MEKTUBAT – Üçüncü Mektup (38-42)

38

Üçüncü Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

O malûm talebesine gönderilen mektubun bir parçasıdır.

HAMİSEN: Bir mektupta, buradaki hissiyatıma hissedar olmak arzusunu yazmıştın. İşte binden birini işit.

Bir gece, yüz tabakalık irtifada, [yükseklik] bir katran ağacının başındaki yuvada, semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne baktım; Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]

  فَلاَ اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ * اَلْجَوَارِ الْكُنَّسِ 3kaseminde ulvî bir nur-u i’câz [mu’cizelik nuru] ve parlak bir sırr-ı belâğat [belâğat sırrı, esprisi] gördüm. Evet, seyyar yıldızlara ve istitar [gizlenme, perdelenme] ve intişarlarına [açığa çıkma, yayılma] işaret eden şu âyet, gayet âli [yüce] bir nakş-ı san’at [san’at işlemesi] ve âli [yüce] bir levha-i ibret, [ibret tablosu] nazar-ı temâşâya [temâşâ bakışı, içtenlikle seyredip bakma] gösteriyor.

Evet, şu seyyareler, [gezegen] kumandanları olan güneşin dairesinden çıkıyorlar, sabit yıldızlar dairesine girerek semâda yeni yeni nakışları [işleme] ve san’atları gösteriyorlar. Bazan kendileri gibi parlak bir yıldıza omuz omuza verir, güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Bazan küçük yıldızlar içine girip bir kumandan suretini gösteriyorlar. Hususuyla bu mevsimde, akşamdan sonra, ufukta Zühre [çiçek] yıldızı ve fecirden [sabah vakti] evvel diğer parlak bir arkadaşı, gayet şirin ve güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Sonra, vazife-i teftişiyelerini [teftiş görevi, denetleme vazifesi] ve nakş-ı san’atta [san’at işlemesi] mekiklik [dokuma âleti] hizmetini ifadan sonra yine dönüp, sultanları olan güneşin şâşaalı dairesine girip gizleniyorlar. Şimdi, şu hunnes, künnes tabir edilen seyyarelerle [gezegen] şu zeminimizi kâinat fezasında [uzay] birer

39

gemi, birer tayyare suretinde kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] döndüren ve seyr ü seyahat [hareket etme ve gezme] ettiren Zâtın haşmet-i rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] ve şâşaa-i saltanat-ı ulûhiyetini [Cenâb-ı Hakkın ilâhlık saltanatının göz alıcı ihtişamı] güneş gibi parlaklığıyla gösteriyorlar.

Bak bir saltanatın haşmetine ki, gemileri ve tayyareleri içinde öyleleri var ki, bin defa küre-i arz [yer küre, dünya] kadar bir cesamette [büyüklük] ve bir saniyede sekiz saat mesafeyi kat’ [aşma, yükselme] eden sür’attedir. İşte, böyle bir Sultana ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve imanla intisap [bağlanma] etmek ve şu dünyada ona misafir olmak ne kadar âli [yüce] bir saadet, ne derece büyük bir şeref olduğunu kıyas et.

Sonra kamere [ay] baktım. وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ 1 âyetinin gayet parlak bir nur-u i’câzı [mu’cizelik nuru] ifade ettiğini gördüm. Evet, kamerin [ay] takdiri ve tedviri [çekip çevirme] ve tedbir ve tenviri ve zemine ve güneşe karşı gayet dakik [derin ve ince] bir hesapla vaziyetleri o kadar hayretfezâ, [hayret verici] o derece harikadır ki, “Onu öyle tanzim eden ve takdir eden bir Kadîre hiçbir şey ağır gelmez; onu öyle yapan herşeyi yapabilir” fikrini, temâşâ eden herbir zîşuura [akıl ve şuur sahibi] ders verir.

Hem öyle bir tarzda güneşi takip ediyor ki, bir saniye kadar yolunu şaşırmıyor, zerre kadar vazifesinden geri kalmıyor. Dikkatle bakana, سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ 2 dedirtiyor. Hususan Mayıs’ın âhirinde olduğu gibi, bazı vakitte ince hilâl şeklinde Süreyya [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] menziline girdiği vakit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] bir salkım suretini gösterdiğinden, o yeşil semâ perdesi arkasında, hayale nuranî büyük bir ağacın vücudunu tahayyül [hayal etme] ettirir. Güya, o ağaçtan bir dalının bir sivri ucu o perdeyi

40

delmiş, bir salkımıyla beraber başını çıkarmış, Süreyya [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] ve hilâl olmuş; ve sair yıldızlar da o gaybî ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. İşte  كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ 1 teşbihinin letâfetini, [hoşluk, gözellik] belâğatini [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] gör.

Sonra هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا 2 âyeti hatırıma geldi ki, zemin musahhar [boyun eğdirilmiş] bir sefine, [gemi] bir merkûp [binek] olduğunu işaret ediyor. O işaretten, kendimi feza-yı kâinatta [uzay] sür’atle seyahat eden pek büyük bir geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir merkûba [binek] binildiği zaman kıraati sünnet 3 olan سُبْحَانَ الَّذِى سَخَّرَلَنَا هٰذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ 4 âyetini okudum.

Hem gördüm ki, küre-i arz, [yer küre, dünya] şu hareketle, sinema levhalarını gösteren bir makine vaziyetini aldı, bütün semâvâtı harekete getirdi, bütün yıldızları muhteşem bir ordu gibi sevke başladı. Öyle şirin ve yüksek manzaraları gösterdi ki, ehl-i fikri mest [kendinden geçme] ve hayran eder. Fesübhânallah [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim, ne kadar az bir masrafla ne kadar çok ve büyük ve garip ve acip, âli [yüce] ve gâli [pahalı, kıymetli] işler görülüyor! Bu noktadan, iki nükte-i imaniye [imana dair ince ve mânâlı husus] hatıra geldi.

Birincisi: Birkaç gün evvel bir misafirim bana sual etti. O şüpheli sualin esası şudur: “Cennet ve Cehennem pek çok uzaktırlar. Haydi, ehl-i Cennet, lütf-u İlâhî [Allah’ın ikramı, ihsanı, yardımı] ile, berk [şimşek] ve burak [Cennete mahsus bir binek] gibi uçarak haşirden geçerler, Cennete giderler. Fakat ehl-i Cehennem, sakil [ağır] cisimleri ve büyük ve ağır günahların yükleri altında nasıl gidecekler? Hangi vasıta ile?”

İşte hatıra gelen şudur: Nasıl ki, meselâ Amerika’da, bütün milletler umumî bir kongreye davet edilse, her millet büyük gemisine biner, oraya gider. Öyle

41

de, bahr-i muhît-i kâinatta, [geniş kâinat denizi] bir senede yirmi beş bin senelik uzun bir seyahate alışan küre-i arz, [yer küre, dünya] ahalisini alır, gider, mahşer meydanına boşaltır. Hem, her otuz üç metrede bir derece-i hararet [sıcaklık derecesi] tezayüd [artma] ettiği delâletiyle, merkez-i arzda [yerin merkezi] bulunan Cehennem ateşinin hadîsçe beyan olunan derece-i hararetine [sıcaklık derecesi] muvafık iki yüz bin derece-i harareti [sıcaklık derecesi] taşıyan ve hadîsin rivâyâtına [Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi] göre dünyada ve berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] Büyük Cehennemin bazı vazifelerini gören ateşini1 Cehenneme döker; sonra emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile daha güzel ve bâki bir surete tebeddül [başkalaşma, değişme] eder, âhiret âleminden bir menzil olur.

Hatıra gelen ikinci nükte: [derin anlamlı söz] Sâni-i Kadîr, [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] Fâtır-ı Hakîm, [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] Vâhid-i Ehad, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] kemâl-i kudretini [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve cemâl-i hikmetini [Allah’ın hikmetinin güzelliği] ve delil-i vahdetini [Allah’ın birlik delili] göstermek için, pek az birşeyle çok işleri görmek, pek küçük birşeyle pek büyük vazifeleri gördürmeyi âdet etmiştir. Bazı Sözlerde demiştim ki: Eğer bütün eşya tek bir Zâta isnad edilse, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde bir suhulet, [kolaylık] bir kolaylık peydâ eder. Eğer eşya müteaddit [bir çok] sânilere, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esbablara isnad edilse, imtinâ derecesinde bir suubet, [zorluk] bir müşkülât ortaya düşer. Çünkü, bir zâbit [subay] gibi veya usta gibi birtek zât, kesretli [çokluk] efrada [bireyler] ve kesretli [çokluk] taşlara bir fiille, bir hareketle ve suhuletle [kolaylıkla] bir vaziyet verip bir netice hâsıl eder ki, eğer o vaziyeti alması ve o neticeyi istihsal [elde etme, ele geçirme] etmesi, o ordudaki efrada [bireyler] ve o direksiz kubbedeki [yarım küre şeklinde olan çatı] taşlara havale edilse, pek çok fiillerle, pek çok müşkülâtla, pek çok karışıklıklarla ancak yapılabilir.

İşte, şu kâinattaki raks ve deveran, seyr ü cevelân [akma, dolaşma] ve temâşâ-i tesbihfeşan [daimî tesbih edenlerin bakışı, seyri] ve fusul-ü erbaa [dört mevsim] ve gece-gündüzdeki seyeran [gezi, seyretme] gibi ef’al, [fiiller, davranışlar] eğer vahdete [Allah’ın birliği] verilse, birtek Zât, birtek emirle, birtek küreyi tahrik ile, mevsimlerin değişmesindeki acaib-i san’atı [hayranlık uyandıran san’at] ve gece-gündüzün deveranındaki garaib-i hikmeti [hikmet harikaları] ve yıldızların ve şems

42

ve kamerin [ay] sûrî [görünüşte] hareketlerinde şirin temâşâ levhalarını göstermek gibi, o âli [yüce] vaziyetleri ve gâli [pahalı, kıymetli] neticeleri istihsal [elde etme, ele geçirme] eder. Çünkü umum mevcudat [var edilenler, varlıklar] ordusu Onundur. İstese, arz gibi bir neferi, umum yıldızlara kumandan tayin eder. Koca güneşi, ahalisine ısıtıcı ve ışık verici bir lâmba; ve elvâh-ı nukuş-u kudret [Allah’ın kudretinin nakış[işleme] levhaları] olan fusul-ü erbaa[dört mevsim] da bir mekik; [dokuma âleti] ve sahaif-i kitabet-i hikmet [hikmetlerle dolu yazılmış sayfalar] olan gece-gündüzü de bir yay yapar. Herbir gününe, ayrı bir şekilde bir kameri [ay] göstererek, evkatın [vakitler] hesabı için takvimcilik [program] yaptırır. Ve yıldızların kendilerine, raksa gelen ve cezbeden raks eden melâikenin [melekler] ellerinde, süslü ve şirin, parlak, nâzenin [ince, narin, duyarlı] misbahlar [lamba] suretini vermek gibi, arza ait çok hikmetlerini gösterir. Eğer bu vaziyetler, umum mevcudata [var edilenler, varlıklar] hükmü ve nizamı ve kanunu ve tedbiri müteveccih [yönelen] olan bir Zattan istenilmezse, o vakit umum güneşler, yıldızlar, hakikî hareketle ve hadsiz bir sür’atle hadsiz bir mesafeyi hergün kat’ [aşma, yükselme] etmeleri lâzım gelir.

İşte, vahdette [Allah’ın birliği] nihayetsiz suhulet [kolaylık] ve kesrette [çokluk] nihayetsiz suubet [zorluk] bulunduğundandır ki, ehl-i san’at [san’atla uğraşanlar] ve ticaret, kesrete [çokluk] bir vahdet [Allah’ın birliği] verir, tâ suhulet [kolaylık] ve kolaylık olsun. Yani, şirketler teşkil ederler.

Elhasıl, [kısaca, özetle] dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolunda nihayetsiz müşkülât var; hidayet ve vahdet [Allah’ın birliği] yolunda nihayetsiz suhulet [kolaylık] var.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî