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm harman içinde gezdi, dua etti. Sonra Câbir, harmandan pederinin bütün guremâsının borçlarını

173

verdikten sonra, yine, bir senede bağdan gelen mahsulât kadar harmanda kaldı. Bir rivayette, bütün guremâya verdiği kadar kaldı. O hâdiseden, borç sahipleri olan Yahudiler çok taaccüp edip hayrette kaldılar.1

İşte şu mu’cize-i bâhire-i [ap açık mu’cize] bereket, yalnız Hazret-i Câbir gibi birkaç râvilerin [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] haberi değil. Belki mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] hükmünde, o hâdise ile münasebettar, [alâkalı, ilgili] hadd-i tevatür derecesinde çok adamları temsil ederek rivayet etmişler.

ON BEŞİNCİ MİSAL: Başta Tirmizî ve İmam-ı Beyhakî gibi muhakkikler, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] Hazret-i Ebu Hüreyre’den nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] beraber haber veriyorlar ki:

Ebu Hüreyre demiş ki: Bir gazvede [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bizzat katıldığı savaşlar] (başka bir rivayette, Gazve-i Tebük’te), ordu aç kaldı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti: هَلْ مِنْ شَىْءٍ “Birşey var mı?” diye emretti. Ben dedim: “Heybede bir parça hurma var.” (Bir rivayette, on beş tane imiş.) Dedi: “Getir.” Getirdim. Mübarek elini soktu, bir kabza [avuç] çıkardı, bir kaba bıraktı, bereketle dua buyurdular. Sonra onar onar askeri çağırdı, umumen yediler. Sonra ferman etti:

خُذْمَا جِئْتَ بِهِ وَاقْبِضْ عَلَيْهِ وَلاَ تَكُبَّهُ * 2

Ben aldım, elimi o heybeye soktum. Evvel getirdiğim kadar elime geçti. Sonra Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hayatında, Ebu Bekir ve Ömer ve Osman hayatında o hurmalardan yedim. (Başka bir tarikte rivayet edilmiş ki: O hurmalardan kaç yük, fî sebilillâh sarf ettim. Sonra Hazret-i Osman’ın katlinde o hurma, kabıyla nehb ve garat edildi, gitti.)

İşte, hoca-i kâinat olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] aleyhissalâtü vesselâmın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] medresesi ve tekkesi [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] olan suffenin demirbaş bir mühim talebesi ve müridi ve

174

kuvve-i hafızanın [bellek, hafıza duyusu] ziyadesi için dua-yı Nebeviyeye mazhar [erişme, nail olma] olan Hazret-i Ebu Hüreyre, gazve-i Tebük gibi bir mecma-ı nâsta vukuunu haber verdiği şu mu’cize-i bereket, mânen bir ordu sözü kadar kat’î ve kuvvetli olmak gerektir.

ON ALTINCI MİSAL: Başta Buharî, kütüb-ü sahiha nakl-ı kat’î ile beyan ediyorlar ki:

Hazret-i Ebu Hüreyre aç olmuş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın arkasından gidip menzil-i saadete [mutluluk yeri] gitmişler. Bakarlar ki, bir kadeh süt oraya hediye getirilmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm emretti ki: “Ehl-i Suffeyi çağır.” Ben kalbimden dedim ki: “Bu sütün bütününü ben içebilirim; ben daha ziyade muhtacım.” Fakat emr-i Nebevî için onları topladım, getirdim. Yüzü mütecaviz [aşkın] idiler. Ferman etti: “Onlara içir.” Ben de o kadehteki sütü birer birer verdim. Herbirisi doyuncaya kadar içer, diğerine veririm. Böyle birer birer içirerek bütün Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler. Sonra ferman etti ki:

بَقِيتُ اَنَا وَاَنْتَ فَاشْرَبْ 1 Ben içtim. İçtikçe, “İç” ferman eder. Tâ, ben dedim: “Seni hak ile irsal [gönderme] eden Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kasem [yemin] ederim, yer kalmadı ki içeyim.” Sonra kendisi aldı, Bismillâh deyip hamd ederek bakıyesini içti. Yüz bin âfiyet olsun!

İşte şu sâfi, hâlis süt gibi lâtîf, [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] şüphesiz mu’cize-i bâhire-i [ap açık mu’cize] bereket, beş yüz bin hadîsi hıfzına alan Hazret-i Buharî başta olarak, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha ile nakilleri, gözle görmek kadar kat’î olmakla beraber, medrese-i kudsiye-i Ahmediye (a.s.m.) olan Suffenin namdar, [namlı, şan ve şöhret sahibi] sadık, hafız bir şakirdi [talebe, öğrenci] olan Ebu Hüreyre’nin,

175

umum Ehl-i Suffeyi mânen işhad [şahid gösterme] ederek, âdetâ umumunu temsil edip şu ihbarı tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde kat’î telâkki [anlama, kabul etme] etmeyenin, ya kalbi bozuk veya aklı yok. Acaba, Hazret-i Ebu Hüreyre gibi sadık ve bütün hayatını hadîse ve dine vakfeden, وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ 1 hadîsini işiten ve nakleden, hiç mümkün müdür ki, hıfzındaki ehâdis-i Nebeviyenin [Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından söylenen sözler, hadisler] kıymetini ve sıhhatini şüpheye düşürüp Ehl-i Suffenin tekzibine [yalanlama] hedef edecek muhalif bir söz ve asılsız bir vak’a söylesin? Hâşâ!

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Şu Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bereketi hürmetine, bize ihsan [bağış] ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan [bağış] et!

BİR NÜKTE-İ MÜHİMME: Malûmdur ki, zayıf şeyler içtimâ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz. İşte, on beş envâ-ı mu’cizattan yalnız bereket kısmındaki mu’cizâtı ve o kısmın on beş kısmından ancak bir kısmını, on beş misalle gösterdik. Herbir misal, tek başıyla nübüvveti ispat eder bir derecede kuvvetliydi. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, bunların bir kısmını kuvvetsiz saysak da yine kuvvetsiz diyemeyiz. Çünkü, kavî [güçlü, kuvvetli] ile ittifak eden kavîleşir. [güçlü, kuvvetli]

Hem şu on beş misalin içtimaı, [bir araya gelme, toplanma] kat’î, şüphesiz bir tevatür-ü mânevî ile, kuvvetli bir mu’cize-i kübrâ[büyük mu’cize] gösterir. Şimdi, şu mecmudaki mu’cize-i kübrâ, [büyük mu’cize] bereket mu’cizelerinden zikredilmemiş olan on dört kısm-ı âhare mezc [karışma, bütünleşme] edilse, kuvvetli halatları topak yapmak gibi, koparılması mümkün olmayan bir mu’cize-i ekber, [en büyük mu’cize] içinde görünür.

176

Sonra, şu mu’cize-i ekberi, [en büyük mu’cize] sair on dört nevi mu’cizâtın mecmuuna ilâve et, gör ki, ne derece kuvvetli, sarsılmaz, kat’î bir burhan-ı nübüvvet-i [peygamberlik delili] Ahmediyeyi (a.s.m.) gösterir. İşte, nübüvvet-i Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) direği, şu mecmudan teşekkül [kendi kendine oluşma] eden dağ gibi kuvvetli bir direktir. Şimdi, cüz’iyatta ve misallerde, sû-i fehimden gelen şüphelerle, o metin [sağlam] sakf-ı muallâyı sebatsız [değişken] ve kàbil-i sukut görmek ne derece akılsızlık olduğunu anladın.

Evet, berekete dair o mu’cizeler gösteriyorlar ki, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm, umuma rızık veren ve rızıkları halk eden bir Zât-ı Rahîm [rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat merhamet sahibi Zât; Allah] ve Kerîmin [cömert, ikram sahibi] sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envâında, [tür] hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyafetler gönderiyor.

Malûmdur ki, Ceziretü’l-Arab, [Arap yarımadası] suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için, ahalisi, hususan bidayet-i İslâmdaki Sahabeler, dıyk-ı maişete [geçim darlığı] maruzdular. Hem susuzluğa çok defa giriftar [tutulmuş, yakalanmış] oluyorlardı. İşte, bu hikmete binaen, mu’cizât-ı bâhire-i [ap açık mu’cizeler] Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın mühimleri, taam [gıda, yiyecek] ve su hususunda tezahür etmiş. Bu harikalar, dâvâ-yı nübüvvete [peygamberlik dâvâsı] delil ve mu’cize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma bir ikram-ı İlâhî, [Allah’ın ikramı, bağışı] bir ihsan-ı Rabbânî, [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] bir ziyafet-i Rahmâniye [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kullarına sunduğu ziyafet] hükmündedir. Çünkü, o mu’cizâtı görenler, nübüvveti tasdik etmişler. Fakat mu’cize zuhur ettikçe iman ziyadeleşir, nurun alâ nur [nur üstüne nur] olur.

SEKİZİNCİ İŞARET

Su hususunda tezahür eden bir kısım mu’cizâtı beyan eder.

MUKADDİME: Malûmdur ki, cemaatler içinde vuku bulan hâdiseler, âhâdî

177

bir surette nakledilse, tekzip edilmediği vakit, doğruluğunu gösterir. Çünkü, insanın fıtratında, yalana yalandır demeye cibillî [soy ve ırk gibi yaratılıştan gelen topluluğa ve kavme ait] bir meyil [arzu, istek] vardır. Hususan, her kavimden [insan topluluğu] ziyade yalana karşı sükût etmez Sahabeler olsa; hususan hâdiseler Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma taallûk [ait olma, ilgilendirme] etse; ve bilhassa, nakleden, meşâhir-i Sahabeden olsa, elbette o haber-i vahid [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] sahibi, o hâdiseyi gören cemaati temsil eder hükmünde rivayet eder.

Halbuki, şimdi bahsedeceğimiz mu’cizât-ı mâiyeyi, herbir misali çok tariklerle, çok Sahabelerin ellerinden, binler Tâbiînin [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] muhakkikleri [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] el atıp almışlar, sağlam olarak ikinci asır müçtehidlerinin ellerine vermişler. Onlar da, kemâl-i ciddiyetle [çok ciddî olarak] ve hürmetle el atıp, kabul edip, arkalarındaki asrın muhakkiklerinin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ellerine vermişler. Her tabaka, binler kuvvetli ellerden geçip, gele gele tâ asrımıza gelmiş. Hem Asr-ı Saadette [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] yazılan kütüb-ü ehâdisiye [hadis kitapları] sağlam olarak devredilip, tâ Buharî ve Müslim gibi ilm-i hadîsin [hadîs ilmi] dâhi imamlarının ellerine geçmiş. Onlar da, kemâl-i tahkikle merâtibini [mertebeler] tefrik ederek, sıhhati şüphesiz olanları cem [toplama, bir araya gelme] ederek bize ders vermişler, takdim etmişler. جَزَاهُمُ اللهُ خَيْرًا كَثِيرًا 1

İşte, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mübarek parmaklarından suyun akması ve pek çok adama içirmesi mütevatirdir. [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Öyle bir cemaat nakletmiş ki, yalana ittifakları muhaldir. Şu mu’cize gayet kat’îdir. Hem üç defa, üç mecma-ı azîmde [büyük bir topluluk] tekerrür etmiş. Başta Buharî, Müslim, İmam-ı Malik, İmam-ı Şuayb, İmam-ı Katâde gibi pek çok ehl-i sahih bir cemaat, Sahabelerden, başta hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes, Hazret-i Câbir, Hazret-i İbni Mes’ud gibi meşâhir-i Sahabenin

178

bir cemaatinden, parmaklarından suyun kesretle [çokluk] akması ve orduya içirmesi, nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile beyan edilmiştir. Bu nevi mu’cize-i mâiyeden, [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) su ile ilgili mu’cizesi] pek çok misallerinden dokuz misali beyan edeceğiz.

BİRİNCİ MİSAL: Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha, Hazret-i Enes’ten nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] haber veriyorlar ki:

Hazret-i Enes diyor: Zevra nâm-mahalde, üç yüz kişi kadar, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile beraberdik. İkindi namazı için abdest almayı emretti. Su bulunmadı. Yalnız bir parça su emretti; getirdik. Mübarek ellerini içine batırdı. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Sonra, bütün maiyetindeki üç yüz adam geldiler, umumu abdest alıp içtiler.1

İşte, şu misali, Hazret-i Enes, üç yüz kişiyi temsil ederek haber veriyor. Mümkün müdür ki, o üç yüz kişi, şu habere mânen iştirak etmesinler; hem iştirak etmedikleri halde tekzip etmesinler?

İKİNCİ MİSAL: Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Hazret-i Câbir ibni Abdullahi’l-Ensârî beyan ediyor: Biz, bin beş yüz kişi, Gazve-i Hudeybiye’de susadık. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, kırba denilen deriden bir kap sudan abdest aldı, sonra elini içine soktu. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Bin beş yüz kişi içip, kaplarını o kırbadan doldurdular.

Sâlim ibni Ebi’l-Ca’d, Câbir’den sormuş: “Kaç kişiydiniz?” Câbir demiş ki: “Yüz bin kişi de olsaydı, yine kâfi [yeterli] gelirdi. Fakat biz, on beş yüz (yani bin beş yüz) idik.”2

İşte, şu mu’cize-i bâhirenin [ap açık mu’cize] râvileri, [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] mânen bin beş yüz kadardırlar. Çünkü, fıtrat-ı beşeriyede, [insanın yaratılışı, tabiatı] yalana yalan demek bir meyl-i arzusu vardır. Sahabeler ise, sıdk [doğruluk] ve doğruluk için, can ve mal ve peder ve validelerini ve kavim [insan topluluğu] ve kabilelerini feda edip, sıdk [doğruluk] ve hak için fedai oldukları halde, hem “Benden bilerek yalan birşey haber veren, Cehennem ateşinden yerini hazırlasın” meâlindeki hadîs-i şerifin

179

tehdidine karşı, yalana mukàbil sükût etmeleri mümkün değildir. Madem sükût ettiler; o haberi kabul ettiler, mânen iştirak edip tasdik ediyorlar demektir.

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Gazve-i Buvat’ta, yine Buharî, Müslim başta, kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki:

Hazret-i Câbir dedi ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti:

نَادِ بِالْوُضُوءِ “Abdest almak için nida et” dediler. “Su yok” denildi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dedi: “Bir parça su bulunuz.” Gayet az su getirdik. Sonra, o az su üstüne elini kapadı, birşeyler okudu, bilmedim ne idi. Sonra ferman etti: رِدْنَا بِجَفْنَةِ الرَّكْبِ Yani, “Kàfilenin büyük teştini (tekne) getir.” Bana getirildi; ben de Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın önüne koydum. O da elini içine koydu, parmaklarını açtı. Ben de o az suyu, mübarek eli üzerine döküyordum. Gördüm ki, mübarek parmaklarından kesretle [çokluk] su aktı, sonra teşt doldu. Suya muhtaç olanları çağırdım. Bütün geldiler, o sudan abdest alıp içtiler. Ben dedim: “Daha kimse kalmadı.” Elini kaldırdı; o cefne (yani tekne) lebâleb dolu kaldı.1

İşte, şu mu’cize-i bâhire-i [ap açık mu’cize] Ahmediye (a.s.m.) mânen mütevatirdir. [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Çünkü, Hazret-i Câbir o işte başta olduğu için, birinci söz onun hakkıdır; o, umumun namına ilân ediyor. Çünkü o vakit hizmet eden o zât idi; ilân, başta onun hakkıdır. İbni Mes’ud da aynen rivayetinde diyor ki: “Ben gördüm ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın parmaklarından çeşme gibi su akıyor.”2 Acaba, meşâhir-i sıddıkîn-i Sahabeden olan Enes, Câbir, İbni Mes’ud gibi bir cemaat dese, “Ben gördüm”; görmemesi mümkün müdür?

Şimdi şu üç misali birleştir, ne kadar kuvvetli bir mu’cize-i bâhire [ap açık mu’cize] olduğunu gör. Ve üç tarik [mânevî yol] birleşse, hakikî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] hükmünde parmaklarından su akmasını kat’î ispat eder. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın taştan on iki yerde çeşme gibi su akıtması, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın on parmağından on musluk

180

suyun akmasının derecesine çıkamaz. Çünkü, taştan su akması mümkündür; âdiyat [alışılmış olan sıradan şeyler] içinde nazîri [benzer] bulunur. Fakat et ve kemikten âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] gibi suyun kesretle [çokluk] akmasının nazîri, [benzer] âdiyat [alışılmış olan sıradan şeyler] içinde yoktur.

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Başta İmam-ı Malik, Muvatta’ kitab-ı muteberinde, Muaz ibni Cebel [dağ] gibi meşâhir-i Sahabeden haber veriyor ki:

Hazret-i Muaz ibni Cebel [dağ] dedi ki: Gazve-i Tebük’te bir çeşmeye rast geldik; sicim kalınlığında, güçle akıyordu. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm emretti ki: “Bir parça o suyu toplayınız.” Avuçlarında bir parça topladılar. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, onunla elini yüzünü yıkadı. Suyu çeşmeye koyduk. Birden çeşmenin menfezi açılıp kesretle [çokluk] aktı, bütün orduya kâfi [yeterli] geldi.

Hattâ bir râvi [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] olan İmam İbni İshak der ki: Gök gürültüsü gibi, toprak altında o çeşmenin suyu gürültü yaparak öyle aktı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Hazret-i Muaz’a ferman etti ki:

يُوشِكُ يَا مُعَاذُ اِنْ طَالَتْ بِكَ حَيَاةٌ اَنْ تَرٰى مَا هٰهُنٰا قَدْ مُلِئَ جِنَانًا

Yani, “Bu eser-i mu’cize olan mübarek su devam edip buraları bağa çevirecek; ömrün varsa göreceksin.”1 Ve öyle olmuştur.

BEŞİNCİ MİSAL: Başta Buharî, Hazret-i Berâ’dan ve Müslim, Hazret-i Selemeti’bni Ekvâ’dan ve sair kütüb-ü sahiha başka râvilerden [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar ki:

Gazve-i Hudeybiye’de bir kuyuya rast geldik. Biz dört yüz kişiydik. O kuyunun suyu elli kişiyi ancak idare ederdi. Biz suyu çektik, içinde birşey bırakmadık. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm geldi, kuyunun başına oturdu. Bir kova su istedi; getirdik. Kovanın içine mübarek ağzının suyunu bıraktı ve dua etti, sonra o kovayı kuyuya döktü. Birden kuyu coştu ve kaynadı, ağzına kadar doldu. Bütün ordu, kendileri ve hayvânâtı doyuncaya kadar içtiler, kaplarını da doldurdular.2

ALTINCI MİSAL: Yine Müslim ve İbni Cerîr-i Taberî gibi, hadîsin dâhi

181

imamları başta olarak, kütüb-ü sahiha, nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] meşhur Ebu Katâde’den haber veriyorlar ki:

Ebu Katâde diyor: Mûte gazve-i meşhuresinde, [meşhur savaş] reislerin şehadeti üzerine, imdada gidiyorduk. Bende bir kırba vardı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm

bana ferman etti: اِحْفَظْ عَلَىَّ مِيضَئَتَكَ فَسَيَكُونُ لَهَا نَبَأٌ عَظِيمٌ

Yani, “Kırbanı sakla; onun büyük işi var.” Sonra susuzluk başladı. Yetmiş iki kişi idik. (Taberî’nin nakline göre, üç yüz idik.) Susuz kaldık. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dedi: “Kırbanı getir.” Ben getirdim. O da aldı, ağzını ağzına getirdi. İçine nefes etti, etmedi, bilmem. Sonra yetmiş iki kişi geldiler, içtiler, kaplarını doldurdular. Sonra ben aldım; verdiğim gibi kalmıştı.1

İşte, şu mu’cize-i bâhire-i [ap açık mu’cize] Ahmediyeyi (a.s.m.) gör,  اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ الْمَۤاءِ 2 de.

YEDİNCİ MİSAL: Başta Buharî ve Müslim olarak, kütüb-ü sahiha, Hazret-i İmran ibni Husayn’dan haber veriyorlar ki:

İmran der: Bir seferde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile beraber susuz kaldık. Bana ve Ali’ye ferman etti ki: “Filân mevkide bir kadın, iki kırba suyu hayvana yükletmiş, gidiyor. Alıp buraya getiriniz.” Ben ve Ali beraber gittik; aynı yerde kadını su yüküyle bulduk, getirdik. Sonra emretti: “Bir kaba, bir parça su boşaltınız.” Boşalttık. Bereketle dua etti. Sonra, yine suyu o hayvandaki kırbaya koyduk. Ferman etti ki: “Herkes gelsin, kabını doldursun.” Bütün kàfile geldi, kaplarını doldurdular, içtiler. Sonra ferman etti: “Kadına birşeyler toplayınız.” Kadının eteğini doldurdular.

İmran diyor ki: Ben tahayyül [hayal etme] ediyordum ki, gittikçe iki kırba doluyor, daha ziyadeleşiyor. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o kadına ferman etti ki:

اِذْهَبِى فَاِنَّا لَمْ نَاْخُذْ مِنْ مَۤائِكِ شَيْئًا وَلٰكِنَّ اللهَ سَقَانَا

Yani, “Senin suyundan almadık. Belki Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize hazinesinden su içirdi.”3

SEKİZİNCİ MİSAL: Başta meşhur İbni Huzeyme, Sahih’inde, râviler [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] Hazret-i Ömer’den naklediyorlar ki:

182

Gazve-i Tebük’te susuz kaldık. Hattâ bazılar devesini keser, susuzluktan içini sıkar, içerdi. Ebu Bekri’s-Sıddık, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma dua etmek için rica [ümit] etti. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm elini kaldırdı; daha elini indirmeden bulut toplandı, yağmur öyle geldi ki, kaplarımızı doldurduk. Sonra su çekildi. Ordumuza mahsus olarak, hududumuzu tecavüz etmedi.1 Demek, tesadüf içine karışmamış, sırf bir mu’cize-i Ahmediyedir [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.).

DOKUZUNCU MİSAL: Meşhur Abdullah ibni Amr ibni’l-Âs’ın hafidi ve dört imamın ona itimad edip ve ondan tahric-i hadîs ettikleri Amr ibni Şuayb’dan, nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] haber veriyorlar ki:

Demiş: Nübüvvetten [peygamberlik] evvel, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, amcası Ebu Talib ile deveye binip, Arafe civarında Zilhicaz nam-mevkie geldikleri vakit, Ebu Talib demiş: “Ben susadım.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm inmiş, yere ayağını vurmuş, su çıkmış, Ebu Talib içmiştir.2

Muhakkikînden [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] birisi demiş ki: Şu hâdise nübüvvetten [peygamberlik] evvel olduğundan, irhasat kàbilinden olmakla beraber, bin sene sonra aynı yerde Arafat çeşmesi çıkması, o hâdiseye binaen bir keramet-i Ahmediye (a.s.m.) sayılabilir.

İşte, şu dokuz misaller gibi, doksan misal olmasa da, belki doksan surette rivayetler, mu’cizât-ı mâiyeyi haber vermişler. Baştaki yedi misal, mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] gibi kat’î ve kuvvetlidirler. Âhirdeki iki misal, çendan [gerçi] o derece tarikleri kuvvetli ve müteaddit [bir çok] değil, râvileri [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] çok değiller. Fakat sekizinci misalde Hazret-i Ömer’den rivayet olunan mu’cize-i sahâbiyeyi teyid ve takviye eden ikinci bir mu’cize-i sahâbiye, başta İmam-ı Beyhakî ve Hâkim olarak, kütüb-ü sahiha, Hazret-i Ömer’den haber veriyorlar ki:

183

Hazret-i Ömer, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan yağmur duasını niyaz etti. Çünkü ordu suya muhtaçtı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm elini kaldırdı. Birden bulut toplandı, yağmur geldi, ordunun ihtiyacı kadar su verdi, gitti.1 Âdetâ, yalnız orduya su vermek için memurdu; geldi, ihtiyaca göre verdi, gitti.

Şu hâdise, nasıl ki sekizinci misali teyid ve kat’î ispat eder. Öyle de, şu hâdisede, meşhur allâmelerden [büyük âlim] ve tashihte çok müşkülpesent, hattâ çok sahihlere mevzu deyip kabul etmeyen İbni Cevzî gibi bir muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] der ki: “Şu hâdise gazve-i meşhure-i [meşhur savaş] Bedir’de vuku bulmuş.2

وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِهِ 3 âyet-i kerimesi o hâdiseyi beyan edip ifade eder.”

Madem âyet o hâdiseyi gösterir; kat’iyetinde şüphe kalmaz. Hem dua-i Nebevî ile, birden ve sür’atle, daha elini indirmeden yağmurun gelmesi, çok tekerrür etmiş, tek başıyla bir mu’cize-i mütevatiredir. Bazı defa camide, minber [câmide hutbe okunan yer] üstünde elini kaldırmış, daha indirmeden yağmış; tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] nakledilmiş.4

DOKUZUNCU İŞARET

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın envâ-ı mu’cizâtından [mu’cizelerin çeşitleri] birisi de, ağaçların insanlar gibi emrini dinlemeleri ve yerinden kalkıp yanına geldikleridir ki, şu mu’cize-i şeceriye, mübarek parmaklarından suyun akması gibi, mânen mütevatirdir.5 [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Müteaddit [bir çok] suretleri var ve çok tariklerle gelmiştir.

Evet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın emri için, ağaç, yerinden çıkıp yanına gelmesi, sarihan [açık] mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] denilebilir. Çünkü, meşâhir-i sıddıkîn-i Sahabeden

184

Hazret-i Ali, Hazret-i İbni Abbas, Hazret-i İbni Mes’ud, Hazret-i İbni Ömer, Hazret-i Ya’le ibni Murre, Hazret-i Câbir, Hazret-i Enes ibni Malik, Hazret-i Büreyde, Hazret-i Üsâme bin Zeyd ve Hazret-i Gaylan ibni Seleme gibi Sahabeler, herbiri kat’iyetle, aynı mu’cize-i şeceriyeyi haber vermiş. Tâbiînin [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] yüzer imamları, mezkûr [adı geçen] Sahabelerden herbir Sahabeden, ayrı bir tarikle o mu’cize-i şeceriyeyi nakletmişler, âdetâ muzaaf [kat kat] tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] suretinde bize nakletmişler. İşte şu mu’cize-i şeceriye, hiçbir şüphe kabul etmez bir tevatür-ü mânevî-i kat’î hükmündedir.

Şimdi, o mu’cize-i kübrânın, [büyük mu’cize] tekerrür ettiği halde, birkaç sahih suretlerini birkaç misalle beyan edeceğiz.

BİRİNCİ MİSAL: Başta İmam-ı İbn-i Mâce ve Dârimî ve İmam-ı Beyhakî, nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Hazret-i Enes ibni Malik’ten ve Hazret-i Ali’den ve Bezzaz ve İmam-ı Beyhakî, Hazret-i Ömer’den haber veriyorlar ki:

Üç Sahabe demişler: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm küffârın tekzibinden [yalanlama] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olarak mahzun idi. Dedi:

يَارَبِّ اَرِنِى اٰيَةً لاَ اُبَالِى مَنْ كَذَّبَنِى بَعْدَهَا * 1

Enes’in rivayetinde, Hazret-i Cebrail hazırdı. Vadi kenarında bir ağaç vardı. Hazret-i Cebrail’in ilâmıyla, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o ağacı çağırdı, tâ yanına geldi. Sonra “Git” dedi. Tekrar gitti, yerine yerleşti.

İKİNCİ MİSAL: Allâme-i Mağrib Kadı İyaz, Şifâ-i Şerifte, ulvî bir senetle, doğru ve sağlam bir an’ane ile, Hazret-i Abdullah ibni Ömer’den haber veriyor ki:

185

Bir seferde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına bir bedevî geldi. Ferman etti:

اَيْنَ تُرِيدُ “Nereye gidiyorsun?” Bedevî dedi: “Ehlime.” Ferman etti:

هَلْ لَكَ اِلٰى خَيْرٍ مِنْ ذٰلِكَ “Ondan daha iyi bir hayır istemiyor musun?” Bedevî dedi: “Nedir?” Ferman etti:

اَنْ تَشْهَدَ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاٰ شَرِيكَ لَهُ وَاَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُه * ُ 1

Bedevî dedi: “Bu şehadete şahit nedir?” Ferman etti:

هٰذِهِ الشَّجَرَةُ السَّمُرَةُ “Vadi kenarındaki ağaç şahit olacak.”

İbni Ömer der ki: O ağaç yerinden sallanarak çıktı, yeri şak [ayrılma, bölünme] etti, geldi, tâ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına. Üç defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o ağacı istişhad [şahid gösterme] etti, ağaç da sıdkına [doğruluk] şehadet etti. Emretti, yine yerine gidip yerleşti.2

Hazret-i Büreyde İbni Sahibi’l-Eslemî tarikinde, nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Büreyde dedi ki: Biz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında iken, bir seferde bir a’râbî geldi. Bir âyet, yani bir mu’cize istedi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti:

قُلْ لِتِلْكَ الشَّجَرَةِ رَسُولُ اللهِ يَدْعُوكِ * 3

Bir ağaca işaret etti. Ağaç, sağa ve sola meylederek köklerini yerden çıkarıp huzur-u Nebevîye [Hz. Peygamberin hazır bulunduğu ortam] geldi, اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ 4 dedi. Sonra a’râbî dedi: “Yine yerine gitsin.” Emretti, yerine gitti. A’râbî dedi: “İzin ver, sana secde edeyim.” Dedi: “İzin yok kimseye.” Dedi: “Öyle ise senin elini, ayağını öpeceğim.” İzin verdi.5

186

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Başta Sahih-i Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Câbir diyor: Biz bir seferde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile beraberdik. Kaza-yı hacet için bir yer aradı. Settareli bir yer yoktu. Sonra gitti iki ağaç yanına, bir ağacın dalını tuttu, çekti. Ağaç itaat ederek beraber gitti; öteki ağacın yanına getirdi. Mutî [emre uyan] devenin yularını tutup çekildikte geldiği gibi, o iki ağacı o suretle yan yana getirdi. Sonra dedi:

اِلْتَئِمَا عَلَىَّ بِاِذْنِ اللهِ Yani, “Üstüme birleşiniz” dedi. İkisi birleşerek settare oldular. Arkalarında kaza-yı hacet ettikten sonra onlara emretti, yerlerine gittiler.1

İkinci bir rivayette, yine Hazret-i Câbir der ki: Bana emretti ki:

يَاجَابِرُ قُلْ لِهٰذِهِ الشَّجَرَةِ يَقُولُ لَكِ رَسُولُ اللهِ اِلْحَقِى بِصَاحِبَتِكِ حَتّٰى اَجْلِسَ خَلْفَكُمَا

Yani, “O ağaçlara de: Resulullahın [Allah’ın elçisi] haceti için birleşiniz.” Ben öyle dedim, onlar da birleştiler. Sonra ben beklerken, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm çıkageldi. Başıyla sağa sola işaret etti; o iki ağaç yerlerine gittiler.2

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın cesur kumandanlarından ve hizmetkârlarından olan Üsâme bin Zeyd der ki:

Bir seferde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile beraberdik. Kaza-yı hacet için, hâli, [boş] settareli bir yer bulunmuyordu. Ferman etti ki:

هَلْ تَرٰى مِنْ نَخْلٍ اَوْحِجاَرَةٍ 3 Dedim: “Evet, var.” Emretti ve dedi:

اِنْطَلِقْ وَقُلْ لَهُنَّ اِنَّ رَسُولَ اللهِ يَاْمُرُكُنَّ اَنْ تَاْتِينَ لِمَخْرَجِ رَسُولِ اللهِ وَقُلْ لِلْحِجَارَةِ مِثْلَ ذٰلِكَ

Yani, “Ağaçlara de ki: ‘Resulullahın haceti için birleşiniz.’ Ve taşlara da de: ‘Duvar gibi toplanınız.'” Ben gittim, söyledim. Kasem [yemin] ediyorum ki, ağaçlar birleştiler ve taşlar duvar oldular. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, hacetinden sonra yine emretti:

187

َقُلْ لَهُنَّ يَفْتَرِقْن 1 Benim nefsim kabza-i kudretinde [kudret eli] olan Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kasem [yemin] ederim, ağaçlar ve taşlar ayrılıp yerlerine gittiler.2

Şu, Hazret-i Câbir ve Üsâme’nin beyan ettiği iki hâdiseyi, aynen Ya’le ibni Murre ve Gaylan ibni Selemeti’s-Sakafî ve Hazret-i İbni Mes’ud, Gazve-i Huneyn’de aynen haber veriyorlar.3

BEŞİNCİ MİSAL: İmam-ı İbni Fevrek ki, kemâl-i içtihad ve fazlından kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] olarak “Şâfiî-yi [şifa verici] Sânî” ünvanını alan allâme-i asır, kat’î haber veriyor ki:

Gazve-i Taif’te, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O halde iken bir sidre ağacına rast geldi. Ağaç ona yol verip atını incitmemek için iki şak [ayrılma, bölünme] oldu; Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hayvan ile içinden geçti. Tâ zamanımıza kadar o ağaç iki ayak üstünde, muhterem bir vaziyette kaldı.4

ALTINCI MİSAL: Hazret-i Ya’le, tarikinde nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] haber veriyor ki:

Bir seferde, “talha” veya “semure” denilen bir ağaç geldi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın etrafında tavaf eder gibi döndü, sonra yine yerine gitti. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti ki:

اِنَّهَا اِسْتَاْذَنَتْ اَنْ تُسَلِّمَ عَلَىَّ Yani, “O ağaç Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] istedi ki, bana selâm etsin.”5

YEDİNCİ MİSAL: Muhaddisler, [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] İbni Mes’ud’dan beyan ediyorlar ki:

188

İbni Mes’ud dedi: Batn[iç] Nahl [arı] denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnîleri ihtidâ için Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma geldikleri vakit, bir ağaç o ecinnîlerin geldiklerini haber verdi.

Hem İmam-ı Mücahid, o hadîste İbni Mes’ud’dan nakleder ki: O cinnîler bir delil istediler. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir ağaca emretti; yerinden çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti.1

İşte, cin taifesine birtek mu’cize kâfi [yeterli] geldi. Acaba bu mu’cize gibi bin mu’cizât işiten bir insan imana gelmezse, cinnîlerin يَقُولُ سَفِيهُنَا عَلَى اللهِ شَطَطًا 2 tabir ettikleri şeytanlardan daha şeytan olmaz mı?

SEKİZİNCİ MİSAL: Sahih-i Tirmizî, nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Hazret-i İbni Abbas’tan haber veriyorlar ki:

İbni Abbas dedi ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir a’râbîye ferman etti:

اَرَاَيْتَ اِنْ دَعَوْتُ هٰذَا الْعِذْقَ مِنْ هٰذِهِ النَّخْلَةِ اَتَشْهَدُ اَنِّى رَسُولُ اللهِ

“Ben bu ağacın şu dalını çağırsam, yanıma gelse, iman edecek misin?” “Evet” dedi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm çağırdı. O urcun, ağacının başından kopup, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına atladı, geldi.

Sonra emretti, yine yerine gitti.3

İşte, bu sekiz misal gibi çok misaller var; çok tariklerle nakledilmişler. Malûmdur ki, yedi sekiz urgan toplansa, kuvvetli bir halat olur. Binaenaleyh, şu en meşhur sıddıkîn-i Sahabeden böyle müteaddit [bir çok] tariklerle ihbar edilen şu mu’cize-i şeceriye, elbette tevatür-ü mânevî kuvvetindedir, belki tevatür-ü hakikîdir. Zaten Sahabeden sonra Tâbiînin [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] eline geçtiği vakit, tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] suretini alır.

189

Hususan Buharî, Müslim, İbni Hibban, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha, tâ zaman-ı Sahabeye [Sahabelerin zamanı] kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki, meselâ Buharî’de görmek, aynı Sahabeden işitmek gibidir.

Acaba, o Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ağaçlar, misallerde göründüğü gibi, onu tanıyıp, risaletini [elçilik, peygamberlik] tasdik edip, ona selâm ederek ziyaret edip emirlerini dinleyerek itaat ettiği halde, kendilerine insan diyen bir kısım câmid, [cansız] akılsız mahlûklar [varlıklar] onu tanımazsa, iman etmezse, kuru ağaçtan çok ednâ, [basit, aşağı] odun parçası gibi ehemmiyetsiz, kıymetsiz olarak ateşe lâyık olmaz mı?

ONUNCU İŞARET

Şu mu’cize-i şeceriyeyi daha ziyade takviye eden, mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] bir surette nakledilen حَنِينُ الْجِذْعِ 1 mu’cizesidir. Evet, Mescid-i Şerif-i Nebevîde, kuru direğin büyük bir cemaat içinde, muvakkaten [geçici] firak-ı Ahmedîden (a.s.m.) ağlaması, beyan ettiğimiz mu’cize-i şeceriyenin misallerini hem teyid eder, hem kuvvet verir. Çünkü o da ağaçtır, cinsi birdir. Fakat şunun şahsı mütevatirdir. [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Öteki kısımlar, herbirinin nev’i mütevatirdir; [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] cüz’iyatları, misalleri, çoğu sarih [açık] tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesine çıkmıyor.

Evet, Mescid-i Şerifte, hurma ağacından olan kuru direk, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hutbe okurken ona dayanıyordu. Sonra minber-i [câmide hutbe okunan yer] şerif yapıldığı vakit, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm minbere [câmide hutbe okunan yer] çıkıp hutbeye [balık] başladı. Okurken, direk deve gibi enin [inilti] edip ağladı; bütün cemaat işitti. Tâ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm yanına geldi, elini üstüne koydu, onunla konuştu, teselli verdi, sonra durdu.2 Şu mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] aleyhissalâtü vesselâm, pek çok tariklerle, tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde nakledilmiştir.

190

Evet, حَنِينُ الْجِذْعِ 1 mu’cizesi çok münteşir [yaygın olan] ve meşhur ve hakikî mütevatirdir.2 [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Sahabelerin bir cemaat-i âlisinden on beş tarikle3 gelip, Tâbiînin [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] yüzer imamları o mu’cizeyi, o tariklerle, arkadaki asırlara haber vermişler. Sahabenin o cemaatinden ulema-i Sahabe namdarları [namlı, şan ve şöhret sahibi] ve rivayet-i hadîsin reislerinden Hazret-i Enes ibni Malik (hâdim-i Nebevî),4 Hazret-i Câbir bin Abdullahi’l-Ensârî (hâdim-i Nebevî),5 Hazret-i Abdullah ibni Ömer,6 Hazret-i Abdullah bin Abbas,7 Hazret-i Sehl bin Sa’d,8 Hazret-i Ebu Saidi’l-Hudrî,9 Hazret-i Übey ibni’l-Kâ’b,10 Hazret-i Büreyde,11 Hazret-i Ümmü’l-mü’minîn Ümmü Seleme12 gibi meşâhir-i ulema-i Sahabe ve rivayet-i hadîsin rüesaları [reisler, başkanlar] gibi, herbiri bir tarikin başında, aynı mu’cizeyi ümmete haber vermişler. Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha, arkalarındaki asırlara o mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] mu’cize-i kübrâ[büyük mu’cize] tarikleriyle haber vermişler.

İşte, Hazret-i Câbir tarikinde der ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm

191

hutbe okurken, Mescid-i Şerifte جِذْعُ النَّخْلِ denilen kuru direğe dayanıp okurdu. Minber-i [câmide hutbe okunan yer] şerif yapıldıktan sonra, minbere [câmide hutbe okunan yer] geçtiği vakit, direk tahammül edemeyerek, hamile deve gibi ses verip inleyerek ağladı. Hazret-i Enes, tarikinde der ki: Camus [manda] gibi ağladı, mescidi lerzeye getirdi. Sehl [kolay] ibni Sa’d, tarikinde der: Hem onun ağlaması üzerine, halklarda ağlamak çoğaldı. Hazret-i Übeyy ibni’l-Kâ’b, tarikinde diyor: Hem öyle ağladı ki, inşikak [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] etti.

Diğer bir tarikte,1 Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti:

  اِنَّ هٰذَا بَكٰى لِمَا فَقَدَ مِنَ الذِّكْرِ Yani, “Onun mevkiinde okunan zikir ve hutbedeki [balık] zikr-i İlâhînin [Allah’ı anma] iftirakındandır [ayrılık] ağlaması.”

Diğer bir tarikte,2 ferman etmiş:

لَوْ لَمْ اَلْتَزِمْهُ لَمْ يَزَلْ هٰكَذَۤا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ تَحَزُّنًا عَلٰى رَسُولِ اللهِ

Yani, “Ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resulullahın [Allah’ın elçisi] iftirakından [ayrılık] kıyamete kadar böyle ağlaması devam edecekti.”

Hazret-i Büreyde, tarikinde der ki: Ciz’ ağladıktan sonra, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm elini üstüne koyup ferman etti:

اِنْ شِئْتَ اَرُدُّكَ اِلَى الْحَۤائِطِ الَّذِى كُنْتَ فِيهِ تَنْبُتُ لَكَ عُرُوقُكَ وَيَكْمُلُ خَلْقُكَ وَيُجَدَّدُ خُوصُكَ وَثَمَرُكَ وَاِنْ شِئْتَ اَغْرِسُكَ فِى الْجَنَّةِ يَاْكُلُ اَوْلِيَۤاءُ اللهِ مِنْ ثَمَرِكَ * 3

Sonra o ciz’i dinledi, ne söylüyor. Ciz’ söyledi; arkadaki adamlar da işitti:

اِغْرِسْنِى فِى الْجَنَّةِ يَاْكُلْ مِنِّى اَوْلِيَۤاءُ اللهِ فِى مَكَانٍ لاَ يَبْلٰى

Yani, “Cennette beni dik ki, benim meyvelerimden, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sevgili kulları yesin. Hem bir mekân ki, orada beka bulup, çürümek yoktur.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti: 4 قَدْ فَعَلْتُ Sonra ferman etti:

192

اِخْتَارَ دَارَ الْبَقَۤاءِ عَلٰى دَارِ الْفَنَۤاءِ * 1

İlm-i kelâmın büyük imamlarından meşhur Ebu İshak-ı İsferânî naklediyor ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm direğin yanına gitmedi. Belki direk onun emriyle onun yanına geldi. Sonra emretti, yerine döndü.2

Hazret-i Übeyy ibni Kâ’b der ki: Şu hâdise-i harikadan sonra Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm emretti ki, “Direk minberin [câmide hutbe okunan yer] altına konulsun.” Minberin [câmide hutbe okunan yer] altına konuldu—tâ Mescid-i Şerifin tamiri için hedmedilinceye kadar. O vakit Hazret-i Übeyy ibni Kâ’b yanına aldı; çürüyünceye kadar muhafaza edildi.3 Meşhur Hasan-ı Basrî, şu hâdise-i mu’cizeyi şakirtlerine [öğrenci] ders verdiği vakit ağlardı ve derdi ki: “Ağaç, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma meyil [arzu, istek] ve iştiyak [arzu, istek] gösteriyor. Sizler daha ziyade iştiyaka, [arzu, istek] meyle müstehaksınız.”4

Biz de deriz ki: Evet, hem ona iştiyak [arzu, istek] ve meyil [arzu, istek] ve muhabbet, onun sünnet-i seniyyesine ve şeriat-ı garrâsına [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] iledir.

BİR NÜKTE-İ MÜHİMME: Eğer denilse: “Neden Gazve-i Hendek’te dört avuç taamla bin adamı doyurmak olan mu’cize-i taamiye; [Peygamberimizin (a.s.m.) yiyecekle ilgili mu’cizesi] ve mübarek parmaklarından akan su ile, bin kişiye suyu doyuruncaya kadar içiren mu’cize-i mâiye, [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) su ile ilgili mu’cizesi] neden şu hanîn-i ciz’ mu’cizesi gibi şâşaa ile, çok kesretli [çokluk] tariklerle nakledilmemiş? Halbuki o ikisi, bundan daha ziyade bir cemaatte vuku bulmuş.”

Elcevap: Zuhur eden mu’cizeler iki kısımdır. Bir kısmı, nübüvveti tasdik ettirmek için, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm elinde izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediliyor. Hanîn-i ciz’ şu nevidendir ki, sırf nübüvvetin [peygamberlik] tasdiki için bir hüccet [delil] olarak zuhura gelmiş ki, mü’minlerin imanını ziyadeleştirmek ve münafıkları ihlâsa ve imana

193

sevk etmek ve küffârı imana getirmek için zâhir olmuş. Onun için, avam [halk] ve havas, [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] herkes onu gördü; onun neşrine fazla ihtimam edildi.

Fakat şu mu’cize-i taamiye [Peygamberimizin (a.s.m.) yiyecekle ilgili mu’cizesi] ve mu’cize-i mâiye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) su ile ilgili mu’cizesi] ise, mu’cizeden ziyade bir keramettir; [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] belki kerametten [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ziyade bir ikramdır; belki ikramdan ziyade, ihtiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmâniyedir. [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kullarına sunduğu ziyafet] Onun için, çendan [gerçi] dâvâ-yı nübüvvete [peygamberlik dâvâsı] delildir ve mu’cizedir; fakat asıl maksat, ordu aç kalmış, bir çekirdekten bin batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] hurmayı halk ettiği gibi, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hazine-i gaybdan [gayb hazinesi] bir sâ’ [genelde tahıl ve yiyeceklerin ölçümünde kullanılan 3 kg ağırlığında ölçek] taamdan bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmış mücahid bir orduya, kumandan-ı âzamın [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] parmaklarından âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] gibi su akıttırıp içiriyor.

İşte şu sır içindir ki, mu’cize-i taamiye [Peygamberimizin (a.s.m.) yiyecekle ilgili mu’cizesi] ve mu’cize-i mâiyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) su ile ilgili mu’cizesi] herbir misali, hanîn-i ciz’ derecesine çıkmıyor. Fakat o iki mu’cizenin cinsleri ve nevileri, külliyet itibarıyla, hanîn-i ciz’ gibi mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] ve kesretlidir. [çokluk] Hem taamın bereketini ve parmaklarından suyun akmasını herkes göremiyor, yalnız eserlerini görüyor. Direğin ağlamasını ise herkes işitiyor. Onun için fazla intişar [açığa çıkma, yayılma] etti.

Eğer denilse: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın her hal ve hareketini kemâl-i ihtimamla [son derece dikkat, özen ve titizlikle] Sahabeler muhafaza ederek nakletmişler. Böyle mu’cizât-ı azîme, neden on, yirmi tarikle geliyor? Yüz tarikle gelmeliydi. Hem neden Hazret-i Enes, Câbir, Ebu Hüreyre’den çok geliyor; Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?”

Elcevap: Birinci şıkkın cevabı, Dördüncü İşaretin Üçüncü Esasında geçmiş. İkinci şıkkın cevabı ise:

Nasıl ki insan bir ilâca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese [geometri] için mühendise gider, mühendisten nakleder; mesele-i şer’iye müftüden haber alınır, ve hâkezâ…

194

Öyle de, Sahabe içinde, ehâdis-i Nebeviyeyi [Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından söylenen sözler, hadisler] gelecek asırlara ders vermek için, ulema-i Sahabeden bir kısım, ona mânen muvazzaf idiler, bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet, Hazret-i Ebu Hüreyre bütün hayatını hadîsin hıfzına vermiş. Hazret-i Ömer siyaset âlemiyle ve hilâfet-i kübrâ [insanın yeryüzünde temsil ettiği halifelik görevi] ile meşgulmüş. Onun için, ehâdisi ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zâtlara itimad edip, ondan, rivayeti az ederdi. Hem madem sıddık, sadûk, sadık ve musaddak [doğrulanan] bir Sahabenin meşhur bir namdarı, [namlı, şan ve şöhret sahibi] bir tarikle bir hâdiseyi haber verse, yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazı mühim hâdiseler iki üç tarikle geliyor.

ON BİRİNCİ İŞARET

Onuncu İşaret, nasıl ki şecer [ağaç] taifesindeki mu’cize-i Nebeviyeyi [Peygamberimize ait mu’cize] gösterdi. On Birinci İşaret dahi, cemâdatta [cansız varlıklar] taş ve dağ taifesinin mu’cize-i Nebeviyeyi [Peygamberimize ait mu’cize] gösterdiklerine işaret edecek. İşte, biz de, o çok kesretli [çokluk] misallerinden yedi sekiz misali zikredeceğiz”.

BİRİNCİ MİSAL: Allâme-i Mağrib Hazret-i Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif’inde ulvî bir senetle ve Buharî sahibi gibi mühim imamlardan nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] haber veriyorlar ki:

Hâdim-i Nebevî Hazret-i İbni Mes’ud der ki: Biz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında taam [gıda, yiyecek] yerken, taamın tesbihlerini işitiyorduk.1

İKİNCİ MİSAL: Nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Enes ve Ebu Zer’den kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Hazret-i Enes (hâdim-i Nebevî) demiş ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı; mübarek elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra Ebu Bekri’s-Sıddık’ın eline koydu; yine tesbih ettiler.2

195

Ebu Zerr-i Gıfârî, tarikinde der ki: Sonra Hazret-i Ömer’in eline koydu; yine tesbih ettiler. Sonra aldı, yere koydu, sustular. Sonra yine aldı, Hazret-i Osman’ın eline koydu; yine tesbihe başladılar. Sonra, Hazret-i Enes ve Ebu Zer diyorlar ki: “Ellerimize koydu, sustular.”1

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Hazret-i Ali ve Hazret-i Câbir ve Hazret-i Aişe-i Sıddıkadan nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] sabittir ki:

Dağ, taş, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ 2 diyorlardı.

Hazret-i Ali’nin tarikinde diyor ki: Bidâyet-i nübüvvette, nevâhî-i [yasaklar] Mekke’de Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile beraber gezdiğimizde, ağaç ve taşa rast geldiğimiz vakit اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ diyorlardı.3

Hazret-i Câbir, tarikinde der ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, taş ve ağaca rast geldiği vakit, ona secde ediyordular. Yani, inkıyad [boyun eğme] edip

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ 4 diyordular.

Câbir’in bir rivayetinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş:

اِنِّى لاََعْرِفُ حَجَرًا كَانَ يُسَلِّمُ عَلَىَّ * 5

Bazılar demişler ki, “O Hacerü’l-Esvede [taş, kaya] işarettir.”

Hazret-i Aişe’nin tarikinde demiş: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş:

لَمَّا اسْتَقْبَلَنِى جَبْرَۤائِيلُ بِالرِّسَالَةِ جَعَلْتُ لاَ اَمُرُّ بِحَجَرٍ وَلاَ شَجَرٍ اِلاَّ قَالَ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ * 6

196

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Hazret-i Abbas’tan haber veriyorlar ki:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Abbas ve dört oğlunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, [cömertlik, fazladan nimet verme] Kusem) beraber, “mülâet” denilen bir perde altına alarak üzerlerine örttü. Dedi:

يَا رَبِّ هٰذَا عَمِّى وَصِنْوُ اَ بىِ وَهٰۤؤُلاٰۤءِ بَنُوهُ فَاسْتُرْهُمْ مِنَ النَّارِ كَسَتْرِى اِيَّاهُمْ بِمُلاَئَتِى * 1

deyip dua etti. Birden, evin damı ve kapısı ve duvarları “Âmin, âmin” diyerek duaya iştirak ettiler.2

BEŞİNCİ MİSAL: Başta Buharî, İbni Hibban, Ebu Davud, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha, müttefikan [birleşerek] Hazret-i Enes’ten,3 Ebu Hüreyre’den,4 Osman-ı Zinnureynden,5 Aşere-i Mübeşşereden Said ibni Zeyd’den6 haber veriyorlar ki:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık, Ömerü’l-Faruk ve Osman-ı Zinnureyn ile Uhud Dağının başına çıktılar. Cebel-i Uhud, ya onların mehabetlerinden veya kendi sürur [mutluluk] ve sevincinden lerzeye geldi, kımıldandı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti ki:

اُثْبُتْ يَۤا اُحُدُ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ نَبِىٌّ وَصِدِّيقٌ وَشَهِيدَانِ * 7

Şu hadîs, Hazret-i Ömer ve Osman şehid olacaklarına bir ihbar-ı gaybîdir. [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme]

Şu misalin tetimmesi [ek] olarak nakledilmiş ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm

197

Mekke’den hicret [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] ettiği ve küffarlar takibe çıktıkları vakit, Sebîr namındaki dağa çıktılar. Sebîr dedi: “Yâ Resulallah, [Allah’ın elçisi] benden ininiz. Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni tâzip [azap] eder. Onun için korkarım.” Cebel-i Hira çağırdı:

يَا رَسُولَ اللهِ اِلَىَّ “Bana gel.”1 Bu sır içindir ki, ehl-i kalb [kalb ehli] Sebîr’de havf [korku] ve Hira’da da emniyeti hissederler.

Bu misalden anlaşılır ki, o koca dağlar birer müstakil [bağımsız] abddir, müsebbihtir [tesbih eden] ve vazifedardırlar. Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı tanır ve severler; başıboş değillerdir.

ALTINCI MİSAL: Nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Hazret-i Abdullah ibni Ömer’den haber veriyorlar ki:

Demiş: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm minberde [câmide hutbe okunan yer] hutbe okurken,

وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ * 2

âyetini okudu. Ve dedi:

اِنَّ الْجَبَّارَ يُعَظِّمُ نَفْسَهُ وَيَقُولُ اَنَا الْجَبَّارُ اَنَا الْجَبَّارُ اَنَا الْكَبِيرُ الْمُتَعَالُ * 3

dediği vakit minber [câmide hutbe okunan yer] öyle sarsıldı ve öyle lerzeye geldi ve titredi; korktuk ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı düşürecek bir derecede sallandı.4

YEDİNCİ MİSAL: Nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] habrü’l-ümme ve tercümanü’l-Kur’ân olan Hazret-i İbni Abbas5 ve hâdim-i Nebevî ve ulema-i azîme-i Sahabeden olan İbni Mes’ud’dan6 haber veriyorlar ki:

198

Demişler: Feth-i Mekke [Mekke’nin fethi] gününde, Kâbe ve etrafında, taşta rasasla [kurşun] mıhlanmış [çivi] üç yüz altmış sanem [put] vardı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm elinde kavse benzer bir değnekle o sanemlere [put] birer birer işaret ederek جَۤاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا 1 deyip, hangisine işaret etti, yere düştü. Sanemin [put] yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse yüz üstüne düşer, ve hâkezâ, sanemler [put] yere yuvarlandılar.2

SEKİZİNCİ MİSAL: Meşhur Bahîra-i Rahibin meşhur kıssasıdır ki, nübüvvetten [peygamberlik] evvel, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, amcası Ebu Talib ve bir kısım Kureyşî ile beraber Şam tarafına, ticarete gidiyorlar. Bahîra-i Rahibin kilisesi [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlarla ihtilât [birbirine karışma] etmeyen münzevî Bahîra-i Rahip birden çıkageldi. Kàfile içinde Muhammedü’l-Emin‘i [“güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan] (a.s.m.) gördü. Kàfileye dedi: “Şu Seyyidü’l-Âlemîndir ve peygamber olacaktır.” Kureyşîler dediler: “Nereden biliyorsun?” Mübarek rahip dedi ki:

Siz gelirken baktım ki, havada, üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammedü’l-Emin [“güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan] (a.s.m.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki, taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise nebîlere [peygamber] yapılır.”3

İşte, bu sekiz misal gibi, belki seksen misal var. Bu sekiz misal birleştirilse, öyle kopmaz bir zincir olur ki, hiçbir şüphe onu koparamaz ve sarsamaz. Şu cins mu’cize, umumiyeti itibarıyla, yani cemâdâtın [cansız olan şeyler] dâvâ-yı nübüvvete [peygamberlik dâvâsı] delil olarak konuşmaları, mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] hükmünde yakîni ve kat’iyeti ifade eder. Herbir misal, mecmuun kuvvetinden, kendi kuvvetinden fazla bir kuvvet daha alır. Evet, zayıf bir direk, kuvvetli direklerle omuz omuza geldiği vakit, muhkemleşir. [değiştirilemez] Zayıf, kuvvetsiz bir adam, asker olup orduya girse öyle kuvvetleşir ki, bin adama meydan okur.