MEKTUBAT – Yirmi Altıncı Mektup (435-480)

435

Yirmi Altıncı Mektup

Şu Yirmi Altıncı Mektup, birbiriyle münasebeti az Dört Mebhastır. [bahis, kısım]

Birinci Mebhas [bahis, kısım]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * 3

 Hüccetü’l-Kur’ân ale’ş-Şeytan ve Hizbihî

İBLİS’İ İLZAM, şeytanı ifham, [(he ile) anlatma] ehl-i tuğyanı [azgınlık ve taşkınlık yapanlar] iskât [susturma] eden Birinci Mebhas, [bahis, kısım] bîtarafâne [tarafsız] muhakeme içinde Şeytanın müthiş bir desisesini, [hile, aldatma] kat’î bir surette reddeden bir vakıadır. O vakıanın mücmel [kısa, kısaca] bir kısmını on sene evvel Lemeâtta [Lem’alar isimli eser] yazmıştım. Şöyle ki:

Bu risalenin telifinden [kaleme alma] on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:

“Sen Kur’ân’ı pek âli, [yüce] çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne [tarafsız] muhakeme et, öyle bak. Yani, bir beşer kelâmı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?”

436

Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı.

O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya [tehlike] yuvarlandırıyor. Kur’ân’dan istimdad [yardım dileme] ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı.

Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne [tarafsız] muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, [öğrenci] dediğiniz bîtarafâne [tarafsız] muhakeme ise, taraf-ı muhalifi [karşı taraf] iltizamdır. [kabul etme, taraftarlık] Bîtaraflık [tarafsızlık] değildir, muvakkaten [geçici] bir dinsizliktir. Çünkü Kur’ân’a kelâm-ı beşer [insan sözü] diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi [karşı taraf] esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, [kabul etme, taraftarlık] bîtarafâne [tarafsız] değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.

Şeytan dedi ki: “Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşerin kelâmı deme. Ortada farz et, bak.”

Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münâzaun fîh [hakkında tartışılan] bir mal bulunsa, eğer iki müddeî [iddia sahibi] birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân [yer yakınlığı] varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî [iddia sahibi] birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, [doğu] biri mağripte [akşam/batı] ise, o vakit, kaideten, [kural gereği] sahibülyed [mal sahibi] kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kàbil [gibi] değildir.

İşte, Kur’ân kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyya’ya kadar [yerden Ülker yıldızına kadar (Birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir)] birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem [hiçlik, yokluk] gibi ve nâkızeyn [birbirine zıt iki şey] gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyle ise, Kur’ân için sahibülyed, [mal sahibi] taraf-ı İlâhîdir. [Allah’ın tarafı] Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata [ispat delilleri] bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelâmullah [Allah kelâmı] olduğuna dair bütün burhanları [delil] birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.

Heyhat! Binler berâhin-i kat’iyenin [kesin deliller] mıhlarıyla [çivi] Arş-ı Âzama [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları [çivi] söküp, o direkleri kesip, onu düşürebilir?

437

İşte, ey Şeytan, senin rağmına, [zıddına, aksine] ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve insaf bu suretteki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ, en küçük bir delilde dahi Kur’ân’a karşı imanlarını ziyadeleştirirler. Senin ve şakirtlerinin [öğrenci] gösterdiği yol ise:

Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların [çivi] kuvvetinde ve çok burhanların [delil] metanetinde [gayret, kararlılık] birtek burhan [delil] lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye [mânevî arş] çaksın–tâ küfrün [inançsızlık, inkâr] zulümatından kurtulup imanın envârına [nurlar] erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, [hile, aldatma] şu zamanda, bîtarafâne [tarafsız] muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar.

Şeytan döndü ve dedi: “Kur’ân beşer kelâmına benziyor; onların muhaveresi [karşılıklı konuşma] tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor; kelâmı da benzememeli.”

Cevaben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mu’cizâtından ve hasâisinden başka, ef’al [fiiller, davranışlar] ve ahval [durumlar] ve etvârında [haller, tavırlar] beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye [İlahî kanun] ve evâmir-i tekviniyesine [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] münkad [boyun eğen] ve mutî [emre uyan] olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ… Herbir ahval [durumlar] ve etvârında [haller, tavırlar] harikulâde bir vaziyet verilmemiş–tâ ki ümmetine ef’âliyle [fiiler, davranışlar] imam olsun, etvârıyla [haller, tavırlar] rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında [haller, tavırlar] harikulâde olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak [mutlak irşad edici, doğru yolu gösteren] olamazdı, bütün ahvâliyle [haller] rahmeten li’l-âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] olamazdı.

Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ehl-i şuura [bilinç sahibi kimseler] imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle [kemâl sahibi olgun kimseler] rehberdir, ehl-i hakikate [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaverâtı [karşılıklı konuşmalar] ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve kat’îdir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını [Allah’a yalvarış, dua] ondan

438

alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini [meseleler] onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşereti ondan taallüm [öğrenme] ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. Öyle ise, eğer Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sina’da işittiği kelâmullah [Allah kelâmı] tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulü’l-azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm demiş:

اَهٰكَذَا كَلاَمُكَ؟ قَالَ اللهُ: لِى قُوَّةُ جَمِيعِ اْلاَ لْسِنَةِ * 1

Şeytan yine döndü, dedi ki: “Kur’ân’ın mesâili [meseleler] gibi, çok zatlar o çeşit mesâili [meseleler] din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?”

Cevaben, Kur’ân’ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, “Hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz.

2 فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللهِ düsturundan [kâide, kural] titrer.

Ve saniyen: [ikinci olarak] Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten [geçici] insanları iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ederler; fakat daimi iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat [dikkat sahibi insanlar] nazarında, alâ külli hal, [her durumda] etvar [tavırlar, davranışlar] ve ahvâli [haller] içindeki tasannuatlar [yapmacık] ve tekellüfatlar [külfet, zahmet] sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbni Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, “Bu sahtekârdır!”

439

İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur’ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl ki bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, [zahmetsiz] hakikî bir yıldız olarak rasat [büyük dürbün] ehline görünsün? Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz [yapmacık] temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmi [basit, sıradan] bir nefer, [asker] namdar, [namlı, şan ve şöhret sahibi] âli [yüce] bir müşirin [mareşal] tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas [hissettirme] etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız [inanç] bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid [inanmış, dindar] bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik [dikkatli] nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu [yapmacık] saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl [akıl sahibi] mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihî [açık, aşikâr] bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır. [boş söz, saçmalama]

Aynen öyle de, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer [insan sözü] farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] semâsında bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki [hakikat nurları] neşreden bir yıldız-ı hakikat, [hakikat yıldızı] belki bir şems-i kemâlât [her türlü mükemmelliğin kaynağı olan güneş] telâkki [anlama, kabul etme] edilen Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] mahiyeti—hâşâ, sümme hâşâ—bir [asla, kesinlikle öyle değil] yıldız böceği hükmünde tasannucu [yapmacık olarak hareket eden] bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli [yüce] ve menba-ı hakaik [hakikatlerin kaynağı] bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanetinde [şeytanlık] ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.

Salisen: [üçüncü olarak] Hem, Kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, [eserler/asırlar] tesirâtıyla, netâiciyle [neticeler] âlem-i insaniyetin [insan âlemi] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] en ruhlu ve hayatfeşan, [hayat saçan] en hakikatli ve saadetresan, [mutluluğa ulaştıran] en cemiyetli ve mu’cizbeyan, [açıklama ve anlatış tarzı mu’cize olan] âli [yüce] meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın [ayırt edici; hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur’ân] gizli hakikati—hâşâ—muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın fikrinin tasniâtı [uydurmalar] olsun, yakınında onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar,

440

ulvî dehâlar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu [yapmacık] eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.

Bu ise, yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] olmakla beraber, bütün ahvâliyle, [haller] akvâliyle, [sözler] harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti [doğru] gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] yetiştiren en yüksek, en parlak, en âli [yüce] haslet [huy, karakter] telâkki [anlama, kabul etme] edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız [inanç] farz etmekle, muzaaf [kat kat] bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı fikrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, Kur’ân kelâmullah [Allah kelâmı] olmazsa, Arştan ferşe [yer] düşer gibi sukut [alçalış, düşüş] eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik [hakikatlerin toplandığı yer] iken, menba-ı hurafat [hurafelerin kaynağı] olur. Ve o harika fermanı gösteren zat—hâşâ, sümme hâşâ—eğer [asla, kesinlikle öyle değil] Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden [yücelerin en yücesi] esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] sukut [alçalış, düşüş] etmek ve menba-ı kemâlât [mükemmelliklerin kaynağı] derecesinden maden-i desâis [hile ve aldatmaların kaynağı] makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalamaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ [basit, aşağı] bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını [özellikler] onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal [bâtıl, boş söz] ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.

Rabian: [dördüncü olarak] Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer [insan sözü] farz etmek, lâzım gelir ki, benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] (a.s.m.) mukaddes bir kumandanı olan Kur’ân, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, [kâide, kural] nâfiz [derinlere işleyen; etkili] emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat [âsayiş, düzen] altına aldığı ve maddî ve mânevî teçhiz ettiği ve umum efradın [bireyler] derecâtına [dereceler] göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir [boyun eğdirme] ve vicdanlarını tathir, [temiz tutma, temizleme] âzâ ve cevârihlerini [organlar] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ve istihdam [çalıştırma] ettiği halde—hâşâ, yüz bin hâşâ—kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz

441

edip, yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber; müddet-i hayatında [hayat süresi] ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Âdeme [Âdemoğlu, insan] ders veren ve samimî ef’âliyle [fiiler, davranışlar] hakikatin düsturlarını [kâide, kural] beşere talim eden ve hâlis ve makul akvâliyle [sözler] istikametin [doğru] ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının [hayat hikayesi] şehadetiyle, Allah’ın azâbından çok havf [korku] eden ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın [yer küre, dünya] yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle [büyüklük ve heybetteki mükemmellik] kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren şöhretşiar [şöhret sahibi] şuûnâtıyla, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] nev-i beşerin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri [övünç kaynağı] olan bir zâtı—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah’tan korkmaz ve bilmez ve yalandan çekinmez, haysiyetini tanımaz farz etmekle, yüz derece muhali birden irtikâp [kötü iş işleme] etmek lâzım gelir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, Kur’ân kelâmullah [Allah kelâmı] olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli [kat kat] bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.

Şeytan döndü, dedi: “Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine [akıllı] Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim ve kandırdım.”

Elcevap:

Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük birşey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadardır denilebilir.

Saniyen: [ikinci olarak] Hem tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] ve sathî [sığ, yüzeysel] bir nazarla bakılsa, gayet muhal [bâtıl, boş söz] birşey mümkün görünebilir.

Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ay’ı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat ay’a baktığı ve o saçı tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki [anlama, kabul etme] etmiş.

Salisen: [üçüncü olarak] Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.

Adem-i kabul [kabul etmeme] bir lâkaytlıktır, [duyarsız] bir göz kapamaktır ve câhilâne [cahilce] bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal [bâtıl, boş söz] şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.

442

Amma inkâr ise, o adem-i kabul [kabul etmeme] değil, belki o kabul-ü ademdir, [yokluğunu iddia etme, inkâr] bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.

O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve safsata ve inat ve muğâlata [demagoji, aldatma] ve mükâbere [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme] ve iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve görenek gibi şeytanî desiselerle, [hile, aldatma] çok muhâlâtı intac [netice verme] eden küfür ve inkârı, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Rabian: [dördüncü olarak] Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer [insan sözü] farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin [insan âlemi] semâsında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] sıddıkînlere, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] aktablara [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] rehberlik eden ve bilbedâhe [açık bir şekilde] mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk [doğruluk] ve sadakati, emn ve emaneti [emniyet ve güvenlik] umum tabakat-ı ehl-i kemâle [kemâl sahibi insanların tabakaları] talim eden ve erkân-ı imaniyenin [iman esasları] hakaikiyle [doğru gerçekler] ve erkân-ı İslâmiyenin [İslâmın esasları] desâtiriyle [düsturlar, kanunlar] iki cihanın saadetini temin eden ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] hak, hâlis ve sâfi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının [özellikler] ve tesirâtının ve envârının [nurlar] zıddıyla muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] tasavvur edip—hâşâ, hâşâ!—tasniat ve iftiraların mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaîleri [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî [çirkin] bir hezeyan-ı küfrî [inançsızlığı savunan saçmalıklar] olmakla beraber; izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] şehadetiyle ve müddet-i hayatında [hayat süresi] gösterdiği bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfi ubûdiyetinin [Allah’a kulluk] delâletiyle ve bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] kendinde göründüğü

443

ahlâk-ı hasenesinin [güzel ahlâk] iktizasıyla [bir şeyin gereği] ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve sahib-i kemâlâtın [fazilet ve iyilik sahibi] tasdikiyle en mutekid, [inanmış, dindar] en metin, [sağlam] en emin, en sadık bir zâtı—hâşâ, sümme hâşâ, [asla, kesinlikle öyle değil] yüz bin kere hâşâ—itikadsız, en emniyetsiz, Allah’tan korkmaz, yalandan çekinmez bir vaziyette farz edip, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en zulümlü ve zulümatlı bir tarzını irtikâp [kötü iş işleme] etmek lâzım gelir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl kulaklı âmi [basit, sıradan] tabakası, i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] fehminde demiş: “Kur’ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcut kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.” Öyle ise, ya Kur’ân umumun altındadır veya umumun fevkinde [üstünde] bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal [bâtıl, boş söz] olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kur’ân umum kitapların fevkindedir; [üstünde] öyle ise mu’cizedir.

Aynen öyle de, biz de ilm-i usul [bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji] ve fenn-i mantıkça [mantık ilmi] sebr ve taksim [mantıkta bir ispatlama usulü] denilen en kat’î hüccetle [delil] deriz:

Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! [öğrenci] Kur’ân ya Arş-ı Âzamdan [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] ve İsm-i Âzamdan [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] gelmiş bir kelâmullahtır [Allah kelâmı] veyahut—hâşâ, sümme hâşâ, [asla, kesinlikle öyle değil] yüz bin kere hâşâ—yerde, Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız [inanç] bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık [daha önceden geçen] hüccetlere [delil] karşı bunu sen diyemezsin ve diyemezdin ve diyemeyeceksin. Öyle ise, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilâşüphe, [hiç şüphesiz, kuşkusuz] Kur’ân Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasıl ki kat’î bir surette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ya Resulullahtır [Allah’ın elçisi] ve bütün resullerin [Allah’ın elçisi] ekmeli [daha mükemmel] ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, [inanç] esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı]

444

sukut [alçalış, düşüş] etmiş bir beşer farz etmekHaşiye lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsitleri [bozguncu] ve o münafıkların en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] (a.s.m.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlâklıydı.”

Madem şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve madem kat’î hüccetlerle [delil] ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] senin ve hizbüşşeytanın [şeytanın taraftarları] rağmına [zıddına, aksine] olarak, bilbedâhe [açık bir şekilde] ve bihakkılyakîn, [yaşamış gibi bir kesinlikte] Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm Resulullahtır [Allah’ın elçisi] ve bütün resullerin [Allah’ın elçisi] ekmelidir [daha mükemmel] ve bütün mahlûkatın efdalidir.

عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَانِّ * 1

ŞEYTANIN İKİNCİ, KÜÇÜK BİR İTİRAZI

Sûre-i قۤ وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ 2i okurken,

مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلاَّ لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ * وَجَۤاءَتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ ذٰلِكَ مَا كُنْتَ مِنْهُ تَحِيدُ * وَنُفِخَ فِى الصُّورِ ذٰلِكَ يَوْمُ الْوَعِيدِ * وَجَۤاءَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَعَهَا سَۤائِقٌ وَشَهِيدٌ * لَقَدْ كُنْتَ فِى غَفْلَةٍ مِنْ هٰذَا فَكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَۤاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ * وَقَالَ قَرِينُهُ هٰذَا مَا لَدَىَّ عَتِيدٌ * اَلْقِيَا فِى جَهَنَّمَ كُلَّ كَفَّارٍ عَنِيدٍ * 3

445

Şu âyetleri okurken Şeytan dedi ki: “Kur’ân’ın en mühim fesahatini, [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] siz onun selâsetinde [akıcılık, sözün akıcı olması] ve vuzuhunda [açıklık] buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, [can çekişme/ölüm anı] tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, [Hz. İsrafil’in (a.s.) sur’a üflemesi] muhasebenin hitâmına [son] intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali [dahil etme, içine alma] zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] kalır? Kur’ân’ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetle selâset, [akıcılık, sözün akıcı olması] fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] nerede kalır?”

Elcevap: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] esas-ı i’câzının [mu’cizeliğin esası] en mühimlerinden, belâğatinden [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] sonra îcâzıdır. [az sözle çok mânâ ifade etme] Îcaz, [az sözle çok mânâlar anlatma] i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] en metin [sağlam] ve en mühim bir esasıdır. Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu mu’cizâne îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tetkik, [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] karşısında hayrettedirler. Meselâ,

وَقِيلَ يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَۤاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ * 1

kısa birkaç cümleyle Tufan hâdise-i azîmesini [büyük olay] netâiciyle [neticeler] öyle îcazkârâne [az sözle çok mânâlar anlatma] ve mu’cizâne beyan ediyor ki, çok ehl-i belâğati, [belâğat âlimleri] belâğatine secde ettirmiş.

Hem meselâ,

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوٰيهَا * اِذِ انْبَعَثَ اَشْقٰيهَا * فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللهِ نَاقَةَ اللهِ وَسُقْيٰهَا * فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوّٰيهَا * وَلاَ يَخَافُ عُقْبٰيهَا * 2

İşte, kavm-i Semud‘un [Hz. Salih’in peygamber olarak gönderildiği fakat azgınlıklarından dolayı Allah’ın yok ettiği kavim] acip ve mühim hâdisâtını ve netâicini [neticeler] ve sû-i akıbetlerini [kötü son]

446

böyle kısa birkaç cümle ile, îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] içinde bir i’câz [mu’cize oluş] ile, selâsetli [akıcılık, sözün akıcı olması] ve vuzuhlu [açıklık] ve fehmi ihlâl etmez bir tarzda beyan ediyor.

Hem meselâ,

وَذَا النُّونِ اِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ * 1

İşte, اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ 2 cümlesinden فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ 3 cümlesine kadar çok cümleler matvîdir, [dürülmüş, sıkıştırılmış] o mezkûr [adı geçen] olmayan cümleler fehmi ihlâl

etmiyor, selâsete [akıcılık, sözün akıcı olması] zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini [geri kalan] akla havale eder.

Hem meselâ, Sûre-i Yusuf’ta فَاَرْسِلوُنِ 4 kelimesinden يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدِّيقُ 5 ortasında yedi sekiz cümle, îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ile tayyedilmiş; hiç fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine [akıcılık, sözün akıcı olması] zarar vermiyor. Bu çeşit mu’cizâne îcazlar [az sözle çok mânâlar anlatma] Kur’ân’da pek çoktur. Hem pek güzeldir.

Amma Sûre-i قۤ ‘ın âyeti ise, ondaki îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] pek acip ve mu’cizânedir. Çünkü, kâfirin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılâbâtında [değişim, devrim] kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır bir sahife gibi nazara gösterir; zikredilmeyen hâdisâtı hayale havale edip ulvî bir selâsetle [akıcılık, sözün akıcı olması] beyan eder.

وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ * 6

447

İşte, ey Şeytan, şimdi bir sözün daha varsa söyle.

Şeytan der: “Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar. Ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar. Ve feylesoflardan çok firavunlar var, enâniyetlerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar, senin bu gibi Sözlerin neşrine sed çekerler. Bunun için sana teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] etmem.”

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

ba

448

İkinci Mebhas [bahis, kısım]

Şu Mebhas, [bahis, kısım] bana daimî hizmet edenlerin, ahlâkımda gördükleri acip ihtilâftan gelen hayretlerine karşı, hem iki talebemin benim hakkımda haddimden fazla hüsnüzanlarını [güzellik] tâdil etmek için yazılmıştır.

BEN GÖRÜYORUM Kİ: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakaikine [doğru gerçekler] ait bazı kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] o hakaike [doğru gerçekler] dellâllık [davetçi, ilan edici] eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü, me’hazın [kaynak] kudsiyeti, [kutsal, kusursuz ve yüce] çok burhanlar [delil] kuvvetinde tesirat gösteriyor, onunla ahkâmı [hükümler] umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl [davetçi, ilan edici] ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh [ilgi] edilse, o me’hazdaki [kaynak] kudsiyetin [kutsal, kusursuz ve yüce] tesiri kaybolur. Bu sır içindir ki, bana karşı haddimden çok fazla teveccüh [ilgi] gösteren kardeşlerime bir hakikati beyan edeceğim. Şöyle ki:

Bir insanın müteaddit [bir çok] şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ, büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki, vakar [ağırbaşlılık] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor, makamın izzetini [büyüklük, yücelik] muhafaza edecek etvar [tavırlar, davranışlar] istiyor. Meselâ, her ziyaretçi için tevazu [alçakgönüllülük] göstermek tezellüldür, [alçalma] makamı tenzildir. [indirme] Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu [alçakgönüllülük] etse iyidir. Az bir vakar [ağırbaşlılık] gösterse, tekebbür [büyüklenme] olur. Ve hâkezâ…

Demek bir insanın, vazifesi itibarıyla bir şahsiyeti bulunur ki, hakikî şahsiyetiyle çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sahibi o vazifeye hakikî lâyıksa ve tam müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] ise, o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] değilse, meselâ bir nefer [asker] bir müşir [mareşal] makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer; o neferin [asker] şahsî, âdi, küçük hasletleri, [huy, karakter] makamın iktiza [bir şeyin gereği] ettiği âli, [yüce] yüksek ahlâkla kabil-i telif [birleştirilmeye uygun, bağdaşabilir] olamıyor.

İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.

Birincisi: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hazine-i âlisinin [yüce hazine] dellâlı [davetçi, ilan edici] cihetindeki muvakkat, [geçici] sırf Kur’ân’a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın [davetçi, ilan edici] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza [bir şeyin gereği] ettiği

449

seciyelerdir. [huy, karakter] Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır.

İkinci şahsiyet: Ubûdiyet [Allah’a kulluk] vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] müteveccih [yönelen] olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsanıyla [bağış] bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı [eserler/asırlar] gösteriyor. O âsâr, [eserler/asırlar] mânâ-yı ubûdiyetin esası olan “kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül [alçalma] ile dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] iltica etmek” noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. [fazilet ve iyilik sahibi]

Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said’den irsiyet [miras] kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha [makam, mevki sevgisi] bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset [cimrilik] derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest [alçak, aşağı] ahlâklar görünüyor.

Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için, bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû-i hallerini söylemeyeceğim. İşte, kardeşlerim, ben müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] ve makam sahibi olmadığım için, şu şahsiyetim, dellâllık [davetçi, ilan edici] ve ubûdiyet [Allah’a kulluk] vazifelerindeki ahlâktan ve âsârdan [eserler/asırlar] çok uzaktır.

Hem دَادِ حَقْ رَاقَابِليَّتْ شَرْطْ نِيسْت 1 kaidesince, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] merhametkârâne, kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki, en ednâ [basit, aşağı] bir nefer [asker] gibi bu şahsiyetimi, en âlâ bir makam-ı müşiriyet hükmünde olan hizmet-i esrar-ı Kur’âniyede istihdam [çalıştırma] ediyor. Yüz binler şükür olsun! Nefis cümleden süflî, [alçak] vazife cümleden âlâ. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 2

ba

450

Üçüncü Mebhas [bahis, kısım]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَۤائِلَ لِتَعَارَفُوا * 1

Yani,

لِتَعَارَفُوا مُنَاسَبَاتِ الْحَيَاةِ اْلاِجْتِمَاعِيَّةِ فَتَعَاوَنُوا عَلَيْهَا لاَ لِتَنَاكَرُوا فَتَخَاصَمُوا

Yani, “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet [yardım] edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize [bir diğer şey] karşı inkârla yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] bakasınız, husumet ve adâvet [düşmanlık] edesiniz değildir.”

Şu Mebhas [bahis, kısım] Yedi Meseledir.

BİRİNCİ MESELE

Şu âyet-i kerimenin ifade ettiği hakikat-i âliye [yüce gerçek] hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] ait olduğu için, hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] çekilmek isteyen Yeni Said lisanıyla değil, belki İslâmın hayat-ı içtimaiyesiyle [sosyal hayat] münasebettar [alâkalı, ilgili] olan Eski Said lisanıyla, Kur’ân-ı Azîmüşşâna [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum.

İKİNCİ MESELE

Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf ve teâvün [yardımlaşma] düsturunun [kâide, kural] beyanı için deriz ki:

Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin [asker] muhtelif ve müteaddit [bir çok] münasebâtı

451

ve o münasebâta göre vazifeleri tanınsın, bilinsin—tâ, o ordunun efradları, [bireyler] düstur-u teâvün [yardımlaşma kanunu] altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri [sosyal hayat] a’dânın [düşmanlar] hücumundan masun kalsın. Yoksa, tefrik ve inkısam, [bölünme, kısımlara ayrılma] bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i [sosyal yapı] İslâmiye büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var: Hâlıkları [her şeyi yaratan Allah] bir, Rezzâkları [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir-bir, bir, bir, binler kadar bir, bir…

İşte bu kadar bir birler uhuvveti, [kardeşlik] muhabbeti ve vahdeti [Allah’ın birliği] iktiza [bir şeyin gereği] ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, [bölünme, kısımlara ayrılma] şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün [yardımlaşma] içindir; tenâkür için değil, tehâsum için değildir.

ÜÇÜNCÜ MESELE

Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas [hilebaz, aldatıcı] Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.

Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli [kötülük, uğursuzluk] bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ile meşgul olanlara “Fikr-i milliyeti bırakınız” denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır:

Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, [kötülük, uğursuzluk] zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle [düşmanlık] devam eder, müteyakkız [uyanık ve dikkatli] davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş:

اَلْاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ 1 ve Kur’ân da ferman etmiş:

452

اِذْ جَعَلَ الَّذِينَ كَفَرُوا فِى قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ فَاَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلٰى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰى وَكَانُۤوا اَحَقَّ بِهَا وَاَهْلَهَا وَكَانَ اللهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمًا * 1

İşte şu hadîs-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon2 vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet [ırkçılık] fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın?

Evet, menfi milliyetin [ırkçılık] tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.

Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet [ırkçılık] fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli [kötülük, uğursuzluk] ebedî adâvetlerinden [düşmanlık] başka, Harb-i Umumîdeki [Birinci Dünya Savaşı] hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin [ırkçılık] nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.

Hem bizde, iptida-yı [başlangıç] Hürriyette, Babil Kal’asının [kale] harabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvâm” tabir edilen teşâub-u akvam ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfi milliyet [ırkçılık] fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül [kendi kendine oluşma] etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfi milliyetin [ırkçılık] zararını gösterdi.

Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden

453

fakir ve ecnebî tahakkümü [baskı] altında ezilen anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] bakmak ve birbirini düşman telâkki [anlama, kabul etme] etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet [ırkçılık] fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup [güney] tarafındaki dindaşlara adâvet [düşmanlık] besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle [helâk edici şeyler] beraber, o cenup [güney] efradları [bireyler] içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan [güney] gelen Kur’ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet [düşmanlık] ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet [düşmanlık] ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] ve hayat-ı uhreviyesine [âhiret hayatı] bir nevi adâvettir. [düşmanlık] Hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] namına hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] değil, hamâkattir! [ahmaklık]

DÖRDÜNCÜ MESELE

Müsbet [isbat edilmiş, sabit] milliyet, hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, [yardımlaşma] tesanüde [dayanışma] sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi [İslâm kardeşliği] daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.

Şu müsbet [isbat edilmiş, sabit] fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim [hizmetçi] olmalı, kal’a [kale] olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet [kardeşlik] içinde bin uhuvvet [kardeşlik] var; âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] ve âlem-i berzahta [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] o uhuvvet [kardeşlik] bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî [güçlü, kuvvetli] olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın [kale] taşlarını kal’anın [kale] içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bayraktarı olarak bütün

454

cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a [kale] yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı [hücumlar, saldırılar] def ettiniz. Tâ

فَسَوْفَ يَاْتِى اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللهِ * 1

âyetine güzel bir mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine [hile, aldatma] uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.

CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye [Müslüman unsurlar, milletler] içinde en kesretli [çokluk] olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] olarak iki kısma inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle [hile, aldatma] o mefâhiri kalbinden silme.

BEŞİNCİ MESELE

Asya’da uyanan akvam, [kavimler] fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti [statü, makam, mevki] başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası [elbise] giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü,

Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, [tarla] bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.

455

Hem ekser enbiyanın [nebiler, peygamberler] Asya’da zuhuru, ağleb-i hukemanın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, [ince işaret] bir işaretidir ki, Asya akvâmını [kavimler] intibâha getirecek, terakki [ilerleme] ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.

Saniyen: [ikinci olarak] Din-i İslâmı [İslâm dini] Hıristiyan dinine kıyas edip Avrupa gibi dine lâkayt [duyarsız] olmak, pek büyük bir hatadır. Evvelâ, Avrupa dinine sahiptir. Başta Wilson, Lloyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıp olmaları şahittir ki, Avrupa dinine sahiptir, belki bir cihette mutaassıptır.

Salisen: [üçüncü olarak] İslâmiyeti Hıristiyan dinine kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır; [birbirine benzemeyen şeyler arasında yapılan geçersiz kıyas] o kıyas yanlıştır. Çünkü Avrupa dinine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu terk etti, medenîleşti.

Hem din onların içinde üç yüz sene muharebe-i dahiliyeyi intac [netice verme] etmiş. Müstebit [baskıcı, diktatör] zalimlerin elinde avâmı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vasıta olduğundan, onların umumunda muvakkaten [geçici] dine karşı bir küsmek hasıl olmuştu. İslâmiyette ise, tarihler şahittir ki, bir defadan başka dahilî muharebeye sebebiyet vermemiş.

Hem ne vakit ehl-i İslâm [Müslümanlar] dine ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nisbeten yüksek terakki [ilerleme] etmişler. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs devlet-i İslâmiyesidir. [İslâm devleti] Hem ne vakit cemaat-i İslâmiye [İslâm toplumu] dine karşı lâkayt [duyarsız] vaziyeti almışlar; perişan vaziyete düşerek tedennî [alçalma, gerileme] etmişler.

Hem İslâmiyet, vücub-u zekât [zekâtın farz oluşu] ve hurmet-i ribâ [faizin haram oluşu] gibi binler şefkatperverâne mesâil [meseleler] ile fukarayı ve avâmı himaye ettiği, اَفَلاَ يَعْقِلُونَ.. 1 * اَفَلاَ يَتَفَكَّرُونَ.. 2 * اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ * .. 3 gibi kelimâtıyla [kelimeler] aklı ve ilmi istişhad [şahid gösterme] ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi [ilim ehli, âlimler] himaye ettiği cihetle, daima İslâmiyet

456

fukaraların ve ehl-i ilmin [ilim ehli, âlimler] kal’a[kale] ve melcei [sığınak] olmuştur. Onun için, İslâmiyete karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur.

İslâmiyetin, Hıristiyanlık ve sâir dinlere cihet-i farkının [farklı yön, taraf] sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] şudur ki:

İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit [vasıtalar] ve esbaba tesir-i hakikî [gerçek tesir] vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, “velediyet” [çocuk] fikrini kabul ettiği için, vesâit [vasıtalar] ve esbaba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir.

اِتَّخَذُۤوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهِ 1 âyetine mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olmuşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık [daha önceden geçen] Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt [duyarsız] kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.

ALTINCI MESELE

Menfi milliyette [ırkçılık] ve unsuriyet [ırkçılık] fikrinde ifrat [aşırılık] edenlere deriz ki:

Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta [başkalaşma, değişme] maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye [İslâm hükümetinin merkezi] bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı saireden pervane [korku] gibi çokları içine atılıp tavattun [vatan edinme, yerleşme] etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet [ırkçılık] fikrine hareketi ve hamiyeti [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki, menfi milliyetçilerin [ırkçılık] ve unsuriyetperverlerin [ırkçılık] reislerinden ve dine karşı pek lâkayt [duyarsız] birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise millet birdir.”

Madem öyledir. Hakikî unsuriyete [ırkçılık] değil, belki dil, din, vatan münasebâtına

457

bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.

Saniyen: [ikinci olarak] İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] kazandırdığı yüzer faideden iki faideyi misal olarak beyan edeceğiz.

BİRİNCİSİ: Şu devlet-i İslâmiye [İslâm devleti] yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’ân‘dan [Kur’ân nuru] gelen şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.”1 Kemâl-i şevk [tam bir istek ve arzu] ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş, daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın [asker] ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?

İKİNCİSİ: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye [İslâm devleti] bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât [sömürgeler] sahipleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihetle istisgar edilmeyecek mânevî ve daimî bir kuvvetüzzahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir, gösterilsin. Evet, o azîm mânevî kuvvetüzzahrı menfi milliyetle [ırkçılık] ve istiğnâkârâne [bir başkasına ihtiyaç duymama] hamiyetle [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] gücendirmemeli.

YEDİNCİ MESELE

Menfi milliyette [ırkçılık] fazla hamiyetperverlik [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] gösterenlere deriz ki:

Eğer şu milleti ciddî severseniz, onlara şefkat ederseniz, öyle bir hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] taşıyınız ki, onların ekserîsine şefkat sayılsın. Yoksa, ekserîsine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin muvakkat, [geçici] gafletkârâne hayat-ı içtimaiyelerine [sosyal hayat] hizmet ise, hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] değildir. Çünkü, menfi unsuriyet [ırkçılık] fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] milletin sekizden ikisine muvakkat [geçici] faidesi dokunabilir; lâyık olmadıkları o hamiyetin [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] şefkatine mazhar [erişme, nail olma] olurlar. O sekizden altısı ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musibetzededir, ya çocuktur, ya çok zayıftır, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür müttakîdirler [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] ki, bunlar hayat-ı dünyeviyeden [dünya hayatı]

458

ziyade, müteveccih [yönelen] oldukları hayat-ı berzahiyeye [kabir hayatı] ve uhreviyeye karşı bir nur, bir teselli, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] mübarek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmaya hangi hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık?

Rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam [çalıştırma] ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat [geçici] arızalarla inşaallah [Allah dilerse] perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.

ba

459

Dördüncü Mebhas [bahis, kısım]

 TENBİH: Yirmi Altıncı Mektubun Dört Mebhası [bahis, kısım] birbiriyle münasebettar [alâkalı, ilgili] olmadığı gibi, bu Dördüncü Mebhasın [bahis, kısım] On Mesâili [meseleler] dahi birbiriyle münasebettar [alâkalı, ilgili] değildir. Onun için, münasebeti aramamalı. Nasıl gelmiş, öyle yazılmış. Mühim bir talebesine gönderdiği mektubun bir parçasıdır; o talebenin beş altı suallerine verilen cevaplardır.

BİRİNCİSİ

Saniyen: [ikinci olarak] Mektubunda diyorsun: رَبُّ الْعَالَمِينَ 1 tabir ve tefsirinde “on sekiz bin âlem” demişler.2 O adedin hikmetini soruyorsun.

Kardeşim, ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum. Fakat bu kadar derim ki:

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] cümleleri birer mânâya münhasır değil; belki, nev-i beşerin umum tabakatına hitap olduğu için, her tabakaya karşı birer mânâyı tazammun [içerme, içine alma] eden bir küllî hükmündedir. Beyan olunan mânâlar, o küllî kaidenin cüz’iyatları hükmündedirler. Herbir müfessir, [açıklayan, yorumlayan] herbir ârif, o küllîden bir cüz’ü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline, veyahut meşrebine [hareket tarzı, metod] istinad edip, bir mânâyı tercih ediyor. İşte bunda dahi, bir taife, o adede muvafık bir mânâ keşfetmiş.

Meselâ, ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ehemmiyetle virdlerinde [devamlı yapılan zikir] zikir ve tekrar ettikleri

مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِ * بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لاَيَبْغِيَانِ * 3

cümlesinde, daire-i vücub [hiç değişikliğe uğramayan varlığı zorunlu olan İlâhlık dairesi] ile daire-i imkândaki [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] bahr-i Rububiyet ve bahr-i ubûdiyetten

460

tut, tâ dünya ve âhiret bahirlerine, [açık, berrak]âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i şehadet [görünen alem] bahirlerine, [açık, berrak] tâ şark ve garb, [batı] şimal [kuzey] ve cenuptaki [güney] bahr-i muhîtlerine, [Okyanus] tâ Bahr-i Rum ve Fars bahrine, tâ Akdeniz ve Karadeniz ve Boğazına-ki mercan denilen balık ondan çıkıyor—tâ Akdeniz ve Bahr-i Ahmere [Kızıl Deniz] ve Süveyş Kanalına, tâ tatlı ve tuzlu sular denizlerine, tâ toprak tabakası altındaki tatlı ve müteferrik [ayrı ayrı] su denizleriyle üstündeki tuzlu ve muttasıl [bitişik] denizlerine, tâ Nil ve Dicle ve Fırat gibi büyük ırmaklar denilen küçük tatlı denizlerle onların karıştığı tuzlu büyük denizlerine kadar, mânâsındaki cüz’iyatları var. Bunlar umumen murad ve maksud olabilir ve onun hakikî ve mecazî mânâlarıdır.

İşte onun gibi, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 1 dahi, pek çok hakaiki [doğru gerçekler] câmidir. Ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve hakikat, keşiflerine göre ayrı ayrı beyan ederler. Ben de böyle fehmederim ki:

Semâvâtta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı, herbiri birer âlem olabilir. Yerde de herbir cins mahlûkat birer âlemdir. Hattâ herbir insan dahi küçük bir âlemdir. رَبُّ الْعَالَمِينَ 2 tabiri ise, “Doğrudan doğruya her âlem, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rububiyetiyle [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] idare ve terbiye ve tedbir edilir” demektir.

Salisen: [üçüncü olarak] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş:

اِذَۤا اَرَادَ اللهُ بِقَوْمٍ خَيْرًا اَبْصَرَهُمْ بِعُيُوبِ اَنْفُسِهِمْ * 3

Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Hazret-i Yusuf aleyhisselâm demiş:

461

وَمَۤا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لاََمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ * 1

Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. Öyle ise sen bahtiyarsın.

Fakat bazan olur ki, nefs-i emmâre, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ya levvâmeye veya mutmainneye [şüphesiz, tam kanaatle inanma] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder, fakat silâhlarını ve cihâzâtını âsâba devreder. Âsab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] çoktan öldüğü halde, onun âsârı [eserler/asırlar] yine görünür. Çok büyük asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve evliya var ki, nüfusları [nefisler] mutmainne [şüphesiz, tam kanaatle inanma] iken, nefs-i emmâreden [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] şekvâ [şikayet] etmişler. Kalbleri gayet selim [sağlam, doğru] ve münevver [aydın] iken, emrâz-ı kalbden vâveylâ [çığlık, feryad] etmişler. İşte bu zatlardaki, nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] değil, belki âsâba devredilen nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] vazifesidir. Maraz [hastalık] ise, kalbî değil, belki maraz-ı hayalîdir. [hayalî hastalık]

İnşaallah, aziz kardeşim, size hücum eden nefsiniz ve emrâz-ı kalbiniz değil, belki mücahedenin [Allah yolunda cihad etme] devamı için beşeriyet itibarıylas âsâba intikal eden ve terakkiyât-ı daimîye sebebiyet veren, dediğimiz gibi bir hâlettir. [durum]

İKİNCİ MESELE

Eski hocanın sual ettiği üç meselenin izahatı, Risale-i Nur’un eczalarında vardır. Şimdilik icmâlî bir işaret edeceğiz.

Birinci suali: Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin [gurur, övünme] Râzî’ye mektubunda demiş: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Bu ne demektir? Maksat nedir de soruyor?

Evvelâ: Ona okuduğun Yirmi İkinci Sözün Mukaddimesinde [başlangıç] tevhid-i hakikî [araştırarak, delilleriyle Allah’ın birliğini kabul etme] ile tevhid-i zâhirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları [bölüm, kısım] ve Makàsıdları, [gayeler, istenilen şeyler] o maksadı izah eder.

Ve saniyen: [ikinci olarak] Usulüddin [din usulü, kelâm] imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın [kelâm âlimleri] akaide [iman esasları] dair ve

462

vücud-u Vâcibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah’ın varlığı] ve tevhid-i İlâhîye [Allah’ın birliği] dair beyanatları Muhyiddin-i Arabî’nin nazarında kâfi [yeterli] gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin [gurur, övünme] Râzî’ye öyle demiş.

Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, [Allah’ı bilme ve tanıma] marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah, [Allah dilerse] Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] cadde-i nuranîsinde [nurlu cadde, yol] birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.

Hem, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına Fahreddin [gurur, övünme] Râzî’nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] doğrudan doğruya, veraset-i Nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] sırrıyla alınan marifete [Allah’ı bilme ve tanıma] nisbeten o kadar noksandır. Çünkü, Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] kazanmak için لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ 1 deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] kazanmak için, لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ 2 deyip kâinatı nisyan[unutkanlık] mutlak altına almak gibi acip bir tarza girmişler.

Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] alınan marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ise, huzur-u daimîyi [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan[unutkanlık] mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] namına istihdam [çalıştırma] eder; herşey mir’ât-ı marifet olur. Sadi-i Şirazî’nin dediği gibi,

دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَقِى دَفْتَرِيسْت أَزْ مَعْرِفَتِ گِرْدِگَارْ * 3

herşeyde Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma] bir pencere açar.

463

Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın [kelâm âlimleri] mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:

Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:

Ulema-i ilm-i kelâm, [kelâm âlimleri] esbabı, nihayet-i âlemde [dünyanın son bulması] teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] ve devrin muhaliyetiyle [imkansızlık] kesip, sonra Vâcibü’l- Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi, nereye vursa âb-ı hayat [hayat suyu] fışkırtıyor.

وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ 1 düsturunu [kâide, kural] herşeye okutturuyor.

Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin [duygular] hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] edip tevzi [(sahiplerine) dağıtma] olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye [imana dair meseleler] dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta [dereceler] göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif [duygular] kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin [gurur, övünme] Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor.

ÜÇÜNCÜ MESELE

2 وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِۤى اٰدَمَ âyetinin 3 اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً âyetiyle vech-i tevfiki [uygunluk yönü] nedir?

Elcevap: On Birinci Sözde ve Yirmi Üçüncü Sözde ve Yirmi Dördüncünün Beşinci Dalının İkinci Meyvesinde izahı vardır. Sırr-ı icmâlîsi budur ki:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i kudretiyle, [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] nasıl birtek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sahifede bin kitabı yazıyor. Öyle de, insanı, pek çok

464

envâ [tür] yerinde bir nev-i câmi halk etmiş. Yani, bütün envâ-ı hayvânâtın [hayvan türleri] muhtelif derecâtı [dereceler] kadar, birtek nevi olan insan ile o vezâifi [görevler] gördürmek irade etmiş ki, insanların kuvâlarına [duygular, hisler] ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir kayıt koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvânâtın kuvâları [duygular, hisler] ve hissiyatları mahduttur, [sınırlanmış] fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir kayıt altındadır. Halbuki insanın her kuvâsı, [duygular, hisler] hadsiz bir mesafede cevelân [akma, dolaşma] eder gibi, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] cânibine [taraf, yön] gider. Çünkü insan, Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] esmâsının nihayetsiz tecellîlerine bir âyine [ayna] olduğu için, kuvâlarına [duygular, hisler] nihayetsiz bir istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] verilmiş.

Meselâ, insan, hırs ile, bütün dünya ona verilse, هَلْ مِنْ مَزِيدٍ 1 diyecek. Hem, hodgâmlığıyla, [bencil] kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Ve hâkezâ, ahlâk-ı seyyiede [kötü ahlâk] hadsiz derecede inkişafları [açığa çıkma] olduğu ve Nemrutlar ve Firavunlar derecesine kadar gittikleri ve sıga-i mübalâğa ile “zalûm” olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede [güzel ahlâk] dahi hadsiz bir terakkiyâta [ilerleme] mazhar [erişme, nail olma] olur, enbiya [nebiler, peygamberler] ve sıddıkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] derecesine terakki [ilerleme] eder.

Hem insan, hayvanların aksine olarak, hayata lâzım herşeye karşı cahildir, herşeyi öğrenmeye mecburdur. Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için, sıga-i mübalâğa ile, “cehûl”dür. Hayvan ise, dünyaya geldiği vakit hem az şeylere muhtaç, hem muhtaç olduğu şeyleri bir iki ayda, belki bir iki günde, bazan bir iki saatte bütün şerâit-i hayatını [hayat için gerekli şartlar] öğrenir. Güya bir başka âlemde tekemmül [mükemmelleşme] etmiş, öyle gelmiş. İnsan ise, bir iki senede ancak ayağa kalkar, on beş senede ancak menfaat ve zararı fark eder. İşte, cehûl mübalâğası buna da işaret eder.

DÖRDÜNCÜ MESELE

جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 2 ın hikmetini soruyorsunuz. Onun hikmeti çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] şudur ki:

465

İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüt [yenileme] ettikleri için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı [bireyler] var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âhar sayılır. Çünkü, zaman altına girdiği için, o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, hergün bir ferd-i âhar şeklini giyer.

Hem insanda bu taaddüt [birden fazla olma] ve teceddüt [yenileme] olduğu gibi, tavattun [vatan edinme, yerleşme] ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir. Daima tenevvü [çeşitlenme] ediyor, hergün başka bir âlem kapısını açıyor.

İman ise, hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, [hayat ışığı] hem girdiği âlemin ziyasıdır. لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 ise, o nuru açar bir anahtardır.

Hem insanda madem nefis, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve vehim ve şeytan hükmediyorlar; çok vakit imanını rencide etmek için, gafletinden istifade ederek, çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar.

Hem zâhir-i şeriate muhalif düşen ve hattâ bazı imamlar nazarında küfür derecesinde tesir eden kelimat [ifadeler, sözler] ve harekât eksik olmuyor. Onun için, her vakit, her saat, hergün tecdid-i imana bir ihtiyaç vardır.

Sual: Mütekellimîn [kelâm âlimleri] uleması, âlemi, imkân ve hudûsun [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] ünvan-ı icmâlîsi içinde sarıp zihnen üstüne çıkar, sonra vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ispat ederler. Ehl-i tasavvufun [tasavvuf ehli; Allah’a ulaşmak için tasavvuf yolunu seçenler] bir kısmı, tevhid içinde tam huzuru kazanmak için, لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ 2 deyip kâinatı unutur, nisyan [unutkanlık] perdesini üstüne çeker, sonra tam huzuru bulur. Ve diğer bir kısmı, hakikî tevhidi ve tam huzuru bulmak için, 3 لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُو َ diyerek kâinatı hayale sarar, ademe atar, sonra huzur-u tam bulur. Halbuki, sen, bu üç meşrepten [hareket tarzı, metod] hariç bir cadde-i kübrâ[büyük ve geniş cadde] Kur’ân’da gösteriyorsun. Ve onun şiârı [işaret; İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler]

466

olarak, لاَ مَعْبُودَ اِلاَّ هُوَ * لاَ مَقْصُودَ اِلاَّ هُوَ 1 diyorsun. Bu caddenin tevhide dair bir burhanını [delil] ve bir muhtasar [kısa] yolunu icmâlen [özet] göster.

Elcevap: Bütün Sözler ve bütün Mektuplar o caddeyi gösterir. Şimdilik, istediğiniz gibi, azîm bir hüccetine [delil] ve geniş ve uzun bir burhanına [delil] muhtasaran [kısa] işaret ederiz. Şöyle ki:

Âlemde herbir şey, bütün eşyayı kendi Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] verir. Ve dünyada herbir eser, bütün âsârı [eserler/asırlar] kendi Müessirinin eserleri olduğunu gösterir. Ve kâinatta herbir fiil-i icadî, [var etme fiili] bütün ef’âl-i icadiyeyi kendi Fâilinin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] fiilleri olduğunu ispat eder. Ve mevcudatta [var edilenler, varlıklar] tecellî eden herbir isim, bütün esmâyı kendi Müsemmâsının [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] isimleri ve ünvanları olduğuna işaret eder. Demek, herbir şey, doğrudan doğruya bir burhan[delil] vahdâniyettir [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ve marifet-i İlâhiyenin [Allah’ı bilme ve tanıma] bir penceresidir.

Evet, herbir eser, hususan zîhayat [canlı] olsa, kâinatın küçük bir misal-i musağğarıdır [küçültülmüş nümune] ve âlemin bir çekirdeğidir ve küre-i arzın [yer küre, dünya] bir meyvesidir. Öyle ise, o misal-i musağğarı, [küçültülmüş nümune] o çekirdeği, o meyveyi icad eden, herhalde bütün kâinatı icad eden yine Odur. Çünkü, meyvenin mucidi, ağacının mucidinden başkası olamaz. Öyle ise, herbir eser, bütün âsârı [eserler/asırlar] Müessirine verdiği gibi, herbir fiil dahi, bütün ef’âli [fiiler, davranışlar] Fâiline [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] isnad eder.

Çünkü, görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, [var etme fiili] ekser mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ihata [herşeyi kuşatma] edecek derecede geniş ve zerreden şümusa [güneşler] kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor. Demek, o cüz’î [ferdî, küçük] fiil-i icadî [var etme fiili] sahibi kim ise, o mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ihata [herşeyi kuşatma] eden ve zerreden şümusa [güneşler] kadar uzanan kanun-u küllî [genel ve kapsamlı kanun] ile bağlanan bütün ef’âlin [fiiler, davranışlar] Fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olmak gerektir.

Evet, bir sineği ihyâ [diriltme, hayat verme] eden, bütün hevâmı [böcekler] ve küçük hayvânâtı icad eden ve arzı ihyâ [diriltme, hayat verme] eden Zât olacaktır. Hem Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen [zincirleme bir şekilde] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] tahrik edip, tâ şemsi seyyârâtıyla [gezegenler] gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef’âl [fiiler, davranışlar] onunla bağlıdır.

Demek, nasıl herbir eser, bütün âsârı [eserler/asırlar] Müessirine verir; ve herbir fiil-i icadî, [var etme fiili]

467

bütün ef’âli [fiiler, davranışlar] Fâiline [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] mal eder. Aynen öyle de, kâinattaki tecellî eden herbir isim, bütün isimleri kendi Müsemmâsına [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] isnad eder ve Onun ünvanları olduğunu ispat eder. Çünkü, kâinatta tecellî eden isimler, devâir-i mütedahile gibi ve ziyadaki elvân-ı seb’a [yedi renk] gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ediyor, tezyin [süsleme] ediyor.

Meselâ, Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ismi birşeye tecellî ettiği vakit ve hayat verdiği dakikada, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismi dahi tecellî ediyor, o zîhayatın [canlı] yuvası olan cesedini hikmetle tanzim ediyor. Aynı halde Kerîm [cömert, ikram sahibi] ismi dahi tecellî ediyor, yuvasını tezyin [süsleme] eder. Aynı anda Rahîm isminin dahi tecellîsi görünüyor; o cesedin şefkatle havâicini [hoppa, uçarı] ihzar [hazırlama] eder. Aynı zamanda Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] ismi tecellîsi görünüyor; o zîhayatın [canlı] bekàsına lâzım maddî ve mânevî rızkını ummadığı tarzda veriyor, ve hâkezâ… Demek, Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] kimin ismi ise, kâinatta nurlu ve muhît [her şeyi kuşatan] olan Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismi de Onundur ve bütün mahlûkatı şefkatle terbiye eden Rahîm ismi de Onundur ve bütün zîhayatları [canlı] keremiyle [cömertlik] iaşe eden Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] ismi dahi Onun ismidir, ünvanıdır, ve hâkezâ…

Demek, herbir isim, herbir fiil, herbir eser öyle bir burhan[delil] vahdâniyettir [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ki, kâinatın sahifelerinde ve asırların satırlarında yazılan ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] denilen bütün kelimâtı, [kelimeler] Kâtibinin nakş-ı kalemi [Allah’ın kudret kalemiyle yapılan nakış] olduğuna delâlet eden birer mühr-ü vahdâniyet, [Allah’ın bir oluşu, ortağının bulunmayışını gösteren mühür] birer hâtem-i ehadiyettir. [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü]

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مَنْ قَالَ: ﴿ اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِى لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ ﴾ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّم * 1

BEŞİNCİ MESELE

Saniyen: [ikinci olarak] Mektubunuzda “Mücerred [bekar] لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 2 kâfi [yeterli] midir? Yani,

468

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ 1 demezse ehl-i necat [kurtuluşa erenler] olabilir mi?” diye, diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki:

Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini tazammun [içerme, içine alma] eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Elbette bütün vusul [kavuşma, erişme] yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından [büyük ve geniş cadde] hariç hakikat ve necat [kurtuluş] yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin [Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler] ve tahkikin [araştırma, inceleme] imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler:

مُحَالَسْتِ سَعْدِى بَرَاهِ نَجَاتْ * ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پ َىَ مُصْطَفٰى * 2

Hem كُلُّ الطُّرُقِ مَسْدُودٌ اِلاَّ الْمِنْهَاجَ الْمُحَمَّدِىَّ 3 demişler.

Fakat bazan oluyor ki, cadde-i Ahmediyede (a.s.m.) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediyedir ve cadde-i Ahmediye dahilindedir.

Hem bazan oluyor ki, Peygamberi bilmiyorlar; fakat gittikleri yol, cadde-i Ahmediyenin eczasındandır.

Hem bazan oluyor ki, bir keyfiyet-i meczubâne veya bir hâlet-i istiğrakkârâne veya bir vaziyet-i münzeviyâne ve bedeviyâne suretinde, cadde-i Muhammediyeyi düşünmeyerek, yalnız لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ onlara kâfi [yeterli] geliyor.

Fakat bununla beraber, en mühim bir cihet budur ki: Adem-i kabul [kabul etmeme] başkadır, kabul-ü adem [yokluğunu iddia etme, inkâr] başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye [Allah’ı bilme ve tanıma] karşı yalnız لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ biliyorlar. Bunlar ehl-i necat [kurtuluşa erenler] olabilirler.

469

Fakat Peygamberi işiten ve dâvâsını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tanımaz. Onun hakkında yalnız لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ kelâmı, sebeb-i necat [kurtuluş nedeni] olan tevhidi ifade edemez. Çünkü o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilâne [cahilce, bilgisizce] adem-i kabul [kabul etmeme] değil; belki o kabul-ü ademdir [yokluğunu iddia etme, inkâr] ve o inkârdır. Mu’cizâtıyla, âsârıyla [eserler/asırlar] kâinatın medar-ı fahri [övünç kaynağı] ve nev-i beşerin medar-ı şerefi [şeref kaynağı] olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar [erişme, nail olma] olamaz ve Allah’ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter.

ALTINCI MESELE

Salisen: [üçüncü olarak] “Şeytanla Münazara” namındaki Birinci Mebhastaki, [bahis, kısım] Şeytanın mesleğine ait bazı tabirat [tabirler, ifadeler] çok galiz düşmüş. “Hâşâ, hâşâ” kelimesiyle ve farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] suretindeki kayıtlarla tâdil edildiği halde, yine beni titretiyor. Sonra size gönderilen parçada bazı ufak tâdilât vardı; nüshanızı onunla tashih edebildiniz mi? Fikrinizi tevkil [vekalet verme] ediyorum; o tabirattan [tabirler, ifadeler] lüzumsuz gördüklerinizi tayyedebilirsiniz.

Aziz kardeşim, o mebhas [bahis, kısım] çok mühimdir. Çünkü ehl-i zındıkanın [dinsizler] üstadı Şeytandır. Şeytan ilzam [susturma] edilmezse, onun mukallitleri [taklitçi] kanmazlar. Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kâfirlerin galiz tabirlerini reddetmek için zikrettiğinden bana bir cesaret verildi ki, bu şeytanî olan mesleğin bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] suretinde, hizbüşşeytanın [şeytanın taraftarları] efradı [bireyler] mesleklerinin iktizasıyla [bir şeyin gereği] kabul etmeye mecbur oldukları ve ister istemez mânen meslek diliyle diyecekleri ahmakane tabiratlarını [tabirler, ifadeler] titreyerek istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettim. Fakat o istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ile, onları kuyu dibine sıkıştırıp, meydanı baştan başa Kur’ân hesabına zaptettik, onların foyalarını meydana çıkardık. Şu muzafferiyete, şu temsil içinde bak:

Meselâ, semâvâta başı temas etmiş pek yüksek bir minare ve o minarenin

470

altında, küre-i arzın [yer küre, dünya] merkezine kadar bir kuyu kazılmış farz ediyoruz. İşte, ezanı umum memlekette umum ahaliye işitilen bir zât, minare başından ta kuyu dibine kadar hangi mevkide bulunduğunu ispat etmek için, iki fırka münakaşa ediyorlar.

Birinci fırka der ki: “Minare başındadır, kâinata ezan okuyor. Çünkü ezanını işitiyoruz; hayattardır, ulvîdir. Çendan [gerçi] herkes onu o yüksek yerde görmüyor. Fakat herkes derecesine göre, onu çıktığı ve indiği vakit, bir makamda, bir basamakta görür ve onunla bilir ki, o yukarı çıkar ve nerede görünürse görünsün, o yüksek makam sahibidir.”

Diğer şeytanî ve ahmak güruh ise der: “Yok, makamı minare başı değil. Nerede görünürse görünsün, makamı kuyu dibidir.” Halbuki, hiç kimse ne onu kuyu dibinde görmüş ve ne de görebilir. Faraza, eğer taş gibi sakîl, [ağır] ihtiyarsız [irade dışı] olsaydı, elbette kuyu dibinde bulunacaktı, birisi görecekti.

Şimdi, bu iki muarız [itiraz eden, karşı gelen] fırkanın muharebe meydanı, o minare başından tâ kuyu dibine kadar uzun bir mesafedir. Hizbullah [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] denilen ehl-i nur cemaati, yüksek nazarlı [görüşlü, bakışlı] olanlara, o müezzin zâtı minare başında gösteriyorlar. Ve nazarları o dereceye çıkmayanlara ve kasîrünnazar olanlara, derecelerine göre birer basamakta o müezzin-i âzamı gösteriyorlar. Küçük bir emâre onlara kâfi [yeterli] gelir ve ispat eder ki, o zât taş gibi câmid [cansız] bir cisim değil; belki istediği vakit yukarı çıkar, görünür, ezan okur bir insan-ı kâmildir. [insanın Allah’ın fiilleri, isimleri ve sıfatlarının en parlak aynası olma seviyesine ulaşması]

Diğer hizbüşşeytan [şeytanın taraftarları] denilen güruh ise derler: “Ya minare başında herkese gösteriniz; veyahut makamı kuyu dibidir” diye ahmakane hükmederler. Ahmaklıklarından bilmiyorlar ki, minare başında herkese gösterilmemesi, herkesin nazarı oraya çıkmamasından ileri geliyor. Hem mugalâta [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] suretinde, minare başı hariç olarak bütün mesafeyi zaptetmek istiyorlar.

İşte, o iki cemaatin münakaşasını halletmek için, biri çıkar, o hizbüşşeytana [şeytanın taraftarları] der ki:

“Ey menhus güruh! Eğer o müezzin-i âzamın makamı kuyu dibi olsa, taş gibi câmid, [cansız] hayatsız, kuvvetsiz olmak lâzım gelir. Ve kuyu basamaklarında ve minarenin derecelerinde görünen, o olmamak lâzım gelir. Madem öyle görüyorsunuz; elbette o, kuvvetsiz, hakikatsiz, câmid [cansız] olmayacak. Minare başı onun makamı olacak. Öyle ise, ya siz onu kuyu dibinde göstereceksiniz—ki hiçbir cihette bunu gösteremezsiniz ve hiçbir kimseye orada bulunmasını dinletemezsiniz—

471

veyahut susunuz. Meydan-ı müdafaanız kuyu dibidir. Sair meydan ve uzun mesafe ise, şu mübarek cemaatin meydanıdır. Kuyu dibinden başka, o zâtı nerede gösterseler, dâvâyı kazanırlar.”

İşte, şu temsil gibi, Münazara-i Şeytanî mebhası, [bahis, kısım] Arştan ferşe [yer] kadar olan uzun mesafeyi hizbüşşeytanın [şeytanın taraftarları] elinden alıyor ve hizbüşşeytanı [şeytanın taraftarları] mecbur ediyor, sıkıştırıyor. En gayr-ı makul, [akla uymayan] en muhal, [bâtıl, boş söz] en menfur mevkii onlara bırakıyor. En dar ve kimse giremeyecek bir deliğe onları sokuyor, bütün mesafeyi Kur’ân namına zaptediyor.

Eğer onlara denilse, “Kur’ân nasıldır?” Derler: “Güzel ve ahlâk dersini veren bir insan kitabıdır.” O vakit onlara denilir: “Öyle ise Allah’ın kelâmıdır ve böyle kabul etmeye mecbursunuz. Çünkü siz mesleğinizce güzel diyemeyeceksiniz.”

Hem eğer onlara denilse, “Peygamberi nasıl bilirsiniz?” Derler: “Güzel ahlâklı, çok akıllı bir adam.” O vakit onlara denilecek: “Öyle ise imana geliniz. Çünkü güzel ahlâklı, akıllı olsa, alâküllihal [her durumda] Resulullahtır. [Allah’ın elçisi] Çünkü sizin bu ‘güzel’ sözünüz, hududunuz dahilinde değil; mesleğinizce böyle diyemezsiniz.”

Ve hâkezâ, temsildeki sair işaretlere, hakikatin sair cihetleri tatbik edilebilir.

İşte bu sırra binaen, o Şeytanla münazara edilen Birinci Mebhas, [bahis, kısım] ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanını muhafaza etmek için mu’cizât-ı Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] bilmeye ve kat’î burhanlarını [delil] öğrenmeye muhtaç etmiyor. Ednâ [basit, aşağı] bir emâre, küçük bir delil, onların imanlarını kurtarıyor. Kuyu dibindeki esfel-i sâfilînde [aşağıların aşağısı] olmadığına, herbir hal-i Ahmediye (a.s.m.), herbir haslet-i Muhammediye (a.s.m.), herbir tavr-ı Nebevî (a.s.m.), birer mu’cize hükmüne geçer, âlâ-yı illiyyînde [yücelerin en yücesi] bir makamı bulunduğunu ispat eder.

YEDİNCİ MESELE

Medar-ı ibret [ibret kaynağı] bir mesele:

Vehme maruz, fütura düşen bazı dostlarıma kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] teyid edecek

472

yedi emârenin delâletiyle, sırf hizmet-i Kur’ân’a ait bir ikram-ı Rabbânîyi ve bir himayet-i İlâhiyeyi beyan etmeye mecburum ki, o zayıf damarlı bir kısım dostlarımı kurtarayım.

O yedi emârenin dördü, dost iken, sırf birer maksad-ı dünyevî için, şahsıma değil, Kur’ân’a hâdimliğim cihetinde düşman vaziyeti almalarıyla, o maksatlarının aksiyle tokat yediler. O yedi emârenin üçü ise, ciddî dost idiler ve daima da dostturlar. Fakat dostluğun iktiza [bir şeyin gereği] ettiği merdâne vaziyeti muvakkaten [geçici] göstermediler, tâ ki ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] teveccühünü [ilgi] kazanıp birer maksad-ı dünyevî kazansınlar ve başlarından emin olsunlar. Halbuki, o üç dostum, maatteessüf, [ne yazık ki] o maksatlarının aksiyle birer itab [azarlama] gördüler.

Evvelki dört zâhirî dost, sonra düşman vaziyeti gösterenlerin,

Birincisi: Bir müdür, kaç vasıta ile yalvardı, Onuncu Sözden bir nüsha istedi. Ona verdim. O ise, terfi için, dostluğumu bırakıp düşmanlık vaziyeti aldı. Valiye şekvâ [şikayet] ve ihbar suretinde verdi. Hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bir eser-i ikramı olarak, terfi değil, azledildi.

İkincisi: Diğer bir müdür, dost iken, âmirlerinin hatırı için ve ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] teveccühünü [ilgi] kazanmak fikriyle, şahsıma değil, hizmetkârlığım cihetinde rakibâne [rakip olarak] ve düşmanâne vaziyet aldı, kendi maksadının aksiyle tokat yedi. Ümit edilmediği bir meselede iki buçuk seneye mahkûm edildi. Sonra Kur’ân’ın bir hizmetkârından dua istedi. İnşaallah belki kurtulacak; çünkü ona dua edildi.

Üçüncüsü: Bir muallim, dost görünürken, ben de ona dost baktım. Sonra Barla’ya nakledip yerleşmek için düşmanâne bir vaziyeti ihtiyar etti, o maksadının aksiyle tokat yedi. Muallimlikten askerliğe atıldı, Barla’dan uzaklaştırıldı.

Dördüncüsü: Bir muallim, hâfız, hem mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] gördüğüm için, Kur’ân’ın hizmetinde bana bir dostluk edecek niyetiyle ona samimâne bir dostluk gösterdim. Sonra, o, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] teveccühünü [ilgi] kazanmak için, bir memurun birtek kelâmıyla bize karşı çok soğuk ve korkak vaziyeti aldı. Sonra o maksadının aksiyle tokat yedi. Müfettişinden şiddetli bir tekdir [azarlama] yedi ve azledildi.

İşte, bu dört adam düşman vaziyeti almakla böyle tokat yedikleri gibi, üç dostum da, ciddî dostluğun iktiza [bir şeyin gereği] ettiği merdâne vaziyeti göstermedikleri için, tokat değil, bir nevi ihtar nev’inde aks-i maksatlarıyla ikaz edildiler.

473

Birincisi: Gayet mühim ve ciddî ve hakikî bir talebem olan bir zât-ı muhterem, mütemadiyen Sözleri yazar, neşrederdi. Müşevveş [dağınık, karışık] büyük bir memurun gelmesiyle ve bir hâdisenin vukuu ile, yazdığı Sözleri sakladı, muvakkaten [geçici] istinsahı [kopyasını çıkarma] da terk etti. Tâ ki, ehl-i dünyadan [dünyada yaşayanlar] bir zahmet görmesin ve bir sıkıntı çekmesin ve onların şerlerinden emin olsun. Halbuki, o hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] muvakkaten [geçici] tâtilinden [Allah’ı inkâr etme] gelen bir eser-i hata olarak, bir sene mütemadiyen bin liraya mahkûmiyet gibi bir belâ gözü önüne konuldu. Ne vakit istinsaha [kopyasını çıkarma] niyet etti ve eski vaziyetine döndü; o dâvâsından tebrie [beraat ettirme] etti, lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] beraat kazandı, fakr-ı haliyle [fakir bir halde olma, fakirlik] beraber bin liradan kurtuldu.

İkincisi: Beş seneden beri mert ve ciddî ve cesur bir dostum, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] ve yeni gelen bir âmirin hüsn-ü zannını [güzel düşünce] ve teveccühünü [ilgi] kazanmak için, komşum iken, düşünmeyerek, ihtiyarsız, [irade dışı] birkaç ay benimle görüşmedi. Hattâ bayramda ve Ramazan’da uğramadı. Halbuki maksadının aksiyle karye [köy] meselesi neticelendi, nüfuzu kırıldı.

Üçüncüsü: Haftada bir iki defa benimle görüşen bir hâfız, imam olmuş, sarık sarmak için iki ay beni terk etti. Hattâ bayramda yanıma gelmedi. Hilâf-ı memul olarak, maksadının aksiyle, yedi sekiz ay imamlık ettiği halde, hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] bir surette ona sarık bağlattırılmadı.

İşte bu gibi vukuatlar çok var. Fakat bazılarının hatırlarını kırmamak için zikretmiyorum. Bunlar ne kadar zayıf birer emâre ise de, fakat içtimaında [bir araya gelme, toplanma] bir kuvvet hissedilir. Onunla kanaat gelir ki, şahsıma karşı değil—çünkü nefsimi hiçbir ikrama lâyık görmüyorum—belki hizmet-i Kur’ân [Kur’ân hizmeti] noktasında, sırf o cihette bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] ve bir himâyet-i Rabbâniye altında hizmet ettiğimiz anlaşılıyor. Dostlarım bunu düşünmeli, evhâma kapılmamalı.

Madem hizmetkârlığıma bir ikram-ı İlâhîdir. [Allah’ın ikramı, bağışı] Ve madem fahre [gurur, övünme] değil, belki şükre sebeptir. Ve madem وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ 1 fermanı var. Bu sırlara binaen, hususî bir surette dostlarıma beyan ediyorum.

474

SEKİZİNCİ MESELE

Yirmi Yedinci Sözün, içtihada mâni esbabın Beşinci Sebebinin Üçüncü Noktasının üçüncü misalinin haşiyesidir. [dipnot]

Mühim bir sual: Bazı ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] derler ki: “Elfâz-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki lâfızlar, [ifade, kelime] ifadeler, sözler] ve zikriye ve sair tesbihlerin herbiri müteaddit [bir çok] cihetlerle insanın letâif-i mâneviyesini tenvir [aydınlatma] eder, mânevî gıda verir. Mânâları bilinmezse, yalnız lâfız [ifade, kelime] ifade etmiyor, kâfi [yeterli] gelmiyor. Lâfız [ifade, kelime] bir libastır; [elbise] değiştirilse, her taife kendi lisanıyla o mânâlara elfaz [lafızlar, sözler] giydirse, daha nâfi [faydalı] olmaz mı?”

Elcevap: Elfâz-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki lâfızlar, [ifade, kelime] ifadeler, sözler] ve tesbihât-ı Nebeviyenin lâfızları [ifade, kelime] câmid [cansız] libas [elbise] değil, cesedin hayattar cildi gibidir; belki mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] cilt olmuştur. Libas [elbise] değiştirilir; fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler, mânâ-yı örfîlerine [bilinen, alışılan mânâ] alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez.

Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir hâleti [durum] çok defa tetkik ettim, gördüm ki, o hâlet [durum] hakikattir. O hâlet [durum] şudur ki:

Sûre-i İhlâsı Arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum.1 Gördüm ki, bendeki mânevî duyguların bir kısmı, birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire [düşünme duygusu] gibi bir kısım dahi, bir zaman mânâ tarafına müteveccih [yönelen] olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, mânevî bir zevke medar [kaynak, dayanak] bazı mefhumlar [anlam] cihetinde hissesini alır, o da sükût eder.

Ve hâkezâ, git gide, o tekrarda yalnız bir kısım letâif [duygular] kalır ki, pek geç usanıyor; devam eder, daha mânâya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye [düşünme duygusu] zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lâfız [ifade, kelime] ve lâfz-ı müşebbi’ olduğu bir meâl-i icmâlî [kısaca açıklama] ile ve isim ve alem bulundukları mânâ-yı örfî [bilinen, alışılan mânâ] onlara kâfi [yeterli] geliyor. Eğer mânâyı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir.

475

Ve o devam eden lâtifeler, [berrak, şirin, hoş] taallüme [öğrenme] ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, [hatıra gelme] teveccühe [ilgi] ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cilt hükmündeki lâfızları [ifade, kelime] onlara kâfi [yeterli] geliyor ve mânâ vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lâfızlar [ifade, kelime] ile, kelâmullah [Allah kelâmı] ve tekellüm-i [konuşma] İlâhî olduğunu tahattur [hatıra gelme] etmekle, daimî bir feyze medardır. [kaynak, dayanak]

İşte, kendim tecrübe ettiğim şu hâlet [durum] gösteriyor ki, ezan gibi ve namazın tesbihâtı gibi ve her vakit tekrar edilen Fâtiha [başlangıç] ve Sûre-i İhlâs gibi hakaikleri [doğru gerçekler] başka lisanla ifade etmek çok zararlıdır. Çünkü, menba-ı daimî olan elfâz-ı İlâhiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o daimî letâifin [duygular] daimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâakal [en az] on sevabı zayi olması; ve huzur-u daimî [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] bütün namazda herkes için devam etmediğinden, gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabirâtı [tabirler, ifadeler] ruha zulmet [karanlık] vermesi gibi zararlar olur.

Evet, nasıl İmam-ı Âzam demiş: ” لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 tevhide alem ve isimdir.” Biz de deriz:

Kelimât-ı tesbihiye [Allah’ın yüceliğini dile getiren sözler] ve zikriyenin, hususan ezanda ve namazda olanların ekseriyet-i mutlakası, [büyük çoğunluk] alem ve isim hükmüne geçmişler. Alem gibi, mânâ-yı lügavîsinden ziyade, mânâ-yı örfî-i [bilinen, alışılan mânâ] şer’îsine bakılır. Öyle ise değişmeleri şer’an mümkün değildir. Her mü’mine bilmesi lâzım olan mücmel [kısa, kısaca] mânâları, yani muhtasar [kısa] bir meâli ise, en âmi [basit, sıradan] bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler mâlâyâniyatla [anlamsız, faydasız] dolduran adamlar, bir iki haftada, hayat-ı ebediyesinin [sonsuz âhiret hayatı] anahtarı olan şu kelimât-ı mübarekenin [mübarek kelimeler] meâl-i icmâlîsini [kısaca açıklama] öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl Müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” denilirler? Ve öyle heriflerin tembelliklerinin hatırı için o nur menbalarının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl [akıl kârı] değildir.

476

Hem سُبْحَانَ اللهِ 1 diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi [yeterli] gelmez mi? Eğer mânâsına kendi lisanıyla müteveccih [yönelen] olsa, akıl noktasında bir defa taallüm [öğrenme] eder. Halbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i taallümünden başka, lâfızdan [ifade, kelime] ve lâfza sirayet [bulaşma] eden ve imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] eden meâl-i icmâlî, [kısaca açıklama] çok nurlara ve feyizlere medardır. [kaynak, dayanak] Bahusus, [hususan, özellikle] tekellüm-ü İlâhî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar çok ehemmiyetlidir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Zaruriyât-ı diniye [din ve dünya işlerinin kıvamının kendilerine bağlı zorunlu hususlar; dinî esaslar] mahfazaları olan elfâz-ı kudsiye-i İlâhiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat [geçici] ifade etseler de, daimî, ulvî, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ifade edemezler.

Amma nazariyât-ı diniyenin [dinin nazarî, teorik kısımları] mahfazaları olan elfazlar [lafızlar, sözler] ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihatle ve sair tedris [öğrenim, eğitim] ve talim ve vaazla o ihtiyaç mündefi’ olur.

Elhasıl, [kısaca, özetle] lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin [Arap dili, Arapça] câmiiyeti [kapsayıcılık] ve elfâz-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’daki lâfızlar, [ifade, kelime] ifadeler, sözler] i’câzı [mu’cize oluş] öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir, belki “muhaldir” diyebilirim. Kimin şüphesi varsa, i’câza [mu’cize oluş] dair Yirmi Beşinci Söze müracaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar [kısa] ve nâkıs [eksik] bir mealdir. Böyle meal nerede; hayattar, çok cihetlerle teşa’ub [kısım ve bölümlere ayrılma] etmiş âyâtın hakikî mânâları nerede?

DOKUZUNCU MESELE

Mühim ve mahrem bir mesele ve bir sırr-ı velâyet [velîlik sırrı]

Âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve istikamet [doğru] fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] ve imaniyeyi, istikamet [doğru] dairesinde, hüve [“O”, Allah] hüvesine [“O”, Allah]

477

Sünnet-i Seniyyeye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ekseriyet-i mutlaka[büyük çoğunluk] o daireden neş’et [doğma] etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desâtirleri [düsturlar, kanunlar] haricinde ve usullerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velâyete [velâyet makamında olanlar, velî kullar] bakanlar iki şıkka ayrıldılar:

Bir kısmı ise, Ehl-i Sünnetin usulüne muhalif oldukları için, velâyetlerini [velilik] inkâr ettiler. Hattâ onlardan bir kısmının tekfirine [küfürle itham etmek] kadar gittiler.

Diğer kısım ki, onlara ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edenlerdir. Onların velâyetlerini [velilik] kabul ettikleri için derler ki, “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil”; ehl-i bid’adan [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kadar gittiler. Bilmediler ki, her hâdi zât mühdî [doğru ve hak yola ulaştıran kişi] olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünkü meczuptur. [cezbedilmiş, çekilmiş] Kendileri ise mazur olamazlar.

Mutavassıt [orta derece] bir kısım ise, o velîlerin velâyetlerini [velilik] inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilâf-ı usul olan sözleri, ya hale mağlûp olup hata ettiler; veyahut mânâsı bilinmez müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] misil[benzer] şatahattır.” [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler]

Maatteessüf, [ne yazık ki] birinci kısım, hususan ulema-i ehl-i zâhir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlîl etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan taraftarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] ettikleri için, hak mesleğini bırakıp bid’ata, [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] hattâ dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] girdikleri olmuş.

İşte, şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir hâlet [durum] vardı:

Bir zaman, ben bir kısım ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] mühim bir vakitte kahr [mahvetme, yok etme] ile dua ettim. Bedduama karşı, müthiş bir kuvvet-i mâneviye [mânevî güç] çıktı. Hem duamı geri çeviriyordu, hem beni men etti.

Sonra gördüm ki, o kısım ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hilâf-ı hak [hakka ters] icraatında bir kuvve-i mâneviyenin [mânevî güç] teshilâtıyla [kolaylaştırma] arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor, muvaffak oluyor.

478

Yalnız cebirle [Cebriye mezhebi] değil, belki velâyet [velilik] kuvvetinden gelen bir arzuyla imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] ettiği için, ehl-i imanın [Allah’a inanan] bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telâkki [anlama, kabul etme] etmiyorlar.

İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım. “Fesübhânallah[“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. “Tarik-i haktan [hak ve hakikat yolu] başka velâyet [velilik] bulunabilir mi? Hususan müthiş bir cereyan-ı dalâlete ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] taraftar çıkar mı?” dedim. Sonra, bir mübarek Arefe gününde, müstahsen [güzel görülen, beğenilen] bir âdet-i İslâmiyeye [İslâmın âdeti, geleneği] binaen Sûre-i İhlâsı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle, “Mühim bir suale cevap” namında yazılan mesele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ile kalb-i âcizâneme gelmiş. Hakikat şudur ki:

Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar Cibâli [dağlar] Baba kıssası nev’inden olarak, bir kısım ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] zâhiren muhakemeli ve âkıl [akıllı] görünürken, meczupturlar. [cezbedilmiş, çekilmiş] Ve bir kısmı dahi, bazan sahvede ve daire-i akılda [akıl dairesi] görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir [mânâ alemindeki sarhoşluk] halinde gördüğü bir meseleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların [cezbedilmiş, çekilmiş] bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, [korunmuş] dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sülûk [mânevî yol alma] etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz [korunmuş] değiller; bid’at ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.

İşte, muvakkat [geçici] veya daimî meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] olduklarından, mânen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze [cezalandırılma] olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubâneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i bid’aya [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç [değer, kıymet] verip, bir kısım ehl-i imanı [Allah’a inanan] ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’ûmâne bir sebebiyet verirler.

479

ONUNCU MESELE

Ziyaretçilere ait bazı dostlar tarafından ihtar ile bir düstur [kâide, kural] izah edilmek istenilmiştir. Onun için yazılmıştır.

Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye [âhiret hayatı] cihetinde gelir. O cihette iki kapı var:

Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.

İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dellâlı [davetçi, ilan edici] olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.

Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen [kesinlikle] Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın nurları] dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri [büyük günahlar] işlememektir.

Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini [hayat görevi] onun neşir ve hizmeti bilsin.

İşte şu üç tabaka, benim üç şahsiyetimle alâkadardır:

Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyetimle münasebettar [alâkalı, ilgili] olur.

Kardeş, abdiyetim [kulluk] ve ubûdiyet [Allah’a kulluk] noktasındaki şahsiyetimle alâkadar olur.

Talebe ise, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dellâlı [davetçi, ilan edici] cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebettardır. [alâkalı, ilgili]

Şu görüşmenin de üç meyvesi var:

Birincisi: Dellâllık [davetçi, ilan edici] itibarıyla mücevherât-ı Kur’âniyeyi benden veya Sözlerden ders almak—velev bir ders de olsa.

İkincisi: İbadet itibarıyla uhrevî kazancıma hissedar olur.

Üçüncüsü: Beraber dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] müteveccih [yönelen] olup rapt[bağlama] kalb ederek, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmetinde el ele verip tevfik [başarı] ve hidayet istemek.

480

Eğer talebe ise, her sabah mütemadiyen ismiyle, bazan hayaliyle dahi yanımda hazır olur, hissedar olur.

Eğer kardeş ise, birkaç defa hususî ismiyle ve suretiyle dua ve kazancımda hazır olup hissedar olur. Sonra umum ihvanlar [kardeş] içinde dahil olup, rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] teslim ediyorum ki, dua vaktinde “ihvetî ve ihvânî” [kardeşler] dediğim vakit onlar içinde bulunur. Ben bilmezsem, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] onları biliyor ve görüyor.

Eğer dost ise ve ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] kılar ve kebâiri [büyük günahlar] terk ederse, umumiyet-i ihvan itibarıyla duamda dahildir.

Bu üç tabaka dahi beni mânevî dua ve kazançlarında dahil etmek şarttır.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مَنْ قَالَ: ﴿ اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا ﴾ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدٰينَا اللهُ لَقَدْ جَۤاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِ * 3

اَللّٰهُمَّ يَا مَنْ اَجَابَ نُوحًا فِى قَوْمِهِ، * وَيَا مَنْ نَصَرَ اِبْرٰهِيمَ عَلٰى اَعْدَۤائِهِ، * وَيَا مَنْ اَرْجَعَ يُوسُفَ اِلٰى يَعْقُوبَ، * وَيَا مَنْ كَشَفَ الضُّرَّ عَنْ اَيُّوبَ، * وَيَا مَنْ اَجَابَ دَعْوَةَ زَكَرِيَّا، * وَيَا مَنْ تَقَبَّلَ يُونُسَ ابْنَ مَتّٰى.. نَسْئَلُكَ بِاَسْرَارِ اَصْحَابِ هٰذِهِ الدَّعَوَاتِ الْمُسْتَجَابَاتِ اَنْ تَحْفَظَنِى وَتَحْفَظَ نَاشِرَ هٰذِهِ الرَّسَۤائِلِ وَرُفَقَۤاءَهُمْ مِنْ