MEKTUBAT – On Üçüncü Mektup (77-81)

77

On Üçüncü Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

 اَلسَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى 3* وَالْمَلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى * 4

AZİZ kardeşlerim,

Hal ve istirahatimi ve vesika [belge] için adem-i müracaatımı [başvurmama] ve hal-i âlem [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] siyasetine karşı lâkaytlığımı [duyarsız] pek çok soruyorsunuz. Şu sualleriniz çok tekerrür ettiğinden, hem mânen de benden sorulduğundan, şu üç suale Yeni Said değil, belki Eski Said lisanıyla cevap vermeye mecbur oldum.

BİRİNCİ SUALİNİZ: İstirahatin nasıl? Halin nedir?

Elcevap: Cenâb-ı Erhamürrâhimîne [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükrediyorum ki, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] bana ettiği envâ-ı zulmü, [zulüm çeşitleri] envâ-ı rahmete [rahmet çeşitleri] çevirdi. Şöyle ki:

Siyaseti terk ve dünyadan tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] ederek bir dağın mağarasında âhireti düşünmekte iken, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] zulmen beni oradan çıkarıp nefyettiler. [gönderilme, sürgün] Hâlık-ı Rahîm [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] ve Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] o nefyi [gönderilme, sürgün] bana bir rahmete çevirdi. Emniyetsiz ve ihlâsı bozacak esbaba maruz o dağdaki inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] emniyetli, ihlâslı, Barla dağlarındaki halvete çevirdi. Rusya’da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim… Erhamürrâhimîn, [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faidesini verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini zayıf vücuduma yüklemedi.

78

Yalnız, Barla’da, iki üç adamda bir vehhamlık [kuruntu etme, aşırı vehimli olma] vardı. O vehhamlık [kuruntu etme, aşırı vehimli olma] sebebiyle bana eziyet verildi. Hattâ o dostlarım, güya istirahatimi düşünüyorlar. Halbuki, o vehhamlık [kuruntu etme, aşırı vehimli olma] sebebiyle, hem kalbime, hem Kur’ân’ın hizmetine zarar verdiler. Hem ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] bütün menfilere vesika [belge] verdiği ve cânileri hapisten çıkarıp affettikleri halde, bana zulüm olarak vermediler. Benim Rabb-i Rahîmim, [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] beni Kur’ân’ın hizmetinde ziyade istihdam [çalıştırma] etmek ve Sözler namıyla envâr-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın nurları] bana fazla yazdırmak için, dağdağasız [sıkıntısız] bir surette beni şu gurbette bırakıp, bir büyük merhamete çevirdi.

Hem ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] dünyalarına karışabilecek bütün nüfuzlu ve kuvvetli rüesaları [reisler, başkanlar] ve şeyhleri kasabalarda ve şehirlerde bırakıp akrabalarıyla beraber herkesle görüşmeye izin verdikleri halde, beni zulmen tecrit etti, bir köye gönderdi. Hiç akraba ve hemşehrilerimi, bir iki tanesi müstesna olmak üzere, yanıma gelmeye izin vermedi. Benim Hâlık-ı Rahîmim, [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] o tecridi benim hakkımda bir azîm rahmete çevirdi. Zihnimi sâfi bırakıp, gıll ü gıştan [kin, düşmanlık ve aldatma gibi anlamsız şeylerle uğraşılar] âzâde olarak, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzini, olduğu gibi almaya vesile etti.

Hem ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] bidayette, iki sene zarfında iki âdi mektup yazdığımı çok gördü. Hattâ şimdi bile, on veya yirmi günde veya bir ayda bir iki misafirin sırf âhiret için yanıma gelmesini hoş görmediler, bana zulmettiler. Benim Rabb-i Rahîmim [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] ve Hâlık-ı Hakîmim, [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] o zulmü bana merhamete çevirdi ki, doksan sene mânevî bir ömrü kazandıracak şu şuhûr-u selâsede, [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] beni bir halvet-i mergubeye [çok istenen, rağbet edilen yalnızlık hali] ve bir uzlet-i makbuleye [makbul olan yalnızlık] koymaya çevirdi. Elhamdü lillâhi alâ külli hal; [her durumda] işte hal ve istirahatim böyle…

İKİNCİ SUALİNİZ: Neden vesika [belge] almak için müracaat etmiyorsun?

Elcevap: Şu meselede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim. Şu mânânın hakikati şudur ki:

79

Başa gelen her işte iki sebep var: biri zâhirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] zâhirî bir sebep oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ise, sebeb-i hakikîdir; [asıl, gerçek sebep] beni bu inzivâya [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama] mahkûm etti. Sebeb-i zâhîrî [görünürdeki sebep] zulmetti, sebeb-i hakikî [asıl, gerçek sebep] ise adalet etti. Zâhirîsi şöyle düşündü: “Şu adam ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder; belki dünyamıza karışır” ihtimaliyle beni nefyedip [gönderilme, sürgün] üç cihetle katmerli [kat kat] bir zulüm etti. Kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ise, benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlâsla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Onların bu katmerli [kat kat] zulmünü muzaaf [kat kat] bir rahmete çevirdi.

Madem ki nefyimde [gönderilme, sürgün] kader hâkimdir ve o kader âdildir; ona müracaat ederim. Zâhîrî sebep ise, zaten bahane nev’inden birşeyleri var. Demek onlara müracaat mânâsızdır. Eğer onların elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab [sebebler] bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu.

Başlarını yesin, dünyalarını tamamen bıraktığım ve ayaklarına dolaşsın, siyasetlerini büs bütün terk ettiğim halde, düşündükleri bahaneler, evhamlar elbette asılsız olduğundan, onlara müracaatla o evhamlara bir hakikat vermek istemiyorum. Eğer uçları ecnebî elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştiham [arzu, istek] olsaydı, değil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak, tereşşuh [sızma/sızıntı] edecekti, kendini gösterecekti. Halbuki sekiz senedir birtek gazete okumak arzum olmadı ve okumadım. Dört senedir burada taht-ı nezarette [gözetim altında, gözaltı] bulunuyorum; hiçbir tereşşuh [sızma/sızıntı] görülmedi. Demek, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde [üstünde] bir ulviyeti [yüce] var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.

Adem-i müracaatımın [başvurmama] ikinci sebebi şudur ki: Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâvâ etmek, bir nevi haksızlıktır. Bu nevi haksızlığı irtikâp [kötü iş işleme] etmek istemem.

ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: Dünyanın siyasetine karşı niçin bu kadar lâkaytsın? [duyarsız] Bu kadar safahât-ı âleme [dünya olayları, dünyadaki gelişmeler] karşı tavrını hiç bozmuyorsun. Bu safahâtı hoş mu görüyorsun? Veyahut korkuyor musun ki sükût ediyorsun?

Elcevap: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden

80

men etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım [hayat serüveni] şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor.

Hem neden korkum olacak? Dünya ile, ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Hanedanımın şerefini düşüneceğim yok. Riyâkâr bir şöhret-i kâzibeden [yalancı şöhret] ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin [dünyaya ait şeref] muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet! Kaldı ecelim. O, Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin? Zaten izzetle [büyüklük, yücelik] mevti, zilletle [alçaklık] hayata tercih edenlerdeniz. Eski Said gibi birisi1 şöyle demiş: وَنَحْنُ اُنَاسٌ لاَ تَوَسُّطَ بَيْنَنَا * لَنَا الصَّدْرُ دُونَ الْعَالَمِينَ اَوِ الْقَبْرُ 2

Belki hizmet-i Kur’ân, [Kur’ân hizmeti] beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi [insanlığın sosyal ve siyasî hayatı] düşünmekten men ediyor. Şöyle ki:

Hayat-ı beşeriye [insan hayatı] bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves [kirli, pis] ve ufûnetli [kötü, pis kokulu] bir çamur içinde, kàfile-i beşer [insan topluluğu] düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, [büyük bir kısmı] o ufûnetli, [kötü, pis kokulu] pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, [kötü, pis kokulu] pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, [hayrete düşen] selâmetli yolu göremiyorlar. İşte bunlara karşı iki çare var:

Birisi, topuzla o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere [hayrete düşen] selâmet [huzur] yolunu irâe etmektir. [gösterme]

Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir [hayrete düşen] olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir [hayrete düşen] adam, “Acaba nurla beni celb [çekme] edip topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.

İşte, o bataklık ise, gafletkârâne ve dalâlet-pîşe [sapıklık ve inançsızlığı meslek haline getiren] olan sefîhâne [dinen yasaklanmış zevk ve eğlencelere düşkün olarak] hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. [insanların sosyal hayatı] O sarhoşlar, dalâletle telezzüz [lezzet alma] eden mütemerridlerdir. [inatçı] O

81

mütehayyir [hayrete düşen] olanlar, dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir [hayrete düşen] insanlardır. O topuzlar ise siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise hakaik-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet [düşmanlık] edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden [kovulmuş, lanetlenmiş şeytan] başka ondan nefret eden olmaz.

İşte, ben de, nur-u Kur’ân‘ı [Kur’ân nuru] elde tutmak için, اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset cereyanlarında, hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde [üstünde] ve onların garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] telâkkiyatlarından [anlama, kabul etme] müberrâ [arınmış, temiz] ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur’ân [Kur’ân dersi] ve gösterilen envâr-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın nurları] hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham [suçlama] etmemek gerektir—meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola!

Elhamdü lillâh, siyasetten tecerrüd [sıyrılma] sebebiyle, Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset [siyaset propagandası] ittihamı [suçlama] altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْ لاَ اَنْ هَدٰينَا اللهُ لَقَدْ جَۤاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ * 2

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Said Nursî

ba

On Dördüncü Mektup

 Telif edilmemiştir.