MEKTUBAT – On Dokuzuncu Mektup -3 (199-257)

199

ON İKİNCİ İŞARET

On Birinci İşaretle alâkadar olan üç misal, fakat gayet mühim misallerdir.

BİRİNCİ MİSAL: وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى 1 nass-ı kat’îsiyle [kesin delil, Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi] ve ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] umum müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] tahkikiyle [araştırma, inceleme] ve umum ehl-i hadîsin [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] ihbarıyla, Gazve-i Bedir’de, şu âyet haber veriyor ki:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir avuç toprakla küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, شَاهَتِ الْوُجُوهُ 2 dedi. شَاهَتِ الْوُجُوهُ ُ kelimesi bir kelâm iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi herbir kâfirin gözüne gitti. Herbiri kendi gözüyle meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar.3

Hem Gazve-i Huneyn’de,4 başta İmam-ı Müslim olarak ehl-i hadîs [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] haber veriyorlar ki: Gazve-i Huneyn’de, Bedir gibi, küffar şiddetle hücum ederken, yine bir avuç toprak atıp, شَاهَتِ الْوُجُوه ُ diyerek, herbirinin kulağına bir

شَاهَتِ الْوُجُوهُ kelimesi girdiği gibi, biiznillâh [Allah’ın izni ile] herbirinin yüzüne bir avuç toprak gitti, gözleriyle meşgul olup kaçtılar.

İşte, Bedir’de ve Huneyn’deki harika olan şu hâdise, esbab-ı âdi ve kudret-i beşer [insan kuvveti, gücü] dahilinde olmadığından, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân]

وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى ferman eder. Yani, “O hâdise kudret-i beşer [insan kuvveti, gücü] haricindedir. Kuvve-i beşeriye ile değil, belki fevkalâde bir surette, kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] ile olmuştur.”

İKİNCİ MİSAL: Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber’de bir Yahudi kadını, bir keçiyi biryan [kavrulmuş] yapıp pişirmiş, gayet

200

müessir bir zehirle zehirlemiş, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma göndermiş. Sahabeler yemeye başladılar. Birden ferman etti:

اِرْفَعُۤوا اَيْدِيَكُمْ اِنَّهَۤا اَخْبَرَتْنِى اَنَّهَا مَسْمُومَةٌ Yani, “Pişirilen keçi bana der ki, ‘Ben

zehirliyim” diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin tesirinden, Bişr ibni’l-Bera’ aldığı birtek lokmadan vefat etti. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o Zeynep ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: “Neden böyle yaptın?” O menhuse dedi: “Eğer peygambersen sana zarar vermeyecek. Eğer padişahsan, insanları senden kurtarmak için yaptım.”1 Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı tarikte öldürtmüş. Ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] demiş ki: Kendi öldürtmemiş; fakat Bişr’in veresesine [varisler, mirasçılar] verilmiş, onlar öldürmüşler.2

Şu vak’a-i acibedeki vech-i i’câzı [mu’cizelik yönü] gösterecek iki üç noktayı dinle:

Birincisi: Bir rivayette var ki, o keçinin kavli [söz] haber verdiği vakit bazı Sahabeler de işittiler.3

İkincisi: Hem bir rivayette vardır ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, haber verdikten sonra dedi: ” بِسْمِ اللهِ deyiniz, ondan sonra yiyiniz. Zehir daha tesir etmeyecektir.” Şu rivayeti çendan [gerçi] İbni Hacer-i [taş, kaya] Askalânî kabul etmemiş, fakat başkaları kabul etmişler.4

Üçüncüsü: Hem dessas [hilebaz, aldatıcı] Yahudiler, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ve mukarrebîn-i [yakınlar, yakınlaşmış kimseler] Sahabeye birden darbe vurmak istedikleri halde, birden gaipten haber verilmiş gibi hâdisenin inkişafı [açığa çıkma] ve desiselerinin [hile, aldatma] akîm [neticesiz] kalması ve o ihbarın ifade ettiği vakıa doğru çıkması ve hiçbir vakit Sahabeleri nazarında mütehalif [birbirinden farklı] bir haberi görülmeyen Zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] “Şu keçinin kavli [söz] bana söylüyor” demesi, herkesin kulağıyla o keçiden o sözü işitmesi kadar kanaat-i kat’iyeleri [kesin düşünce] olmuş.5

201

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın “yed-i beyzâ[beyaz, parlak el (Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bir mu’cizesine telmih var; Hz. Mûsâ’nın eli mu’cize olarak nur saçardı)] ve “asâ” mu’cizesine nazire [benzer] olarak, üç hâdisede bir mu’cize-i Ahmediye: [Hz. Muhammed’in mu’cizesi]

Birincisi: Hazret-i İmam-ı Ahmed ibni Hanbel, Ebu Saidi’l-Hudrî’den tahriç ve tashih eder ki:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Katâde ibni Numan’a, karanlıklı, yağmurlu bir gecede bir değnek verir ve ferman eder ki: “Sana, lâmba gibi, onar arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] her tarafta ışık verecek. Evine gittiğin zaman bir siyah şahıs gölge göreceksin. O şeytandır. Onu hanenden çıkar, tard [kovma] et.” Katâde değneği alır, gider. Yed-i beyzâ [beyaz, parlak el (Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bir mu’cizesine telmih var; Hz. Mûsâ’nın eli mu’cize olarak nur saçardı)] gibi ışık verir. Evine gider, o siyah şahsı görür, tard [kovma] eder.1

İkincisi: Bir menba-ı garaip olan gazve-i kübrâ-yı Bedir’de, Ukkâşe ibni’l-Muhassını’l-Esedî’nin müşriklerle döğüşürken kılıcı kırıldı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, ona, kılıca mukàbil, kalınca bir değnek verdi. Dedi: “Bununla harb et.” Birden, değnek, biiznillâh, [Allah’ın izni ile] uzun, beyaz bir kılıç oldu. Onunla harb etti. Hayatı miktarınca, tâ Yemâme harbinde şehid oluncaya kadar boynunda taşıdı.2 Şu hâdise kat’îdir. Çünkü Ukkâşe bütün hayatında onunla iftihar etmiş ve o kılıç “el-avn” namıyla meşhur olmuş. İşte, Hazret-i Ukkâşe’nin iftiharı ve kılıcın “avn” namıyla, kılıçların fevkinde [üstünde] iştiharı, [arzu, istek] şu hâdisenin iki hüccetidir. [delil]

Üçüncüsü: İbnü Abdi’l-Berr3 gibi bir allâme-i asır ve ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] büyüklerinden nakil ve tashih ediyorlar ki:

Gazve-i Uhud’da, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın halazâdesi olan Abdullah ibni Cahş harb ederken kılıcı kırıldı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona bir değnek verdi. O değnek onun elinde bir kılıç oldu; onunla harb etti. O eser-i mu’cize olan kılıç bâki kaldı.4 Meşhur İbnü Seyyidi’n-Nâs,

202

siyerinde [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] haber veriyor ki: Bir zaman sonra, Abdullah’ın o kılıcı Buğa-yı Türkî namında bir adama iki yüz liraya satıldı.1

İşte bu iki kılıç, asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi birer mu’cizedir. Fakat asâ-yı Mûsâ, [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] vefat-ı Mûsâ’dan sonra vech-i i’câzı [mu’cizelik yönü] kalmadı; fakat şunlar bâki kaldılar.

ON ÜÇÜNCÜ İŞARET

Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] aleyhissalâtü vesselâmın hem mütevatir, [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] hem misalleri pek çok bir nev’i dahi, hastalar ve yaralılar, nefes-i mübarekiyle şifa bulmalarıdır. Şu nevi mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] aleyhissalâtü vesselâm, nev’i itibarıyla mânevî mütevatirdir. [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Cüz’iyatları, bir kısmı dahi mânevî mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] hükmündedir. Diğer kısmı âhâdî ise de, ilm-i hadîsin [hadîs ilmi] müdakkik [dikkatli] imamları tashih ve tahriç ettikleri için, kanaat-i ilmiye verir. Biz de, pek çok misallerinden birkaç misalini zikredeceğiz.

BİRİNCİ MİSAL: Allâme-i Mağrib Kadı İyaz, Şifa-i Şerif’inde, ulvî bir an’ane ile ve müteaddit [bir çok] tariklerle, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hâdimi ve bir kumandanı ve Hazret-i Ömer’in zamanında ordu-yu İslâmın [İslâm ordusu] başkumandanı ve İran’ın fatihi ve Aşere-i Mübeşşereden olan Hazret-i Sa’d ibni Ebî Vakkas diyor:

Gazve-i Uhud’da, ben Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanındaydım. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o gün kavsı [yay] kırılıncaya kadar küffâra oklar attı. Sonra bana okları veriyordu, “At” diyordu. Nasl’sız, yani okun uçmasına yardım eden kanatları olmayan okları verirdi ve bana emrederdi: “At!” Ben de atardım; kanatlı oklar gibi uçardı, küffârın cesedine yerleşirdi.2

O halde iken, Katâde ibni Numan’ın gözüne bir ok isabet etmiş. Gözünü çıkarıp, gözünün hadeka[gözbebeği] yüzünün üstüne indi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm mübarek, şifalı eliyle onun gözünü alıp, eski yuvasına yerleştirip, iki gözünden en güzeli olarak, hiçbir şey olmamış gibi şifa buldu.

203

Şu vakıa çok iştihar etmiş. Hattâ Katâde’nin bir hafîdi, Ömer ibni Abdi’l-Aziz’in yanına geldiği vakit, kendini şöyle tarif etmiş: “Ben öyle bir zâtın hafîdiyim ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onun çıkmış gözünü yerine koyup birden şifa buldu; en güzel göz o olmuş” diye, nazım [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] suretindeHaşiye Hazret-i Ömer’e söylemiş, onunla kendini tanıttırmış.1

Hem nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] haber verilmiş ki: Meşhur Ebu Katâde’nin, yevm-i Zîkarad denilen gazvede, [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bizzat katıldığı savaşlar] bir ok mübarek yüzüne isabet etmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm mübarek eliyle meshetmiş. Ebu Katâde der ki: “Kat’iyen [kesinlikle] ve asla ne acısını ve ne de cerahatini görmedim.”2

İKİNCİ MİSAL: Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Gazve-i Hayber’de, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Aliyy-i Haydarî’yi bayraktar tayin ettiği halde, Ali’nin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm tiryak [derman, ilaç] gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada şifa bularak hiçbir şey kalmadı.3 Sabahleyin Hayber Kal’asının [kale] pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup Kal’a-i Hayber’i fethetti.

Hem o vakıada, Seleme İbnü’l-Ekvâ’nın bacağına kılıç vurulmuş, yarılmış. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona nefes edip, birden ayağı şifa bulmuş.4

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Başta Neseî olarak, erbab-ı siyer, Osman ibni Huneyf’ten haber veriyorlar ki:

Osman diyor ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına bir âmâ geldi, dedi: “Benim gözlerimin açılması için dua et.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona ferman etti:

204

فَانْطَلِقْ وَتَوَضَّأْ ثُمَّ صَلِّ رَكْعَتَيْنِ وَقُلِ اللّٰهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ وَاَتَوَجَّهُ اِلَيْكَ بِنَبِىِّ مُحَمَّدٍ نَبِىِّ الرَّحْمَةِ يَا مُحَمَّدُ اِنِّى ﰎ اَتَوَجَّهُ بِكَ اِلٰى رَبِّكَ اَنْ يَكْشِفَ عَنْ بَصَرِى اَللّٰهُمَّ شَفِّعْهُ فِى ّ َ * 1

O gitti, öyle yaptı, geldi. Gözü açılmış, güzel görüyormuş, gördük.2

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Büyük bir imam olan İbni Veheb haber veriyor ki:

Gazve-i Bedir’in on dört şehidinden birisi olan Muavviz ibni Afra’ Ebu Cehil [bilgisizlik] ile döğüşürken, Ebu Cehl-i lâin, o kahramanın bir elini kesmiş. O da öteki eliyle elini tutup Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına gelmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onun elini yine yerine yapıştırdı, tükürüğünü ona sürdü. Birden şifa buldu, yine harbe gitti, şehid oluncaya kadar harb etti.3

Hem yine İmam-ı Celîl ibni Veheb haber veriyor ki: O gazvede [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bizzat katıldığı savaşlar] Hubeyb ibni Yesaf’ın omuz başına bir kılıç vurulmuş ki, bir şakkı ayrılmış gibi dehşetli bir yara açılmış. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onun kolunu omuzuna eliyle yapıştırmış, nefes etmiş; şifa bulmuş.4

İşte şu iki vakıa, çendan [gerçi] âhâdîdir ve haber-i vahiddir. [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] Fakat İbni Veheb gibi bir imam tashih etse, gazve-i Bedir gibi bir menba-ı mu’cizat olan bir gazvede olsa, hem bu iki vakıayı andıracak çok misaller bulunsa, elbette şu iki vakıa kat’î ve vakidir denilebilir.

İşte, ehâdis-i sahiha [sahih hadisler; uydurma veya zayıf olmayan hadisler] ile sübut [bir şeyin var olması] bulan belki bin misal var ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mübarek eli ona şifa olmuş.

ba

205

Bu parça altın ve elmasla yazılsa liyakati var

Evet, sabıkan [bundan önce] bahsi geçmiş:

Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ 1 sırrıyla, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları inhizâma sevk etmesi, وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 2 nassı ile, aynı avucunun parmağıyla kameri [ay] iki parça etmesi, ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar harika bir mu’cize-i kudret-i [Allah’ın kudret mu’cizesi] İlâhiye olduğunu gösterir. Güya, ahbap içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhânîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler. Ve a’dâya [düşmanlar] karşı küçücük bir cephane-i Rabbânîdir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmânîdir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celâl ile kalktığı vakit, kameri [ay] parçalayıp, Kàb-ı Kavseyn [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Cenab-ı Hak ile görüşmüştür] şeklini verir. Ve cemâl ile döndüğü vakit, âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet [rahmet çeşmesi] hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın birtek eli böyle acip mu’cizâta mazhar [erişme, nail olma] ve medar [kaynak, dayanak] olsa, o zâtın, Hâlık-ı Kâinat yanında [bütün âlemleri yaratan Allah] ne kadar makbul olduğu ve dâvâsında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, bedâhet [açıklık] derecesinde anlaşılmaz mı?

206

Bir sual: Deniliyor ki: “Sen çok şeylere mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] dersin. Halbuki biz onların çoğunu yeni işitiyoruz. Mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] birşey böyle gizli kalmaz.”

Elcevap: Ulema-i şeriat yanında çok mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] ve bedihî [açık, aşikâr] şeyler var ki, onlardan olmayana göre meçhuldür. Ehl-i hadîs [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] yanında da çok mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] var, sairlerin yanında âhâdî de olmuyor. Ve hâkezâ, her fennin ehl-i ihtisası, [sahasında uzman olan kimseler] o fenne göre bedihiyâtı, [delil ve ispatı gerektirmeyecek ölçüde apaçık şeyler] nazariyâtı [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] beyan edilir. Umum halk ise, o fennin ehl-i ihtisasına [sahasında uzman olan kimseler] itimad eder, teslim olur veya içine girer, görür.

Şimdi, haber verdiğimiz hakikî mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] veya mânevî mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] veya tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] hükmünde kat’iyeti ifade eden vakıalar, hem ehl-i hadîs, [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] hem ehl-i şeriat, [Allah’ın emir ve yasaklarını özenle yerine getirenler] hem ehl-i usulüddin, hem ekser tabakat-ı ulemada hükmünü öyle göstermiş. Gaflette bulunan avam [halk] veya gözünü kapayan nâdanlar [cahil] bilmezlerse, kabahat onlara aittir.

BEŞİNCİ MİSAL: İmam-ı Bağavî, tahrici ve tashihiyle haber veriyor ki:

Aliyyi’bni’l-Hakem’in, gazve-i Hendek’te, küffârın darbesiyle ayağı kırıldı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm meshetti; dakikasında öyle şifa buldu ki, atından inmedi.1

ALTINCI MİSAL: Başta İmam-ı Beyhakî, ehl-i hadîs [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] haber veriyorlar ki:

İmam-ı Ali gayet hasta idi. Iztırabından, kendi kendine dua edip inliyordu. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm geldi, dedi:

2 اَللّٰهُمَّ اشْفِهِ Ve ayağıyla Hazret-i Ali’ye dokundu, “Kalk” dedi. Birden şifa buldu. İmam-ı Ali der ki: “Ondan sonra o hastalığı hiç görmedim.”3

207

YEDİNCİ MİSAL: Şürehbilü’l-Cu’fî’nin meşhur kıssasıdır ki:

Avucunda etten bir ur vardı ki, kılıcı ve atın dizginini tutamıyordu. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm eliyle avucundaki uru meshetti ve mübarek eliyle ovdu. O urdan hiçbir eser kalmadı.1

SEKİZİNCİ MİSAL: Altı çocuğun herbiri, ayrı ayrı birer mu’cize-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] mazhar [erişme, nail olma] oldu.

Birincisi: İbni Ebî Şeybe (muhakkik-i kâmil ve muhaddis-i [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] meşhur) haber veriyor ki:

Bir kadın, bir çocuğu Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına getirdi. O çocukta bir belâ vardı; konuşmuyordu, aptaldı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir su ile mazmaza [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Tevrat’ta geçen bir ismi] etti, elini yıkadı, o suyu kadına verdi, “Çocuğa içirsin” ferman etti. Çocuk o suyu içtikten sonra, hastalığından ve belâsından birşey kalmadı. Öyle bir akıl ve kemal [fazilet, olgunluk] sahibi oldu ki, ukalâ-yı [akıllılar, akıl sahipleri] nâsın fevkine [üstüne] çıktı.2

İkincisi: Nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Hazret-i İbni Abbas demiş ki:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma mecnun bir çocuk getirildi. Mübarek elini onun göğsüne koydu. Birden çocuk istifrâ etti. İçinden, küçük hıyar kadar siyah birşey çıktı; çocuk şifa bulup gitti.3

Üçüncüsü: İmam-ı Beyhakî ve Nesâî nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] haber veriyorlar ki:

Muhammed ibni Hâtib isminde bir çocuğun koluna kaynayan tencere dökülmüş, bütün kolunu yakmış. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm meshedip tükürüğünü sürdü; dakikasında şifa buldu.4

Dördüncüsü: Büyümüş, fakat lisanı yok, büyükçe bir çocuk Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına geldi. Çocuğa ferman etmiş: “Ben kimim?” Hiç konuşmayan dilsiz çocuk اَنْتَ رَسُولُ اللهِ 5 deyip tekellüme [konuşma] başlamış.6

208

Beşinci çocuk: Âlem-i yakazada [uyanıklık âlemi] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile mükerrer surette müşerref olan Celâleddin Süyutî ve asrın imamı, tahriç ve tashihle Mübarekü’l-Yemâme ismiyle meşhur bir zâtı, daha yeni dünyaya geldiği vakit, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına getirmişler. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona müteveccih [yönelen] olmuş. Çocuk tekellüme [konuşma] başlamış, اَشْهَدُ اَنَّكَ رَسُولُ اللهِ 1 demiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] demiş. Çocuk ondan sonra büyüyünceye kadar daha konuşmamış. O çocuk, bu mu’cize-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] ve “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] dua-yı Nebevîsine mazhar [erişme, nail olma] olduğundan, “Mübarekü’l-Yemâme” ismiyle şöhret bulmuş.2

Altıncı çocuk: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat’ [aşma, yükselme] edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm اَللّٰهُمَّ اقْطَعْ اَثَرَهُ 3 demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş.4

Yedinci çocuk: Çocuk tabiatında hayâsız bir kadın, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm yemek yerken lokma istemiş, vermiş. Demiş: “Yok, senin ağzındakini istiyorum.” Onu da vermiş. O gayet hayâsız kadın, o lokmayı yedikten sonra, en hayâlı kadın ve Medine kadınlarının fevkinde [üstünde] bir hayâ sahibi oldu.5

İşte bu sekiz misal gibi, seksen değil, belki sekiz yüz misalleri var. Çoğu kütüb-ü siyer ve ehâdiste beyan edilmiştir. Evet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mübarek eli Hakîm-i Lokman’ın bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır’ın âb-ı hayat [hayat suyu] çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nefesi gibi meded-res ve şifa-resan olsa; ve nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] çok musibet ve belâlara

209

giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olsa, elbette Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma hadsiz müracaatlar olmuş. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli [çokluk] gelmişler, cümlesi şifa bulup gitmişler. Hattâ, kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, Tâbiînin [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] azîm imamlarından ve çok Sahabelerle görüşen, Tavus denilen Ebu Abdurrahmani’l-Yemânî kat’iyen [kesinlikle] haber verir ve hükmeder ve demiş ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ne kadar mecnun gelmişse, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm sinesine elini koymuşsa, kat’iyen [kesinlikle] şifa bulmuştur; şifa bulmayan kalmamış.1

İşte, Asr-ı Saadete [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] yetişmiş böyle bir imam, böyle kat’î ve küllî hükmetmişse, elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illâ şifa bulmuş. Madem şifa bulmuş; elbette müracaatlar binler olacaktır.

ON DÖRDÜNCÜ İŞARET

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın envâ-ı mu’cizâtından [mu’cizelerin çeşitleri] bir nev-i azîmi, duasıyla zâhir olan harikalardır. Evet, şu nevi, kat’î ve hakikî mütevatirdir. [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Cüz’iyat ve misalleri o kadar çoktur ki, hesap edilmez. Misallerin çokları var ki, onlar da mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] derecesine çıkmışlar. Belki tevatüre [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] yakın meşhur olmuşlar. Bir kısmını öyle imamlar nakletmiş ki, meşhur mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] gibi kat’iyeti ifade eder. Biz şu pek çok misallerinden, tevatüre [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] yakın ve meşhur derecesinde münteşir [yaygın olan] bazı misalleri, nümune olarak ve her misalin de birkaç cüz’iyâtını [ferdler, küçük şeyler] zikredeceğiz.

BİRİNCİ MİSAL: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yağmur duası tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima sür’atle kabul olması, başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs [hadîs imamları] nakletmişler. Hattâ bazı defa, minber-i [câmide hutbe okunan yer] şerif üstünde yağmur duası için elini kaldırıp, indirmeden yağmış.2

Sabıkan [bundan önce] zikrettiğimiz gibi, bir iki defa ordu susuz kaldığı vakit bulut geliyordu, yağmur veriyordu.3 Hattâ, nübüvvetten [peygamberlik] evvel, cedd-i Nebî Abdülmuttalib,

210

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın küçüklük zamanında mübarek yüzüyle yağmur duasına giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki, o hâdise Abdülmuttalib’in bir şiiriyle iştihar bulmuş.1

Hem vefat-ı Nebevîden [Peygamberimizin vefatı] sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı vesile yapıp demiş: “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] bu Senin habibinin [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] amcasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver.” Yağmur gelmiş.2

Hem İmam-ı Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: Yağmur için dua talep edildi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dua etti. Yağmur öyle geldi ki, mecbur oldular: “Aman dua et, kesilsin.” Dua etti, birden kesildi.3

İKİNCİ MİSAL: Tevatüre [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] yakın meşhurdur ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Sahabe ve imana gelenler daha kırka vasıl olmadan ve gizli ibadet etmekte iken, dua etti:

اَللّٰهُمَّ اَعِزَّ اْلاِسْلاَمَ بِعُمَرِ بْنِ الْخَطَّابِ اَوْ بِعَمْرِو بْنِ هِشَامِ * 4

Bir iki gün sonra, Hazret-i Ömer ibnü’l-Hattab imana geldi ve İslâmiyeti ilân ve i’zaz etmeye vesile oldu, “Faruk” ünvan-ı âlisini aldı.5

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Bazı Sahabe-i Güzine, ayrı ayrı maksatlar için dua etmiş. Duası öyle parlak bir surette kabul olmuş ki, o keramet-i duaiye, mu’cize derecesine çıkmış.

Ezcümle, başta Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki, İbni Abbas’a şöyle dua etmiş:

اَللّٰهُمَّ فَقِّهْهُ فِى الدِّينِ وَعَلِّمْهُ التَّاْوِيلَ 6 duası öyle makbul olmuş ki, İbni Abbas

211

“tercümanü’l-Kur’ân” ünvan-ı zîşânını ve “habrü’l-ümme,” yani “allâme-i ümmet” rütbe-i âlisini kazanmış.1 Hattâ çok gençken, Hazret-i Ömer onu ulema ve kudema-yı Sahabe meclisine alıyordu.2

Hem başta İmam-ı Buharî, ehl-i kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Enes’in validesi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma niyaz etmiş ki, “Senin hâdimin olan Enes’in evlât ve malı hakkında bereketle dua et.” O da dua etmiş, اَللّٰهُمَّ اَكْثِرْ مَالَهُ وَوَلَدَهُ وَبَارِكْ لَهُ فِى مَا اَعْطَيْتَهُ 3 demiş. Hazret-i Enes, âhir ömründe kasemle [yemin] ilân ediyor ki: “Ben kendi elimle yüz evlâdımı defnetmişim. Benim malım ve servetim itibarıyla da, hiçbirisi benim gibi mesut yaşamamış. Benim malımı görüyorsunuz ki pek çoktur. Bunlar bütün dua-yı Nebeviyenin bereketindendir.”4

Hem başta İmam-ı Beyhakî, ehl-i hadîs [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] haber veriyorlar ki: Aşere-i Mübeşşereden Abdurrahman bin Avf’a, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kesret-i mal ve bereketle dua etmiş. O duanın bereketiyle o kadar servet kazanmış ki, bir defa yedi yüz deveyi yükleriyle beraber fî sebîlillâh tasadduk etmiş.5 İşte, dua-yı Nebeviyenin bereketine bakınız, “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] deyiniz.

Hem İmam-ı Buharî başta, râviler [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] naklediyorlar ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Urve İbn-i Ebî Ca’de’ye, ticarette kâr ve kazanç için bereketle dua etmiş. Urve diyor ki: “Ben bazı Kûfe çarşısında duruyordum. Bir günde kırk bin kazanıyordum, sonra evime dönüyordum.” İmam-ı Buharî der ki: “Toprağı da eline alsa onda bir kazanç bulurdu.”6

212

Hem Abdullah ibni Cafer’e kesret-i mal ve bereket için dua etmiş.1 Hazret-i Abdullah ibni Cafer o derece servet kazanmış ki, o asırda şöhretgir olmuş. O bereket-i dua-yı Nebevî ile hasıl olan serveti kadar, sehâvetle [cömertlik] de iştihar etmiş.2

Bu neviden çok misaller var. Nümune için bu dört misalle iktifa [yetinme] ediyoruz.

Hem başta İmam-ı Tirmizî haber veriyor ki: Sa’d ibni Ebî Vakkas için Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dua etmiş: اَللّٰهُمَّ اَجِبْ دَعْوَتَهُ 3 demiş. Sa’d’ın duasının kabulü için dua etmiş. O asırda Sa’d’ın bedduasından herkes korkuyordu. Duasının kabulü de şöhret buldu.4

Hem meşhur Ebu Katâde’ye ferman etmiş:

اَفْلَحَ اللهُ وَجْهَكَ اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَهُ فِى شَعْرِهِ وَبَشَرِهِ 5 diye, genç kalmasına dua etmiş. Ebu Katâde yetmiş yaşında vefat ettiği vakit, on beş yaşında bir genç gibi olduğu, nakl-i sahihle6 [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] şöhret bulmuş.

Hem meşhur şair Nâbiğa’nın kıssa-i meşhuresidir [meşhur kıssa] ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında bir şiirini okumuş. Şu fıkra: [bölüm]

بَلَغْنَا السَّمَۤاءَ مَجْدُنَا وَسَنَۤائُنَا * وَاِنَّا نُرِيدُ فَوْقَ ذٰلِكَ مَظْهَرًا

Yani, “Şerefimiz göğe çıktı; biz daha üstüne çıkmak istiyoruz.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, mülâtafe suretinde ferman etti:

اِلٰى اَيْنَ يَۤا اَبَا لَيْلٰى؟ dedi: اِلَى الْجَنَّةِ يَا رَسُولَ اللهِ Yani, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, lâtife [güzel ve ince mânâ] olarak dedi: “Gökten öbür tarafa nereyi istiyorsun ki, şiirinde orayı niyet ediyorsun?” Nâbiğa dedi: “Göklerin fevkinde [üstünde] Cennete gitmek

213

istiyoruz.” Sonra bir mânidar şiirini daha okudu. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dua etti:

لاَ يَفْضُضِ اللهُ فَاكَ Yani, “Senin ağzın bozulmasın.” İşte, o dua-yı Nebevînin bereketiyle, o Nâbiğa, yüz yirmi yaşında bir dişi noksan olmadı. Hattâ bazı bir dişi düştüğü vakit, yerine bir daha geliyordu.1

Hem, nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] İmam-ı Ali için dua etmiş: اَللّٰهُمَّ اكْفِهِ الْحَرَّ وَالْقَرَّ Yani, “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] soğuk ve sıcağın zahmetini ona gösterme.” İşte şu dua bereketiyle, İmam-ı Ali kışta yaz libasını [elbise] giyerdi, yazda kış libasını [elbise] giyerdi. Derdi ki: “O duanın bereketiyle hiçbir soğuk ve sıcağın zahmetini çekmiyorum.”2

Hem Hazret-i Fatıma için dua etmiş: اَللّٰهُمَّ لاَ تُجِعْهَا Yani, “Açlık elemini ona verme.” Hazret-i Fatıma der ki: “O duadan sonra açlık elemini görmedim.”3

Hem Tufeyl ibni Amr, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan bir mu’cize istedi ki, götürüp kavmine göstersin. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm

اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ لَهُ 4 demiş. İki gözü ortasında bir nur zuhur etmiş, sonra değneği ucuna naklolmuş. Bununla “zinnur” diye iştihar bulmuş.5

İşte bu vakıalar ehâdis-i meşhuredendir ki, kat’iyet peydâ etmişler.

Hem Ebu Hüreyre, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma şekvâ [şikayet] etmiş ki, “Nisyan [unutkanlık] bana ârız [ortaya çıkma] oluyor.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş, bir mendil şeklinde birşey açmış. Sonra, mübarek avucuyla gaibden birşey alır gibi, öyle avucunu oraya boşaltmış. İki üç defa öyle yaparak Ebu Hüreyre’ye

214

demiş: “Şimdi mendili topla.” Toplamış. Bu sırr-ı mânevî-i dua-yı Nebevî ile, Ebu Hüreyre kasem [yemin] eder: “Ondan sonra hiçbir şey unutmadım.”1

İşte bu vakıalar ehâdis-i meşhuredendirler.

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bedduasına mazhar [erişme, nail olma] olmuş birkaç vakıayı beyan ederiz.

Birincisi: Perviz denilen Fars Padişahı, nâme-i Nebeviyeyi yırtmış. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma haber geldi. Şöyle beddua etti: اَللّٰهُمَّ مَزِّقْهُ “Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Nasıl mektubumu paraladı; Sen de onu ve onun mülkünü parça parça et.”2 İşte şu bedduanın tesiriyledir ki, o Kisrâ Perviz’in oğlu Şirviye, hançerle onu paraladı.3 Sa’d ibni Ebî Vakkas da saltanatını parça parça etti. Sâsâniye devletinin hiçbir yerde şevketi [büyüklük, haşmet] kalmadı. Fakat Kayser ve sair melikler, [hükümdar] nâme-i Nebeviyeye hürmet ettikleri için, mahvolmadılar.

İkincisi: Tevatüre [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] yakın meşhurdur ve âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] işaret ediyor ki: Bidâyet-i İslâmda, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Mescidü’l-Harâmda namaz kılarken, rüesa-yı [reisler, başkanlar] Kureyş toplandılar, ona karşı gayet bed [kötü, çirkin] bir muamele ettiler. O da, o vakit onlara beddua etti. İbni Mes’ud der ki: “Kasem [yemin] ederim, o bed muameleyi yapan ve onun bedduasına mazhar [erişme, nail olma] olanların, gazve-i Bedir’de birer birer lâşelerini [leş] gördüm.”4

Üçüncüsü: Mudariyye denilen Arabın büyük bir kabilesi, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı tekzip ettikleri için, onlara kaht ile beddua etti. Yağmur

215

kesildi, kaht ve galâ başgösterdi. Sonra Mudariyye kavminden olan kabile-i Kureyş, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma iltimas [istirham, rica] [ümit] ettiler. Dua etti, yağmur geldi, kahtlık kalktı.1 Bu vakıa tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde meşhurdur.

BEŞİNCİ MİSAL: Hususî adamlara bedduasının dehşetli kabulüdür. Bunun çok misalleri var. Kat’î üç misali, nümune olarak beyan ederiz.

Birincisi: Utbe bin Ebî Leheb hakkında şöyle beddua etti:

اَللّٰهُمَّ سَلِّطْ عَلَيْهِ كَلْبًا مِنْ كِلاَبِكَ Yani, “Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Ona bir itini musallat et.” Sonra, Utbe sefere giderken, bir arslan gelip, kàfile içinde onu arayıp bulmuş, parçalamış.2 Şu vakıa meşhurdur; eimme-i hadîs [hadîs imamları] nakil ve tashih etmişler.

İkincisi: Muhallim ibni Cessâme’dir ki, Âmir ibni Azbat’ı gadr [zulüm, acımasızlık] ile katletmişti. Halbuki, Âmir’i, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, onu cihad ve harp için kumandan edip bir bölükle göndermişti. Muhallim de beraberdi. Bu gadrin [zulüm, acımasızlık] haberi Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma yetiştiği vakit hiddet etmiş, اَللّٰهُمَّ لاَ تَغْفِرْ لِمُحَلِّمِ 3 diye beddua buyurmuş. Yedi gün sonra o Muhallim öldü. Kabre koydular, kabir dışarıya attı. Kaç defa koydularsa yer kabul etmedi. Sonra mecbur oldular; iki taş ortasında muhkemce [değiştirilemez] bir duvar yapılmış, o surette yeraltında setredilmiş.4 [örtme]

Üçüncüsü: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm görüyordu, bir adam sol eliyle yemek yer. Ferman etmiş: كُلْ بِيَمِينِكَ “Sağ elinle ye” demiş. O adam demiş: لاَ اَسْتَطِيعُ “Sağ elimle yapamıyorum.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm demiş: لاَ اسْتَطَعْتَ diye beddua etmiş: “Kaldıramayacaksın.” İşte ondan sonra o adam sağ elini hiç kaldıramamış.5

216

ALTINCI MİSAL: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hem duası, hem temasından zuhur eden pek çok harikalarından, kat’iyet kesb [elde etme, kazanma] etmiş birkaç hâdiseyi zikredeceğiz.

Birincisi: Hazret-i Halid ibni Velid’e (Seyfullaha) birkaç saçını verip nusretine dua etmiş. Hazret-i Halid, o saçları külâhında hıfzetmiş. İşte o saç ve duanın bereketi hürmetine, hiçbir harbe girmemiş, illâ muzaffer çıkmış.1

İkincisi: Selmân-ı [barış] Farisî, evvelce Yahudilerin abdiymiş. Onun seyyidleri, onu âzâd etmek için çok şeyler istediler. “Üç yüz hurma fidanını dikip meyve verdikten sonra, kırk okıyye altın vermekle âzâd edilirsin” dediler. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma geldi, beyan-ı hal etti. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, kendi eliyle, Medine civarında üç yüz fidanı dikti. Yalnız bir tanesini başkası dikti. O sene zarfında, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın diktiği bütün fidanlar meyve verdi. Yalnız birtek başkası dikmişti; o tek meyve vermedi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onu çıkardı, yeniden dikti. O da meyve verdi.

Hem tavuk yumurtası kadar bir altını, ağzının tükürüğünü ona sürdü, dua etti, Selmân’a [barış] verdi. Dedi: “Git, Yahudilere ver.” Selmân-ı [barış] Farisî gidip o altından kırk okıyyeyi onlara verdi. O tavuk yumurtası kadar olan altın, eskisi gibi bâki kaldı.2 İşte şu vakıa, Hazret-i Selmân-ı Pâkin sergüzeşte-i [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] hayatının en mühim bir hâdise-i mu’cizekârânesidir; muteber ve mevsuk [güvenilir, delilli, vesikalı] [belge] imamlar haber vermişler.

Üçüncüsü: Ümmü Malik isminde bir Sahabiye, “ukke” denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma yağ hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona dua edip ukkeyi vermiş, ferman etmiş ki: “Onu boşaltıp sıkmayınız.” Ümmü Malik ukkeyi almış. Ne vakit evlâtları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevî ile, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi.3

217

YEDİNCİ MİSAL: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın duasıyla ve temasıyla suların tatlılaşması ve güzel koku vermesinin çok hâdiseleri var. İki üç taneyi nümune olarak beyan ederiz.

Birincisi: İmam-ı Beyhakî başta, ehl-i hadîs [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] haber veriyorlar ki: Bi’r-i Kubâ denilen kuyunun suyu bazı kesiliyordu, yani bitiyordu. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm abdest suyunu içine koyup dua ettikten sonra, kesretle [çokluk] devam etti, daha hiç kesilmedi.1

İkincisi: Başta Ebu Nuaym Delâil-i Nübüvvet‘te, [peygamberlik delilleri] ehl-i hadîs [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] haber veriyorlar ki: Enes’in evindeki kuyuya, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm tükürüğünü içine atıp dua etmiş; Medine-i Münevverede en tatlı su o olmuş.2

Üçüncüsü: İbni Mâce haber veriyor ki: Mâ-i zemzemden [zemzem suyu] bir kova su, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma getirdiler. Bir parça ağzına aldı, kovaya boşalttı. Kova misk gibi rayiha [koku] verdi.3

Dördüncüsü: İmam-ı Ahmed ibni Hanbel haber veriyor ki: Bir kuyudan [kayıtlar, sınırlamalar] bir kova su çıkardılar. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, içine ağzının suyunu akıtıp kuyuya boşalttıktan sonra misk gibi rayiha [koku] vermeye başladı.4

Beşincisi: Ricalullahtan [ümit] ve İmam-ı Müslim ve ulema-i Mağribin mutemedi [güvenilir] ve makbulü olan Hammad ibni Seleme haber veriyor ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, deriden bir tuluk su doldurup ağzına üflemiş, dua etmiş. Bağladı, bir kısım Sahabeye verdi. “Ağzını açmayınız; yalnız abdest aldığınız vakit açınız” demiş. Gitmişler, abdest almak vaktinde ağzını açmışlar. Görüyorlar ki, hâlis bir süt, ağzında da kaymak yağ.5

İşte bu beş cüz’ü, bazıları meşhur, bazı da mühim imamlar naklediyorlar. Bunlar ve burada nakledilmeyenlerle mecmuu, mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] gibi bir mu’cize-i mutlakanın tahakkukunu [gerçekleşme] gösteriyorlar.

SEKİZİNCİ MİSAL: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mesh ve duasıyla, sütsüz ve kısır keçilerin, mübarek elinin temasıyla ve duasıyla sütlü, hem

218

çok sütlü olmaları misalleri ve cüz’iyatları çoktur. Biz, yalnız meşhur ve kat’î iki üç misali, nümune olarak zikrediyoruz.

Birincisi: Ehl-i siyerin [Peygamber Efendimizin hayatını araştıranlar] bütün muteber kitapları haber veriyorlar ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık ile beraber hicret [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] ederken, Âtiket bint-i Halidi’l-Huzâî denilen Ümmü Mâbed [ibadet edilen yer] hanesine gelmişler. Gayet zayıf, sütsüz, kısır bir keçi orada vardı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ümmü Mâbed‘e [ibadet edilen yer] ferman etti: “Bunda süt yok mudur?” Ümmü Mâbed [ibadet edilen yer] demiş ki: “Bunun vücudunda kan yoktur; nereden süt verecek?” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm gidip o keçinin beline elini sürmüş, memesini de meshetmiş, dua etmiş. Sonra demiş: “Kap getiriniz, sağınız.” Sağdılar. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık ile içtikten sonra, o hane halkı da doyuncaya kadar içmişler. O keçi kuvvetlenmiş, öyle de mübarek kalmış.1

İkincisi: Şât-ı İbni Mes’ud’un meşhur kıssasıdır ki: İbni Mes’ud, İslâm olmadan evvel, bazıların çobanıydı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık ile beraber, İbni Mes’ud’un keçileriyle bulunduğu yere gitmişler. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, İbni Mes’ud’dan süt istemiş. O da demiş: “Keçiler benim değil, başkasının malıdırlar.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm demiş: “Kısır, sütsüz bir keçi bana getir.” O da iki senedir teke görmemiş bir keçi getirdi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm eliyle onun memesine meshedip dua etmiş. Sonra sağmışlar, hâlis bir süt almışlar, içmişler. İbni Mes’ud bu mu’cizeyi gördükten sonra iman etmiş.2

Üçüncüsü: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın murdiası, [süt anne] yani süt annesi olan Halime-i Sa’diye’nin keçilerinin kıssa-i meşhuresidir [meşhur kıssa] ki: O kabilede bir derece kahtlık vardı. Hayvânat zayıf ve sütsüz oluyordular. Ve tok oluncaya kadar yemiyorlardı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm oraya, süt annesinin yanına gönderildiği zaman, onun bereketiyle, Halime-i Sa’diye’nin keçileri, akşam vakti, başkalarının hilâfına olarak, hem tok ve memeleri dolu olarak geliyorlardı.

219

İşte bunun gibi, siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] kitaplarında daha başka cüz’iyatları var. Fakat bu nümuneler asıl maksada kâfidir.1

DOKUZUNCU MİSAL: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, bazı zâtların başını ve yüzünü mübarek eliyle meshedip dua ettikten sonra zâhir olan harikaların çok cüz’iyatından, iştihar bulmuş birkaçını nümune olarak beyan ediyoruz.

Birincisi: Umeyr ibni Sa’d’ın başına elini sürmüş, dua etmiş. Seksen yaşında o adam, o duanın bereketiyle, öldüğü vakit başında beyaz yoktu.2

İkincisi: Kays ibni Zeyd’in başına elini koyup, meshedip dua etmiş. O duanın bereketiyle, yüz yaşına girdiği vakit, meshin tesiriyle, bütün başı beyaz, yalnız Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın elini koyduğu yer simsiyah olarak kalmış.3

Üçüncüsü: Abdurrahman ibni Zeyd ibni’l-Hattab, hem küçük, hem çirkindi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm eliyle başını meshedip dua etmiş. O duanın bereketiyle, kametçe [biçim ve boy] en bâlâ kamet [biçim ve boy] [yüksek, yüce şahsiyet] ve suretçe [şekilce] en güzel bir surete girmiş.4

Dördüncüsü: Âiz ibni Amr’ın gazve-i Huneyn’de yüzü yaralanmış. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, eliyle yüzündeki kanı silmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın elinin temas ettiği yer, parlak bir nuraniyet vermiş ki, muhaddisler [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] كَغُرَّةِ الْفَرَسِ tabir etmişler. Yani, “doru atın alnındaki beyaz gibi,” temas yeri öyle parlıyordu.5

Beşincisi: Katâde İbni Selmân’ın [barış] yüzüne elini sürmüş, dua etmiş. Katâde’nin yüzü âyine [ayna] gibi parlamaya başlamış.6

Altıncısı: Ümmülmü’minîn Ümmü Seleme’nin kızı ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın üvey kızı Zeynep’e, küçükken, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onun yüzüne abdest suyu atıp taltif [güzellikle muamele etmek] etmiş. O suyun temasından sonra, Zeynep’in hüsün [güzellik] ve cemâli acip suret almış, bedîülcemâl olmuş.7

220

İşte, şu cüz’iyatlar gibi daha çok misaller var. Onların çoğunu eimme-i hadîs [hadîs imamları] nakletmişler. Bu cüz’iyâtın [ferdler, küçük şeyler] herbirini haber-i vahid [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] ve zaif farz etsek dahi, yine mecmuu, mânevî bir tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] hükmünde, mutlak bir mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] aleyhissalâtü vesselâmı gösterir. Çünkü bir hâdise ayrı ayrı ve çok suretlerle nakledilse, asıl hâdisenin vukuu kat’î olur. Suretlerin herbiri zayıf dahi olsa, yine asıl hâdiseyi ispat ediyor.

Meselâ, bir gürültü işitildi. Bazılar dediler ki, “Filân ev harap oldu.” Diğeri, “Başka ev harap oldu” dedi. Daha başkası, başka bir evi söyledi, ve hâkezâ… Herbir rivayet, haber-i vahid [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] de, zayıf da, hilâf-ı vaki [gerçeğe aykırı] de olabilir. Fakat asıl vakıa ki, bir ev harap olmuş, o kat’îdir; onda bütün müttefiktirler. Halbuki, bahsettiğimiz şu altı cüz’iyat, hem sahihtirler, hem bazıları şöhret derecesine çıkmışlar. Faraza bunların herbirini zayıf addetsek, temsilde mutlak bir hane harap olması gibi, yine cüz’iyâtın [ferdler, küçük şeyler] mecmuunda, mutlak bir mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] aleyhissalâtü vesselâmın vücudunu kat’iyen [kesinlikle] gösterir.

İşte, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mu’cizât-ı bâhiresi, [ap açık mu’cizeler] herbir nevide kat’î olarak mevcuttur. Cüz’iyâtı [ferdler, küçük şeyler] dahi, o küllî ve mutlak mu’cizenin suretleri veyahut nümuneleridir. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, nasıl ki eli, parmakları, tükürüğü, nefesi, sözü, yani duası, çok mu’cizâtın mebdei [başlangıç] oluyor. Aynen öyle de, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sair letâifi [duygular] ve duyguları ve cihâzâtı, çok harikalara medardır. [kaynak, dayanak] Kütüb-ü siyer ve tarih, o harikaları beyan etmişler, sîret [ahlâk, karakter] ve suret ve duygularında çok delâil-i nübüvvet [peygamberlik delilleri] bulunduğunu göstermişler.

ON BEŞİNCİ İŞARET

Nasıl ki taşlar, ağaçlar, kamer, [ay] güneş onu tanıyorlar, birer mu’cizesini göstermekle nübüvvetini [peygamberlik] tasdik ediyorlar. Öyle de, hayvânat taifesi, ölüler taifesi, cinler taifesi, melâikeler [melekler] taifesi o zât-ı mübareki [mübarek kişi] tanıyorlar ve nübüvvetini [peygamberlik] tasdik ediyorlar ki, onlar, onu tanıdıklarını, herbir taifesi bazı mu’cizâtını göstermekle gösteriyorlar ve nübüvvetinin [peygamberlik] tasdikini ilân ediyorlar.

221

Şu On Beşinci İşaretin Üç Şubesi var.

BİRİNCİ ŞUBESİ: Hayvânat cinsi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı tanıyorlar ve mu’cizâtını da izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar. Şu Şubenin çok misalleri var. Biz yalnız burada, meşhur ve mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde kat’î olmuş veya muhakkıkîn-i eimmenin makbulü olmuş veya ümmet telâkki-i bilkabul [kabul ile karşılama] etmiş olan bir kısım hâdiseleri, nümune olarak zikredeceğiz.

Birinci hâdise: Mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde bir şöhretle, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık ile, küffârın takibinden kurtulmak için tahassun [sığınma, korunma] ettikleri Gar-ı Hira’nın kapısında, iki nöbetçi gibi, iki güvercin gelip beklemeleri ve örümcek dahi, perdedar gibi, harika bir tarzda, kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir. Hattâ, rüesa-yı [reisler, başkanlar] Kureyş’ten, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın eliyle Gazve-i Bedir’de öldürülen1 Übeyy ibni Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: “Mağaraya girelim.” O demiş: “Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki, Hazret-i Muhammed tevellüt [doğma] etmeden bu ağ yapılmış gibidir. Bu iki güvercin işte orada duruyor. Adam olsa orada dururlar mı?”2 İşte bunun gibi, mübarek güvercin taifesi, feth-i Mekke‘de [Mekke’nin fethi] dahi Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın başı üzerinde gölge yaptıklarını, İmam-ı Celîl ibni Veheb naklediyor.3

Hem nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Hazret-i Aişe-i Sıddıka haber veriyor ki: Güvercin gibi, dâcin denilen bir kuş hanemizde vardı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hazır olsaydı, hiç debelenmezdi, sükûtla dururdu. Ne vakit Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm çıksaydı, o kuş başlardı harekete; giderdi, gelirdi, hiç durmuyordu.4 Demek o kuş, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı dinliyordu, huzurunda temkinle [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] sükût ederdi.

222

İkinci hâdise: Beş altı tarikle, mânevî bir tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] hükmünü almış kurt hâdisesidir ki, bu kıssa-i acibe [şaşırtıcı, hayrette bırakan ibretli hikâye] çok tariklerle meşhur Sahabelerden nakledilmiş. Ezcümle, Ebu Saidi’l-Hudrî ve Selemeti’bnü’l-Ekvâ ve İbni Ebî Veheb ve Ebu Hüreyre ve bir vak’a sahibi çoban (Uhban) gibi müteaddit [bir çok] tariklerle haber veriyorlar ki:

Bir kurt, keçilerden birisini tutmuş; çoban, kurdun elinden kurtarmış. Zi’b demiş: “Allah’tan korkmadın, benim rızkımı elimden aldın.” Çoban demiş: “Acaip, zi’b konuşur mu?” Zi’b ona demiş: “Acip senin halindedir ki, bu yerin arka tarafında bir zât var ki sizi Cennete davet ediyor, peygamberdir, onu tanımıyorsunuz.” Bütün tarikler kurdun konuşmasında müttefik olmakla beraber, kuvvetli bir tarik olan Ebu Hüreyre, ihbarında diyor ki: Çoban kurda demiş: “Ben gideceğim. Fakat kim benim keçilerime bakacak?” Zi’b demiş: “Ben bakacağım.” Çoban ise, çobanlığı kurda devredip gelmiş, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı görmüş, iman etmiş, dönüp gitmiş. Zi’bi çoban bulmuş; zayiat yok. Bir keçi ona kesmiş; çünkü ona üstadlık etmiş.1

Bir tarikte, rüesa-yı [reisler, başkanlar] Kureyş’ten Ebu Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] ile Safvan bir kurdu gördüler, bir ceylânı takip edip Harem-i Şerife girdi. Kurt dönmüş; sonra taaccüp etmişler. Kurt konuşmuş, risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] haber vermiş. Ebu Süfyan, [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] Safvan’a demiş ki: “Bu kıssayı kimseye söylemeyelim. Korkarım, Mekke boşalıp onlara iltihak [karışma, katılma] edecekler.”2

Elhasıl, [kısaca, özetle] kurt kıssası kat’î ve mânevî mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] gibi kanaat verir.

Üçüncü hâdise: Beş altı tarikle, mühim Sahabelerden nakledilen cemel hâdisesidir ki:

Ezcümle, Ebu Hüreyre ve Sa’lebe bin Malik ve Câbir ibni Abdullah ve Abdullah ibni Cafer ve Abdullah ibni Ebî Evfa gibi müteaddit [bir çok] tarikler ve o tariklerin

223

başındaki Sahabeler müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar ki: Deve gelmiş, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma tahiyye-i [selâm, hediye] ikram nev’inden secde edip konuşmuş. Ve birkaç tarikte haber veriliyor ki, o deve bir bağda kızmış, vahşi olmuş, yanına kimseyi sokmuyor, hücum ediyordu. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm girdi; deve geldi, ikrâmen secde etti, yanında ıhtı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm yular taktı. Deve, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma dedi: “Beni çok meşakkatli şeylerde çalıştırdılar; şimdi de beni kesmek istiyorlar. Onun için kızdım.” Deve sahibine söyledi: “Böyle midir?” “Evet” dediler.1

Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Adbâ ismindeki devesi, vefat-ı Nebevîden [Peygamberimizin vefatı] sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü.2 Hem o deve, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile mühim bir kıssayı konuştuğunu, Ebu İshak-ı İsferânî gibi bazı mühim imamlar haber vermişler.3

Hem nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Câbir ibni Abdullah’ın bir seferde devesi çok yorulmuştu, daha yürüyemiyordu. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o deveye ufak bir dürtmekle dürttü. O deve, o iltifat-ı Ahmedîden o kadar bir çeviklik, bir sevinçlik peydâ etti ki, daha sür’atinden dizgini zaptedilmiyor, yolda yetişilmiyordu;4 Hazret-i Câbir haber veriyor.

Dördüncü hâdise: Başta İmam-ı Buharî, eimme-i hadîs [hadîs imamları] haber veriyorlar ki: Bir defa, gecede, Medine-i Münevverenin haricinde, düşman hücum ediyor gibi mühim bir hâdise işâa [bir haberi yayma, duyurma] edildi. Sonra cesur atlılar çıktılar, gittiler. Yolda görüyorlar; bir zât geliyor. Baktılar, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdır. Ferman etmiş: “Birşey yoktur.” Meşhur Ebu Talha’nın atına binip, şecaat-i kudsiyesi [kutsal kahramanlık] muktezasınca [bir şeyin gereği] herkesten evvel gitmiş, tahkik [araştırma, inceleme] etmiş ve dönmüştü. Ebu Talha’ya ferman etmiş: وَجَدْتُ فَرَسَكَ بَحْرًا Yani, “Senin atın, sarsmadan, gayet çabuktur.” Halbuki, Ebu Talha’nın atı, katuf tabir edilen, yürüyüşsüz kısmındandı. O geceden sonra, hiçbir at ona karşı yürüyüşte mukabele [karşılama; karşılık verme] edemiyordu.5

224

Hem nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] bir defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm seferde, namaz kılacak vaktinde, atına dedi: “Dur.” O da durdu, namaz bitinceye kadar hiçbir âzâsını kımıldatmadı.1

Beşinci hâdise: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hizmetkârı Sefine, [gemi] Yemen Valisi Muaz ibni Cebel‘in [dağ] yanına gitmek için, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan emir alıp gitmiş. Yolda bir arslan rast gelmiş. O Sefine [gemi] ona demiş: “Ben Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hizmetkârıyım.” Arslan ses verip ayrılmış, ilişmemiş. Diğer bir tarikte haber veriyorlar ki: Sefine [gemi] döndüğü vakit yolu kaybetmiş. Bir arslana rast gelmiş; arslan ona ilişmemekle beraber, yolu da göstermiş.2

Hem Hazret-i Ömer’den haber veriyorlar ki, demiş: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına bir bedevî geldi. Arapça “dabb” denilen bir susmar, yani keler elindeydi. Dedi: “Eğer bu hayvan sana şehadet etse ben sana iman getiririm, yoksa iman getirmem.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o hayvandan sordu. O susmar, fasih [güzel, açık ve düzgün] bir dille, risaletine [elçilik, peygamberlik] şehadet etti.3

Hem Ümmülmü’minîn Ümmü Seleme haber veriyor ki: Bir ceylân Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmla konuşmuş ve risaletine [elçilik, peygamberlik] şehadet etmiş.4

İşte bunun gibi çok misaller var. Hem de kat’î şöhret bulmuş birkaç nümuneyi gösterdik. Ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı tanımayana ve itaat etmeyene deriz:

Ey insan, ibret alınız! Kurt, arslan, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamı tanıyor, itaat ediyorlar. Sizlerin hayvandan, kurttan aşağı düşmemeye çalışmanız iktiza [bir şeyin gereği] eder.

İKİNCİ ŞUBE: Cenazelerin ve cinlerin ve melâikelerin [melekler] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı tanımalarıdır. Bunun da çok hâdiseleri var. Nümune için, şöhret bulmuş ve mevsuk [güvenilir, delilli, vesikalı] [belge] imamlar haber vermiş birkaç nümuneyi, evvelâ cenazelerden göstereceğiz. Amma cin ve melâike [melek] ise, o mütevatirdir; [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] onların misalleri bir değil, bindir.

225

İşte, ölülerin konuşması misallerinden:

Birincisi şudur ki: Ulema-i zâhir ve bâtının Tâbiîn [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Ali’nin mühim ve sadık bir şakirdi [talebe, öğrenci] olan Hasan Basrî haber veriyor ki: Bir adam, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına gelerek ağlayıp sızladı. Dedi: “Benim küçük bir kızım vardı. Şu yakın derede öldü, oraya attım.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona acıdı. Ona dedi: “Gel, oraya gideceğiz.” Gittiler. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o ölmüş kızı çağırdı, “Yâ fülâne!” dedi. Birden, o ölmüş kız لَبَّيْكَ وَسَعْدَيْكَ 1 dedi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti: “Tekrar peder ve validenin yanına gelmeyi arzu eder misin?” O dedi: “Yok, ben onlardan daha hayırlısını buldum.”2

İkincisi: İmam-ı Beyhakî ve İmam-ı İbni Adiyy gibi bazı mühim imamlar, Hazret-i Enes ibni Malik’ten haber veriyorlar ki, Enes demiş: Bir ihtiyare [yaşlı kadın] kadının birtek oğlu vardı, birden vefat etti. O saliha kadın çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldu. Dedi: “Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Senin rızan için, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın biatı ve hizmeti için hicret [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] edip buraya geldim. Benim hayatımda istirahatimi temin edecek tek evlâtçığımı, o Resulün [Allah’ın elçisi] hürmetine bağışla.” Enes der: O ölmüş adam kalktı, bizimle yemek yedi.3

İşte, şu hâdise-i acibeye işaret ve ifade eden, İmam-ı Busayrî’nin Kaside-i Bürdede şu fıkrasıdır: [bölüm]

لَوْ نَاسَبَتْ قَدْرَهُ اٰيَاتُهُ عِظَمًا * اَحْيَى اسْمُهُ حِينَ يُدْعٰى دَارِسَ الرِّمَمِ

Yani, “Eğer alâmetleri, onun kadrine muvafık derecesinde azametini ve makbuliyetini [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] gösterseydiler, değil yeni ölmüşler, belki onun ismiyle çürümüş kemikler de ihyâ [diriltme, hayat verme] edilebilirdi.”

Üçüncü hâdise: Başta İmam-ı Beyhakî gibi râviler, [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] Abdullah ibni Ubeydullahi’l-Ensârî’den haber veriyorlar ki, Abdullah demiş: Sâbit ibni Kays ibni Şemmas’ın [koku alma]

226

Yemâme Harbinde şehid düştüğü ve kabre koyduğumuz vakit ben hazırdım. Kabre konulurken, birden ondan bir ses geldi:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ اَبُو بَكْرِ الصِّدِّيقُ وَعُمَرُ الشَّهِيدُ وَعُثْمَانُ الْبَرُّ الرَّحِيمُ * 1

dedi. Sonra açtık, baktık; ölü, cansız! İşte, o vakit, daha Hazret-i Ömer hilâfete geçmeden, şehadetini haber veriyor.

Dördüncü hâdise: İmam-ı Taberanî ve Ebu Nuaym Delâil-i Nübüvvet‘te, [peygamberlik delilleri] Numan ibni Beşir’den haber veriyorlar ki: Zeyd ibni Hârice, çarşı içinde birden düşüp vefat etti. Eve getirdik. Akşam ve yatsı arasında, etrafında kadınlar ağlarken, birden ” اَنْصِتُوا اَنْصِتُوا Susunuz” dedi. Sonra, fasih [güzel, açık ve düzgün] bir lisanla,

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللهِ 2 diyerek bir miktar konuştu. Sonra baktık ki, cansız, vefat etmiş.3

İşte, cansız cenazeler onun risaletini [elçilik, peygamberlik] tasdik etse, canlı olanlar tasdik etmese, elbette o câni canlılar, cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölüdürler!

Amma, melâikelerin [melekler] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma hizmeti ve görünmesi ve cinnîlerin ona iman ve itaati, mütevatirdir. [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Nass-ı Kur’ân [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü] ve çok âyatla musarrahtır.4 Gazve-i Bedir’de beş bin melâike, [melek] nass-ı Kur’ân [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü] ile,5 önde, Sahabeler gibi ona hizmet edip asker olmuşlar. Hattâ o melekler, melâikeler [melek] içinde, Ashâb-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar.6

227

Şu meselede iki cihet var:

Birisi: Cin ve melâikenin [melekler] taifeleri, hayvan ve insanın taifeleri gibi, vücutları kat’î ve bizimle münasebettar [alâkalı, ilgili] olduğu, Yirmi Dokuzuncu Sözde, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] iki kere iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle ispat etmişiz. Onların ispatını o Söze havale ederiz.

İkinci cihet: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefiyle, eser-i mu’cizesi olarak, efrad-ı ümmeti [ümmetin bireyleri] onları görmek ve konuşmaktır.

İşte, başta Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs [hadîs imamları] müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar ki: Bir defa melek, yani Hazret-i Cebrail, beyaz libas[elbise] bir insan suretinde gelmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Sahabeleri içinde otururken, yanına gitmiş, demiş: مَا اْلاِسْلاَمُ وَمَا اْلاِيمَانُ وَمَا اْلاِحْسَانُ Yani, “İman, İslâm, ihsan [bağış] nedir? Tarif et.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm tarif etmiş. Oradaki cemaat-i Sahabe hem ders almış, hem de o zâtı iyi görmüşler. O zât, misafir gibi görünürken, üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktı, birden kayboldu. O vakit Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki: “Size ders vermek için Cebrail böyle yaptı.”1

Hem haber-i sahih ile ve haber-i kat’î ile ve mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde, eimme-i hadîs [hadîs imamları] haber veriyorlar ki, Hazret-i Cebrail’i çok defa, hüsn-ü cemâl [güzellik] sahibi olan Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında Sahabeler görüyorlardı.2 Ezcümle, Hazret-i Ömer ve İbni Abbas ve Üsame bin Zeyd ve Hâris ve Aişe-i Sıddıka ve Ümmü Seleme, kat’iyen [kesinlikle] sabittir ki, bunlar kat’iyen [kesinlikle] haber veriyorlar ki, “Biz Hazret-i Cebrail’i Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında çok görüyoruz.” Acaba hiç mümkün müdür ki, bu zâtlar, görmeden, görüyoruz desinler?

Hem nakl-i sahih-i [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] kat’î ile, Aşere-i Mübeşşereden İran fatihi

228

Sa’d ibni Ebî Vakkas haber veriyor ki: “Gazve-i Uhud’da, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın iki tarafında, iki beyaz libaslı, [elbise] ona nöbettar gibi, muhafız suretinde gördük. İkisi de, anlaşıldı ki, meleklerdir. Ve Hazret-i Cebrail ile Mikail olduğunu anladık.”1 Acaba böyle bir kahraman-ı İslâm [İslâm kahramanı] “Gördük” dese, görmemek mümkün müdür?

Hem Ebu Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] ibni Hâris ibni Abdülmuttalib (ammizâde-i Nebevî), nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] haber veriyor ki: “Gazve-i Bedir’de, gökle yer arasında, beyaz libaslı, [elbise] atlı zâtları gördük.”2

Hem Hazret-i Hamza, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan niyaz etti ki, “Ben Cebrail’i görmek istiyorum.” Kâbede ona gösterdi. Dayanamadı, bîhuş oldu, yere düştü.3

Bu çeşit melâikeleri [melekler] görmek vukuatı çoktur. Bütün bu vukuat, bir nevi mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] aleyhissalâtü vesselâmı gösteriyor ve delâlet ediyor ki, onun misbâh[lamba, meşale] nübüvvetine [peygamberlik] melekler dahi pervanelerdir. [korku]

Cinnîler ise, onlarla görüşmek ve görmek, değil Sahabeler, belki avâm-ı ümmet dahi çoklarıyla görüşmeleri çok vuku buluyor. Fakat en kat’î, en sahih haberle, eimme-i hadîs [hadîs imamları] bize diyorlar ki, İbni Mes’ud: “Batn[iç] Nahl‘de, [arı] ecinnîlerin ihtidâsı gecesinde ecinnîleri gördüm ve Sudan Kabilesinden Zut denilen uzun boylu taifeye benzettim. Onlara benziyordular.”4

Hem meşhurdur ve hadîs imamları tahriç ve kabul ettikleri Hazret-i Halid ibni Velid vak’asıdır ki, Uzzâ denilen sanemi [put] tahrip ettikleri vakit, siyah bir kadın

229

şeklinde, o sanem [put] içinden bir cinniye çıktı. Hazret-i Halid bir kılıçla o cinniyeyi iki parça etti. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o hâdise için ferman etmiş ki: “Uzzâ sanemi [put] içinde ona ibadet ediliyordu. Daha ona ibadet edilmez.”1

Hem Hazret-i Ömer’den meşhur bir haberdir ki, demiş: Biz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında iken, ihtiyar şeklinde, elinde bir asâ, “Hâme” isminde bir cinnî geldi, iman etti. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, ona kısa sûrelerden birkaç sûreyi ders verdi. Dersini aldı, gitti.2

Şu âhirki hâdiseye, çendan [gerçi] bazı hadîs imamları ilişmişler. Fakat mühim imamlar, sıhhatine hükmetmişler.3 Her neyse, bu nevide uzun söylemeye lüzum yok; misalleri çoktur.

Hem deriz ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle, binler Şeyh-i Geylânî gibi aktablar, [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] asfiyalar, [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] melâikeler [melekler] ve cinlerle görüşmüşler ve konuşuyorlar; ve bu hâdise, yüz tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde ve çok kesrettedir.4 [çokluk] Evet, ümmet-i Muhammed’in (a.s.m.) melâike [melek] ve cinlerle temasları ve tekellümleri [konuşma] ise, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın terbiye ve irşad-ı i’câzkârânesinin [harika bir tarzda irşad edip doğru yolu gösterme] bir eseridir.

ÜÇÜNCÜ ŞUBE: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hıfzı ve ismeti, bir mu’cize-i bâhiredir. [ap açık mu’cize]

وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ 5 âyet-i kerimesinin hakikat-i bâhiresi, [ap açık hakikat, gerçek] çok mu’cizâtı gösterir.

Evet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm çıktığı vakit, değil yalnız bir taifeye, bir kavme, bir kısım ehl-i siyasete [siyaset adamları, politikacılar] veya bir dine, belki umum padişahlara

230

ve umum ehl-i dine [din sahipleri, dindarlar] tek başıyla meydan okudu. Halbuki onun amcası en büyük düşman ve kavim [insan topluluğu] ve kabilesi düşman iken, yirmi üç sene nöbettarsız, tekellüfsüz, [zahmetsiz] muhafazasız ve pek çok defa suikaste maruz kaldığı halde, kemâl-i saadetle, [tam ve mükemmel mutluluk] rahat döşeğinde vefat edip Mele-i Âlâya [en yüce mertebe] çıkmasına kadar hıfz ve ismeti, وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ 1 ne kadar kuvvetli bir hakikati ifade ettiğini ve ne kadar metin [sağlam] bir nokta-i istinad [dayanak noktası] olduğunu, güneş gibi gösterir. Biz, yalnız nümune için, kat’iyet kesb [elde etme, kazanma] etmiş birkaç hâdiseyi zikredeceğiz.

Birinci hâdise: Ehl-i siyer [Peygamber Efendimizin hayatını araştıranlar] ve hadîs müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar ki: Kureyş kabilesi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı öldürtmek için kat’î ittifak ettiler. Hattâ, insan suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için, her kabileden lâakal [en az] bir adam içinde bulunup, iki yüze yakın, Ebu Cehil [bilgisizlik] ve Ebu Leheb’in taht-ı hükmünde [hükmü altında] olarak, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hane-i saadetini bastılar. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında Hazret-i Ali vardı. Ona dedi: “Sen bu gece benim yatağımda yat.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm beklemiş, tâ Kureyş gelmiş, bütün hanenin etrafını tutmuşlar. O vakit çıktı, bir parça toprak başlarına attı, hiçbirisi onu görmedi, içlerinden çıktı, gitti.2 Gar-ı Hira’da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyş’e karşı ona nöbettar olup muhafaza ettiler.3

İkinci hâdise: Vakıât[olaylar] kat’iyedendir ki, mağaradan çıkıp Medine tarafına gittikleri vakit, Kureyş rüesası, [reisler, başkanlar] mühim bir mal mukàbilinde, Sürâka isminde gayet cesur bir adamı gönderdiler; tâ takip edip onları öldürmeye çalışsın. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ebu Bekr-i Sıddık ile beraber gardan çıkıp giderken

231

gördüler ki, Sürâka geliyor. Ebu Bekr-i Sıddık telâş etti. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm mağarada dediği gibi, لاَ تَحْزَنْ اِنَّ اللهَ مَعَنَا 1 dedi. Sürâka’ya bir baktı; Sürâka’nın atının ayakları yere saplandı, kaldı. Tekrar kurtuldu, yine takip etti. Tekrar atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi birşey çıkıyordu. O vakit anladı ki, ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin. “El-aman” dedi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm aman verdi. Fakat dedi: “Git, öyle yap ki başkası gelmesin.”2

Şu hâdise münasebetiyle bunu da beyan ederiz ki: Sahih bir surette haber veriyorlar: Bir çoban, onları gördükten sonra Kureyş’e haber vermek için Mekke’ye gitmiş. Mekke’ye dahil olduğu vakit, niçin geldiğini unutmuş. Ne kadar çalışmışsa, hatırına getirememiş. Mecbur olmuş, dönmüş. Sonra anlamış ki, ona unutturulmuş.3

Üçüncü hâdise: Gazve-i Gatfan ve Enmar’da, müteaddit [bir çok] tariklerle eimme-i hadîs [hadîs imamları] haber veriyorlar ki: Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden, tam Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın başı üzerine gelerek, yalın kılıç elinde olduğu halde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma dedi: “Kim seni benden kurtaracak?” Demiş: “Allah.” Sonra böyle dua etti:

اَللّٰهُمَّ اكْفِنِيهِ بِمَا شِئْتَ 4 Birden o Gavres, iki omuzu ortasına gaibden bir darbe

yer, o kılıç elinden düşer, yere yuvarlanır. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kılıcı eline alır, “Şimdi seni kim kurtaracak?” der, sonra affeder. O adam gider taifesine. O pek cür’etkâr, cesur adama herkes hayrette kalır. “Ne oldu sana? Niçin birşey yapamadın?” dediler. O dedi: “Hâdise böyle oldu. Ben şimdi insanların en iyisinin yanından geliyorum.”5

Hem şu hâdise gibi, Gazve-i Bedir’de bir münafık, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı bir gaflet vaktinde, kimse görmeden, tam arkasından kılıç kaldırıp vururken, birden Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bakmış. O titreyip, kılıç elinden yere düşmüş.6

232

Dördüncü hâdise: Mânevî tevatüre [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] yakın bir şöhretle ve ekser ehl-i tefsirin [Kur’ân’ı mânâ bakımından yorumlayanlar]

اِنَّا جَعَلْنَا فىِۤ اَعْنَاقِهِمْ اَغْلاَلاً فَهِىَ اِلَى اْلاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ * وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ * 1

âyetinin sebeb-i nüzulü ve ehl-i tefsir [Kur’ân’ı mânâ bakımından yorumlayanlar] allâmeleri [büyük âlim] ve ehl-i hadîs [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] imamları haber veriyorlar ki:

Ebu Cehil [bilgisizlik] yemin etmiş ki, “Ben secdede Muhammed’i görsem, bu taşla onu vuracağım.” Büyük bir taş alıp gitmiş. Secdede gördüğü vakit kaldırıp vurmakta iken, elleri yukarıda kalmış. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namazı bitirdikten sonra kalkmış; Ebu Cehil‘in [bilgisizlik] eli çözülmüş. O ise, ya Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın müsaadesiyle, veyahut ihtiyaç kalmadığından çözülmüş.2

Hem yine Ebu Cehil [bilgisizlik] kabilesinden, bir tarikte Velid ibni Muğire, yine Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı vurmak için büyük bir taşı alıp, secdede iken vurmaya gitmiş, gözü kapanmış. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı Mescid-i Harâmda görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu; yalnız seslerini işitiyordu. Tâ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namazdan çıktı; ihtiyaç kalmadığından onun gözü de açıldı.3

Hem nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Ebu Bekr-i Sıddık’tan haber veriyorlar ki: Sûre-i  تَبَّتْ يَدَۤا اَبىِ لَهَبٍ 4nâzil olduktan sonra, Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil [güzel] denilen حَمَّالَةَ الْحَطَبِ 5, bir taş alıp Mescid-i Harâma gelmiş. Ebu Bekir ile Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm orada oturuyorlarmış. Gözü Ebu Bekr-i Sıddık’ı görüyor, soruyor: “Yâ Ebâ Bekir! Senin arkadaşın nerede? Ben işitmişim ki beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı ağzına vuracağım.” Yanında iken

233

Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı görmemiş.1 Elbette, hıfz-ı İlâhîde [Allah’ın koruması] olan bir Sultan-ı Levlâk’ı, böyle bir Cehennem oduncusu, onun huzuruna girip göremez. Ağzına mı düşmüş?

Beşinci hâdise: Haber-i sahihle haber veriliyor ki: Âmir ibni Tufeyl ve Erbed ibni Kays, ikisi ittifak ederek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına gitmişler. Âmir demiş: “Ben onu meşgul edeceğim, sen onu vuracaksın.” Sonra bakıyor ki, birşey yapmıyor. Gittikten sonra arkadaşına dedi: “Neden vurmadın?” Dedi: “Nasıl vuracağım? Ne kadar niyet ettim; bakıyorum ki, ikimizin ortasına sen geçiyorsun. Seni nasıl vuracağım?”2

Altıncı hâdise: Nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] haber veriliyor ki: Gazve-i Uhud’da veya Huneyn’de, Şeybe bin Osmanü’l-Hacebiyye–ki, Hazret-i Hamza onun hem amcasını, hem pederini öldürmüştü–intikamını almak için gizli geldi. Tâ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın arkasından yalın kılıç kaldırdı. Birden kılıç elinden düştü. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona baktı, elini göğsüne koydu. Şeybe der ki: “O dakikada dünyada ondan daha sevgili adam bana olmazdı.” İmana geldi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti: “Haydi, git, harp et.” Şeybe dedi: “Ben gittim, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm önünde harp ettim. Eğer o vakit pederim de rast gelseydi vuracaktım.”3

Hem feth-i Mekke [Mekke’nin fethi] gününde, Fedâle namında birisi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına, vurmak niyetiyle geldi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona bakıp tebessüm etti. “Nefsinle ne konuştun?” dedi ve Fedâle için taleb-i mağfiret etti. Fedâle imana geldi ve dedi ki: “O vakit ondan daha ziyade dünyada sevgilim olmazdı.”4

Yedinci hâdise: Nakl-i sahihle, [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Yahudiler, suikast niyetiyle, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın oturduğu yere, üstünden büyük bir taş atmak ânında, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o dakikada hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] ile kalkmış; o suikast de akîm [neticesiz] kalmış.5

234

Bu yedi misal gibi çok hâdiseler vardır. Başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim ve eimme-i hadîs, [hadîs imamları] Hazret-i Aişe’den naklediyorlar ki:

  وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ 1 âyeti nâzil olduktan sonra, ara sıra Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı muhafaza eden zâtlara ferman etti:

يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ انْصَرِفُوا فَقَدْ عَصَمَنِى رَبِّى عَزَّ وَجَلَّ Yani, “Nöbettarlığa lüzum yok. Benim Rabbim beni hıfz ediyor.”2

İşte, şu Risale de, baştan buraya kadar gösteriyor ki, şu kâinatın her nev’i, her âlemi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı tanır, alâkadardır. Herbir nev-i kâinatta onun mu’cizâtı görünüyor. Demek, o zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.), Cenâb-ı Hakkın—fakat [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] “kâinatın Hâlıkı” [her şeyi yaratan Allah] itibarıyla ve “bütün mahlûkatın Rabbi” ünvanıyla—memurudur ve resulüdür. [Allah’ın elçisi] Evet, nasıl ki bir padişahın büyük ve müfettiş bir memurunu herbir daire bilir ve tanır; hangi daireye girse onunla münasebettar [alâkalı, ilgili] olur. Çünkü umumun padişahı namına bir memuriyeti var. Eğer meselâ yalnız adliye müfettişi olsa, o vakit adliye dairesiyle münasebettar [alâkalı, ilgili] olur; başka daireler onu pek tanımaz. Ve askeriye müfettişi olsa, mülkiye [yönetim daireleri ve kadroları] dairesi onu bilmez. Öyle de, anlaşılıyor ki, bütün devâir-i saltanat[saltanat daireleri] İlâhiyede, melekten tut, tâ sineğe ve örümceğe kadar herbir taife onu tanır ve bilir veya bildirilir. Demek, Hâtemü’l-Enbiyâ [peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] ve Resulü [Allah’ın elçisi] Rabbi’l-Âlemîndir. Ve umum enbiyanın [nebiler, peygamberler] fevkinde, [üstünde] risaletinin [elçilik, peygamberlik] şümulü [kapsam] var.

ON ALTINCI İŞARET

İrhasat denilen, bi’set-i nübüvvetten evvel, fakat nübüvvetle alâkadar olarak vücuda gelen harikalar dahi delâil-i nübüvvettir. [peygamberlik delilleri] Şu da üç kısımdır.

235

BİRİNCİ KISIM: Nass-ı Kur’ân‘la, [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü] Tevrat, İncil, Zebur ve suhuf-u enbiyanın, [peygamberlere gelen sahifeler; küçük kitaplar] nübüvvet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] aleyhissalâtü vesselâma dair verdikleri haberdir. Evet, madem o kitaplar semâvîdirler ve madem o kitap sahipleri enbiyadırlar. [nebiler, peygamberler] Elbette ve herhalde, onların dinlerini nesheden [değiştirme, hükmünü kaldırma; şer’i bir hükmün tatbikten kaldırılmış olduğunu bildirme] ve kâinatın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nurla ışıklandıran bir zattan bahsetmeleri, zarurî ve kat’îdir. Evet, küçük hâdiseleri haber veren o kitaplar, nev-i beşerin en büyük hâdisesi olan hâdise-i Muhammediye [Hz. Mu-hammed’in (a.s.m.) hadisesi, peygamberliği] aleyhissalâtü vesselâmı haber vermemek kàbil [gibi] midir?

İşte, madem bilbedâhe [açık bir şekilde] haber verecekler; herhalde ya tekzip edecekler, tâ ki dinlerini tahripten ve kitaplarını nesihten kurtarsınlar; veya tasdik edecekler, tâ ki o hakikatli zât ile dinleri hurafattan ve tahrifattan kurtulsun. Halbuki, dost ve düşmanın ittifakıyla, tekzip emâresi hiçbir kitapta yoktur. Öyle ise tasdik vardır.

Madem mutlak bir surette tasdik vardır. Ve madem şu tasdikin vücudunu iktiza [bir şeyin gereği] eden kat’î bir illet [asıl sebep] ve esaslı bir sebep vardır. Biz dahi, o tasdikin vücuduna delâlet eden üç hüccet-i kàtıa [kesin delil] ile ispat edeceğiz.

Birinci hüccet: [delil] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Kur’ân’ın lisanıyla onlara der ki: “Kitaplarınızda benim tasdikim ve evsâfım [özellikler] vardır. Benim beyan ettiğim şeylerde, kitaplarınız beni tasdik ediyor.”

قُلْ فَاْتُوا بِالتَّوْرٰيةِ فَاتْلُوهَۤا اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ * 1

قُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَۤاءَنَا وَاَبْنَۤاءَكُمْ وَنِسَۤاءَنَا وَنِسَۤاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ * 2

gibi âyetlerle onlara meydan okuyor. “Tevrat’ınızı getiriniz, okuyunuz. Ve geliniz, biz çoluk ve çocuğumuzu alıp, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dergâhına [Allah’ın yüce katı] el açıp, yalancılar

236

aleyhinde lânetle dua edeceğiz” diye mütemadiyen onların başına vurduğu halde, hiç Yahudi bir âlim veya Nasrânî bir kıssîs, [Hıristiyan dîn adamı, papaz] onun bir yanlışını gösteremedi. Eğer gösterseydi, pek çok kesrette [çokluk] bulunan ve pek çok inatlı ve hasetli olan kâfirler ve münafık Yahudiler ve bütün âlem-i küfür, [küfür dünyası] her tarafta ilân edeceklerdi.

Hem demiş: “Ya yanlışımı bulunuz; veyahut sizinle mahvoluncaya kadar cihad edeceğim.” Halbuki, bunlar harbi ve perişaniyeti ve hicreti [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] ihtiyar ettiler. Demek yanlışını bulamadılar. Bir yanlış bulunsaydı onlar kurtulurlardı.

İkinci hüccet: [delil] Tevrat, İncil ve Zebur’un ibareleri, Kur’ân gibi i’câzları [mu’cize oluş] olmadığından, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] kelimeler, içlerine karıştı. Hem müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] sözleri ve yanlış tevilleri, onların âyetleriyle iltibas [karıştırma] edildi. Hem bazı nâdanların [cahil] ve bazı ehl-i garazın [kin ve düşmanlık güdenler] tahrifatı da ilâve edildi. Şu surette, o kitaplarda tahrifat, tağyirat [değiştirme] çoğaldı. Hattâ, Şeyh Rahmetullah-i Hindî (allâme-i meşhur), kütüb-ü sabıkanın [adı geçen semâvî kitaplar] binler yerde tahrifatını, keşişlerine ve Yahudi ve Nasârâ ulemasına ispat ederek iskât [susturma] etmiş. İşte bu kadar tahrifatla beraber, şu zamanda dahi, meşhur Hüseyin-i Cisrî (rahmetullahi aleyh), o kitaplardan yüz on delil, nübüvvet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] dair çıkarmıştır. Risale-i Hamidiye’de yazmış, o risaleyi de Manastırlı merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu ederse ona müracaat eder, görür.1

Hem pek çok Yahudi uleması ve Nasârâ uleması ikrar ve itiraf etmişler ki, “Kitaplarımızda Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmın evsâfı [özellikler] yazılıdır.”2 Evet, gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] olarak, başta meşhur Rum meliklerinden [hükümdar] Herakl itiraf etmiş, demiş ki: “Evet, İsâ aleyhisselâm, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdan haber veriyor.”3

237

Hem Rum meliki [hükümdar] Mukavkıs namında Mısır hâkimi1 ve ulema-i Yehudun [Yahudi âlimler] en meşhurlarından İbni Sûriya [görünüşte] ve İbni Ahtab ve onun kardeşi Kâ’b bin Esed ve Zübeyr bin Bâtıyâ gibi meşhur ulema ve reisler, gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] kaldıkları halde ikrar etmişler ki, “Evet, kitaplarımızda onun evsâfı [özellikler] vardır; ondan bahsediyorlar.”2

Hem Yehudun [Yahudi] meşhur ulemasından ve Nasârânın meşhur kıssislerinden, [Hıristiyan dîn adamı, papaz] kütüb-ü sabıkada [adı geçen semâvî kitaplar] evsâf-ı Muhammediyeyi [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) vasıfları, özellikleri] (a.s.m.) gördükten sonra inadı terk edip imana gelenler, evsâfını Tevrat ve İncil’de göstermişler, ve sair Yahudi ve Nasrânî ulemasını onunla ilzam [susturma] etmişler. Ezcümle, meşhur Abdullah ibni Selâm ve Veheb ibni Münebbih ve Ebu Yâsir ve Şâmul—ki bu zât, melik-i Yemen Tübba’ zamanında idi;3 Tübba’ nasıl gıyaben ve bi’setten [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] evvel iman getirmiş, Şâmul de öyle—ve Sâye’nin iki oğlu olan Esid ve Sa’lebe ki, İbni Heyeban denilen bir ârif-i billâh, [Allah’ı tanıyan] bi’setten [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] evvel Benî Nadr kabilesine misafir olmuş,  قَرِيبٌ ظُهُورُ نَبِىٍّ هٰذَا دَارُ هِجْرَتِهِ 4 demiş, orada vefat etmiş. Sonra o kabile Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile harp ettikleri zaman, Esid ve Sa’lebe meydana çıktılar, o kabileye bağırdılar:

وَاللهِ هُوَ الَّذِى عَهِدَ اِلَيْكُمْ فِيهِ اِبْنُ هَيَبَانَ

Yani, “İbni Heyeban’ın haber verdiği zât budur; onunla harp etmeyiniz.”5 Fakat onlar, onları dinlemediler, belâlarını buldular.

238

Hem ulema-i Yehuddan [Yahudi âlimler] İbni Bünyamin ve Muhayrık ve Kâ’bü’l-Ahbar gibi çok ulema-i Yehud, [Yahudi âlimler] evsâf-ı Nebeviyeyi [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) vasıfları, özellikleri] kitaplarında gördüklerinden, imana gelmişler, sair imana gelmeyenleri de ilzam [susturma] etmişler.1

Hem ulema-i Nasârâdan, [Hırıstiyan âlimler] meşhur, bahsi geçen Bahîra-i Rahib2 ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Şam tarafına amcasıyla gittiği vakit on iki yaşındaydı. Bahîra-i Rahib, onun hatırı için Kureyşîleri davet etmiş. Baktı ki, kàfileye gölge eden bir parça bulut, daha kàfile yerinde gölge ediyor. “Demek aradığım adam orada kalmış.” Sonra adam göndermiş, onu da getirtmiş. Ebu Talib’e demiş: “Sen dön, Mekke’ye git. Yahudiler hasûddurlar. Bunun evsâfı [özellikler] Tevrat’ta mezkûrdur; [adı geçen] hıyanet ederler.”3

Hem Nastûru’l-Habeşe ve Habeş Reisi olan Necâşî, evsâf-ı Muhammediyeyi [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) vasıfları, özellikleri] kitaplarında gördükleri için, beraber iman etmişler.4

Hem Dağatır isminde meşhur bir Nasrânî âlimi, evsâfı [özellikler] görmüş, iman etmiş. Rumlar içinde ilân etmiş; şehid edilmiş.5

Hem Nasrânî rüesasından [reisler, başkanlar] Hâris ibni Ebî Şümeri’l-Gasânî ve Şam’ın büyük dinî reisleri ve melikleri, [hükümdar] yani Sahib-i İlba ve Herakl ve İbni Nâtûr ve Cârud gibi meşhur zâtlar, kitaplarında evsâfını [özellikler] görmüşler ve iman etmişler.6 Yalnız Herakl, dünya saltanatı için imanını izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmemiş.7

239

Hem bunlar gibi, Selmânü’l-Farisî, [barış] o da evvel Nasrânî idi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın evsâfını [özellikler] gördükten sonra onu arıyordu.1

Hem Temim namında mühim bir âlim, hem meşhur Habeş Reisi Necâşî, hem Habeş Nasârâsı, [Habeş Hıristiyanları] hem Necran papazları, bütün müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar ki: “Biz evsâf-ı Nebeviyeyi [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) vasıfları, özellikleri] kitaplarımızda gördük, onun için imana geldik.”2

Üçüncü hüccet: [delil] İşte, bir nümune olarak Tevrat, İncil, Zebur’un, Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâma ait âyetlerinin birkaç nümunesini göstereceğiz.

Birincisi: Zebur’da şöyle bir âyet var:

اَللّٰهُمَّ ابْعَثْ لَنَا مُقِيمَ السُّنَّةِ بَعْدَ الْفَتْرَةِ * 3

Mukîmü’s-Sünne[sünneti ihya edecek olan zât] ise, ism-i Ahmedîdir. [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bir ismi]

İncil’in âyeti:

قَالَ الْمَسِيحُ اِنِّىذَاهِبٌ اِلٰى اَ بىِ وَاَبِيكُمْ لِيَبْعَثَ لَكُمُ الْفَارَقْلِيطَا

Yani, “Ben gidiyorum, tâ size Faraklit gelsin.” Yani, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] gelsin.4

İncil’in ikinci bir âyeti:

اِنى ِّ اَطْلُبُ مِنْ رَبِّى فَارَقْلِيطًا يَكُونَ مَعَكُمْ اِلَى اْلاَبَدِ

Yani, “Ben Rabbimden, hakkı bâtıldan fark eden bir Peygamberi istiyorum ki, ebede kadar beraberinizde bulunsun.”5 Faraklit, اَلْفَارِقُ بَيْنَ الْحَقِّ وَالْبَاطِلِ 6 mânâsında, Peygamberin o kitaplarda ismidir.

240

Tevrat’ın âyeti:

اِنَّ اللهَ قَالَ ِلاِبْرٰهِيمَ اِنَّ هَاجَرَ تَلِدُ وَيَكُونُ مِنْ وَلَدِهَا مَنْ يَدُهُ فَوْقَ الْجَمِيعِ وَيَدُ الْجَمِيعِ مَبْسُوطَةٌ اِلَيْهِ بِالْخُشُوعِ

Yani, “Hazret-i İsmail’in validesi olan Hâcer, evlât sahibesi olacak. Ve onun evlâdından öyle birisi çıkacak ki, o veledin [çocuk] eli, umumun fevkinde [üstünde] olacak ve umumun eli huşû ve itaatle ona açılacak.”1

Tevrat’ın ikinci bir âyeti:

وَقَالَ يَا مُوسٰى اِنِّى مُقِيمٌ لَهُمْ نَبِيًّا مِنْ بَنِۤى اِخْوَتِهِمْ مِثْلَكَ وَاُجْرِى قَوْلِى فِى فَمِهِ وَالرَّجُلُ الَّذِى لاَ يَقْبَلُ قَوْلَ النَّبِىِّ الَّذِى يَتَكَلَّمُ بِاِسْمِى فَأَنَا اَنْتَقِمُ مِنْهُ

Yani, “Benî İsrail‘in [İsrailoğulları] kardeşleri olan Benî İsmail‘den, [İsmailoğulları] senin gibi birini göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım; Benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azap vereceğim.”2

Tevrat’ın üçüncü bir âyeti:

قَالَ مُوسٰى رَبِّ اِنِّى اَجِدُ فِى التَّوْرَيةِ اُمَّةً هُمْ خَيْرُ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ يَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُؤْمِنُونَ بِاللهِ فَاجْعَلْهُمْ اُمَّتِى قَالَ تِلْكَ اُمَّةُ مُحَمَّدٍ * 3

İhtar: “Muhammed” ismi, o kitaplarda Müşeffah [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) “muhammed” mânâsında Tevrat’taki ismi] ve el-Münhamennâ [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) “muhammed” mânâsında Tevrat’taki ismi] ve Himyâtâ [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) “muhammed” mânâsında Tevrat’taki ismi] gibi Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] isimler suretinde, “Muhammed” mânâsındaki İbrânî [Yahudi kavminden olan kimse] isimleriyle gelmiş. Yoksa sarih [açık] “Muhammed” ismi az vardı. Sarih [açık] miktarını dahi hasûd [çok kıskanç] Yahudiler tahrif etmişler.4

241

Zebur’un âyeti:

يَا دَاوُدُ يَاْتِى بَعْدَكَ نَبِىٌّ يُسَمّٰى اَحْمَدَ وَمُحَمَّدًا صَادِقًا سَيِّدًا اُمَّتُهُ مَرْحُومَةٌ * 1

Hem Abâdile-i Seb’adan ve kütüb-ü sabıkada [adı geçen semâvî kitaplar] çok tetkikat yapan Abdullah ibni Amr ibni’l-Âs ve meşhur ulema-i Yehuddan [Yahudi âlimler] en evvel İslâma gelen Abdullah ibni Selâm ve meşhur Kâ’bü’l-Ahbar denilen Benî İsrail‘in [İsrailoğulları] allâmelerinden, [büyük âlim] o zamanda daha çok tahrifata uğramayan Tevrat’ta aynen şu gelecek âyeti ilân ederek göstermişler. Âyetin bir parçası şudur ki: Hz. Mûsâ ile hitaptan sonra, gelecek Peygambere hitaben şöyle diyor:

يَۤا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِنَّۤا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا وَحِرْزًا لِلْاُمِّيِّينَ اَنْتَ عَبْدِى وَرَسُو لِى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ وَلاَ صَخَّابٍ فِى اْلاَسْوَاقِ وَلاَ يَدْفَعُ باِلسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ بَلْ يَعْفُو وَيَغْفِرُ وَلَنْ يَقْبِضَهُ اللهُ حَتّٰى يُقِيمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَۤاءَ بِاَنْ يَقُولُوا لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ * 2

Tevrat’ın bir âyeti daha:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ مَوْلِدُهُ بِمَكَّةَ وَهِجْرَتُهُ بِطَيْبَةَ وَمُلْكُهُ باِلشَّامِ وَاُمَّتُهُ الْحَمَّادُونَ * 3

İşte şu âyette Muhammed lâfzı, “Muhammed” mânâsında Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] bir isimde gelmiştir.

Tevrat’ın diğer bir âyeti daha: اَنْتَ عَبْدِى وَرَسُولِى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ 4

242

İşte şu âyette, Benî İshak‘ın [İshakoğulları] kardeşleri olan Benî İsmail‘den [İsmailoğulları] ve Hazret-i Mûsâ’dan sonra gelen Peygambere hitap ediyor.

Tevrat’ın diğer bir âyeti daha:

عَبْدِىَ الْمُخْتَارُ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ * 1

İşte, “Muhtar”ın mânâsı “Mustafa”dır, hem ism-i Nebevîdir. [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ismi]

İncil’de, İsâ’dan sonra gelen ve İncil’in birkaç âyetinde2 “Âlem Reisi[Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Hz. Muhammed (a.s.m.)] ünvanıyla müjde verdiği Nebînin [peygamber] tarifine dair:

مَعَهُ قَضِيبٌ مِنْ حَدِيدٍ يُقَاتِلُ بِهِ وَاُمَّتُهُ كَذٰلِكَ * 3

İşte şu âyet gösteriyor ki, “Sahibü’s-seyf ve cihada memur bir Peygamber gelecektir.” “Kadîb-i hadîd[kılıç] kılıç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahibü’s-seyf, yani cihada memur olacağını, Sûre-i Feth’in âhirinde

وَمَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْئَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰي عَلٰى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ * 4

âyeti, İncil’in şu âyeti gibi, başka âyetlerine işaret edip, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, sahibü’s-seyf ve cihada memur olduğunu, İncil ile beraber ilân ediyor.

Tevrat’ın Beşinci Kitabının Otuz Üçüncü Bâbında5 [kapı] şu âyet var: “Hak Teâlâ, Tûr-i Sina’dan ikbal [yönelme, teveccüh [ilgi] etme] edip bize Sâir’den tulû [doğma] etti ve Fâran Dağlarında zâhir oldu.”6

243

İşte şu âyet, nasıl ki “Tûr-i Sina’da ikbal-i Hak” fıkrasıyla [bölüm] nübüvvet-i Mûseviyeyi ve Şam Dağlarından ibaret olan “Sâir’den tulû-u [doğma] Hak” fıkrasıyla [bölüm] nübüvvet-i İseviyeyi ihbar eder. Öyle de, bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] Hicaz Dağlarından ibaret olan “Fâran Dağlarından zuhur-u Hak” fıkrasıyla, [bölüm] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) haber veriyor.

Hem Sûre-i Feth’in âhirinde ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ 1 hükmünü tasdiken, Tevrat’ta Fâran Dağlarından zuhur eden Peygamberin Sahabeleri hakkında şu âyet var: “Kudsîlerin [her türlü kusur ve noksandan uzak] bayrakları beraberindedir. Ve onun sağındadır.”2 “Kudsîler” [her türlü kusur ve noksandan uzak] namıyla tavsif [bir sıfatla niteleme] eder. Yani, “Onun Sahabeleri kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] salih evliyalardır.”

Eş’ıya Peygamberin kitabında, Kırk İkinci Bâbında [kapı] şu âyet vardır: “Hak Sübhânehu, âhirzamanda, kendinin ıstıfâ-gerde ve bergüzidesi kulunu ba’s edecek ve ona, Ruhu’l-Emin Hazret-i Cibril’i yollayıp din-i İlâhîsini ona talim ettirecek. Ve o dahi, Ruhu’l-Eminin talimi vechile [yönüyle] nâsa talim eyleyecek ve beynennâs hak ile hükmedecektir. O bir nurdur, halkı zulümattan çıkaracaktır. Rabbin bana kablelvuku bildirdiği şeyi ben de size bildiriyorum.”3

İşte şu âyet, gayet sarih [açık] bir surette, Âhirzaman Peygamberi olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın evsâfını [özellikler] beyan ediyor.

Mişail namıyla müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] Mihail Peygamberin kitabının Dördüncü Bâbında [kapı] şu âyet var: “Âhirzamanda bir ümmet-i merhume kaim [ayakta duran] olup, orada Hakka

244

ibadet etmek üzere mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden orada birçok halk toplanıp Rabb-i Vâhide ibadet ederler, Ona şirk etmezler.”1

İşte şu âyet, zâhir bir surette, dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume namıyla şöhret-şiâr olan ümmet-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] tarif ediyor.

Zebur’da, Yetmiş İkinci Bâbında [kapı] şu âyet var: “Bahirden [açık, berrak] bahre malik ve nehirlerden, arzın makta[durak yeri] ve müntehâsına [bir şeyin en uç noktası] kadar malik ola… Ve kendisine Yemen ve Cezayir mülûkü hediyeler götüreler… Ve padişahlar ona secde ve inkıyad [boyun eğme] edeler… Ve her vakit ona salât [namaz] ve hergün kendisine bereketle dua oluna… Ve envârı, [nurlar] Medine’den münevver [aydın] ola… Ve zikri, ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] devam ede… Onun ismi, şemsin vücudundan evvel mevcuttur; onun adı güneş durdukça münteşir [yaygın olan] ola…”2

İşte şu âyet, pek âşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] aleyhissalâtü vesselâmı tavsif [bir sıfatla niteleme] eder. Acaba Hazret-i Davud aleyhisselâmdan sonra, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmdan başka hangi nebî [peygamber] gelmiş ki, şarktan garba [doğudan batıya] kadar dinini neşretmiş ve mülûkü cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi bir inkıyad [boyun eğme] altına almış ve hergün nev-i beşerin humsunun [beşte bir] salâvat [namazlar, dualar] ve dualarını kendine kazanmış ve envârı [nurlar] Medine’den parlamış kim var? Kim gösterilebilir?

Hem Türkçe Yuhanna İncilinin On Dördüncü Bab [bir kitabın bölümlerinden her biri] ve otuzuncu âyeti şudur: “Artık sizinle çok söyleşmem. Zira bu Âlemin Reisi [Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Hz. Muhammed (a.s.m.)] geliyor. Ve bende onun nesnesi asla yoktur.” İşte, “Âlemin Reisi[Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Hz. Muhammed (a.s.m.)] tabiri, “Fahr-i Âlem[bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] demektir. “Fahr-i Âlem[bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] ünvanı ise, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmın en meşhur ünvanıdır.

245

Yine İncil-i Yuhanna, [Yuhanna İncili dört incilden birisi, Hz. İsa’nın (a.s.) havarilerinden Yuhanna tarafından yazılan İncil, Hz. İsa’ya indirilen kitap] On Altıncı Bab [bir kitabın bölümlerinden her biri] ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faidelidir. Zira ben gitmeyince Tesellici size gelmez.” İşte, bakınız: Reis-i Âlem [Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem Hz. Muhammed (a.s.m.)] ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmdan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] odur ve fâni insanları idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtarıp teselli veren odur.

Hem İncil-i Yuhanna, [Yuhanna İncili dört incilden birisi, Hz. İsa’nın (a.s.) havarilerinden Yuhanna tarafından yazılan İncil, Hz. İsa’ya indirilen kitap] On Altıncı Bab, [bir kitabın bölümlerinden her biri] sekizinci âyeti: “O dahi geldikte, dünyayı günaha dair, salâha dair ve hükme dair ilzam [susturma] edecektir.”1 İşte, dünyanın fesadını salâha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünya[dünya hakimiyeti, dünyaya hükmetme] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmdan başka kim gelmiş?

Hem İncil-i Yuhanna, [Yuhanna İncili dört incilden birisi, Hz. İsa’nın (a.s.) havarilerinden Yuhanna tarafından yazılan İncil, Hz. İsa’ya indirilen kitap] On Altıncı Bab, [bir kitabın bölümlerinden her biri] on birinci âyet: “Zira bu Âlemin Reisinin [Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Hz. Muhammed (a.s.m.)] gelmesinin hükmü gelmiştir.”2 İşte, “Âlemin ReisiHaşiye [dipnot] [Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Hz. Muhammed (a.s.m.)] elbette Seyyidü’l-Beşer [bütün insanlığın büyüğü, efendisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] olan Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.

Hem İncil-i Yuhanna, [Yuhanna İncili dört incilden birisi, Hz. İsa’nın (a.s.) havarilerinden Yuhanna tarafından yazılan İncil, Hz. İsa’ya indirilen kitap] On İkinci Bab [bir kitabın bölümlerinden her biri] ve on üçüncü âyet: “Amma o Hak Ruhu [doğru, gerçek, hakikatin ruhu, Hz. Muhammed (a.s.m.)] geldiği zaman, sizi bilcümle hakikate irşad [doğru yol gösterme] edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bilcümle, işittiğini söyleyerek gelecek nesnelerden size haber verecek.”3

İşte bu âyet sarihtir. [açık] Acaba umum insanları birden hakikate davet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrail’den işittiğini söyleyen ve kıyamet ve âhiretten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmdan başka kimdir? Ve kim olabilir?

Hem kütüb-ü enbiyada, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Muhammed, Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Muhtar mânâsında Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] ve İbrânî [Yahudi kavminden olan kimse] isimleri var. İşte, Hazret-i Şuayb’ın

246

suhufunda [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ismi, “Muhammed” mânâsında Müşeffah‘tır.1 [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) “muhammed” mânâsında Tevrat’taki ismi] Hem Tevrat’ta, yine “Muhammed” mânâsında Münhamennâ, [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) “muhammed” mânâsında Tevrat’taki ismi] hem “Nebiyyü’l-Haram[Mescid-i Haram Peygamberi, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) isimlerinden biri] mânâsında Himyâtâ,2 [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) “muhammed” mânâsında Tevrat’taki ismi] Zebur’da el-Muhtar3 [seçilmiş, seçkin, Hz. Muhammed (a.s.m.)] ismiyle müsemmâdır. [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] Yine Tevrat’ta el-Hâtemü’l-Hâtem,4 [en son hâtem, mühür; Hz. Muhammed’in (a.s.m.)Tevrat’ta geçen bir ismi] hem Tevrat’ta ve Zebur’da Mukîmü’s-Sünne,5 [sünneti ihya edecek olan zât] hem suhuf-u İbrahim [Hz. İbrahim’e indirilen sahifeler, küçük kitap] ve Tevrat’ta Mazmaz‘dır.6 [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Tevrat’ta geçen bir ismi] Hem Tevrat’ta Ahyed‘dir. [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Tevrat’ta geçen bir ismi]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm demiş:

اِسْمِى فِى الْقُرْاٰنِ مُحَمَّدٌ * وَفِى اْلاِنْجِيلِ اَحْمَدُ * وَفِى التَّوْرٰيةِ اَحْيَدُ * 7

buyurmuştur. Hem İncil’de, esmâ-i Nebevîden [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) isimleri] صَاحِبُ الْقَضِيبِ وَالْهِرَاوَةِ 8 yani, “Seyf [kılıç] ve Asâ Sahibi.” Evet, sâhibü’s-seyf [kılıç sahibi] enbiyalar [nebiler, peygamberler] içinde en büyüğü, ümmetiyle cihada memur, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdır.

Yine İncil’de, Sahibü’t-Tac‘dır.9 [taç sahibi, sarık sahibi Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] Evet, “Sahibü’t-Tac[taç sahibi, sarık sahibi Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] ünvanı, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma mahsustur. Tac, “amâme,” [sarık] yani sarık demektir. Eski zamanda, milletler içinde, milletçe umumiyet itibarıyla sarık ve agel [sarık] saran kavm-i Araptır. [Arap kavmi, milleti] İncilde Sahibü’t-Tac, [taç sahibi, sarık sahibi Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] kat’î olarak Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm demektir.

247

Hem İncil’de el-Baraklit veyahut el-Faraklit ki, İncil tefsirlerinde “hak ve bâtılı birbirinden tefrik eden hakperest”1 mânâsı verilmiş ki, sonra gelecek insanları hakka sevk edecek zâtın ismidir.

İncil’in bir yerinde, İsâ aleyhisselâm demiş: “Ben gideceğim, tâ Dünyanın Reisi gelsin.”2 Acaba Hazret-i İsâ aleyhisselâmdan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyiz edip Hazret-i İsâ aleyhisselâmın yerinde insanları irşad [doğru yol gösterme] edecek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan başka kim gelmiştir? Demek Hazret-i İsâ aleyhisselâm ümmetine daima müjde ediyor ve haber veriyor ki, “Birisi gelecek, bana ihtiyaç kalmayacak. Ben onun bir mukaddimesiyim [başlangıç] ve müjdecisiyim.” Nasıl ki şu âyet-i kerime:

وَاِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيمَ يَابَنِۤى اِسْرَۤائِيلَ اِنِّى رَسُولُ اللهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَىَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَاْتِى مِنْ بَعْدِى اسْمُهُ اَحْمَدُ * 3

HaşiyeEvet, [dipnot] İncil’de Hazret-i İsâ aleyhisselâm, çok defalar ümmetine müjde veriyor. İnsanların en mühim bir reisi geleceğini; ve o zâtı da bazı isimlerle yad ediyor. O isimler elbette Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] ve İbrânîdirler. [Yahudi kavminden olan kimse] Ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] görmüşler. O isimler, “Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Muhammed, Fârikun beyne’l Hakkı ve’l-Bâtıl” mânâsındadırlar.4

248

Demek İsâ aleyhisselâm, çok defa Ahmed [çokça medhedilen, övülen] aleyhissalâtü vesselâmdan beşaret [müjde] veriyor.

Sual: Eğer desen, “Neden Hazret-i İsâ aleyhisselâm her nebîden [peygamber] ziyade müjde veriyor; başkalar yalnız haber veriyorlar, müjde sureti azdır?”

Elcevap: Çünkü, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] aleyhissalâtü vesselâm, İsa aleyhisselâmı Yahudilerin müthiş tekzibinden [yalanlama] ve müthiş iftiralarından ve dinini müthiş tahrifattan kurtarmakla beraber; İsâ aleyhisselâmı tanımayan Benî İsrail‘in [İsrailoğulları] suubetli [zorluk] şeriatine mukàbil, suhuletli [kolay] ve câmi ve ahkâmca [hükümler] şeriat-i İseviyenin noksanını ikmal [tamamlama] edecek bir şeriat-i âliyeye [üstün, yüce, ilâhî şeriat] sahiptir. İşte onun için, çok defa “Âlemin Reisi [Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Hz. Muhammed (a.s.m.)] geliyor” diye müjde veriyor.1

İşte Tevrat, İncil, Zebur’da ve sair suhuf-u enbiyada [peygamberlere gelen sahifeler; küçük kitaplar] çok ehemmiyetle, âhirde gelecek bir peygamberden bahisler var, çok âyetler var—nasıl bir kısım nümunelerini gösterdik. Hem çok namlarla o kitaplarda mezkûrdur. [adı geçen] Acaba bütün bu kütüb-ü enbiyada, bu kadar ehemmiyetle, mükerrer âyetlerde bahsettikleri Âhirzaman Peygamberi, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdan başka kim olabilir?

İKİNCİ KISIM: İrhasattan ve delâil-i nübüvvetten [peygamberlik delilleri] maksat şudur ki: Bi’set-i Ahmediyeden [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamber olarak gelişi, peygamberliğinin başlangıcı] evvel, zaman-ı fetrette [fetret dönemi, insanlara peygamber gönderilmeyen mânevî buhran zamanı] kâhinler, hem o zamanın bir derece evliya ve ârif-i billâh [Allah’ı tanıyan] olan bir kısım insanları, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın geleceğini haber vermişler ve ihbarlarını da neşretmişler, şiirleriyle gelecek asırlara bırakmışlar. Onlar çoktur. Biz, ehl-i siyer [Peygamber Efendimizin hayatını araştıranlar] ve tarihin nakil ve kabul ettikleri meşhur ve münteşir [yaygın olan] olan bir kısmını zikredeceğiz.

249

Ezcümle, Yemen padişahlarından Tübba’ isminde bir melik, [hükümdar] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın evsâfını [özellikler] eski kitaplarda görmüş, iman etmiş. Şöyle bir şiirini ilân etmiş:

شَهِدْتُ عَلٰى اَحْمَدَ * اَنَّهُ رَسُولٌ مِنَ اللهِ بَارِى النَّسَمِ * فَلَوْ مُدَّ عُمْرِى اِلٰى عُمْرِهِ * لَكُنْتُ وَزِيرًا لَهُ وَابْنَ عَمٍّ

Yani, “Ben Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] (a.s.m.) risaletini [elçilik, peygamberlik] tasdik ediyorum. Ben onun zamanına yetişseydim, ona vezir ve ammizade [amca oğlu] olurdum. (Yani, Ali gibi olurdum.)”1

İkincisi: Meşhur Kuss ibni Sâide ki, kavm-i Arabın en meşhur ve mühim hatibi ve muvahhid [Allah’ın birliğine inanan] bir zât-ı rûşen-zamirdir. [hakikatleri bilen, gönlü aydın kişi] İşte şu zât da, bi’set-i Nebevîden [Hz. Muhammed’in peygamber olarak gelişi] evvel risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] şu şiirle ilân ediyor:

اَرْسَلَ فِينَۤا اَحْمَدَ خَيْرَ نَبِىٍّ قَدْ بُعِثَ * صَلّٰى عَلَيْهِ اللهُ مَا عَجَّ لَهُ رَكْبٌ وَحُثَّ * 2

Üçüncüsü: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadından olan Kâ’b ibni Lüeyy, nübüvvet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] eseri olarak şöyle ilân etmiş:

عَلٰى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ * فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبِيرُهَا

Yani, “Füc’eten, [ansızın, birdenbire] Muhammedü’n-Nebî [Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] gelecek, doğru haberleri verecek.”3

Dördüncüsü: Yemen padişahlarından Seyf [kılıç] ibni Zîyezen, kütüb-ü sabıkada [adı geçen semâvî kitaplar] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın evsâfını [özellikler] görmüş, iman etmiş, müştak [arzulu, aşırı istekli] olmuştu. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ceddi Abdülmuttalib Yemen’e kàfile-i Kureyş ile gittiği zaman, Seyf [kılıç] ibni Zîyezen onları çağırmış, onlara demiş ki:

250

اِذَا وُلِدَ بِتِهَامَةَ وَلَدٌ بَيْنَ كَتْفَيْهِ شَامَةٌ كَانَتْ لَهُ اْلاِمَامَةُ وَاِنَّكَ يَا عَبْدَ الْمُطَّلِبِ لَجَدُّهُ

Yani, “Hicaz’da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hâtem [mühür] gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak.” Sonra, gizli Abdülmuttalib’i çağırmış. “O çocuğun ceddi de sensin” diye kerametkârâne, [keramet göstererek] bi’setten [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] evvel haber vermiş.1

Beşincisi: Varaka [evrak, belge] bin Nevfel (Hatice-i Kübrâ’nın ammizadelerinden), [amca oğlu] bidâyet-i vahiyde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm telâş etmiş. Hatice-i Kübrâ, o hâdiseyi meşhur Varaka [evrak, belge] bin Nevfel’e hikâye etmiş. Varaka [evrak, belge] demiş: “Onu bana gönder.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Varaka‘nın [evrak, belge] yanına gitmiş, mebde-i vahiydeki vaziyeti hikâye etmiş. Varaka [evrak, belge] demiş:

بَشِّرْ يَا مُحَمَّدُ اِنِّى اَشْهَدُ اَنَّكَ اَنْتَ النَّبِىُّ الْمُنْتَظَرُ وَبَشَّرَ بِكَ عِيسٰى

Yani, “Telâş etme, o hâlet [durum] vahiydir. Sana müjde! İntizar edilen Nebî [peygamber] sensin. İsâ seninle müjde vermiş.”2

Altıncısı: Askelâni’l-Himyerî nam ârif-i billâh, [Allah’ı tanıyan] bi’setten [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] evvel Kureyşîleri gördüğü vakit, “İçinizde dâvâ-yı nübüvvet [peygamberlik dâvâsı] eden var mı?” “Yok” derlerdi. Sonra, bi’set [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] vaktinde yine sormuş. “Evet,” demişler. “Biri dâvâ-yı nübüvvet [peygamberlik dâvâsı] ediyor.” Demiş: “İşte, âlem onu bekliyor.”3

Yedincisi: Nasârâ ulema-yı benâmından İbnü’l-Alâ, bi’setten [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] ve Peygamberi görmeden evvel haber vermiş. Sonra gelmiş, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı görmüş. Demiş:

وَالَّذِى بَعَثَكَ بِالْحَقِّ لَقَدْ وَجَدْتُ صِفَتَكَ فِى اْلاِنْجِيلِ وَبَشَّرَ بِكَ اِبْنُ الْبَتُولِ

Yani, “Ben senin sıfatını İncil’de gördüm, iman ettim. İbn-i Meryem, İncil’de senin geleceğini müjde etmiş.”4

251

Sekizincisi: Bahsi geçen Habeş Padişahı Necâşî demiş:

لَيْتَ لِى خِدْمَتَهُ بَدَلاً عَنْ هٰذِهِ السَّلْطَنَةِ Yani, “Keşke şu saltanata bedel, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmın hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkindedir.”1 [üstünde]

Şimdi, ilham-ı Rabbânî ile gaibden haber veren bu âriflerden sonra, gaibden ruh ve cin vasıtasıyla haber veren kâhinler, pek sarih [açık] bir surette, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın geleceğini ve nübüvvetini [peygamberlik] haber vermişler. Onlar çoktur; biz, onlardan meşhurları ve mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] hükmüne geçmiş ve ekser tarih ve siyerde [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] nakledilmiş birkaçını zikredeceğiz. Onların uzun kıssalarını ve sözlerini siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] kitaplarına havale edip, yalnız icmâlen [özet] bahsedeceğiz.

Birincisi: Şık isminde meşhur bir kâhindir ki, bir gözü, bir eli, bir ayağı varmış—âdetâ yarım insan. İşte o kâhin, mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde kat’î bir surette tarihlere geçmiş ki, risalet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] aleyhissalâtü vesselâmı haber verip mükerreren [defalarca] söylemiştir.2

İkincisi: Meşhur Şam kâhini Satîh’tir ki, kemiksiz, âdetâ âzâsız bir vücut, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i [alışılmışın dışında, çok garip] hilkat [yaratılış] ve çok da yaşamış bir kâhindir. Gaibden verdiği doğru haberler, o zaman insanlarda şöhret bulmuş. Hattâ, Kisrâ, yani Fars Padişahı, gördüğü acip rüyayı ve velâdet-i Ahmediye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in doğuşu] (a.s.m.) zamanında sarayının on dört şerefesinin düşmesinin sırrını Satîh’ten sormak için, Muyzan denilen âlim bir elçisini göndermiş. Satîh demiş: “On dört zât, sizlerde hâkimiyet edecek, sonra saltanatınız mahvolacak. Hem birisi gelecek, bir din izhar [açığa çıkarma, gösterme] edecek. İşte, o sizin din ve devletinizi kaldıracak” meâlinde Kisrâ’ya haber göndermiş. İşte o Satîh, sarih [açık] bir surette, Âhirzaman Peygamberinin gelmesini haber vermiş.3

252

Hem kâhinlerden Sevad ibni Karibi’d-Devsî [yakın] ve Hunâfir ve Ef’asiye Necran ve Cizl ibni Cizli’l-Kindî ve İbni Halasati’d-Devsî ve Fatıma binti Numan-ı Necâriye gibi meşhur kâhinler, siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve tarih kitaplarında tafsilen beyan ettikleri vecih [yön] üzere, Âhirzaman Peygamberinin geleceğini, o Peygamber de Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olduğunu haber vermişler.1

Hem Hazret-i Osman’ın akrabasından Sa’d Binti Küreyz, kâhinlik vasıtasıyla, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın nübüvvetini [peygamberlik] gaibden haber almış. Bidâyet-i İslâmiyette, Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’e demiş ki: “Sen git, iman et.” Osman bidâyette gelmiş, iman etmiş. İşte, o Sa’d o vakıayı böyle bir şiirle söylüyor:

هَدَى اللهُ عُثْمَانَ بِقَوْلِى اِلَى الَّتِى * بِهَا رُشْدُهُ وَاللهُ يَهْدِى اِلَى الْحَقِّ 2

Hem kâhinler gibi, “hâtif[gelecekten haber veren cinnî] denilen, şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinnîler, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın geleceğini mükerreren [defalarca] haber vermişler.

Ezcümle, Zeyyab ibnü’l-Hâris’e, hâtif-i [gelecekten haber veren cinnî] cinnî böyle bağırmış, onun ve başkasının sebeb-i İslâmı olmuş:

يَا ذَيَابُ يَا ذَيَابُ اِسْمَعِ الْعَجَبَ الْعُجَابَ * بُعِثَ مُحَمَّدٌ بِالْكِتَابِ يَدْعُو بِمَكَّةَ فَلاَ يُجَابُ * 3

Yine bir hâtif-i [gelecekten haber veren cinnî] cinnî, Sâmia [işitme duygusu] bin Karreti’l-Gatafânî’ye böyle bağırmış, bazılarını imana getirmiştir:

جَۤاءَ الْحَقُّ فَسَطَعَ وَدُمِّرَ بَاطِلٌ فَانْقَمَعَ * 4

253

Bu hâtiflerin [gelecekten haber veren cinnî] beşaretleri [müjde] ve haber vermeleri pek meşhurdur ve çoktur.

Hem nasıl kâhinler, hâtifler [gelecekten haber veren cinnî] haber vermişler. Öyle de, sanemler [put] dahi ve sanemlere [put] kesilen kurbanlar [yakın] dahi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletini [elçilik, peygamberlik] haber vermişler.

Ezcümle, kıssa-i meşhuredendir [meşhur kıssa] ki, Mâzen kabilesinin sanemi [put] bağırıp demiş:

هٰذَا النَّبِىُّ الْمُرْسَلُ جَۤاءَ بِالْحَقِّ الْمُنْزَلِ * 1

diyerek, risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) haber vermiş.

Hem Abbas ibni Merdâs’ın sebeb-i İslâmiyeti olan meşhur vakıa şudur ki: Dımar namında bir sanemi [put] varmış; o sanem [put] birgün böyle bir ses vermiş:

اَوْدٰى ضِمَارُ وَكَانَ يُعْبَدُ مُدَّةً قَبْلَ الْبَيَانِ مِنَ النَّبِىِّ مُحَمَّدٍ

Yani, “Muhammed gelmeden evvel bana ibadet ediliyordu. Şimdi Muhammed’in beyanı gelmiş; daha o dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] olamaz.”2

Hazret-i Ömer, İslâmiyetten evvel, saneme [put] kesilen bir kurbandan [yakın] böyle işitmiş:

يَا اٰلَ الذَّبِيحْ اَمْرٌ نَجِيحْ رَجُلٌ فَصِيحْ يَقُولُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ * 3

İşte bu nümuneler gibi çok vakıalar var; mevsuk [güvenilir, delilli, vesikalı] [belge] kitaplar kabul edip nakletmişler.

Nasıl ki kâhinler, ârif-i billâhlar, [Allah’ı tanıyan] hâtifler, [gelecekten haber veren cinnî] hattâ sanemler [put] ve kurbanlar [yakın] risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) haber vermişler, herbir hâdise dahi bir kısım insanların imanına sebep olmuş. Öyle de, bazı taşlar üstünde ve kabirlerde ve kabirlerin mezar taşlarında, hatt-ı kadimle مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ 4 gibi ibareler bulunmuş, onunla bir kısım insanlar imana gelmişler.5 Evet, hatt-ı kadimle bazı taşlarda bulunan مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ 6, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan ibarettir.

254

Çünkü ondan evvel, zamanına pek yakın, yalnız yedi Muhammed ismi var, başka yoktur. O yedi adamın hiçbir cihetle “Muslih-i Emin” tabirine liyakatleri yoktur.1

ÜÇÜNCÜ KISIM: İrhasattan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın velâdeti [doğum] hengâmında [ân, zaman] vücuda gelen harikalardır ve hâdiselerdir. O hâdiseler, onun velâdetiyle [doğum] alâkadar bir surette vücuda gelmiş.

Hem bi’setten [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] evvel bazı hâdiseler var ki, doğrudan doğruya birer mu’cizesidir. Bunlar çoktur. Nümune olarak, meşhur olmuş ve eimme-i hadîs [hadîs imamları] kabul etmiş ve sıhhatleri tahakkuk [gerçekleşme] etmiş birkaç nümuneyi zikredeceğiz.

Birincisi: Velâdet-i Nebevî gecesinde, hem annesi, hem annesinin yanında bulunan Osman ibni Âs’ın annesi, hem Abdurrahman ibni Avf’ın annesinin gördükleri azîm bir nurdur ki, üçü de demişler: “Velâdeti [doğum] ânında biz öyle bir nur gördük ki, o nur maşrık [doğu] ve mağribsi [akşam] bize aydınlattırdı.”2

İkincisi: O gece Kâbedeki sanemlerin [put] çoğu baş aşağı düşmüş.3

Üçüncüsü: Meşhur Kisrânın eyvânı [köşk, saray] (yani saray-ı meşhuresi) [meşhur saray] o gece sallanıp inşikak [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] etmesi ve on dört şerefesinin düşmesidir.4

Dördüncüsü: Sava’nın takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] edilen küçük denizinin o gecede yere batması5 ve İstahrâbâd’da bin senedir daima iş’âl [tutuşturma] edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusîlerin mâbud [ibadet edilen] ittihaz [edinme, kabullenme] ettikleri ateşin, velâdet [doğum] gecesinde sönmesi…6

İşte şu üç dört hâdise işarettir ki, o yeni dünyaya gelen zât, ateşperestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile olmayan şeylerin takdisini [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] men edecektir.

255

Beşincisi: Çendan [gerçi] velâdet [doğum] gecesinde değil, fakat velâdete [doğum] pek yakın olduğu cihetle, o hâdiseler de irhasat-ı Ahmediyedir ki (a.s.m.), Sûre-i اَلَمْ تَرَكَيْفَ ‘de nass-ı kat’î [kesin delil, Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi] ile beyan edilen Vak’a-i Fildir ki, Kâbe’yi tahrip etmek için, Ebrehe namında Habeş meliki [hükümdar] gelip, fil-i Mahmudî namında cesîm [büyük] bir fili öne sürüp gelmiş. Mekke’ye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebâbil kuşları onları mağlûp etmiş ve perişan etmiş, kaçmışlar. Bu kıssa-i acibe, [şaşırtıcı, hayrette bırakan ibretli hikâye] tarih kitaplarında tafsilen meşhurdur. İşte şu hâdise, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın delâil-i nübüvvetindendir. [peygamberlik delilleri] Çünkü velâdete [doğum] pek yakın bir zamanda, kıblesi ve mevlidi [doğum] ve sevgili vatanı olan Kâbe-i Mükerreme, gaybî ve harika bir surette, Ebrehe’nin tahribinden kurtulmuştur.1

Altıncısı: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, küçüklüğünde Halime-i Sa’diye’nin yanında iken, Halime ve Halime’nin zevcinin şehadetleriyle, güneşten rahatsız olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş.2

Hem, Şam tarafına on iki yaşında iken gittiği vakit, Bahîra-i Rahibin şehadetiyle, bir parça bulut Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş.3

Hem yine bi’setten [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] evvel, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, bir defa Hatice-i Kübrâ’nın Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice-i Kübrâ, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş, kendi hizmetkârı olan Meysere’ye demiş. Meysere dahi Hatice-i Kübrâ’ya demiş: “Bütün seferimizde ben öyle görüyordum.”4

Yedincisi: Nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] sabittir ki,

256

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, bi’setten [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] evvel bir ağacın altında oturdu. O yer kuru idi, birden yeşillendi. Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yapmıştır.1

Sekizincisi: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ufak iken Ebu Talib’in evinde kalıyordu. Ebu Talib, çoluk ve çocuğu ile, onunla beraber yerlerse karınları doyardı. Ne vakit o zât yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardı.2 Şu hâdise hem meşhurdur, hem kat’îdir.3

Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın küçüklüğünde ona bakan ve hizmet eden Ümmü Eymen demiş: “Hiçbir vakit Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm açlık ve susuzluktan şikâyet etmedi—ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde.”4

Dokuzuncusu: Murdia[süt anne] olan Halime-i Sa’diye’nin malında ve keçilerinin sütünde, kabilesinin hilâfına olarak çok bereketi ve ziyade olmasıdır. Bu vakıa hem meşhurdur, hem kat’îdir.5

Hem sinek onu tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] etmezdi, onun cesed-i mübarekine [mübarek beden, vücud] ve libasına [elbise] konmazdı.6 Nasıl ki, evlâdından Seyyid Abdülkadir-i Geylânî (k.s.) dahi, ceddinden o hali irsiyet [miras] almıştı; sinek ona da konmazdı.7

Onuncusu: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dünyaya geldikten sonra, bahusus [hususan, özellikle] velâdet [doğum] gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır8 ki, şu hâdise, On Beşinci Sözde kat’iyen [kesinlikle] burhanlarıyla [delil] ispat ettiğimiz üzere, şu yıldızların sukutu, [alçalış, düşüş] şeyâtin [şeytanlar] ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve işarettir. İşte, madem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm vahiyle dünyaya çıktı; elbette

257

yarım yamalak ve yalanlarla karışık, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbârâtına [haber vermeler] sed çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe iras etmesinler [netice verme, getirme] ve vahye benzemesin. Evet, bi’setten [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] evvel kâhinlik çoktu. Kur’ân nâzil olduktan sonra onlara hâtime [son] çekti. Hattâ çok kâhinler imana geldiler. Çünkü daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar. Demek Kur’ân hâtime [son] çekmişti. İşte, eski zaman kâhinleri gibi, şimdi de medyumlar [gelecekten haber veren kimse] suretinde yine bir nevi kâhinlik, Avrupa’da, ispritizmacıların [ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler] içlerinde başgöstermiş. Her ne ise…

Elhasıl: [kısaca, özetle] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın nübüvvetinden [peygamberlik] evvel nübüvvetini [peygamberlik] tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakıalar, pek çok zâtlar zâhir olmuşlar. Evet, dünyaya mânen reis olacakHaşiye ve dünyanın mânevî şeklini değiştirecek ve dünyayı âhirete mezraa [tarla] yapacak ve dünyanın mahlûkatının kıymetlerini ilân edecek ve cin ve inse saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] yol gösterecek ve fâni cin ve insi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtaracak ve dünyanın hikmet-i hilkatini [yaratılış gayesi] ve tılsım-ı muğlâkını [anlaşılması zor olan sır] ve muammâsını açacak ve Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] makàsıdını [gayeler, istenilen şeyler] bilecek ve bildirecek ve o Hâlıkı tanıyıp umuma tanıttıracak bir zât, elbette o daha gelmeden herşey, her nevi, her taife onun geleceğini sevecek ve bekleyecek ve hüsn-ü istikbal [güzel bir şekilde karşılama] edecek ve alkışlayacak ve Hâlıkı tarafından bildirilirse o da bildirecek. Nasıl ki, sabık [daha önceden geçen] işaretlerde ve misallerde gördük ki, herbir nev-i mahlûkat, onu hüsn-ü istikbal [güzel bir şekilde karşılama] ediyor gibi mu’cizâtını gösteriyorlar, mu’cize lisanıyla nübüvvetini [peygamberlik] tasdik ediyorlar.