MEKTUBAT – Yirmi Dokuzuncu Mektup -2 (587-625)

587

Altıncı Risale olan Altıncı Kısım

 Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerini [öğrenci] ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَلاَتَرْكَنُۤوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ * 1

ŞU ALTINCI KISIM, ins ve cin şeytanlarının altı desiselerini [hile, aldatma] inşaallah [Allah dilerse] akîm [neticesiz] bırakır ve hücum yollarının altısını seddeder.

BİRİNCİ DESİSE

Şeytan-ı ins, [insan ve cinlerden olan şeytanlar] şeytan-ı cinnîden [görünmeyen, cinnî şeytan] aldığı derse binaen, hizbü’l-Kur’ân‘ın [Kur’ân taraftarları] fedakâr hâdimlerini hubb-u cah [makam sevgisi] vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetten ve o mânevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Şöyle ki:

İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah [makam sevgisi] denilen hırs-ı şöhret [makam ve mevki arzusu, tutkusu] ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede [umumun bakışı, genel bakış] mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] her ferdinde cüz’î, [ferdî, küçük] küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder.

Ehl-i âhiret [âhiret ehli, âhiret hayatını esas tutan kimseler] için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] için de gayet dağdağalıdır, [gürültü, dehşet verici] çok ahlâk-ı seyyienin [kötü ahlâk] de menşeidir [kaynak] ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani, bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın [inkarcılar, dinsizler] istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı biçare dostlarımı o suretle çektiler, mânen onları tehlikeye attılar.Haşiye [dipnot]

588

Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bu hubb-u cah [makam sevgisi] cihetinden gelen dessas [hilebaz, aldatıcı] ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] hafiyelerine [gizli çalışan, casus] veya ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] propagandacılarına veya şeytanın şakirtlerine [öğrenci] deyiniz ki:

“Evvelâ rıza-yı İlâhî [Allah rızası] ve iltifat-ı Rahmânî [Allah’ın sonsuz rahmetiyle lütuf ve ikramda bulunması] ve kabul-ü Rabbânî [Cenâb-ı Allah’ın kabul ve rızâsı] öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü [ilgi] ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet [ilâhî rahmetin yönelmesi, gelmesi] varsa, yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin [ilâhî rahmetin yönelmesi, gelmesi] in’ikâsı [yansıma] ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür; yoksa arzu edilecek birşey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez.”

Hubb-u cah [makam sevgisi] hissi eğer susturulmazsa ve izale [giderme] edilmezse, yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır. Şöyle ki:

Sevab-ı uhrevî [ahiret için yapılan, kazanılan sevaplar iyilikler] için, dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü tesiri [güzel etki] noktasında, gelecek temsildeki sırra binaen, belki o hissin meşru bir ciheti bulunur. Meselâ, Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylâz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sadâ ile, şirin bir tarzda, Kur’ân’dan bir aşir [Kur’ân-ı Kerimden on âyetten oluşan bir bölüm] okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] mânevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız haylâz çocukların ve serseri mülhidlerin [dinsiz] ve tek tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek.

Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî [alçak] ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa, o vakit o haylâz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyâta teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz [lezzet alan] olan ecnebîlerin istihzâkârâne [alay edercesine] tebessümlerini celb [çekme] edecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından [bireyler] bir nazar-ı nefret [nefret bakışları] ve tahkir [aşağılama] celb [çekme] edecektir. Esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] sukut [alçalış, düşüş] derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.

589

İşte, aynen bu misal gibi, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve Asya, muazzam bir camidir. [cansız] Ve içinde ehl-i iman [Allah’a inanan] ve ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] o camideki [cansız] muhterem cemaattir. O haylâz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenkmeşrep, [Avrupalıları taklit eden] milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı [fikirleri neşreden, yayan temsilci] olan gazetecilerdir. Herbir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal [fazilet, olgunluk] ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat [dikkat içeren bakış] ona çevrilir.

Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası [esas sır, asıl hakikat] olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî [Allah rızası] cihetinde, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ders verdiği ahkâm [hükümler] ve hakaik-i kudsiyeye [mukaddes hakikatler, gerçekler] dair harekât ve a’mâl [ameller, işler] ondan sudur [bir şeyden çıkma, olma] etse, lisan-ı hali [beden dili] mânen âyât-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân ayetleri] okusa, o vakit mânen âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] herbir ferdinin vird-i zebânı [dil ile sürekli tekrarlanan şey] olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ 1 duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla uhuvvetkârâne [kardeşçe] alâkadar olur. Yalnız, hayvânât-ı muzırra [zararlı hayvanlar] nev’inden bazı ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez.

Eğer o adam, medar-ı şeref [şeref kaynağı] tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar [övünç kaynağı] bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad [dayanak noktası] telâkki [anlama, kabul etme] ettiği Selef-i Sâlihînin cadde-i nuranîlerini [nurlu cadde, yol] terk edip, heveskârâne, [hevesine düşkün bir şekilde] hevâperestâne, [nefsin isteklerine düşkün bir şekilde] riyâkârâne, şöhretperverâne, [şöhretli olmayı severek] bid’akârâne [dine zarar verecek yeni âdetleri dine maletmeye çalışarak] işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] nazarında en alçak mevkie düşer.

اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللهِ 2 sırrına göre, ehl-i iman [Allah’a inanan] ne kadar âmi [basit, sıradan] ve cahil de olsa, aklı derk [anlama, algılama] etmediği halde, kalbi öyle hodfuruş [kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışan] adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.

590

İşte, hubb-u caha [makam sevgisi] meftun [aşık] ve şöhretperestliğe müptelâ [bağımlı] adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzî [alay eden] ve hezeyan[boş söz, saçmalama] bazı serserilerin nazarında muvakkat [geçici] ve menhus bir mevki kazanır.

  اَلْاَخِلاَّۤءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلاَّ الْمُتَّقِينَ 1 sırrına göre, dünyada zarar, berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.

Birinci suretteki adam, faraza hubb-u cahı [makam sevgisi] kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâsı ve rıza-yı İlâhîyi [Allah rızası] esas tutmak ve hubb-u cahı [makam sevgisi] hedef ittihaz [edinme, kabullenme] etmemek şartıyla, bir nevi meşru makam-ı mânevî, [mânevî makam] hem muhteşem bir makam kazanır ki, o hubb-u cah [makam sevgisi] damarını kemâliyle tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz birşey kaybeder; ona mukàbil, çok, hem pek çok kıymettar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel çok mübarek mahlûkları [varlıklar] arkadaş bulur, onlarla ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] eder. Veya ısırıcı yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celb [çekme] eder, onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki, daima dualarıyla ve âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] gibi feyizler, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’mâline [amel defteri] geçirilir.

Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin meâlini ona ders verdim, başına vurdum. İyi sarstı; fakat kendimi hubb-u cahtan [makam sevgisi] kurtaramadığım için, o ikazım dahi onu uyandırmadı.

İKİNCİ DESİSE

İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. [korku damarı, duygusu] Dessas [hilebaz, aldatıcı] zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler; onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] hafiyeleri [gizli çalışan, casus] ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] propagandacıları, avâmın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.

591

Meselâ, nasıl ki damda bir adamı tehlikeye atmak için, bir dessas [hilebaz, aldatıcı] adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen birşeyi gösterip, vehmini tahrik edip, kova kova, tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi, çok ehemmiyetsiz evhamla çok ehemmiyetli şeyleri feda ettiriyorlar. Hattâ, bir sinek beni ısırmasın diyerek, yılanın ağzına girer.

Bir zaman—Allah rahmet etsin—mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onunla beraber bir akşam vakti İstanbul’dan Köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb’e gitmeye mecburuz. Israr ettim.

Dedi: “Korkuyorum; belki batacağız.”

Ona dedim: “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?”

Dedi: “Belki bin var.”

Dedim: “Senede kaç kayık gark [boğma] olur?”

Dedi: “Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz.”

Dedim: “Sene kaç gündür?”

Dedi: “Üç yüz altmış gündür.”

Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden birtek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz.”

Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?”

Dedi: “Ben ihtiyarım. Belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.”

Dedim: “Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var. Öyle ise, üç bin altı yüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et” dedim.

Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim:

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] havf [korku] damarını hıfz-ı hayat [hayatı koruma] için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül [zorluk] ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf [korku] iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne [dikkat, tedbir] bir havf [korku] meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle havf [korku] etmek evhamdır, hayatı azâba çevirir.”

İşte, ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın [inkarcılar, dinsizler] dalkavukları sizi korkutmakla kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cihad-ı mânevînizden [mânevî cihad, mücadele] vazgeçirmek için size hücum etseler, onlara deyiniz:

“Biz hizbü’l-Kur’ân‘ız. [Kur’ân taraftarları] اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ 1 sırrıyla, Kur’ân’ın kalesindeyiz.

592

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 etrafımızda çevrilmiş muhkem [değiştirilemez] bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimalle şu kısa hayat-ı fâniyeye [geçici, ölümlü hayat] küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize [sonsuz âhiret hayatı] yüzde yüz, binler zarar verecek bir yola bizi ihtiyarımızla sevk edemezsiniz.”

Ve deyiniz: “Acaba hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin [kutsal hizmet] tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî’nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki biz de göreceğiz ve o görmek ihtimaliyle telâş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat [hakikat nuru] var. Eskiden 31 Mart hadisesinde çendan [gerçi] onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen, bin değil, binler ihtimalden birtek ihtimal-i tehlike [tehlike ihtimali] korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi [sonu olmayan hazine] elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli” deyip, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] dalkavuklarının ağzına vurup tard [kovma] etmelisiniz.

Hem o dalkavuklara deyiniz ki: “Yüz binler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimalle bir helâket [mahvolma] gelse, zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu bırakıp kaçmayacağız.”

Çünkü, mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki, büyük kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen belâ en evvel onların başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet [alçaklık] içinde mânen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünkü derler: “Bunlar madem kendilerine sadık ve müşfik üstadlarına hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire [aşağılama] lâyıktırlar.”

Madem hakikat budur. Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat’î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam

593

eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet [alçaklık] vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet [büyüklük, yücelik] ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf [zayıflık, güçsüzlük] göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî [cesaretlendirme] eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!

Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, [ân, zaman] o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden [Şeyhülislâmlık makamı] dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâsıydım. Bana dediler: “Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.”

Ben dedim: “Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne [gururlu bir şekilde] üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!” demiştim. Şimdi diyorum:

Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar [zorba] bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi [yeterli] geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.

Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] edenlerdir.

قُلْ اِنَّ الْمَوْتَ الَّذِى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلاَقِيكُمْ 1 mânâ-yı işarîsiyle [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar.

ÜÇÜNCÜ DESİSE-İ ŞEYTANİYE

Tamah yüzünden çoklarını avlıyorlar.

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] âyât ve beyyinâtından [açık deliller, burhanlar] istifaza [feyizlenme] ettiğimiz kat’î burhanlarla

594

çok risalelerde ispat etmişiz ki, meşru rızık, iktidar ve ihtiyarın derecesine göre değil, belki acz ve iftikarın [Allah’a karşı fakirliğini hissetme ve gösterme] nisbetinde geliyor. Bu hakikati gösteren hadsiz işaretler, emâreler, deliller vardır. Ezcümle:

Bir nevi zîhayat [canlı] ve rızka muhtaç olan eşcar [ağaçlar] yerinde durup, onların rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvânat, hırsla rızıklarının peşinde koştuklarından, ağaçlar gibi mükemmel beslenmiyorlar.

Hem hayvânat nev’inden balıkların en aptal, iktidarsız ve kum içinde bulunduğu halde mükemmel beslenmesi ve umumiyetle semiz olarak görünmesi, maymun ve tilki gibi zekî ve muktedir hayvânat sû-i maişetinden alîz ve zayıf olması gösteriyor ki, vasıta-ı rızık iktidar değil, iftikardır. [Allah’a karşı fakirliğini hissetme ve gösterme]

Hem, insanî olsun, hayvanî olsun, bütün yavruların hüsn-ü maişeti [güzel ve rahat geçim] ve süt gibi hazine-i rahmetin [Allah’ın rahmet hazinesi] en lâtif [berrak, şirin, hoş] bir hediyesi, umulmadık bir tarzda onlara zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczlerine şefkaten ihsan [bağış] edilmesi; ve vahşî canavarların dıyk-ı maişetleri [geçim darlığı] dahi gösteriyor ki, vesile-i rızk-ı helâl acz ve iftikardır, [Allah’a karşı fakirliğini hissetme ve gösterme] zekâ ve iktidar değildir.

Hem dünyada, milletler içinde şiddet-i hırsla meşhur olan Yahudi milletinden daha ziyade rızık peşinde koşan olmuyor. Halbuki zillet [alçaklık] ve sefalet içinde en ziyade sû-i maişete onlar maruz oluyorlar. Onların zenginleri dahi süflî [alçak] yaşıyorlar. Zaten ribâ [faiz] gibi gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] yollarla kazandıkları mal, rızk-ı helâl [helâl rızık] değil ki meselemizi cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] etsin.

Hem çok ediplerin ve çok ulemanın fakr-ı hali [fakir bir halde olma, fakirlik] ve çok aptalların servet ve gınâ[zenginlik] dahi gösteriyor ki, celb-i rızkın medarı [kaynak, dayanak] zekâ ve iktidar değildir, belki acz ve iftikardır, [Allah’a karşı fakirliğini hissetme ve gösterme] tevekkülvâri bir teslimdir ve lisan-ı kal [söz ile anlatım] ve lisan-ı hal [beden dili] ve lisan-ı fiil ile bir duadır.

İşte bu hakikati ilân eden اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ 1 âyeti, bu dâvâmıza o kadar kavî [güçlü, kuvvetli] ve metin [sağlam] bir burhandır ki, bütün nebâtat [bitkiler] ve hayvânat ve etfal [çocuklar] lisanıyla okunuyor. Ve rızık isteyen her taife, şu âyeti lisan-ı hal [beden dili] ile okuyor.

595

Madem rızık mukadderdir [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] ve ihsan [bağış] ediliyor ve veren de Cenâb-ı Haktır. [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] O hem Rahîm, hem Kerîmdir. [cömert, ikram sahibi] Onun rahmetini ittiham [suçlama] etmek derecesinde ve keremini [cömertlik] istihfaf [hafife alma] eder bir surette, gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] bir tarzda yüz suyu dökmekle, vicdanını, belki bazı mukaddesâtını [kutsal değerler] rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf [kat kat] bir divaneliktir!

Evet, ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] hususan ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] bir derece yardım edecek bir mala mukàbil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi [sonsuz âhiret hayatı] tahrip etmeye bazan vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi [Allah’ın gazabı] kendine celb [çekme] eder ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] rızasını celbe çalışır.

Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dalkavukları ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] münafıkları, sizi, insaniyetin şu zayıf damarı olan tamah yüzünden yakalasalar, geçen hakikati düşünüp, bu fakir kardeşinizi nümune-i imtisal [örnek alınacak model] ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus [hususan, özellikle] size verilen o gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] para, sizden, ona mukàbil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] sed çekebilir veya fütur [usanç] verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.

İHTAR: Ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] alıp neşrettiğimiz hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeye karşı müdafaa ve mukabele [karşılama; karşılık verme] elinden gelmediği için, münafıkane ve desisekârâne [hile, aldatma] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve hile dâmını (tuzağını) istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyor. Dostlarımı hubb-u cah, [makam sevgisi] tamah ve havf [korku] ile aldatmak ve beni bazı isnâdatla [isnatlar, dayandırmalar, suçlamalar] çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetimizde daima müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket ediyoruz. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] herbir emr-i hayırda bulunan mânileri def etmek vazifesi, bizi bazan menfi harekete

596

sevk ediyor. İşte, bunun içindir ki, ehl-i nifakın [iki yüzlü kimseler, münafıklar] hilekârâne propagandasına karşı, kardeşlerimi sabık [daha önceden geçen] üç nokta ile ikaz ediyorum, onlara gelen hücumu def’e çalışıyorum.

Şimdi, en mühim bir hücum benim şahsımadır. Diyorlar ki: “Said Kürttür. Neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasına düşüyorsunuz?”

İşte, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] böyle herifleri susturmak için, Dördüncü Desise-i Şeytaniyeyi, [şeytandan gelen hileler] istemeyerek Eski Said lisanıyla zikredeceğim.

DÖRDÜNCÜ DESİSE-İ ŞEYTANİYE

Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ilkaâtıyla, [bırakma, kalbe bırakılma] bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, [dinsiz] kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyetlerini [ırçılık damarı] tahrik etmek için diyorlar ki: “Siz Türksünüz. Maşaallah, Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürttür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai [birlikte çalışma] etmek hamiyet-i milliyeye münâfidir.” [aykırı]

Elcevap: Ey bedbaht mülhid! [dinsiz] Ben felillâhilhamd [Allah’a hamdolsun] Müslümanım. Her zamanda kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] milletimin üç yüz elli milyon efradı [bireyler] vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti [kardeşlik] tesis eden ve dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlaka[büyük çoğunluk] bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet [ırkçılık] ve menfi milliyet [ırkçılık] fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdut [sınırlanmış] birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze [Allah’a sığınma] ediyorum. Ey mülhid! [dinsiz] Senin gibi ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmiş birkaç Türkleri muvakkaten, [geçici] dünyaca dahi faidesiz uhuvvetini [kardeşlik] kazanmak için, üç yüz elli milyon hakikî, nuranî menfaattar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini [kardeşlik] terk etsin. Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Meselesinde, delilleriyle menfi milliyetin [ırkçılık] mahiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden, ona havale edip, yalnız o Üçüncü Meselenin âhirinde icmal [kısaca, özet olarak] edilen bir hakikati burada bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki:

597

O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] mülhidlere [dinsiz] derim ki:

Din-i İslâmiyet [İslâm dini] milletiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet [kardeşlik] ile, Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla [Allah’a inanan] şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihanın cihât-ı sittesinin [altı yön] etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne [iftihar ederek] ve taraftarâne muhabbettarım.

Sen ise, ey hamiyetfuruş [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat [geçici] ve garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] bir uhuvvetin [kardeşlik] var. Senden soruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktiza [bir şeyin gereği] ettiği hizmet, yalnız onların gafletini ziyadeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyâta teşcî [cesaretlendirme] eden frenkmeşrebâne terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat [geçici] bir güldürmekte midir?

Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaretse ve terakki [ilerleme] ve saadet-i hayatiye [hayat mutluluğu] bu ise, evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver [milliyetçi, milletini seven] isen, ben o Türkçülükten kaçıyorum; sen de benden kaçabilirsin. Eğer zerre miktar hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve şuurun ve insafın varsa, şimdiki taksimata bak, cevap ver. Şöyle ki:

Türk milleti denilen şu vatan evlâdı altı kısımdır. Birinci kısmı, ehl-i salâhat [Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] kişiler] ve takvâdır. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar sınıfıdır. Dördüncü kısmı, çocuklar taifesidir. Beşinci kısmı, fakirler ve zayıflar taifesidir. Altıncı kısmı gençlerdir.

Acaba bütün evvelki beş taife Türk değiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altıncı taifeye sarhoşçasına bir keyif vermek yolunda o beş taifeyi incitmek, keyfini kaçırmak, tesellilerini kırmak hamiyet-i milliye midir, yoksa o millete düşmanlık mıdır? “El-hükmü li’l-ekser[hüküm çoğunluğa göre verilir] sırrınca, eksere zarar dokunduran düşmandır, dost değildir.

598

Senden soruyorum: Birinci kısım olan ehl-i iman [Allah’a inanan] ve ehl-i takvânın [takvâ sahipleri] en büyük menfaati, frenkmeşrebâne bir medeniyette midir? Yoksa hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] nurlarıyla saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] düşünüp, müştak [arzulu, aşırı istekli] ve âşık oldukları tarik-i hakta [hak ve hakikat yolu] sülûk [mânevî yol alma] etmek ve hakikî teselli bulmakta mıdır? Senin gibi dalâlet-pîşe [sapıklık ve inançsızlığı meslek haline getiren] hamiyetfuruşların [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] tuttuğu meslek, müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] ehl-i imanın [Allah’a inanan] mânevî nurlarını söndürüyor ve hakikî tesellilerini bozuyor ve ölümü idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve kabri daimî bir firak-ı lâyezâlî [sonu olmayan ayrılık] kapısı olduğunu gösteriyor.

İkinci kısım olan musibetzede ve hastaların ve hayatından meyus [ümitsiz] olanların menfaati, frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki, o biçareler bir nur isterler, bir teselli isterler. Musibetlerine karşı bir mükâfat isterler. Ve onlara zulmedenlerden intikamlarını almak isterler. Ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki dehşeti def etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] pek çok şefkate ve okşamaya ve tımar etmeye çok lâyık ve muhtaç o biçare musibetzedelerin kalblerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz, merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka [tam bir ümitsizlik] düşürüyorsunuz. Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?

Üçüncü taife olan ihtiyarlar bir sülüs [(mirasta) üçte bir] teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgû ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarâne sergüzeştlerini [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, mânen sukut, [alçalış, düşüş] zâhiren terakki [ilerleme] denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakikî teselli, tiyatroda mıdır? Bu biçare ihtiyarlar hamiyetten [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] hürmet isterlerken, mânevî bıçakla o biçareleri kesmek hükmünde ve “İdam-ı ebediye sevk ediliyorsunuz” fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, “Sen oraya gideceksin” diye mânevî kulağına üflemek hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüz bin defa el’iyâzü billâh! [Allah korusun]

Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz ve iktidarsızlık noktasında,

599

merhamerkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat [genişleme, yayılma] edebilir, istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] mes’udâne [mutlu bir şekilde] inkişaf [açığa çıkma] edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval ve ahvâle [haller] karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla [telkinler] o masumlar hayata müştakane bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyât-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz, sırf maddî, felsefî düsturların [kâide, kural] taliminde midir?

Eğer insan bir cesed-i hayvânîden [hayvanların bedeni] ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı, belki bu masum çocukları muvakkaten [geçici] eğlendirecek terbiye-i medeniye [çağdaş eğitim] tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengî [Batı kültürü] usul, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi. Madem ki o masumlar hayatın dağdağalarına [gürültü, dehşet verici] atılacaklar, madem ki insandırlar. Elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüt [doğma] edecek. Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, [bir şeyin gereği] gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı [dayanak noktası] ve tükenmez bir nokta-i istimdadı, [medet noktası; yardım alınan nokta] kalblerinde iman-ı billâh [Allah’a iman] ve iman-ı bil’âhiret [“âhiret gününe iman”] suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa, divane bir validenin, veledini [çocuk] bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o biçare masumları mânen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nev’inden, vahşiyâne bir gadirdir, [zulüm, acımasızlık] bir zulümdür. Beşinci taife fakirler ve zayıflar taifesidir. Acaba, hayatın ağır tekâlifini [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] fakirlik vasıtasıyla elîm bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın müthiş dağdağalarına [gürültü, dehşet verici] karşı çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olan zayıfların hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mudur? Bu biçarelerin ye’sini [ümitsizlik] ve elemini arttıran ve sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] bir kısım zenginlerin mel’abe-i hevesâtı [heveslerin oyun yeri] ve zalim bir kısım kavîlerin [güçlü, kuvvetli] vesile-i şöhret ve şekaveti olan frenkmeşrebâne ve perde-bîrûnâne ve Firavunâne medeniyetperverlik namı altında

600

yaptığınız harekâtta mıdır? Bu biçare fukaraların fakirlik yarasına merhem ise, unsuriyet [ırkçılık] fikrinden değil, belki İslâmiyetin eczahane-i kudsiyesinden çıkabilir. Zayıfların kuvveti ve mukavemeti, karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz, tabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] İslâmiyet milliyetinden alınır.

Altıncı taife gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri eğer daimî olsaydı, menfi milliyetle [ırkçılık] onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat [geçici] bir menfaati, bir faidesi olurdu. Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında esefle [üzüntü, acı] uyanmasıyla, o şarabın humarı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak ve o lezzetli rüyanın zevâlindeki [batış, kayboluş] elem ona çok hazin teessüf [eseflenme, üzülme] ettirecek. “Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti. Hem müflis [iflas etmiş] olarak kabre gidiyorum. Keşke aklımı başıma alsaydım!” dedirecek. Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat [geçici] bir keyif görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle [eseflenme, üzülme] ağlattırmak mıdır? Yoksa onların saadet-i dünyeviyeleri [dünya hayatındaki mutluluk] ve lezzet-i hayatiyeleri, [hayatın lezzeti] o güzel, şirin gençlik nimetinin şükrünü vermek suretinde, o nimeti sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] yolunda değil, belki istikamet [doğru] yolunda sarf etmekle, o fâni gençliği ibadetle mânen ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] etmek ve o gençliğin istikametiyle [doğru] dâr-ı saadette [mutluluk yeri; Cennet] ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!

Elhasıl: [kısaca, özetle] Eğer Türk milleti yalnız altıncı taife olan gençlerden ibaret olsa ve gençlikleri daimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi altındaki frenkmeşrebâne harekâtınız, hamiyet-i milliyeden sayılabilirdi. Benim gibi hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] az ehemmiyet veren ve unsuriyet [ırkçılık] fikrini frengî illeti gibi bir maraz [hastalık] telâkki [anlama, kabul etme] eden ve gençleri nâmeşrû keyif ve hevesattan men’e çalışan ve başka memlekette dünyaya gelen bir adama, “O Kürttür, arkasına düşmeyiniz” diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz. Fakat madem ki Türk namı altında olan şu vatan evlâdı, sabıkan [bundan önce] beyan edildiği gibi, altı kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyiflerini kaçırmak, yalnız birtek kısma muvakkat [geçici] ve dünyevî ve âkıbeti meş’um [kötü] bir keyif vermek, belki sarhoş etmek, elbette o Türk milletine dostluk değil, düşmanlıktır.

601

Evet, ben unsurca Türk sayılmıyorum. Fakat Türklerin ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] taifesine ve musibetzedeler kısmına ve ihtiyarlar sınıfına ve çocuklar taifesine ve zayıflar ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] müşfikane ve uhuvvetkârâne [kardeşçe] çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı taife olan gençleri dahi, hayat-ı dünyeviyesini [dünya hayatı] zehirlettirecek ve hayat-ı uhreviyesini [âhiret hayatı] mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel bir sene ağlamayı netice veren harekât-ı nâmeşruadan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu altı yedi sene değil, belki yirmi senedir, Kur’ân’dan ahzedip Türkçe lisanıyla neşrettiğim âsâr [eserler/asırlar] meydandadır.

Evet, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] maden-i envârından iktibas [alıntı] edilen âsâr [eserler/asırlar] ile, ihtiyar taifesinin en ziyade istedikleri nur gösteriliyor. Musibetzedelerin ve hastaların tiryak [derman, ilaç] gibi en nâfi [faydalı] ilâçları, eczahane-i kudsiye-i Kur’âniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyade düşündüren kabir kapısı, rahmet kapısı olduğu ve idam [hiçlik, yokluk] kapısı olmadığı, o envâr-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın nurları] ile gösterildi. Ve çocukların nazik kalblerinde hadsiz mesâib [musibetler, belâlar] ve muzır [zararlı] eşyaya karşı gayet kuvvetli bir nokta-i istinad [dayanak noktası] ve hadsiz âmâl ve arzularına medar [kaynak, dayanak] bir nokta-i istimdat, [yardım alınacak yer] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] madeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukaralar ve zuafalar kısmını en ziyade ezen ve müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eden hayatın ağır tekâlifi, [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakaik-i imaniyesiyle [iman hakikatleri, esasları] hafifleştirildi.

İşte bu beş taife-ki, Türk milletinin altı kısmından beş kısmıdır-menfaatlerine çalışıyoruz. Altıncı kısım ki gençlerdir; onların iyilerine karşı ciddî uhuvvetimiz [kardeşlik] var, senin gibi mülhidlere [dinsiz] karşı hiçbir cihetle dostluğumuz yok. Çünkü ilhâda [dinsizlik] giren ve Türkün hakikî bütün mefâhir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş frenk telâkki [anlama, kabul etme] ediyoruz. Çünkü, yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakikati [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] kandıramazlar. Zira fiilleri, harekâtları, onların dâvâlarını tekzip ediyor.

İşte, ey frenkmeşrepler [Avrupalıları taklit eden] ve propagandanızla hakikî kardeşlerimi benden soğutmaya çalışan mülhidler! [dinsiz] Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci taife olan

602

ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] ve salâhatin [dindarlıkta çok ileri olma hali] nurunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve tımar etmeye şâyan ikinci taifesinin yaralarına zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyık olan üçüncü taifenin tesellisini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka [tam bir ümitsizlik] atıyorsunuz. Ve şefkate çok muhtaç olan dördüncü taifenin bütün bütün kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] kırıyorsunuz ve hakikî insaniyetini söndürüyorsunuz. Ve muavenet [yardım] ve yardıma ve teselliye çok muhtaç olan beşinci taifenin ümitlerini, istimdatlarını [medet isteme] akîm [neticesiz] bırakıp, onların nazarında hayatı mevtten [ölüm] daha ziyade dehşetli bir surete çeviriyorsunuz. İkaza ve ayılmaya çok muhtaç olan altıncı taifesine, gençlik uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki, o şarabın humârı pek elîm, pek dehşetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki, o hamiyet-i milliye uğrunda çok mukaddesâtı [kutsal değerler] feda ediyorsunuz? O Türkçülük menfaati, Türklere bu suretle midir? Yüz bin defa el’iyâzü billâh! [Allah korusun]

Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlûp olduğunuz zaman kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla, dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] feda olan bu baş size eğilmeyecektir!

Hem size bunu da haber veriyorum ki, değil sizler gibi mahdut, [sınırlanmış] mânen millet nazarında menfur bir kısım adamlar, belki binler sizler gibi bana maddî düşmanlık etseler, ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır [zararlı] hayvânattan fazla kıymet vermeyeceğim. Çünkü bana karşı ne yapacaksınız?

Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime [son] çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur. Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok.

Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud [görme] derecesinde kat’î iman etmişim ki, tagayyür [başkalaşım, değişme] etmiyor, mukadderdir. [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] Madem böyledir; hak yolunda şehadetle ölsem, çekinmek değil, iştiyakla [arzu, istek] bekliyorum. Bahusus [hususan, özellikle] ben ihtiyar oldum; bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehadet vasıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkiye [devamlı ömür] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmek, benim gibilerin en âli [yüce] bir maksadı, bir gayesi olur.

Amma hizmet ise, felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniyede Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah]

603

rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatımla, o hizmet, bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, [ölüm] hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum.

BEŞİNCİ DESİSE-İ ŞEYTANİYE

Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] tarafgirleri, enâniyetten istifade edip kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten, insanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler.

Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ene’ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde [çalıştırma, vazifelendirme] haklı dahi olsa, madem ki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ene’yi kabul etmiyor, nahnü [biz] istiyor. “Ben demeyiniz, biz deyiniz” diyor.

Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene [benlik] ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim [hizmetçi] yapmıyor. Belki enesiz bir hâdim-i Kur’ânî [Kur’ân hizmetçisi] olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz [edinme, kabullenme] etmiş. Bununla beraber, kat’î delillerle size ispat etmiştir ki, meydan-ı istifadeye [istifâde sahası, alanı] vaz edilen eserler mîrî [devlete ait] malıdır, yani Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tereşşuhâtıdır. [belirti] Hiç kimse enesiyle onlara temellük [sahiplenme] edemez. Haydi, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, ben enemle o eserlere sahip çıkıyorum; benim bir kardeşimin dediği gibi, madem bu Kur’ânî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve kemal [fazilet, olgunluk] arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğnâ [bir başkasına ihtiyaç duymama] etmemelidirler. Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] âsarları, [eserler/asırlar] çendan [gerçi] her derde kâfi [yeterli] ve vâfi [yeterli] bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir.

604

Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi [ilimden, ilim sahibi olmaktan gelen benlik ve gurur ] fazla taşıyan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemal [fazilet, olgunluk] ve kuvvetli enâniyet-i ilmiyeyi [ilimden, ilim sahibi olmaktan gelen benlik ve gurur ] taşıyan zatlar bilsinler ki, bana değil, Kur’ân-ı Hakîme [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] talebe ve şakirt [öğrenci] oluyorlar; ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın [Allah’a inanan] tabakatını, avamdan havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan [şüpheler, tereddütler] kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam [kabul etme, taraftarlık] edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemâü’s-sû[kötü âlimler, geçici menfaatlar uğruna hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler] hakkında bir tehdid-i azîm var; bu zamanda ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ziyade dikkat etmeli.

Haydi, farz etseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi, ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba, dünyevî ve millî bir maksat için çok zatlar enâniyeti terk edip, Firavun-meşrep bir adamın kemâl-i sadakatle [tam bir bağlılık] etrafına toplanıp, şiddetli bir tesanüdle [dayanışma] iş gördükleri halde, acaba bu kardeşiniz, hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] ve hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] etrafında, kendi enâniyetini setretmekle [örtme] beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi terk-i enâniyetle [bencilliği terk etmek] hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] etrafında bir tesanüdü [dayanışma] sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de ona “Lebbeyk[“buyurun, emredin efendim”] dememesinde haksız değil midirler?

Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] herbiriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz [lezzet alan] olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.

Birşey daha kaldı; en tehlikelisi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] de var. Ehl-i ilmin [ilim ehli, âlimler] bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye [ilimden, ilim sahibi olmaktan gelen benlik ve gurur ] bulunur. Kendi mütevazi [alçakgönüllü] de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini

605

satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan [beğenme, güzel bulma] ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden [ilimden, ilim sahibi olmaktan gelen benlik ve gurur ] gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet [düşmanlık] besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini [indirme] arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi [fikir ve düşüncelerle ortaya konulanlar; düşünce ürünleri] onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] bunu haber veriyorum ki:

Bu durûs-u Kur’âniyenin [Kur’ân dersleri] dairesi içinde olanlar, allâme [büyük âlim] ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye [iman ilimleri] cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki [iman ilimleri] fetvâ vazifesiyle tavzif [görevlendirme] edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden [ilimden, ilim sahibi olmaktan gelen benlik ve gurur ] aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza [karşı gelme, karşı koyma] veya nâkıs [eksik] bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk [gerçekleşme] etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; [belirti] bizler, taksimü’l-a’mâl [işbölümü] kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte [üstüne almak] edip o âb-ı hayat [hayat suyu] tereşşuhâtını [belirti] muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.

ALTINCI DESİSE-İ ŞEYTANİYE

Şudur ki: İnsandaki tembellik ve tenperverlik [devamlı kendi canını ve rahatını düşünme, tenbellikten hoşlanma] ve vazifedarlık damarından istifade eder.

Evet, şeytan-ı ins [insan ve cinlerden olan şeytanlar] ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan metin [sağlam] kalbli, sadakati kuvvetli, niyeti ihlâslı, himmeti [ciddi gayret] âli [yüce] gördükleri vakit başka noktalardan hücum ederler. Şöyle ki:

İşimize sekte [durma] ve hizmetimize fütur [usanç] vermek için, onların tembelliklerinden ve tenperverliklerinden [devamlı kendi canını ve rahatını düşünme, tenbellikten hoşlanma] ve vazifedarlıklarından istifade ederler. Onlar, öyle desiselerle, [hile, aldatma] onları hizmet-i Kur’âniyeden [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] alıkoyuyorlar ki, haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin. Ve hâkezâ, bu hücum yolları uzun çeker. Bu uzunlukta kısa keserek dikkatli fehminize havale ederiz.

606

Ey kardeşlerim, dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, [kutsal, kusursuz ve yüce] hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın.

يَۤا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ * 1

وَلاَتَشْتَرُوا بِاٰيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً * 2

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ * وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ * وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 3

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 4

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الْحَبِيبِ الْعَالِى الْقَدْرِ الْعَظِيمِ الْجَاهِ * وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ اٰمِينَ * 5

ba

607

 Kudsî bir tarihçe

 Kur’ân-ı Hakîmin mühim bir sırr-ı i’câzîsinin [mu’cizeliğin sırrı] zuhur ettiği senenin tarihi, yine lâfz-ı Kur’ân‘dadır. [Kur’ân lâfzı, kelimesi] Şöyle ki:

Kur’ân kelimesi, ebced hesabıyla 351 (üç yüz elli bir)’dir. İçinde iki elif var. Mahfî [gizli] elif, “elfün[bin] okunsa, “bin” mânâsındaki elfün‘dür.Haşiye [dipnot] [bin] Demek 1351 (bin üç yüz elli bir) senesine “sene-i Kur’âniye” tabir edilebilir. Çünkü, lâfz-ı Kur’ân‘daki [Kur’ân lâfzı, kelimesi] tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] sırr-ı acibi, Kur’ân’ın tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında o sene göründü. Ve Kur’ân’daki Lâfz-ı Celâlin [“Allah” kelimesi] i’câzkârâne [benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde] sırr-ı tevafuku [uygun gelmenin sırrı] aynı senede tezahür etti. Ve bir nakş-ı i’câzîyi [mu’cizelik nakşı] gösterecek bir Kur’ân’ın yeni bir tarzda yazılması, aynı senede oluyor. Ve hatt-ı Kur’ân’ın tebdiline [başka bir şeyle değiştirme] karşı, Kur’ân şakirtlerinin [öğrenci] bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’ânîyi muhafazaya çalışması aynı senededir. Ve Kur’ân’ın mühim ezvâk-ı i’câziyesi [mu’cize hâlinin verdiği zevkler] aynı senede tezahür ediyor. Hem aynı senede Kur’ân ile çok münasebettar [alâkalı, ilgili] hâdisât olmuş ve olacak gibi…

ba

608

Altıncı Risale olan

Altıncı Kısmın Zeyli [ek]

 Es’ile-i Sitte

 İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden [aşağılama] sakınmak için, şu mahrem zeyil [ilave, ek] yazılmıştır. Yani, “Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!” denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır. Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında vahşî reislerinin sağır kulakları çınlasın! Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette “Yaşasın Cehennem” dedirten mim’siz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzıhaldir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا لَنَۤا اَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدٰينَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلٰى مَۤا اٰذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ * 1

BU YAKINLARDA ehl-i ilhâdın [inkarcılar, dinsizler] perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok biçare ehl-i imana [Allah’a inanan] ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nev’inden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, [resmi olmayan] kendim tamir ettiğim bir mâbedimde [ibadet edilen yer] hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize [biçim ve boy] müdahale edildi. “Niçin Arapça kamet [biçim ve boy] ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap [muhatap alınabilen] olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] keyfî istibdatla [baskı, zulüm] oynayan Firavun-meşrep komitenin başlarına derim ki:

Ey ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] ve ilhâd! [dinsizlik] Altı sualime cevap isterim.

609

BİRİNCİSİ: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir düsturla [kâide, kural] hükmeder. Siz hangi usulle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle hususî ibâdâtta [ibadetler] kanun yapılmaz ve kanun olamaz.

İKİNCİSİ: Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette [hürriyet asrı] ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümfermâ [hüküm süren] hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] düsturunu [kâide, kural] kırmak ve istihfaf [hafife alma] etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar [küçümseme] etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde, dinsizliği mutaassıbâne kendine bir din ittihaz [edinme, kabullenme] etmek tarzında, dine ve ehl-i dine [din sahipleri, dindarlar] böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi [vicdan hürriyeti] cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz?

ÜÇÜNCÜSÜ: Mezheb-i Hanefînin ulviyetine [yüce] ve sâfiyetine münâfi [aykırı] bir surette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemâü’s-sû‘un [kötü âlimler, geçici menfaatlar uğruna hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler] yanlış fetvâlarıyla, benim gibi Şâfii’l-mezhep [şifa verici] adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâı [halk, yönetilenler] bulunan Şâfiî mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri [İmam-ı Şâfiî’nin kurduğu mezhepten olanlar] Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!

DÖRDÜNCÜSÜ: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] ve ittihad [birleşme] eden, ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne ve bid’akârâne [dine zarar verecek yeni âdetleri dine maletmeye çalışarak] bir fetvâ ile “Türkçe kamet [biçim ve boy] et” diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet, hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne [kardeşçe] münasebettar [alâkalı, ilgili] olduğum halde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin [Avrupalıları taklit eden] Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla?

610

Eğer milyonlarla efradı [bireyler] bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usul-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın [şahıslar, fertler] keyfine tebaiyet [tabi olma, uyma] edilmez ve etmeyiz!

BEŞİNCİSİ: Bir hükûmet, kendi raiyetine [halk] ve raiyet [halk] kabul ettiği adamlara herbir kanunu tatbik etse de, raiyet [halk] kabul etmediği adamlara kanununu tatbik edemez. Çünkü onlar diyebilirler ki: “Madem biz raiyetiniz [halk] değiliz; siz de bizim hükûmetimiz değilsiniz.”

Hem hiçbir hükûmet iki cezayı birden vermez. Bir katili ya hapse atar veyahut idam [hiçlik, yokluk] eder. Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek hiçbir usulde yoktur.

İşte, madem vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı halde, beni sekiz senedir, en yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] ve hariç bir milletten câni bir adama dahi yapılmayan bir esaret altına aldınız. Cânileri affettiğiniz halde, hürriyetimi selb [ortadan kaldırma] edip hukuk-u medeniyeden [medenî hukuk] iskat [düşürme] ederek muamele ettiniz. “Bu da vatan evlâdıdır” demediğiniz halde, hangi usulle, hangi kanunla biçare milletinize rızaları hilâfına olarak tatbik ettiğiniz bu hürriyet-şiken usulünüzü, benim gibi her cihetle size yabancı bir adama teklif ediyorsunuz?

Madem Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] ordu kumandanlarının şehadetiyle, vasıta olduğumuz çok fedakârlıkları ve vatan uğrunda cansiperâne [canını fedâ edercesine, canını siper ederek] mücahedeleri [Allah yolunda cihad etme] cinayet saydınız. Ve biçare milletin hüsn-ü ahlâkını [güzel ahlâk] muhafaza ve saadet-i dünyeviye [dünya hayatındaki mutluluk] ve uhreviyelerinin teminine pek ciddî ve tesirli çalışmayı hıyanet saydınız. Ve mânen menfaatsiz, zararlı, hatarlı, [tehlike] keyfî, küfrî [inkârcılığa ait, inkâr ve inançsızlığa sebep olan iş, söz] frenk usulünü kendinde kabul etmeyen bir adama sekiz sene ceza verdiniz. (Şimdi ceza yirmi sekiz sene oldu.) Ceza bir olur. Tatbikini kabul etmedim; cezayı çektirdiniz. İkinci bir cezayı cebren tatbik etmek hangi usulledir?

ALTINCISI: Madem sizlerle, itikadınızca [inanç] ve bana edilen muameleye nazaran, küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette, mâbeynimizde, [ara] tahmininizce bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi hilâfınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve âhiretimize her

611

vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimâne ve vahşiyâne hükmünüz altında bir iki sene zelîlâne geçecek hayatımızı, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir şehadeti kazanmak için feda etmek, bize âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] hükmüne geçer. Fakat Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzine ve işârâtına [işaretler] istinaden, sizi titretmek için, size kat’î haber veriyorum ki:

Beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız. Kahhar [herşeye boyun eğdiren, mutlak galip gelen, kahreden] bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tard [kovma] edilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız. Arkamdan, pek çabuk sizin nemrutlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u İlâhîde [Allah’ın huzuru] yakalarını tutacağım. Adalet-i İlâhiye [Allah’ın adaleti] onları esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] atmakla intikamımı alacağım.

Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf [kat kat] bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlâhîden [Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti] ümit ederim ki, mevtim, [ölüm] hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var. Ben bütün tehdidâtınıza [tehditler] karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum:

اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

ba

612

Yedinci Kısım

 İşârât-ı Seb’a

فَاٰمِنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ * 1

يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبى اللهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ * 2

Üç sualin cevabı olarak Yedi İşarettir. Birinci sual Dört İşarettir.

BİRİNCİ İŞARET

Şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] tağyire [değiştirme] teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, [delil] yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: “Londra’da ihtidâ edenler ve ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet [biçim ve boy] gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm [İslâm âlemi] onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer’î var ki sükût ediliyor.”

Elcevap: Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] kârı değildir. Çünkü, ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta [dinî literatür, şeriata ait tabir, terim] “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.

Hem frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi [büyüklük, haşmet] dairesidir. Istılahât-ı şer’iyenin maânîsini [mânâlar] ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini [mefhumlar, kavramlar] lisan-ı hal [beden dili] ile telkin edecek ve

613

ihsas [hissettirme] edecek bir muhit olmadığından, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] maânî, [mânâlar] mukaddes elfâza [kelimeler, sözler] tercih edilmiş; maânî [mânâlar] için elfaz [lafızlar, sözler] terk edilmiş, ehvenüşşer [iki şerden daha az zararlı olanı] ihtiyar edilmiş. Diyar-ı İslâmda ise, muhit, o kelimât-ı mukaddesenin meâl-i icmâlîsini [kısaca açıklama] ehl-i İslâma [Müslümanlar] lisan-ı hal [beden dili] ile ders veriyor. An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] ve umum erkân-ı İslâmiyete [İslâmın esasları] ait muhaverât[karşılıklı konuşmalar] ehl-i İslâm, o kelimât-ı mukaddesenin mücmel [kısa, kısaca] meallerini, mütemadiyen ehl-i imana [Allah’a inanan] telkin ediyorlar. Hattâ, şu memleketin maâbid [mabetler, ibadet edilen yerler] ve medâris-i [kaynak, dayanak] diniyesinden başka, makberistanın [mezar] mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maânî-i mukaddeseyi [her türlü kusur ve noksandan yüce, mukaddes mânâlar] ehl-i imana [Allah’a inanan] ihtar ediyorlar. Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime frengî lügatından [kelime, bir dilin söz varlığı; lisan; konuşulan dil] taallüm [öğrenme] ettiği halde, elli senede ve hergünde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah, Elhamdülillâh ve Lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için bu kelimât-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir [bir topluluğu yurdundan çıkarma, sürgün etme] edilmezler. Onları tehcir [bir topluluğu yurdundan çıkarma, sürgün etme] ve tağyir [değiştirme] etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire [aşağılama] karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu [kabirdekiler] aleyhlerine döndürmektir.

Ehl-i ilhâda [inkarcılar, dinsizler] kapılan ulemâü’s-sû‘, [kötü âlimler, geçici menfaatlar uğruna hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler] milleti aldatmak için diyorlar ki: “İmam-ı Âzam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: ‘İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fâtiha [başlangıç] yerine Fârisî tercümesi cevazı var.’1 Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz.”

Elcevap: İmam-ı Âzamın bu fetvâsına karşı, başta âzamî imamların en

614

mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, [müçtehid imamlar; Kur’ân’dan ve sünnetten yola çıkarak hüküm ortaya koyan imamlar] o fetvânın aksine fetvâ veriyorlar. Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] cadde-i kübrâsı, [büyük ve geniş cadde] o umum eimmenin caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda [büyük ve geniş cadde] gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl [hak yoldan çıkarma, saptırma] ediyorlar.

İmam-ı Âzamın fetvâsı beş cihette hususîdir.

Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten [İslâm merkezi] uzak diyar-ı âharde [başka memleket] bulunanlara aittir.

İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.

Üçüncüsü: Bir rivayette1 lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanıyla tercümeye mahsustur.

Dördüncüsü: Fâtiha‘ya [başlangıç] mahsus olarak cevaz verilmiş-tâ Fâtiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin.

Beşincisi: Kuvvet-i imandan [iman gücü] gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, [her türlü kusur ve noksandan yüce, mukaddes mânâlar] avâmın tefehhümüne medar [kaynak, dayanak] olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye [Arap dili, Arapça] karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüt [doğma] eden meyl-i tahrip saikasıyla [sebebiyle] tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!

İKİNCİ İŞARET

Şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] tağyir [değiştirme] eden ehl-i bid’a, [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] evvelâ ulemâü’s-sû‘dan [kötü âlimler, geçici menfaatlar uğruna hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler] fetvâ istediler. Sabıkan [bundan önce] beş vecihle [yön] hususî olduğunu gösterdiğimiz fetvâyı gösterdiler.

Saniyen, [ikinci olarak] ehl-i bid’a, [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] ecnebî inkılâpçılarından [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] böyle meş’um [kötü] bir fikir aldılar ki: Avrupa, Katolik mezhebini beğenmeyerek, başta ihtilâlciler, inkılâpçılar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve feylesoflar olarak, Katolik mezhebine göre ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] ve Mutezile telâkki [anlama, kabul etme] edilen

615

Protestanlık mezhebini iltizam [kabul etme, taraftarlık] edip, Fransızların İhtilâl-i Kebîrinden istifade ederek, Katolik mezhebini kısmen tahrip edip Protestanlığı ilân ettiler. İşte, körü körüne taklitçiliğe alışan buradaki hamiyetfüruşlar [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] diyorlar ki: “Madem Hıristiyan dininde böyle bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] oldu; bidâyette [başlangıç] inkılâpçılara [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] mürted [dinden çıkan] denildi, sonra Hıristiyan olarak yine kabul edildi. Öyle ise, İslâmiyette de böyle dinî bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] olabilir.”

Elcevap: Bu kıyasın, Birinci İşaretteki kıyastan daha ziyade farkı zâhirdir. Çünkü, din-i İsevîde, [Hıristiyanlık dini] yalnız esâsât-ı diniye Hazret-i İsâ aleyhisselâmdan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] ve füruat[dallar, şubeler, kısımlar] şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, [hükümler] Havariyun ve sair rüesa-yı [reisler, başkanlar] ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] kütüb-ü sabıka-i [adı geçen semâvî kitaplar] mukaddeseden alındı. Hazret-i İsâ aleyhisselâm dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavânin-i umumiye-i içtimaiyeye merci olmadığından, esâsât-ı diniyesi, hariçten bir libas [elbise] giydirilmiş gibi şeriat-ı Hıristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar [kâide, kural] alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilse, o libas [elbise] değiştirilse, yine Hazret-i İsâ aleyhisselâmın esas dini bâki kalabilir, Hazret-i İsâ aleyhisselâmı inkâr ve tekzip çıkmaz.

Halbuki, din ve şeriat-ı İslâmiyenin [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] sahibi olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] aleyhissalâtü vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp [batı] ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı [egemenlik tahtı] olduğundan, din-i İslâmın [İslâm dini] esâsâtını [esaslar] bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, [hükümler] hattâ en cüz’î [ferdî, küçük] âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, füruat[dallar, şubeler, kısımlar] İslâmiye, değişmeye kàbil [gibi] bir libas [elbise] hükmünde değil ki, onlar tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilse esas din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal [en az] bir cilttir. Onunla imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] ve iltiham [lehimleme, birbirine yapıştırma] etmiş; kabil-i tefrik değildir.

616

Onları tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmek, doğrudan doğruya Sahib-i Şeriatı [kanun koyucu; şeriat sahibi; Peygamber efendimiz] inkâr ve tekzip etmek çıkar.

Mezâhibin [mezhepler] ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin [kanun koyucu; şeriat sahibi; Peygamber efendimiz] gösterdiği nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] düsturların [kâide, kural] tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. “Zaruriyât-ı diniye[din ve dünya işlerinin kıvamının kendilerine bağlı zorunlu hususlar; dinî esaslar] denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “muhkemat” [değiştirilemez] denilen düsturları [kâide, kural] ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil [değiştirilebilir] değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden, başını dinden çıkarıyor, يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ 1 kaidesine dahil oluyor.

Ehl-i bid’a, [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] dinsizliklerine ve ilhâdlarına [dinsizlik] şöyle bir bahane buluyorlar; diyorlar ki: “Âlem-i insaniyetin [insan âlemi] müteselsil [zincirleme] hâdisâtına sebep olan Fransız İhtilâl-i Kebîrinde, papazlara ve rüesa-yı [reisler, başkanlar] ruhaniyeye ve onların mezheb-i hâssı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrip edildi. Sonra, çoklar tarafından tasvip edildi. Frenkler dahi ondan sonra daha ziyade terakki [ilerleme] ettiler.”

Elcevap: Bu kıyasın dahi, evvelki kıyaslar gibi, farkı zâhirdir. Çünkü, Fransızlarda havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve hükûmet adamları elinde çok zaman din-i Hıristiyanî, bahusus [hususan, özellikle] Katolik mezhebi, bir vasıta-i tahakküm [insanları baskı altına alma aracı] ve istibdat [baskı, zulüm] olmuştu. Havas, [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] o vasıtayla nüfuzlarını avam [halk] üzerinde idame ediyorlardı. Ve “serseri” tabir ettikleri avam [halk] tabakasında intibaha [uyanış] gelen hamiyetperverlerini [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] zalimlerin istibdadına [baskı ve zulüm] karşı hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir [düşünen] kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dört yüz seneye yakın frengistanda ihtilâllerle istirahat-i beşeriyeyi bozmaya ve hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] zîrüzeber [alt üst, darma dağınık] etmeye bir sebep telâkki [anlama, kabul etme] edildiğinden,

617

o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hıristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda [halk tabakası] ve feylesoflarda bir küsmek, bir adâvet [düşmanlık] hâsıl olmuştu ki, malûm hadise-i tarihiye vukua gelmiştir.

Halbuki, din-i Muhammedî [Hz. Muhammed’in dini, İslâmiyet] (a.s.m.) ve şeriat-ı İslâmiyeye [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] karşı hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin [düşünen] hakkı yoktur ki, ondan şekvâ [şikayet] etsin. Çünkü onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir iki vukuattan başka dahilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise, dört yüz sene ihtilâlât[ihtilaller, karışıklıklar] dahiliyeye sebep olmuş.

Hem İslâmiyet, havastan ziyade, avâmın tahassungâhı [sığınma, korunma] olmuştur. Vücub-u zekât [zekâtın farz oluşu] ve hurmet-i ribâ [faizin haram oluşu] ile, havassı, [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] avâmın üstünde müstebit [baskıcı, diktatör] yapmak değil, bir cihette hâdim [hizmetçi] yapıyor, سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ 1 * خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ 2 diyor.

Hem Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] lisanıyla

اَفَلاَ تَعْقِلُونَ.. 3* اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ.. 4* اَفَلاَ يَتَفَكَّرُونَ * 5

gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] havaleler ile aklı istişhad [şahid gösterme] ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike [araştırma, inceleme] sevk ediyor. Onunla, ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ashab-ı akla, din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü [varlıklar üzerinde Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünenler] susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor.

Hakikî Hıristiyanlık değil, belki şimdiki Hıristiyan dininin esasıyla İslâmiyetin esası mühim bir noktadan ayrıldığından, sabık [daha önceden geçen] farklar gibi çok cihetlerle ayrı ayrı gidiyorlar. O mühim nokta şudur:

618

İslâmiyet, tevhid-i hakikî [araştırarak, delilleriyle Allah’ın birliğini kabul etme] dinidir ki, vasıtaları, esbabları iskat [düşürme] ediyor, enâniyeti kırıyor, ubûdiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki, havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enâniyeti terk etmeye mecbur olur. Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi [dinin emirlerini korumakta ve uygulamadaki ciddiyet] ve kısmen de dinini terk eder.

Şimdiki Hıristiyanlık dini ise, velediyet [çocuk] akidesini [inanç] kabul ettiği için, vesait [araçlar, vasıtalar] ve esbaba tesir-i hakikî [gerçek tesir] verir. Din namına enâniyeti kırmaz; belki “Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mukaddes vekili” diye, o enâniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hıristiyan havasları tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika’nın esbak Reisicumhuru [Cumhurbaşkanı] Wilson ve İngilizin esbak Reis-i Vükelâsı Lloyd George gibi çoklar var ki, mutaassıp birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nadiren tam dindar ve salâbetli [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] kalırlar. Çünkü gururu ve enâniyeti bırakamıyorlar. Takvâ-yı hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtima [bir araya gelme, toplanma] edemiyor.

Evet, nasıl ki Hıristiyan havassının [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] taassubu, Müslüman havaslarının adem-i salâbeti mühim bir farkı gösteriyor; öyle de, Hıristiyandan çıkan feylesoflar dinlerine karşı lâkayt [duyarsız] veya muarız [itiraz eden, karşı gelen] vaziyeti alması ve İslâmdan çıkan hükemaların [âlimler, filozoflar] kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] hikmetlerini esâsât-ı İslâmiyeye [İslâm dininin esasları] bina etmesi, yine mühim bir farkı gösteriyor.

Hem ekseriyetle zindanlara ve musibetlere düşen âmi [basit, sıradan] Hıristiyanlar, dinden medet beklemiyorlar. Eskiden çoğu dinsiz oluyordular. Hattâ Fransa’nın İhtilâl-i Kebîrini çıkaran ve “serseri dinsiz” tabir edilen, tarihçe meşhur inkılâpçılar, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] o musibetzede avam [halk] kısmıdır. İslâmiyette ise, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile hapse ve musibete düşenler, dinden medet beklerler ve dindar oluyorlar. İşte bu hal dahi mühim bir farkı gösteriyor.

619

ÜÇÜNCÜ İŞARET

Ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] diyorlar ki: “Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakki [ilerleme] etti.”

Elcevap: Yanlışsınız ve aldanmışsınız! Veya aldatıyorsunuz. Çünkü Avrupa, dinine mutaassıptır. Hattâ bir âdi Bulgara veya bir nefer-i [asker] İngilize veya bir serseri Fransıza, “Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın” denilse, taassupları [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] muktezasınca [bir şeyin gereği] diyecek: “Hapse değil, öldürseniz bile dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım.”

Hem tarih şahittir ki, ehl-i İslâm [Müslümanlar] ne vakit dinine tam temessük [sarılma] etmişse, o zamana nisbeten terakki [ilerleme] etmiş; ne vakit salâbeti [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] terk etmişse, tedennî [alçalma, gerileme] etmiş. Hıristiyanlık ise bilâkistir. Bu da mühim bir fark-ı esasîden neş’et [doğma] etmiş.

Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] medar [kaynak, dayanak] olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh [bozulma] eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı [yaşama hakkı] var. Hariçte olsa, musalâha [barış yapma] etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. [korunmuş] Fakat mürtedin [dinden çıkan] hakk-ı hayatı [yaşama hakkı] yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh [bozulma] eder, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] nâfi [faydalı] bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı [kutsal değerler] kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir cihette tasdik edebilir.

Acaba, bu ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] ve doğrusu ehl-i ilhâd, [inkarcılar, dinsizler] bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve âsâyişi düşünüyorlarsa, Allah’ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def etmesi, bin ehl-i diyanetin [dindar insanlar] idaresinden daha müşküldür. Eğer terakkiyi [ilerleme] düşünüyorlarsa, öyle dinsizler idare-i hükûmete muzır [zararlı] oldukları gibi, terakkiye [ilerleme] dahi mânidirler; terakki [ilerleme] ve ticaretin esası olan emniyet ve

620

âsâyişi kırıyorlar. Doğrusu, onlar meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki [ilerleme] ve saadet-i hayatiyeyi [hayatın mutluluğu] beklesin.

Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: “Biz Allah Allah diye diye geri kaldık; Avrupa top tüfek diye diye ileri gitti.”

“Cevâbü’l-ahmaki’s-sükût” kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıller [akıllı] bulunduğundan deriz ki:

Ey biçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahit, cenazeleriyle “El-mevtü hakkun[ölüm haktır] hükmünü imza ediyorlar ve o dâvâya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahitleri tekzip edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt [ölüm] Allah Allah dedirtir. Sekeratta [can çekişme/ölüm anı] Allah Allah yerine hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi [sonsuz karanlık Cehennem] o sekerattakinin [can çekişme/ölüm anı] önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını [tam bir ümitsizlik] ümid-i mutlaka çevirebilir?

Madem ölüm var, kabre girilecek, bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse, bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa, tüfek de Allah der, top da Allahu ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.

DÖRDÜNCÜ İŞARET

Tahribatçı ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] iki kısımdır.

Bir kısmı, güya din hesabına, İslâmiyete sadakat namına, güya dini milliyetle takviye etmek için, “Zaafa [zayıflık, güçsüzlük] düşmüş din şecere-i nuraniyesini [nurlu ağaç] milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz” diye, dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar.

İkinci kısım, millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete [ırkçılık] kuvvet vermek fikrine binaen, “Milleti İslâmiyetle aşılamak istiyoruz” diye, bid’aları [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] icad ediyorlar.

Birinci kısma deriz ki:

Ey “sadık ahmak” ıtlakına mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] biçare ulemâü’s-sû[kötü âlimler, geçici menfaatlar uğruna hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler] veya meczup, [cezbedilmiş, çekilmiş] akılsız, cahil sufîler! [tasavvuf ilmiyle uğraşan] Hakikat-i kâinat [kâinatın iç yüzündeki hakikat, gerçek] içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâinata [kâinatın iç yüzündeki gerçekler] kökler salmış olan şecere-i tûbâ-i İslâmiyet, mevhum, [gerçekte olmadığı halde var sayılan] muvakkat, [geçici] cüz’î, [ferdî, küçük] hususî, menfî,

621

belki esassız, garazkâr, [kötü niyet sahibi, art niyetli] zulümkâr, zulmanî unsuriyet [ırkçılık] toprağına dikilmez. Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakane ve tahripkârâne, bid’akârâne [dine zarar verecek yeni âdetleri dine maletmeye çalışarak] bir teşebbüstür.

İkinci kısım milliyetçilere deriz ki:

Ey sarhoş hamiyetfuruşlar! [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır, unsuriyet [ırkçılık] asrı değil. Bolşevizm, sosyalizm meseleleri istilâ ediyor, unsuriyet [ırkçılık] fikrini kırıyor, unsuriyet [ırkçılık] asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti, muvakkat, [geçici] dağdağalı [karışık, gürültülü] unsuriyetle [ırkçılık] bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da, İslâm milletini ifsad [bozma] ettiği gibi, unsuriyet [ırkçılık] milliyetini dahi ıslah edemez, ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] edemez.

Evet, muvakkat [geçici] aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat [geçici] kuvvet görünüyor; fakat pek muvakkat [geçici] ve âkıbeti hatarlıdır. [tehlike] Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın [ölçü] iki gözünde bulunsa, bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir.

İkinci Sual, İki İşarettir.

Birinci İşaret ki,

BEŞİNCİ İŞARETTİR. Mühim bir sualin gayet muhtasar [kısa] bir cevabıdır.

Sual: Âhirzamanda Hazret-i Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair1 müteaddit [bir çok] rivâyât-ı sahiha [Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen hadisler] var. Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili [temsilci] olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] karşı mağlûptur. Şu zamanda, kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek olursa olsun, böyle bir cemaat-i beşeriyenin [insan topluluğu] ifsâdât[bozgunculuklar] azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdi’nin bütün işleri harika olsa, şu dünyadaki hikmet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] ve kavânin-i âdetullaha [Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları] muhalif düşer. Bu Mehdi meselesinin sırrını anlamak istiyoruz.

622

Elcevap: Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i rahmetinden, [mükemmel bir şefkat ve merhamet] şeriat-ı İslâmiyenin [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet [ümmetin fesadı; ümmetin fesâda girmesi, bozgunculuğa düşmesi] zamanında bir muslih veya bir müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] veya bir mürşid-i ekmel [en mükemmel doğru yol gösterici] veyahut bir nevi mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale [giderme] edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş.

Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] hem hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u âzam [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] olarak bir zât-ı nuranîyi [nûrânî zât, Hz. Peygamber] gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir dakika zarfında beyne’s-semâ ve’l-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] Mehdi ile de âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır.

Kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab [sebepler dairesi] ve hikmet-i Rabbâniye [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] noktasında düşünülse, yine o kadar mâkul ve vukua lâyıktır ki, “Eğer Muhbir-i Sadıktan [doğru sözlü haber verici olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır” diye ehl-i tefekkür [varlıklar üzerinde Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünenler] hükmeder. Şöyle ki:

Felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun]

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰۤى اِبْرٰهِيمَ وَعَلٰۤى اٰلِ اِبْرٰهِيمَ فِى الْعَالَمِينَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ * 1

623

duası—umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua—bilmüşahede kabul olmuştur ki, Âl-i Muhammed [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyu, ailesi] aleyhissalâtü vesselâm, Âl-i İbrahim [Hz. İbrahim’in ailesi ve onun soyundan gelenler] aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar [kuturlar, çaplar; her taraf] ve âsârın [eserler/asırlar] mecmalarında [toplanılan yer] o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar.Haşiye [dipnot] Ve öyle bir kesrettedirler [çokluk] ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle [dayanışma] bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah [uyanış] yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz. İşte, o pek kesretli [çokluk] o muktedir ordu, Âl-i Muhammed [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyu, ailesi] aleyhissalâtü vesselâmdır ve Hazret-i Mehdi’nin en has ordusudur.

Evet, bugün tarih-i âlemde [dünya tarihi] hiçbir nesil, şecere [ağaç] ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl [bitişik] ve en yüksek şeref ve âli [yüce] hasep ve asil neseple [soy, şecere] [ağaç] mümtaz [seçkin] hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin [kemâl sahibi olgun kimseler] namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. [mübârek nesil] Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer [dünyalara değer] şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. [benzerlerinden üstün olan] Böyle bir cemaat-i azîme [büyük topluluk] içindeki mukaddes kuvveti tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme [büyük hâdiseler, olaylar]

624

vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip tarik-i hak [hak ve hakikat yolu] ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] ve rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bekleriz ve beklemekte haklıyız.

İkinci İşaret, yani:

ALTINCI İŞARET

Hazret-i Mehdi’nin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ [diriltme, hayat verme] edecek, yani âlem-i İslâmiyette [İslâm âlemi] risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] komitesi, Hazret-i Mehdi cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak.

Hem âlem-i insaniyette [insan âlemi] inkâr-ı ulûhiyet [Cenâb-ı Allah’ı inkâr fikri] niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber [alt üst, darma dağınık] eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın din-i hakikîsini [hak din] İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten [Cenâb-ı Allah’ı inkâr fikri] kurtaracak.

Şu mühim sır pek uzundur. Başka yerlerde bir nebze bahsettiğimizden, burada bu kısa işaretle iktifâ [yetinme] ediyoruz.

YEDİNCİ İŞARET

Yani Üçüncü Sual: Diyorlar ki: “Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedâtın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyeti müdafaa eden mütefekkirîn [düşünen] tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini

625

değiştirdin? Neden mânevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?”

Elcevap: Eski Said ile mütefekkirîn [düşünen] kısmı, felsefe-i beşeriyenin [insanların geliştirdiği fikir, felsefe] ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını [kâide, kural] kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze [karşı koyma] ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, [kâide, kural] fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel [sarsılmaz] teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe [üstün gelme] az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil [indirme] etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.

Hem bilfiil gösterdim ki, İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî [sığ, yüzeysel] kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] bu hakikati burhanlarıyla ispat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi [İslâmın hükümleri] zâhirî telâkki [anlama, kabul etme] edip, felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki, felsefenin düsturlarının [kâide, kural] ne haddi var ki onlara yetişsin?

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

وَقَالُو الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدٰينَا اللهُ لَقَدْ جَۤاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِ * 2

 اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى سَيِّدِنَۤا اِبْرٰهِيمَ وَعَلٰۤى اٰلِ اِبْرٰهِيمَ فِى الْعَالَمِينَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ * 3