MEKTUBAT – Yirmi Dokuzuncu Mektup -1 (552-586)

552

Yirmi Dokuzuncu Mektup

Yirmi Dokuzuncu Mektup Dokuz Kısımdır. Bu kısım Birinci Kısımdır, Dokuz Nükte‘dir. [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

AZİZ, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] pek ciddî bir arkadaşım,

Bu defaki mektubunda, vaktim ve halim müsaade etmediği mühim bir meseleye dair cevap istiyorsun.

Kardeşim, bu sene, elhamdü lillâh, risaleleri yazanlar pek çoğalmış. İkinci tashih bana geliyor. Sabahtan akşama kadar sür’atli bir tarzda meşgul oluyorum; çok mühim işlerim de geri kalıyor. Ve bu vazifeyi daha azîm görüyorum. Hususan Şaban ve Ramazan’da, akıldan ziyade kalb hissedardır, ruh hareket eder. Şu mesele-i azîmeyi [büyük mesele] başka vakte tâlik [sonraya bırakma] edip, ne vakit Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetinden kalbe sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] gelse, tedricen [aşamalı olarak] size yazılır. Şimdilik üç nükteyiHaşiye [derin anlamlı söz] beyan edeceğim.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] esrarı bilinmiyor; müfessirler [açıklayan, yorumlayan] hakikatini anlamamışlar” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir.

Birincisi: Ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve ehl-i tetkiktir. [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] Derler ki: “Kur’ân bitmez ve tükenmez

553

bir hazinedir. Her asır, nusus [nasslar, açık hükümler] ve muhkemâtını [değiştirilemez] teslim ve kabul ile beraber, tetimmat [ekler, ilâveler] kabilinden, [gibisinden, türünden] hakaik-i hafiyesinden [gizli hakikatler] dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.”

Evet, zaman geçtikçe Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] daha ziyade hakaiki [doğru gerçekler] inkişaf [açığa çıkma] eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i [asla] Sâlihînin [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’âniyeye [Kur’-ân’ın açık hakikatleri] şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. Kur’ân وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِىٌّ مُبِينٌ 1 fermanıyla, mânâsı vâzıh [açık] olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî [Allah’ın hitabı] o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet [açıklık] derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı [asla, kesinlikle öyle değil] Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin [Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] fehmini tezyif [alay etme, küçük düşürme] etmek çıkar.

Demek, maânî-i mensûsa, [âyet ve hadis ile sabit, tesbit edilmiş kesin mânâlar] müteselsilen [zincirleme bir şekilde] menba-ı Risaletten [Peygamberlik kaynağı] alınmıştır. Hattâ İbni Cerîr-i Taberî, bütün maânî-i Kur’ân‘ı, [Kur’ân’ın mânâları] muan’an [an’aneli; bir haberin veya hadisin ilk kaynağına ulaşıncaya kadar “filandan, o da filandan” şeklinde isim listesiyle birlikte nakledilmesi] senetle müteselsilen [zincirleme bir şekilde] menba-ı Risalete [Peygamberlik kaynağı] îsal [ulaştırma] etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.

İkinci taife: Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken [anlama, algılama] göz çıkarıyor; veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye [İslâmın hükümleri] ve hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] karşı gelmek istiyor. Kur’ân-ı Hakîmin—senin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tabirinle—birer polat [çelik] kalesi hükmünde olan surlu sûreleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler—hâşâ—hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye şüphe îras etmek [netice vermek, bırakmak] için bu nevi sözleri işâa [bir haberi yayma, duyurma] ediyorlar.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Kur’ân’da çok şeylere kasem [yemin] etmiş. Kasemât-ı Kur’âniyede [Kur’ândaki geçen yeminler] çok büyük nükteler [derin anlamlı söz] var, çok sırlar var.

554

Meselâ, وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا 1 daki kasem, [yemin] On Birinci Sözdeki muhteşem temsilin esasına işaret eder; kâinatı bir saray ve bir şehir suretinde gösterir.

Hem يٰسۤ * وَالْقُرْاٰنِ الْحَكِيمِ 2 deki kasemle, [yemin] i’câzât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın mu’cizeleri] kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] ve ona kasem [yemin] edilecek bir derece-i hürmette [hürmet ve saygıya lâyık mertebe, derece] olduğunu ihtar eder.

وَالنَّجْم اِذَا هَوٰى 3 فَلاَ اُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ * وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظِيمٌ * 4

deki kasem, [yemin] yıldızların sukutuyla, [alçalış, düşüş] vahye şüphe îras etmemek [netice verme, sebep olma, bırakma] için cin ve şeytanların gaybî haberlerden kesilmelerine alâmet olduğuna işaret etmekle beraber, yıldızları dehşetli azametleriyle ve kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] yerlerine yerleştirmek ve seyyaratları [gezegenler] hayret-engiz [hayret verici] bir surette döndürmekteki azamet-i kudret [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] ve kemâl-i hikmeti, [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] o kasemle [yemin] ihtar ediyor.

  وَالذَّارِيَاتِ 5 * وَالْمُرْسَلاَتِ 6deki kasemde, [yemin] havanın temevvücâtı [dalgalanma] ve tasrifâtı [istediği şekilde kullanma ve idare etme] içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için, rüzgârlara memur melâikelere [melekler] kasemle [yemin] nazar-ı dikkati celb [çekme] ediyor ki, tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar.

Ve hâkezâ, herbir mevkiin, ayrı ayrı nüktesi [derin anlamlı söz] ve faidesi vardır. Vakit müsait olmadığı için, yalnız icmâlen [özet] وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ 7 kasemindeki [yemin] çok nüktelerinden [derin anlamlı söz] bir nükteye [derin anlamlı söz] işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tîn [incir] ve zeytinle kasem [yemin] vasıtasıyla azamet-i kudretini [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] ve

555

kemâl-i rahmetini [mükemmel bir şefkat ve merhamet] ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i sâfilîn [aşağıların aşağısı] tarafına giden insanın yüzünü o taraftan çevirip, şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] ile, tâ âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] kadar terakkiyât-ı mâneviyeye [manevî ilerlemeler] mazhar [erişme, nail olma] olabilmesine işaret ediyor. Nimetler içinde tîn [incir] ve zeytinin tahsisinin sebebi, o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi [faydalı] olması ve hilkatlerinde de medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır. Çünkü, hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve ticariye ve tenviriye [aydınlatma] ve gıda-yı insaniye [insanlığın gıdası, beslenmesi] için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi; incirin hilkati, [yaratılış] zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp derc [yerleştirme] etmek gibi bir harika mucize-i kudreti [Allah’ın kudret mu’cizesi] gösterdiği gibi, taamında, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devamında ve daha sair menâfiindeki nimet-i İlâhiyeyi [Allah’ın kullarına verdiği nimet] kasemle [yemin] hatıra getiriyor. Buna mukàbil, insanı iman ve amel-i salihe [Allah için yapılan iyi işler] çıkarmak ve esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] düşürmemek için bir ders veriyor.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Sûrelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlâhî [Allah tarafından olan] bir şifredir; has abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] veriyor. O şifrenin miftahı, [anahtar] o abd-i hastadır, [özel, seçilmiş kul] hem onun veresesindedir. [varisler, mirasçılar] Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] madem her zaman ve her taifeye hitap ediyor; her asrın her tabakasının hissesini câmi çok mütenevvi [çeşit çeşit] vücuhları, [vecihler, yönler] mânâları olabilir. Selef-i Sâlihîn ise, en hâlis parça onlarındır ki, beyan etmişler. Ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve tahkik, [araştırma, inceleme] seyr ü sülûk-ü ruhaniyeye [mânevî makamlardaki ruhanî seyir ve seyahat] ait çok muamelât-ı gaybiye [gayba ait muamele ve işleyişler] işârâtını [işaretler] onlarda bulmuşlar. İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirinde, el-Bakara [inek, dişi sığır] Sûresinin başında, i’câz-ı belâğat [belâğat mu’cizeliği] noktasında bir nebze onlardan bahsetmişiz; müracaat edilsin.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakikî tercümesi kàbil [gibi] olmadığını Yirmi Beşinci Söz ispat etmiştir. Hem mânevî i’câzındaki [mu’cize oluş] ulviyet-i üslûp [üsluptaki güzellik, yücelik] ise tercümeye gelmez. Mânevî

556

i’câzında [mu’cize oluş] olan ulviyet-i üslûp [üsluptaki güzellik, yücelik] cihetinden gelen zevk ve hakikati beyan ve ifham [(he ile) anlatma] etmek pek müşkül. Fakat yolu göstermek için bir iki cihete işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân]

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ * 1

وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ * 2

يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلاَثٍ * 3

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ 4 * يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ * 5

لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ * 6

يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ وَهُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ * 7

gibi âyetlerle, o derece harika bir ulviyet-i üslûp [üsluptaki güzellik, yücelik] ve i’câzkârâne [benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde] bir cemiyet içinde hallâkıyetin [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] hakikatini hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki:

Sâni-i Âlem [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kameri [ay] hangi çekiçle yerlerine çakıyorsa, aynı çekiçle, aynı anda zerreleri yerlerine, meselâ zîhayatların [canlı] gözbebeklerinde yerleştiriyor. Semâvâtı hangi ölçüyle, hangi mânevî âletle tertip edip açıyorsa, aynı anda, aynı tertiple gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mânevî kudretin hangi mânevî çekiciyle yıldızları göklere çakıyorsa, aynı o mânevî çekiçle, beşerin simasındaki

557

hadsiz alâmet-i farika [ayırt edici işaret] noktalarını ve zâhirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor” diye ifade eder.

Demek, o Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] iş başında işlerini hem göze, hem kulağa göstermek için, âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] ile, bir çekici zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici şemse vuruyor, merkezine çakar gibi ulvî üslûpla vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ayn-ı ehadiyet [ehadiyetin, birliğin ta kendisi, Allah’ın birliğinin ve isimlerinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] içinde ve nihayet celâli nihayet cemâl içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ [gizlilik] içinde ve nihayet vüs’ati [genişlik] nihayet dikkat içinde ve nihayet haşmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu’diyeti [uzaklık] nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal [bâtıl, boş söz] telâkki [anlama, kabul etme] edilen cem-i ezdâdın [zıtların biraraya gelmesi] en uzak mertebesini, vâcip derecesindeki bir suretini ifade eder, ispat edip gösterir. İşte bu tarz ifadesi ve üslûbudur ki, en harika edipleri, belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] secde ettiriyor.

Hem meselâ,

وَمِنْ اٰيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَۤا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ * 1

âyetiyle, şöyle bir üslûb-u âli [yüksek ifade tarzı] ile saltanat-ı rububiyetindeki [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] haşmeti gösterir. Şöyle ki:

“Gökler ve zemin, iki mutî [emre uyan] kışla hükmünde ve iki muntazam ordu merkezi suretinde, tek bir emirle veya boru gibi bir işaretle, o iki kışlada fenâ ve adem [hiçlik, yokluk] perdesinde yatan mevcudat, [var edilenler, varlıklar] o emre kemâl-i sür’atle [çok hızlı] ve itaatle ‘Lebbeyk’ deyip meydan-ı haşir [haşir meydanı] ve imtihana çıkarlar.”

İşte, haşir ve kıyameti ne kadar mu’cizâne bir üslûb-u âli [yüksek ifade tarzı] ile ifade edip ve o dâvânın içinde bir delil-i iknâiye [ikna edici, inandırıcı delil] işaret ediyor ki:

Bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] nasıl ki zeminin cevfinde [iç, karın] saklanmış ve ölmüş hükmündeki

558

tohumlar ve cevv-i semâda, [gökyüzü] ademde ve küre-i havaiyede [hava küresi, atmosfer] dağılmış, saklanmış katreler, [damla] nasıl kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve sür’atle haşrolup [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] her baharda meydan-ı tecrübe [deneme alanı] ve imtihana çıkıyorlar; zeminde hububat, semâda katarat [damlalar] her vakit bir mahşer-nümun [mahşere benzer, mahşer örneği] suretini alırlar. Öyle de, haşr-i ekber [en büyük diriliş, öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma] dahi öyle kolay zuhur eder. Madem bunu görüyorsunuz; onu dahi inkâr edemezsiniz. Ve hâkezâ… Şu âyetlere, sair âyattaki derece-i belâğati [belağat derecesi] kıyas edebilirsiniz. Acaba, şu tarzdaki âyâtın hakikî tercümesi mümkün müdür? Elbette değildir. Olsa olsa, ya kısa bir meâl-i icmâlî [kısaca açıklama] veya âyetin her cümlesi için beş altı satır tefsir yazmak lâzım gelir.

BEŞİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Meselâ, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ bir cümle-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın cümlesi, âyeti] Bunun en kısa mânâsı, ilm-i nahiv ve beyan [dilbilgisi ve belâğatın hakikat, mecaz, [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] kinâye, [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] teşbih ve istiâre [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] gibi konularını öğreten ilim dalı] kaidelerinin iktiza [bir şeyin gereği] ettiği şudur:

كُلُّ فَرْدٍ مِنْ اَفْرَادِ الْحَمْدِ مِنْ اَىِّ حَامِدٍ صَدَرَ وَعَلٰى اَىِّ مَحْمُودٍ وَقَعَ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبدِ خَاصٌّ وَمُسْتَحِقٌّ لِلذَّاتِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ الْمُسَمّٰى بِاللهِ

Yani, “Ne kadar hamd ve medih [övgü] varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] ki, Allah denilir.”

İşte, “Ne kadar hamd varsa” el-i istiğraktan [tanımlama edatı olup başına geldiği isim, kendisiyle ilgili bütün mânâları içerir, örneğin el- insan = bütün insanlık] çıkıyor.

“Her kimden gelse” kaydı ise, hamd masdar [fiillerin asıl kökü] olup fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] terk edildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder.

Hem mef’ûlün [dilbillgisinde tümleç; özne tarafından yapılan iş, öznenin fiilinin sonucu] terkinde, yine makam-ı hitâbîde külliyet ve umumiyeti ifade ettiği için, “her kime karşı olsa” kaydını ifade ediyor.

“Ezelden ebede kadar” kaydı ise, fiilî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve devama delâlet ettiği için, o mânâyı ifade ediyor.

559

“Has ve müstehak” mânâsını, lillâh’taki lâm-ı cer ifade ediyor. Çünkü o lâm ihtisas ve istihkak [hak edilen pay] içindir.

Zât-ı Vâcibü’l-Vücud[var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] kaydı ise, vücub-u vücud, [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] lâzım-ı zarurîsi [zorunlu gerek] ve Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] karşı bir ünvan-ı mülâhaza [birşeyin hakikatını düşünebilmek için geçici olarak konulan isim ve vasıta] olduğundan, lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] sair esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâta câmiiyeti [kapsayıcılık] ve İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] olduğu itibarıyla, delâlet-i iltizamiye [bir sözün, kastedilen mânâ ile birlikte, bulunması gerekli olan başka bir mânâya olan işareti] ile delâlet ettiği gibi, “Vâcibü’l-Vücud[varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ünvanına dahi o delâlet-i iltizamiye [bir sözün, kastedilen mânâ ile birlikte, bulunması gerekli olan başka bir mânâya olan işareti] ile delâlet ediyor.

İşte, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ cümlesinin en kısa ve ulema-yı Arabiyece [Arap dil bilimcileri ve edebiyatçıları] müttefekun aleyh [karşıt, zıt] bir mânâ-yı zâhirîsi [bir ifadeden ilk başta anlaşılan mânâ] şöyle olursa, başka bir lisana o i’câz [mu’cize oluş] ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?

Hem elsine-i âlem [dünya dilleri] içinde lisan-ı nahvî, Arabîden başka birtek lisan var; o da hiçbir vakit Arap lisanının câmiiyetine [kapsayıcılık] yetişemez. Acaba o câmi ve i’câzdârâne [mu’cize oluş] olan lisan-ı nahvî ile mucizekârâne bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit [her şeyi kuşatan ilim] içinde zuhur eden kelimât-ı Kur’âniye, [Kur’ân’ın kelimeleri] sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye [kök üzerine hace ilâveli ve fiil çekimli diller] vasıtasıyla, zihni cüz’î, [ferdî, küçük] şuuru kısa, fikri müşevveş, [dağınık, karışık] kalbi karanlıklı bazı insanların kelimât-ı tercümiyesi [tercümede kullanılan kelimeler] nasıl o mukaddes kelimat [ifadeler, sözler] yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki ispat edebilirim ki, herbir harf-i Kur’ân, [Kur’an harfi] bir hakaik [doğru gerçekler] hazinesi hükmüne geçer; bazan birtek harf, bir sahife kadar hakikatleri ders verir.

ALTINCI NÜKTE [derin anlamlı söz]

Bu mânâyı tenvir [aydınlatma] için, kendi başımdan geçmiş nurlu bir hali ve hakikatli bir hayali söylüyorum. Şöyle ki:

560

Bir vakit اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 deki nun-u mütekellim-i maalgayri [birinci çoğul şahıs, “biz”] düşündüm ve mütekellim-i vahde [birinci tekil şahıs, “ben”] sıygasından [gr. kip fiillerde belirli bir zamanla konuşanın, dinleyenin ve konuşulanın teklik veya çokluk olarak belirtilmiş biçimi] نَعْبُدُ 2 sıygasına [gr. kip fiillerde belirli bir zamanla konuşanın, dinleyenin ve konuşulanın teklik veya çokluk olarak belirtilmiş biçimi] intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun’dan inkişaf [açığa çıkma] etti.

Gördüm ki, namaz kıldığım o Bayezid Camiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatimde izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiğim hükümlere ve dâvâlara birer şahit ve birer müeyyid [destekleyici] gördüm. Nâkıs [eksik] ubûdiyetimi, [Allah’a kulluk] o cemaatin büyük ve kesretli [çokluk] ibâdâtı [ibadetler] içinde dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] takdime cesaret geldi.

Birden, bir perde daha inkişaf [açığa çıkma] etti. Yani, İstanbul’un bütün mescidleri ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] peydâ etti. O şehir, o Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine mânen bir nevi mazhariyet hissettim.

Onda dahi, rû-yi zemin [yeryüzü] mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 3 dedim, benim bu kadar şefaatçilerim var, benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar.

Madem hayalen bu perde açıldı, Kâbe-i Mükerreme mihrap [imamın cemaate namaz kıldırdığı yer] hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek, o safları işhad [şahid gösterme] edip, tahiyyatta [selamlar ve dualar] getirdiğim اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ 4 olan imanın tercümanını mübarek Hacerü’l-Esvede [taş, kaya] tevdi edip emanet bırakıyorum derken, [anlama, algılama] birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki, dahil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı.

Birinci daire: Rû-yi zeminde [yeryüzü] mü’minler ve muvahhidîndeki [Allah’ın birliğine inanan] cemaat-i uzmâ. [büyük cemaat]

561

İkinci daire: Baktım, umum mevcudat, [var edilenler, varlıklar] bir salât-ı kübrâda, [büyük namaz] bir tesbihât-ı uzmâda, [büyük tesbihât; bütün varlıkların Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anmaları] her taife kendine mahsus salâvat [namazlar, dualar] ve tesbihatla meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezâif-i eşya[eşyanın vazifeleri] tabir edilen hidemât-ı meşhude, [görülen hizmetler] onların ubûdiyetlerinin [Allah’a kulluk] ünvanlarıdır. O halde Allahu ekber deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:

Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz, [hayret verici] zâhiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] büyük, bir küçük âlemi gördüm ki, zerrât-ı vücudiyemden [beden hücreleri] tâ havâss-ı zâhiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubûdiyetle [kulluk görevi] ve şükrâniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki lâtife-i Rabbâniyem, [insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım o iki cemaat-i uzmâ[büyük cemaat] niyet ederek demişti.

Elhasıl, [kısaca, özetle] نَعْبُدُ nun’u şu üç cemaate işaret ediyor. İşte bu halette [hal, durum] iken, birden Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tercümanı ve mübelliği [tebliğ eden, bildiren] olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, Medine-i Münevvere denilen mânevî minberinde, [câmide hutbe okunan yer] şahsiyet-i mâneviyesi [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] haşmetiyle temessül [belirme, görünme] ederek, يَاۤ اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ 2 hitabını, mânen herkes gibi ben de işitip, o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyor tahayyül [hayal etme] ettim. اِذَا ثَبَتَ الشَّىْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهِ 3 kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki:

Madem bütün âlemlerin Rabbi, insanları muhatap ittihaz [edinme, kabullenme] edip umum

562

mevcudatla [var edilenler, varlıklar] konuşur; ve şu Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev-i beşere, belki umum zîruha [ruh sahibi] ve zîşuura [akıl ve şuur sahibi] tebliğ ediyor. İşte, bütün mazi [geçmiş] ve müstakbel, [gelecek] zaman-ı hazır [şimdiki zaman] hükmüne geçti; bütün nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak, o hitap, o suretle onlara ediliyor.

O vakit, herbir âyât-ı Kur’âniye, [Kur’ân ayetleri] gayet haşmetli ve vüs’atli [geniş] bir makamdan, gayet kesretli [çokluk] ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelîden [ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah] ve makam-ı mahbubiyet-i [Allah’ın sevgisini kazanma makamı] uzmâ sahibi tercüman-ı âlişanından aldığı bir kuvvet-i ulviyet, [ulvî, yüce, İlâhî kuvvet] cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] ve belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] içinde, parlak, hem pek parlak bir nur-u i’câzı [mu’cizelik nuru] içinde gördüm. O vakit, değil umum Kur’ân, ya bir sûre, yahut bir âyet, belki herbir kelimesi birer mucize hükmüne geçti. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ 1 dedim; o ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olan hayalden, نَعْبُدُ nun’una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki, Kur’ân’ın değil âyetleri, kelimeleri, belki nun-u 2 نَعْبُدُ gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatlerin nurlu anahtarlarıdır.

Kalb ve hayal, o nun-u نَعْبُدُ ‘den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: “Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. [delil] Ayn-ı نَعْبُدُ ve نَسْتَعِينُ 3’de, Mâbud [ibadet edilen] ve Müsteân [kendisinden yardım istenen, yardım beklenen Allah] olan Hâlıka giden yolu göstermek lâzımdır ki, sizinle gelebileyim.”

O vakit kalbe şöyle geldi ki:

O mütehayyir [hayrete düşen] akla de: Bak, kâinattaki bütün mevcudata: [var edilenler, varlıklar] Zîhayat [canlı] olsun, câmid [cansız] olsun, kemâl-i itaat [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] ve intizamla vazife suretinde ubûdiyetleri [Allah’a kulluk] var. Bir kısmı, şuursuz,

563

hissiz oldukları halde, gayet şuurkârâne, [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] intizamperverâne [düzenliliğe düşkün şekilde] ve ubûdiyetkârâne [kulluğa yakışır tarzda] vazife görüyorlar. Demek bir Mâbud-u Bilhak ve bir Âmir-i Mutlak [kesin emir sahibi olan, mutlak emredici Allah] vardır ki, bunları ibadete sevk edip istihdam [çalıştırma] ediyor.

Hem bak, bütün mevcudata, [var edilenler, varlıklar] hususan zîhayat [canlı] olanlara: Herbirinin gayet kesretli [çokluk] ve gayet mütenevvi [çeşit çeşit] ihtiyacatı var ve vücut ve bekàsına lâzım pek kesretli, [çokluk] muhtelif matlupları [istek] var; en küçüğüne elleri ulaşmaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlapları, [doğuş yeri] ummadığı yerden, vakt-i münasipte, [uygun zaman] muntazaman onların ellerine veriliyor ve bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görünüyor.

İşte, şu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bu hadsiz fakr ve ihtiyacatı ve bu fevkalâde iânât-ı gaybiye [gaybî yardımlar] ve imdâdât-ı Rahmâniye [sonsuz rahmet sahibi Allah’ın yardımları] bilbedâhe [açık bir şekilde] gösterir ki, bir Ganiyy-i Mutlak [sınırsız zenginliğe sahip olan Allah] ve Kerîm-i Mutlak [lütuf ve cömertliği sınırsız olan Allah] ve Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] olan bir hâmi [himaye eden, koruyan] ve râzıkları [bütün mahlukatın rızkını veren Allah] vardır ki, herşey ve her zîhayat [canlı] Ondan istiâne [yardım dileme] eder, medet bekliyor, mânen اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der.

O vakit akıl, “Âmennâ [“iman ettik”] ve saddaknâ” dedi.

YEDİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Sonra, o halde اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 1 dediğim vakit, baktım ki:

Mazi [geçmiş] tarafına göçüp giden kàfile-i beşer [insan topluluğu] içinde gayet nuranî, parlak enbiya, [nebiler, peygamberler] sıddıkîn, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] şüheda, [şehitler] evliya, salihîn kàfilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübrâ-yı müstakîmde gidiyorlar. Bu kelime beni o kàfileye iltihak [karışma, katılma] etmek için yol gösteriyor, belki iltihak [karışma, katılma] ettiriyor. Birden, “Fesübhânallah,” [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. “Zulümat-ı istikbali [gelecek zaman karanlıkları] tenvir [aydınlatma] eden ve kemâl-i selâmetle [mükemmel bir güvenlilikle]

564

giden bu nuranî kàfile-i uzmâya [muazzam, büyük topluluk] iltihak [karışma, katılma] etmemek, ne kadar hasâret [zarar] ve helâket [mahvolma] olduğunu, zerre miktar şuuru olan, bilmesi lâzım. Acaba bid’aları [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] icad etmekle o kàfile-i uzmâdan [muazzam, büyük topluluk] inhiraf [doğru yoldan sapma] eden, nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?”

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki:

كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ 1 Acaba bu ferman-ı kat’îye [kesin emir, buyruk] karşı, ulemâü’s-sû[kötü âlimler, geçici menfaatlar uğruna hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler] tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı [amaç, yarar] buluyorlar, hangi fetvâyı veriyorlar ki, lüzumsuz, zararlı bir surette şeâir-i İslâmiyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] bedîhiyâtına [açık] karşı geliyorlar, tebdili [başka bir şeyle değiştirme] kàbil [gibi] görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat [geçici] bir cilve-i mânâdan [mânânın yansıması, görünmesi] gelen bir intibah-ı muvakkat, [geçici uyanış] o ulema-i sû’u aldatmıştır.

Meselâ, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat [geçici] bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] ve paslı ve kesif [katı] ve ârızî [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] deri altında siyahlanır, taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, [Allah ve Resulünün tabirleri, ifadeleri] hayattar ve sevabdar [sevaplı] bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki [mânâlar] bir nuraniyet, muvakkaten [geçici] çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ [ayrılık] olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise…

SEKİZİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Buna dair bir düstur-u hakikati [gerçeğe ulaştıran prensip] beyan etmek lâzım. Şöyle ki:

Nasıl “hukuk-u şahsiye[şahsın hak ve hukuku, kişi hakları] ve bir nevi hukukullah [Allah’ın hakkı] sayılan “hukuk-u umumiye[kamu hukuku] namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer’iyede [şeriatın meseleleri, kaideleri] bir kısım mesâil, eşhâsa [şahıslar, fertler] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder ki, onlara “şeâir-i İslâmiye” [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır.

565

Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] en cüz’îsi [ferdî, küçük] (sünnet kabilinden [gibisinden, türünden] bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. [önem vererek bakma] Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma [İslâm âlemi] taallûk [ait olma, ilgilendirme] ettiği gibi, Asr-ı Saadetten [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!

DOKUZUNCU NÜKTE [derin anlamlı söz]

Mesâil-i şeriattan [şeriatın meseleleri, kaideleri] bir kısmına “taabbüdî[sırf emrolunduğu için yapılan şeyler, ibadetler] denilir, aklın muhakemesine bağlı değildir, emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.

Bir kısmına “mâkulü’l-mânâ[hikmeti akılla kavranılabilir] tabir edilir. Yani, bir hikmet ve bir maslahatı [amaç, yarar] var ki, o hükmün teşriine [yasama, kanun koyma] müreccih [tercih eden] olmuş; fakat sebep ve illet [asıl sebep] değil. Çünkü hakikî illet, [asıl sebep] emir ve nehy-i İlâhîdir. [Allah tarafından konulan yasak]

Şeâirin [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] taabbüdî [sırf emrolunduğu için yapılan şeyler, ibadetler] kısmı, hikmet ve maslahat [amaç, yarar] onu tağyir [değiştirme] edemez. Taabbüdîlik [sırf emrolunduğu için yapılan şeyler, ibadetler] ciheti tereccuh [üstün gelme] ediyor; ona ilişilmez. Yüz bin maslahat [amaç, yarar] gelse onu tağyir [değiştirme] edemez. Öyle de, “Şeâirin [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] faidesi yalnız malûm mesâlihtir” [maslahatlar, faydalar] denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar [amaç, yarar] ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir.

Meselâ, biri dese, “Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu halde bir tüfek atmak kâfidir.” Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse, acaba nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] netice-i uzmâ[büyük netice] ve nev-i beşerin netice-i hilkati [yaratılış neticesi] olan ilân-ı tevhid [herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu ilân etme] ve rububiyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] karşı izhar-ı ubûdiyete [kulluğun gösterilmesi, belirtilmesi] vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?

Elhasıl, [kısaca, özetle] Cehennem lüzumsuz değil. Çok işler var ki, bütün kuvvetiyle “Yaşasın Cehennem” der.

Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiyat ister.

لاَيَسْتَوِۤى اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَۤائِزُونَ * 1

566

İkinci Risale olan İkinci Kısım

 Ramazan-ı Şerife dairdir

Birinci Kısmın âhirinde şeâir-i İslâmiyeden [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] bir nebze bahsedildiğinden, şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu İkinci Kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir. Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir. [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِۤى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى للِنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِ * 1

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Ramazan-ı Şerifteki savm, [oruç] İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin [beş esas] birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] âzamlarındandır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rububiyetine, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, [sosyal hayat] hem hayat-ı şahsiyesine, [kişisel hayat] hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin [Allah’ın nimetleri] şükrüne bakar hikmetleri var.

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zemin yüzünü bir sofra-i nimet [nimet sofrası] suretinde halk ettiği ve bütün envâ-ı nimeti [nimet çeşitleri] o sofrada مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ 2bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i Rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] ve Rahmâniyet ve Rahîmiyetini [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] o vaziyetle ifade ediyor.

567

İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab [sebebler] dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, [Allah’a inanan] birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne [kulluğa yakışır tavır, hareket] göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli [kapsamlı] Rahmâniyete karşı, vüs’atli [geniş] ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle [Allah’a kulluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete [Allah’a kulluk] ve şeref-i keramete [şerefli vazife, görev] iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Ramazan-ı Mübareğin savmı, [oruç] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın matbahından [mutfak] bir tablacının [tezgâhtar, sunucu] getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya [tezgâhtar, sunucu] bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’âm [nimet verme] edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet [aptallık] olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz envâ-ı nimetini [nimet çeşitleri] nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş, ona mukàbil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı, tablacı [tezgâhtar, sunucu] hükmündedirler. O tablacılara [tezgâhtar, sunucu] bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki, Mün’im-i Hakikî, [gerçek nimet verici olan Allah] o esbabdan hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte Ona teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk [anlama, algılama] edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet [nimet derecesi] anlaşılmıyor. Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında  

568

çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] olduğuna kuvve-i zâika[tad alma duyusu] şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye [mânevî şükür] mazhar [erişme, nail olma] olur.

Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti [yasaklanmış olmak, men edilmek] cihetiyle, “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde [yemek veya içmek] hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in’âmıdır; [nimetlendirme] Onun emrini bekliyorum” diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî [mânevî şükür] eder.

İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye [insanlık görevi] olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye [insanların sosyal hayatı] baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsanlar maişet [geçim] cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine [yardım] davet ediyor. Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete [yardım] mükellef olduğu ihsanı [bağış] ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti [durum] kendi nefsinde hissetmiyor.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki [anlama, kabul etme] eder. Hattâ, mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve keyfemâyeşâ [kendi keyfince, keyfi nasıl isterse] hareketi, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan, dünyada servet ve iktidarı da

569

varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, [hakkı olmadığı şeyi alarak, gasbederek] hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi [Allah’ın kullarına verdiği nimet] hayvan gibi yutar.

İşte, Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi malik değil, memlûktür; [köle, kul] hür değil, abddir. Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] kırılır, ubûdiyeti [Allah’a kulluk] takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.

BEŞİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına [ahlâkı güzelleştirme, kötü huyları giderme] ve serkeşâne [baş kaldırır bir şekilde] muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Nefs-i insaniye [insanda bulunan ve onu kötülüğe yönelten duygu] gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle [batış, kayboluş] maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan [çelik] bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, [ölmeyecekmişçesine, ölümsüz olarak] kendini ebedî tahayyül [hayal etme] eder gibi dünyaya saldırır. Şedit [çok şiddetli] bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle [tam bir şefkat] terbiye eden Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] unutur. Hem netice-i hayatını [hayatın neticesi, gayesi] ve hayat-ı uhreviyesini [âhiret hayatı] düşünmez; ahlâk-ı seyyie [kötü ahlâk] içinde yuvarlanır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, [inatçı] zaafını [zayıflık, güçsüzlük] ve aczini ve fakrını ihsas [hissettirme] ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk [anlama, algılama] eder. Nefsin Firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz [tam anlamıyla âcizlik] ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî [mânevî şükür] eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır—eğer gaflet kalbini bozmamışsa!

570

ALTINCI NÜKTE [derin anlamlı söz]

Ramazan-ı Şerifin sıyâmı, [oruç] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] en mühim zaman-ı nüzulü [inme zamanı] olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] madem şehr-i Ramazan‘da [Ramazan ayı] nüzul etmiş. O Kur’ân’ın zaman-ı nüzulunu [inme zamanı] istihzar [hazır etme, gözönüne getirme] ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal [güzel bir şekilde karşılama] etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden [aşağılık ve bayağı ihtiyaçlar] ve mâlâyâniyat [anlamsız, faydasız] hâlâttan [durumlar, haller] tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] ve ekl [yeme] ve şürbün [içme] terkiyle melekiyet [meleklik] vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi [ilâhî hitaplar, seslenişler] güya geldiği ân-ı nüzulünde [inme (gönderilme) ânı] dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekremden (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelîden [ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah] dinliyor gibi bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hâlete [durum] mazhar [erişme, nail olma] olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’ân’ın hikmet-i nüzulünü [iniş gayesi, hikmeti] bir derece göstermektir.

Evet, Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm [İslâm âlemi] bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin [(en) büyük mescid] köşelerinde o Kur’ân’ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara [dünyalılar] işittiriyorlar. Her Ramazan, شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِۤى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْاٰنُ 1 âyetini, nuranî, parlak bir tarzda gösteriyor; Ramazan Kur’ân ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmânın [büyük cemaat] sair efradları, [bireyler] bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri kendi kendine okurlar.

Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, [kutsal mescid] nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhalefet edenler de o derece umum âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mânevî nefretine ve tahkirine [aşağılama] hedeftir.

571

YEDİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Ramazan’ın sıyâmı, [oruç] dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın [insan türü, insanlık] kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mâl, [amellerin sevabı, karşılığı] bire bindir. Kur’ân-ı Hakîmin, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nass-ı hadisle, [hadis hükmü] herbir harfinin on sevabı var;1 on hasene sayılır, on meyve-i Cennet [Cennet meyvesi] getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir.2 Ve Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] otuz bin hasene sayılır.3 Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] öyle bir nuranî şecere-i tûbâ [Cennetteki tûba ağacı] hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü’minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın [harfler] kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette [zarar] olduğunu anla.

İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, [sergi] bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit [verimli, bereketli] bir zemindir. Ve neşvünemâ-i [büyüyüp gelişme] a’mâl için, bahardaki mâ-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] İlâhiyeye karşı ubûdiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni [anlamsız, faydasız] ve hevâperestâne [nefsin isteklerine düşkün bir şekilde] müştehiyâta [hoşa giden lezzetli şeyler] girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten [geçici] hayvaniyetten çıkıp melekiyet [meleklik] vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten [geçici] bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden [ceset şekline girme, cesetleşme] tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı [oruç] ile Samediyete [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] bir nevi âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] etmektir.

572

Evet, Ramazan-ı Şerif, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] tazammun [içerme, içine alma] eder, kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını [meyve] kazandırabilir. Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] ise, nass-ı Kur’ân [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü] ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kàtıadır. [kesin delil]

Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, [saltanat süresi] belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına [saltanatın görüntüsü] mazhar [erişme, nail olma] bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, [halk] o günde umumî kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsânâtına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini has teveccühüne [ilgi] mazhar [erişme, nail olma] eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı [başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan] olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelâli, [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Padişah, Allah] o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh [ilgi] eden ferman-ı âlişânı [şanı yüce ferman] olan Kur’ân-ı Hakîmi, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Ramazan-ı Şerifte inzal [indirme] eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî [İlâhî bayram] ve bir meşher-i Rabbânî [Cenâb-ı Hakkın sergisi] ve bir meclis-i ruhanî [ruhanîler meclisi, meleklerin ve ruhların toplanma yer ve zamanı] hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. [Allah’ın hikmetinin gereği]

Madem Ramazan o bayramdır. Elbette bir derece süflî [alçak] ve hayvanî meşagilden [meşguliyetler ve çalışmalar] insanları çekmek için, oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli [daha mükemmel] ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye [insana ait cihazlar, duygular] dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan [anlamsız, faydasız] çekmek ve herbirisine mahsus ubûdiyete [Allah’a kulluk] sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur’ân [Kur’ân okumak] ve zikir ve tesbih ve salâvat [namazlar, dualar] ve istiğfar [af dileme] gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal [boş durma, işlere son verme] ettirilse, başka küçük destgâhlar [iş yeri] kolayca ona ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ettirilebilir.

573

SEKİZİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine [kişisel hayat] baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir [perhiz] ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ [kendi keyfince, keyfi nasıl isterse] hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne [baş kaldırır bir şekilde] dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.

Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb [çekme] etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kàbiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi [maddî olmayan hayat] bozmamaya çalışır.

Hem insanın ekseriyet-i mutlaka[büyük çoğunluk] açlığa çok defa müptelâ [bağımlı] olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.

Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye [insana ait cihazlar, duygular] var. Nefis, eğer muvakkat [geçici] bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal [boş durma, işlere son verme] etmezse, o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü [baskı] altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi [insana ait cihazlar, duygular] de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş [dağınık, karışık] eder. Nazar-ı dikkatlerini [dikkat içeren bakış] daima kendine celb [çekme] eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten [geçici] unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] tekemmül [mükemmelleşme] için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.

Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o

574

fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî [alçak] eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî [melek gibi, meleğe ait] ve ruhanî eğlencelerde telezzüz [lezzet alma] ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü’minler derecâtına [dereceler] göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara [mutluluk] mazhar [erişme, nail olma] oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin [duygular] o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] ve tefeyyüzleri [feyizlenme] vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.

DOKUZUNCU NÜKTE [derin anlamlı söz]

Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini [Allah’a kulluk] bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; Firavunâne kendi rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin Firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, [zayıflık, güçsüzlük] fakrını gösterir, abd [köle] olduğunu bildirir.

Hadisin rivayetlerinde vardır ki:

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”

Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene [benlik] ene, [benlik] ente [sen] ente.” [sen] Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.

Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente?” [sen]

Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ * وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجْزُ Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] Ben senin âciz bir abdinim.1

575

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلٰوةً تَكُونُ لَكَ رِضَۤاءً وَلِحَقِّهِ اَدَۤاءً بِعَدَدِ ثَوَابِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ فِى شَهْرِ رَمَضَانِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ * 1

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ * وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ * وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اٰمِينَ * 2

 İtizar: Şu İkinci Kısım, kırk dakikada sür’atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet [düzensizlik, karışıklık] ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha [hoşgörü bakışı] ile bakmalarını ihvanlarımızdan [kardeş] bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.

ba

576

Üçüncü Risale olan Üçüncü Kısım

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] iki yüz aksâm-ı i’câziyesinden [mu’cizelik kısımları] nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda, Kur’ân-ı Azîmüşşânı, [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] Hafız Osman hattıyla taayyün [belirleme] eden ve Âyet-i Müdâyene [Kur’ân’daki (Bakara, 281) borçlu ve alacaklı hakkındaki âyet] mikyas [ölçü] tutulan sahifeleri ve Sûre-i İhlâs vahid-i kıyasî [ölçü birimi] tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i’câzı [mu’cizelik nakşı] göstermek tarzında bir Kur’ân yazmaya dair mühim bir niyetimi, hizmet-i Kur’ân’daki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret [danışma] etmek ve onların fikirlerini istimzaç [kaynaşmaya çalışma, uyum sağlamaya çalışma] etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum. Şu Üçüncü Kısım, Dokuz Meseledir.

BİRİNCİ MESELE

Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] envâ-ı i’câzı [mu’cizelik çeşitleri] kırka bâliğ [erişen, ulaşan] olduğu, İ’câz-ı Kur’ân namındaki Yirmi Beşinci Sözde burhanlarıyla ispat edilmiş. Bazı envâı [tür] tafsilen, bir kısmı icmâlen, [özet] muannidlere [inatçı] karşı dahi gösterilmiş.

Hem Kur’ân’ın i’câzı, [mu’cize oluş] tabakat-ı insaniyede kırk tabakaya karşı ayrı ayrı i’câzını [mu’cize oluş] gösterdiği, On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde beyan edilmiş ve o tabakatın on kısmının ayrı ayrı hisse-i i’câziyelerini [farklı sınıflara tesir eden mu’cizenin, her sınıfta ayrı ayrı görülen hissesi] ispat etmiş. Sair otuz tabaka-i âhar, [diğer sınıflar] ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] muhtelif meşrepler [hareket tarzı, metod] ashabına ve ulûm-u mütenevvianın [çeşitli ilimler] ayrı ayrı ashablarına ayrı ayrı i’câzını [mu’cize oluş] gösterdiğini, onların ilmelyakîn, [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde Kur’ân hak kelâmullah [Allah kelâmı] olduğunu, iman-ı tahkikîleri [araştırma ve incelemeye dayanan iman] göstermişler. Demek, herbiri ayrı ayrı bir tarz da bir vech-i i’câzını [mu’cizelik yönü] görmüşler.

Evet, ehl-i marifet [Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler] bir velînin fehmettiği i’câz [mu’cize oluş] ile, ehl-i aşk [aşk ehli, Allah aşıkları] bir velînin

577

müşahede ettiği cemâl-i i’câz bir olmadığı gibi, muhtelif meşâribe göre cemâl-i i’câzın cilveleri değişir. Bir ilm-i usûliddin allâmesinin [büyük âlim] ve bir imamının gördüğü vech-i i’câz [mu’cizelik yönü] ile füruat[dallar, şubeler, kısımlar] şeriattaki bir müçtehidin gördüğü vech-i i’câz [mu’cizelik yönü] bir değil, ve hâkezâ… Bunların tafsilen ayrı ayrı vücuh-u i’câzını [mu’cize olma yönleri] göstermek elimden gelmiyor. Havsalam [anlama gücü] dardır; ihata [herşeyi kuşatma] edemiyor; nazarım kısadır, göremiyor. Onun için yalnız on tabaka beyan edilmiş, mütebâkisi [geri kalan] icmâlen [özet] işaret edilmiş. Şimdi o tabakalardan iki tabaka, Mucizât-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a.s.m.) birçok mu’cizelerinin anlatıldığı risale; On Dokuzuncu Mektup] risalesinde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmıştı.

Birinci tabaka: “Kulaklı tabaka” tabir ettiğimiz âmi [basit, sıradan] avam, [halk] yalnız kulakla Kur’ân’ı dinler, kulak vasıtasıyla i’câzını [mu’cize oluş] anlar. Yani, der: “Bu işittiğim Kur’ân, başka kitaplara benzemez. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkinde [üstünde] olacak. Umumun altındaki şık ise, kimse diyemez ve dememiş; şeytan dahi diyemez. Öyle ise umumun fevkindedir.” [üstünde]

İşte bu kadar icmal [kısaca, özet olarak] ile On Sekizinci İşarette yazılmıştı. Sonra, onu izah için Yirmi Altıncı Mektubun “Hüccetü’l-Kur’ân alâ Hizbi’ş-Şeytan” namındaki Birinci Mebhası, [bahis, kısım] o tabakanın i’câzdaki [mu’cize oluş] fehmini tasvir ve ispat eder.

İkinci tabaka: Gözlü tabakasıdır. Yani, âmi [basit, sıradan] avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyunlar tabakasına karşı, Kur’ân’ın gözle görünecek bir işaret-i i’câziyesi bulunduğu, On Sekizinci işarette dâvâ edilmiş. Ve o dâvâyı tenvir [aydınlatma] ve ispat etmek için çok izaha lüzum vardı. Şimdi anladığımız mühim bir hikmet-i Rabbâniye [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz’î [ferdî, küçük] birkaç cüz’iyâtına [ferdler, küçük şeyler] işaret edilmişti. Şimdi o hikmetin sırrı anlaşıldı ve tehiri daha evlâ olduğuna kat’î kanaatimiz geldi. Şimdi, o tabakanın fehmini ve zevkini teshil [kolaylaştırma] etmek için, kırk vücuh-u i’câzdan, [mu’cize olma yönleri] gözle görülen bir vechini, [cihet, yön, taraf] bir Kur’ân’ı yazdırdık ki o yüzü göstersin.

ba

578

Dördüncü Risale olan Dördüncü Kısım

Bu Üçüncü Kısmın mütebâki [geri kalan] meseleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] dair olduğu için, tevafukata [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] dair olan Fihriste ile iktifâ [yetinme] edilerek, burada yazılmamışlardır. Yalnız Dördüncü Kısma ait bir ihtar ile Üçüncü Nükte [derin anlamlı söz] yazılmıştır.

İHTAR: Lâfz-ı Resul‘deki [Resul lâfzı, kelimesi] nükte-i azîmenin [ince sözdeki mânâ yüceliği] beyanında yüz altmış âyet yazıldı. İşbu âyetlerin hâsiyeti [özellik] pek azîm olmakla beraber, mânâ cihetiyle birbirini ispat ve tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ettiğinden, çok mânidar olduğu için, muhtelif âyâtı hıfz etmek veya okumak arzusunda bulunanlara bir hizb-i Kur’ânî [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] olduğu gibi, Kur’ân kelimesindeki nükte-i azîmenin [ince sözdeki mânâ yüceliği] beyanında, altmış dokuz âyât-ı azîmenin derece-i belâğati [belağat derecesi] pek fevkalâde ve kuvvet-i cezâleti [kelimedeki akıcı ve düzgün anlatım gücü] pek ulvîdir. Bu da ikinci bir hizb-i Kur’ânî [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] olarak ihvâna [kardeşler] tavsiye edilir. Yalnız Kur’ân kelimesi, yedi silsile-i Kur’ân‘da [Kur’ân’daki tevafuklu ve bağlantılı ifadeler] mevcut olup, umum o kelimeyi tutmuş, hariç iki kalmış. O iki de “kıraat” mânâsında olduğundan, o huruç, [çıkma] nükteye [derin anlamlı söz] kuvvet vermiştir. Resul [Allah’ın elçisi] lâfzı ise, o kelime ile en ziyade münasebettar [alâkalı, ilgili] sûreler içinde Sûre-i Muhammed ile Sûre-i Fetih olduğundan, o iki sûreden çıkan silsilelere hasrettiğimizden, hariç kalan Resul [Allah’ın elçisi] lâfzı şimdilik derc [yerleştirme] edilmemiştir. Vakit müsaade etse, bundaki esrar yazılacaktır inşaallah. [Allah dilerse]

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Dört Nüktedir. [derin anlamlı söz]

NÜKTE: [derin anlamlı söz] Lâfzullah, [“Allah” lâfzı, kelimesi] mecmu-u Kur’ân’da 2806 (iki bin sekiz yüz altı) defa zikredilmiştir. Bismillâh’takilerle beraber lâfz-ı Rahmân 159 (yüz elli dokuz) defa, lâfz-ı Rahîm [Rahîm kelimesi] 220 (iki yüz yirmi), lâfz-ı Gafûr [Gafûr kelimesi] 61 (altmış bir), lâfz-ı Rab [Rab kelimesi] 846 (sekiz yüz kırk altı), lâfz-ı Hakîm [Hakîm kelimesi] 86 (seksen altı), lâfzı Alîm [Alîm kelimesi] 126 (yüz yirmi altı), lâfz-ı Kadîr [Kadîr kelimesi] 31 (otuz bir), Lâ ilâhe illâ Hû’daki Hû 26 (yirmi altı) defa zikredilmiştir.Haşiye [dipnot]

579

Lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] adedinde çok esrar ve nükteler [derin anlamlı söz] var. Ezcümle, lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] ve Rab’dan sonra en ziyade zikredilen Rahmân, Rahîm, Gafûr [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ile beraber lâfzullah, [“Allah” lâfzı, kelimesi] Kur’ân âyetlerinin nısfıdır. [yarı] Hem lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] ve Allah lâfzı yerinde zikredilen lâfz-ı Rab [Rab kelimesi] ile beraber, yine nısfıdır. [yarı] Çendan [gerçi] Rab lâfzı 846 (sekiz yüz kırk altı) defa zikredilmiş; fakat dikkat edilse, beş yüz küsuru Allah lâfzı yerinde zikredilmiş, iki yüz küsuru öyle değildir.

Hem Allah, Rahmân, Rahîm, Alîm ve Lâ ilâhe illâ Hû’daki Hû adediyle beraber yine nısfıdır; [yarı] fark yalnız dörttür. Ve Hû yerinde Kadîr ile beraber, yine mecmu-u âyâtın nıfsıdır; fark dokuzdur.

Lâfz-ı Celâlin [“Allah” kelimesi] mecmuundaki nükteler [derin anlamlı söz] çoktur. Yalnız şimdilik bu nükte [derin anlamlı söz] ile iktifâ [yetinme] ediyoruz.

İKİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Sûreler itibarıyladır. Onun dahi çok nükteleri [derin anlamlı söz] var. Bir intizam, bir kast ve bir iradeyi gösterir bir tarzda tevafukatı [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] vardır.

Sûre-i Bakarada, âyâtın adediyle Lâfz-ı Celâlin [“Allah” kelimesi] adedi birdir; fark dörttür ki, Allah lâfzı yerinde dört Hû lâfzı var (meselâ Lâ ilâhe illâ Hû’daki Hû gibi); onunla muvafakat tamam olur.

Âl-i İmrân‘da, [Kur’ân-ı Kerîm’in 3. sûresi] yine âyâtıyla Lâfz-ı Celâl [“Allah” kelimesi] tevafuktadır, müsavidirler. [eşit] Yalnız Lâfz-ı Celâl [“Allah” kelimesi] 209 (iki yüz dokuz)’dur, âyet 200 (iki yüz)’dür; fark dokuzdur. Böyle meziyât-ı kelâmiyede [sözün, kelâmın özellikleri, hususiyetleri] ve belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] nüktelerinde [derin anlamlı söz] küçük farklar zarar vermez; takribî [yaklaştırma] tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] kâfidir.

Sûre-i Nisâ, Mâide, [Kur’ân-ı Kerimin 5. sûresi] En’âm; [deve, sığır, koyun gibi evcil hayvanlar; nimetler] üçünün mecmu-u âyetleri, mecmuundaki Lâfz-ı Celâlin [“Allah” kelimesi] adedine tevafuktadır. Âyetlerin adedi 464 (dört yüz altmış dört), Lâfz-ı Celâlin [“Allah” kelimesi] adedi 461 (dört yüz altmış bir); Bismillâh’taki lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] ile beraber tam tevafuktadır.

Hem meselâ, baştaki beş sûrenin Lâfz-ı Celâl [“Allah” kelimesi] adedi; Sûre-i A’râf, Enfâl, [Kur’ân-ı Kerimin 8. sûresi] Tevbe, Yûnus, Hûd’daki Lâfz-ı Celâl [“Allah” kelimesi] adedinin iki mislidir. [benzer] Demek bu âhirdeki beş, evvelki beşin nısfıdır. [yarı]

580

Sonra gelen Sûre-i Yûsuf, Ra’d, [gök gürültüsü] İbrahim, Hicr, [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] Nahl [arı] Sûrelerindeki Lâfz-ı Celâl [“Allah” kelimesi] adedi, o nısfın [yarı] nısfıdır. [yarı] Sonra Sûre-i İsrâ, Kehf, [Kur’ân-ı Kerimin 18. sûresi] Meryem, [Kur’ân-ı Kerimin 19. sûresi] Tâhâ, [Kur’ân-ı Kerimin 20. sûresi] Enbiyâ, [Kur’ân-ı Kerimin 21. sûresi] Hac,Haşiye o nısfın [yarı] nısfının [yarı] nısfıdır. [yarı] Sonra gelen beşer beşer, takriben [yaklaştırma] o nisbetle gidiyor; yalnız bazı küsuratla fark var. Öyle farklar, böyle makam-ı hitabîde [hitab etme makamı, ifâde tarzı] zarar vermez. Meselâ bir kısım 121 (yüz yirmi bir), bir kısmı 125 (yüz yirmi beş), bir kısmı 154 (yüz elli dört), bir kısmı 159 (yüz elli dokuz)’dur. Sonra, Sûre-i Zuhruf’tan başlayan beş sûre, o nısf-ı nısf-ı nısfın nısfına iniyor. Sûre-i Necm’den başlayan beş, o nısf-ı nısf-ı nısf-ı nısf-ı nısfıdır, fakat takribîdir. [yaklaştırma] Küçük küsuratın farkları, böyle makamât-ı hitâbiyede [hitap etme makamları, konumları, ifade tarzları] zarar vermez. Sonra gelen küçük beşler içinde, üç beşlerin, yalnız üçer adet Lâfz-ı Celâli [“Allah” kelimesi] var.

İşte bu vaziyet gösteriyor ki, Lâfz-ı Celâlin [“Allah” kelimesi] adedine tesadüf karışmamış; bir hikmet ve intizamla adetleri tayin edilmiş.

LÂFZULLAHIN [ifade, kelime] ÜÇÜNCÜ NÜKTESİ: [derin anlamlı söz] Sahifeler nisbetine bakar. Şöyle ki:

Bir sahifede olan Lâfz-ı Celâl [“Allah” kelimesi] adedi, o sahifenin sağ yüzü ve o yüze karşıki sahifeye ve bazan soldaki karşıki sahife ve karşının arka yüzüne bakar. Ben kendi nüsha-i Kur’âniyemde [ciltlenmiş, kitap hâline getirilmiş Kur’ân nüshası] bu tevafuku tetkik ettim, ekseriyetle gayet güzel bir nisbet-i adediye [sayısal uygunluk oranı] ile bir tevafuk gördüm, nüshama da işaretler koydum. Çok defa müsavi [eşit] olur; bazan nısf [yarı] veyahut sülüs [(mirasta) üçte bir] oluyor. Bir hikmet ve intizamı ihsas [hissettirme] eden bir vaziyeti vardır.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Sahife-i vahiddeki [bir tek sahife, bir sayfa] tevafukattır. [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] Kardeşlerimle üç dört ayrı ayrı nüshaları mukabele [karşılama; karşılık verme] ettik; umumunda tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] matlup [istek] olduğuna kanaatimiz geldi. Yalnız, matbaa müstensihleri [el ile yazıp çoğaltan] başka maksatları takip ettiklerinden, bir derece tevafukatta [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] intizamsızlık düşmüş. Tanzim edilse, pek nadir istisna ile, mecmu-u Kur’ân’da 2806 (iki bin sekiz yüz altı) Lâfz-ı Celâlin [“Allah” kelimesi] adedinde tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] görünecektir. Ve bunda bir şule-i i’câz [mu’cizelik parıltısı, ışığı] parlıyor. Çünkü, fikr-i beşer, [insan düşüncesi] bu

581

pek geniş sahifeyi ihata [herşeyi kuşatma] edemez ve karışamaz. Tesadüfün ise, bu mânidar ve hikmettar [herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapan] vaziyete eli ulaşamaz.

Dördüncü Nükteyi [derin anlamlı söz] bir derece göstermek için yeni bir mushaf [Kur’ân] yazdırıyoruz ki, en münteşir [yaygın olan] mushafların [Kur’ân] aynı sahife, aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber, san’atkârların [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] lâkaytlığı [duyarsız] tesiradem-i intizama maruz kalan yerleri tanzim edip, tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] hakikî intizamı inşaallah [Allah dilerse] gösterilecektir; ve gösterildi.

اَللّٰهُمَّ يَا مُنْزِلَ الْقُرْاٰنِ بِحَقِّ الْقُرْاٰنِ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ مَا دَارَ الْقَمَرَانِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ اٰمِينَ * 1

ba

582

Beşinci Risale olan Beşinci Kısım

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 1

âyet-i pür-envârının çok envâr-ı esrarından [sırların nurları; bilinmeyen gizli şeylerin ışıkları] bir nurunu, Ramazan-ı Şerifte bir hâlet-i ruhaniyede hissettim, hayal meyal gördüm. Şöyle ki:

Üveys-i Karânî’nin

اِلٰهِى اَنْتَ رَبِّى وَاَنَا الْعَبْدُ.. وَاَنْتَ الْخَالِقُ وَاَنَا الْمَخْلُوقُ.. وَاَنْتَ الرَّزَّاقُ وَاَنَا الْمَرْزُوقُ.. الخ * 2

münâcât-ı meşhuresi nev’inden, bütün mevcudat-ı zevilhayat, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı aynı münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] ettiklerini; ve on sekiz bin âlemin herbirinin ışığı birer ism-i İlâhî [Allah’ın ismi] olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:

Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açıldıkça diğer bir âlemi [âhiret, öteki dünya] görüyordum. O âlem ise, âyet-i Nur‘un [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] arkasındaki,

اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ اِذَۤا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُور ٍ * 3

âyeti tasvir ettiği gibi, bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu. Birden, bir ism-i İlâhînin [Allah’ın ismi] cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu.

583

Hangi perde akla karşı açılmışsa, hayale karşı başka bir âlem (fakat gafletle, karanlıklı bir âlem) görünüyorken, güneş gibi bir ism-i İlâhî [Allah’ın ismi] tecellî eder, baştan başa o âlemi tenvir [aydınlatma] eder, ve hâkezâ… Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] çok devam etti. Ezcümle:

Hayvânat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazin gösterdi. Birden, Rahmân ismi Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] (yani mânâsında) bir şems-i tâbân [tavan güneşi, gök güneşi] gibi tulû [doğma] etti, o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı.

Sonra, o âlem-i hayvânât [hayvanlar âlemi] içinde, etfal [çocuklar] ve yavruların zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi rikkate [acıma] getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi [âhiret, öteki dünya] gördüm. Birden, Rahîm ismi şefkat burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki, şekvâ [şikayet] ve rikkat [acıma] ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura [mutluluk] ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı; âlem-i insanî [insanlık âlemi] bana göründü. O âlemi o kadar karanlıklı, o kadar zulümatlı, dehşetli gördüm ki, dehşetimden feryad ettim, “Eyvah” dedim. Çünkü, gördüm ki, insanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden tasavvurat [düşünceler] ve efkârları [fikirler] ve ebedî bekà ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve Cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri [ciddi gayret] ve istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve hadsiz makàsıda [gayeler, istenilen şeyler] ve metâlibe müteveccih [yönelen] fakr ve ihtiyacatları ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dâlarıyla [düşmanlar] beraber, gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı [karışık, gürültülü] bir hayat, gayet perişan bir maişet [geçim] içinde, kalbe en elîm ve en müthiş hâlet [durum] olan mütemâdi [aralıksız, devamlı] zeval [geçip gitme] ve firak [ayrılık] belâsı içinde, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] için zulümat-ı ebedî [sonsuz karanlık Cehennem] kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.

İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letâif-i insaniyem, [insandaki ince ve yüce duygular] belki bütün zerrât-ı vücudum [beden hücreleri] feryatla ağlamaya

584

hazırken, birden Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Âdil ismi Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahmân ismi Kerîm [cömert, ikram sahibi] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahîm ismi Gafûr [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] (yani mânâsında), Bâis [sebep, neden] ismi Vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ismi Muhsin [bağış ve iyiliklerde bulunan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rab ismi Malik burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] ettiler. O âlem-i insanî [insanlık âlemi] içindeki çok âlemleri tenvir [aydınlatma] ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.

Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i arz [dünya âlemi] göründü. Felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri, [ilmin kanunları] hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli bir hareketle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstait ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz [yer küre, dünya] içinde, âlemin hadsiz fezasında [uzay] seyahat eden biçare nev-i insan [insan türü, insanlık] vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı.

Birden, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın [gökleri ve yeri yaratan Allah] Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz [göklerin ve yerin Rabbi] ve Musahhiru’ş-Şemsi ve’l-Kamer isimleri rahmet, azamet, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki, o hâlette [durum] bana küre-i arz [yer küre, dünya] gayet muntazam, musahhar, [boyun eğdirilmiş] mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi, tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve keyif ve ticaret için müheyyâ [hazır] edilmiş bir şekilde gördüm.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bin bir ism-i İlâhînin, [Allah’ın ismi] kâinata müteveccih [yönelen] olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir [aydınlatma] eden bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu. Sonra, kalb her zulümat arkasında ayrı ayrı bir nuru gördüğü için, seyahate iştiha[arzu, istek] açılıyordu. Hayale binip semâya çıkmak istedi.

585

O vakit gayet geniş bir perde daha açıldı; kalb semâvat âlemine girdi. Gördü ki, o nuranî, tebessüm eden suretinde görülen yıldızlar, küre-i arzdan [yer küre, dünya] daha büyük ve ondan daha sür’atli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa, başkasıyla müsademe [çarpışma] edecek; öyle bir patlak verecek ki, kâinatın ödü patlayıp âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar; tebessümle değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş, hâli, [boş] boş, dehşet, hayret zulümatı içinde semâvâtı gördüm. Geldiğime bin pişman oldum.

Birden, رَبُّ الْمَلٰۤئِكَةِ وَالرُّوحِ 1 رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 2’un Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] * وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ 3 وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ 4 burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] cilveleriyle zuhur ettiler. O mânâ cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envâr-ı azîmeden [büyük, nurlar, aydınlıklar] birer lem’a [parıltı] alıp, yıldızlar adedince elektrik lâmbaları yakılmış gibi, o âlem-i semâvat nurlandı. O boş ve hâli [boş] tevehhüm [kuruntu] edilen semâvat dahi, melâikelerle, [melekler] ruhanîlerle doldu, şenlendi. Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin hadsiz ordularından bir ordu hükmünde hareket eden güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvî [yüksek manevra, büyük tatbikat] yapıyorlar tarzında, o Sultan-ı Zülcelâlin [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Sultan, Allah] haşmetini ve şâşaa-i rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan rablığının azameti, haşmeti] gösteriyorlar gibi gördüm. Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydı bütün zerrâtımla [atomlar] ve beni dinleselerdi bütün mahlûkatın lisanlarıyla diyecektim; hem umum onların namına dedim:

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَغَرْبِيَّةٍ

586

يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ * 1

âyetini okudum, döndüm, indim, ayıldım. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ 2 dedim.