MEKTUBAT – Yirmi Dokuzuncu Mektup -3 (626-653)

626

Sekizinci Kısım olan

 Rumuzât-ı Semâniye

Sekiz Remizdir, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] yani sekiz küçük risaledir. Şu remizlerin [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] esası, ilm-i cifrin [harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim] mühim bir düsturu [kâide, kural] ve ulûm-u hafiyenin [gizli ilimler] mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın gizli sırları] mühim bir miftahı [anahtar] olan tevafuktur. İleride başka bir mecmuada neşredileceğinden buraya derc [yerleştirme] edilmedi.

ba

627

Dokuzuncu Kısım

 Telvihât-ı Tis’a

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَۤاءَ اللهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ * 1

Şu kısım, turuk-u velâyet [velîlik yolları] hakkında olup Dokuz Telvihtir.

BİRİNCİ TELVİH

Tasavvuf, tarikat, velâyet, [velilik] seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] namları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye [kutsal hakikatler] vardır ki, o hakikat-i kudsiyeyi [kutsal hakikatler] ilân eden, ders veren, tavsif [bir sıfatla niteleme] eden binler cilt kitap, ehl-i zevk ve keşfin [iman hakikatleri kendilerine açılan ve bu hakikatlerin zevkine erişen kimseler] muhakkikleri [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] yazmışlar, o hakikati ümmete ve bize söylemişler. جَزَاهُمُ اللهُ خَيْرًا كَثِيرًا 2 Biz, o muhit denizinden birkaç katre [damla] hükmünde birkaç reşhalarını [sızıntı] şu zamanın bazı ilcaatına [mecburiyetler, zorlamalar] binaen göstereceğiz.

Sual: Tarikat nedir?

Elcevap: Tarikatin gaye-i maksadı, marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye [iman hakikatlerinin inkişafı, gelişmesi] olarak, Mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî [mânevî âlemlerde ruh ile bazı mertebelere yükselme ve yolculuk etme] neticesinde, zevkî, hâlî [boş] ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeye mazhariyet; “tarikat,” “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.

628

Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, [akıl, beyin] hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, [benzer] kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun [fenler, bilimler] ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın [kâinatın iç yüzündeki gerçekler] mazharı, medarı, [kaynak, dayanak] çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] yazdıkları milyon-larla nuranî kitaplar gösteriyorlar.

İşte, madem kalb ve dimağ[akıl, beyin] insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde [hal, durum] bir şecere-i azîmenin [büyük ağaç] cihazatını tazammun [içerme, içine alma] eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde derc [yerleştirme] edilmiştir. Elbette ve herhalde, o kalbin Fâtırı, [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve [potansiyel olarak] tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını [açığa çıkma] ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş; elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velâyet [velilik] merâtibinde [mertebeler] zikr-i İlâhî [Allah’ı anma] ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] teveccüh [ilgi] etmektir.

İKİNCİ TELVİH

Bu seyr ü sülûk-i kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları [anahtar] ve vesileleri, zikr-i İlâhî [Allah’ı anma] ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehâsini [güzellikler] tâdâd [sayma] ile bitmez. Hadsiz fevâid-i uhreviyeden ve kemâlât-ı insaniyeden [insana ait mükemmel özellikler] kat-ı nazar, [bakmama, dikkate almama] yalnız şu dağdağalı [karışık, gürültülü] hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] ait cüz’î [ferdî, küçük] bir faidesi şudur ki:

Her insan, hayatın dağdağasından [gürültü, dehşet verici] ve ağır tekâlifinden [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için, herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale [giderme] edecek bir ünsiyeti [alışkanlık, âşinalık / dostluk] taharri [araştırma] eder. Medeniyet-i insaniye [insanlık medeniyeti] neticesindeki içtimâât-ı ünsiyetkârâne,

629

on insanda bir ikisine muvakkat [geçici] olarak, belki gafletkârâne ve sarhoşçasına bir ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferit yaşıyor, ya derd-i maişet [geçim derdi] onu ücrâ köşelere sevk ediyor, ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten [alışkanlık, âşinalık / dostluk] mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] verip teselli etmez.

İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve tatlı zevki, zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o ücrâ köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih [yönelen] olup Allah diyerek kalbiyle ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edip, o ünsiyetle, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârâne [dostça, canayakın bir şekilde] tebessüm vaziyetinde düşünüp, “Zikrettiğim Hâlıkımın [her şeyi yaratan Allah] hadsiz ibâdı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda [ürkütücü yer] da çokturlar. Ben yalnız değilim; tevahhuş [korkma, çekinme] mânâsızdır” diyerek, imanlı bir hayattan ünsiyetli [cana yakın, dost] bir zevk alır. Saadet-i hayatiye [hayat mutluluğu] mânâsını anlar, Allah’a şükreder.

ÜÇÜNCÜ TELVİH

Velâyet [velilik] bir hüccet-i risalettir; [peygamberliğin delili] tarikat bir burhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin [elçilik, peygamberlik] tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, [iman hakikatleri, esasları] velâyet [velilik] bir nevi şuhud-u kalbî [kalbin görmesi] ve zevk-i ruhanî [ruhun aldığı zevk] ile aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin [elçilik, peygamberlik] hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. [delil] Şeriat ders verdiği ahkâmın [hükümler] hakaikini, [doğru gerçekler] tarikat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla [feyizlenme] o ahkâm-ı şeriatın [şeriatın hükümleri, esasları] hak olduğuna ve haktan geldiğine bir burhan-ı bâhirdir. [açık delil] Evet, nasıl ki velâyet [velilik] ve tarikat, risalet [elçilik, peygamberlik] ve şeriatın hücceti [delil] ve delilidir; öyle de, İslâmiyetin bir sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyâtı ve bir menba-ı tefeyyüzâtıdır.

İşte bu sırr-ı azîmin [büyük sır] bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı firak-ı dâlle [hak yoldan sapmış, inançsız gruplar] onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envardan [nurlar] başkalarının mahrumiyetine sebep olmuşlar. En ziyade medar-ı teessüf şudur ki:

630

Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zâhirî uleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensup bir kısım ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] gafil insanlar, ehl-i tarikatin [tarikata mensup olanlar] içinde gördükleri bazı sûiistimâlâtı ve bir kısım hatîâtı [hatalar] bahane ederek, o hazine-i uzmâ[büyük hazine] kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayatı [hayat suyu] dağıtan o kevser [Cennette bulunan bir havuz] menbaı[kaynak] kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, [hareket tarzı, metod] meslekler az bulunur. Alâküllihal [her durumda] bazı kusurlar ve sûiistimâlât olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] âhirette muhasebe-i a’mâl [amellerin değerlendirilmesi] düsturuyla, [kâide, kural] adalet-i Rabbâniyesini, hasenat ve seyyiâtın [günahlar] muvazenesiyle [karşılaştırma/denge] gösteriyor. Yani, hasenat râcih ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat [günahlar] râcih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiâtın [günahlar] muvazenesi kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiâta [günahlar] tereccuh [üstün gelme] eder, affettirir.

Madem adalet-i İlâhiye [Allah’ın adaleti] böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür. Tarikat, yani Sünnet-i Seniyye dairesinde tarikatin hasenâtı seyyiâtına [günahlar] kat’iyen [kesinlikle] müreccah [tercih edilen] olduğuna delil, ehl-i tarikat, [bir tarikata bağlı olanlar] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarikat, [bir tarikata bağlı olanlar] sûrî, [görünüşte] zâhirî bir mütefenninden [bilgili, fen ilimlerine sahip] daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle [büyük günahlar] fâsık [günahkâr] olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit [çok şiddetli] bir muhabbet ve metin [sağlam] bir itikadla [inanç] aktab [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine [hile, aldatma] karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.

631

Birşey daha var ki: Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten [İslâm dairesi] hariç bir suret almış bazı meşreplerin [hareket tarzı, metod] ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla [günahlar] tarikat mahkûm olamaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm [İslâm âlemi] içindeki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir rabıta [bağ] olan uhuvvetin [kardeşlik] inkişafına [açığa çıkma] ve inbisatına [genişleme, yayılma] en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, âlem-i küfrün [küfür ve inkâr dünyası] ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet [hilafet merkezi, halifelik makamının bulunduğu yer] olan İstanbul’u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın [Allah’a inanan] mühim bir nokta-i istinadı, [dayanak noktası] o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri [iman gücü] ve marifet-i İlâhiyeden [Allah’ı bilme ve tanıma] gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır. [neşe ve âhenk]

İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve sahtekâr milliyetperverler! [milliyetçi, milletini seven] Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde [sosyal hayat] bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, [günahlar] söyleyiniz.

DÖRDÜNCÜ TELVİH

Meslek-i velâyet çok kolay olmakla beraber çok müşkülâtlıdır; çok kısa olmakla beraber çok uzundur; çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlıdır; [tehlike] çok geniş olmakla beraber çok dardır. İşte bu sırlar içindir ki, o yolda sülûk [mânevî yol alma] edenler bazan boğulur, bazan zararlı düşer, bazan döner, başkalarını yoldan çıkarır.

Ezcümle, tarikatte “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfâkî” tabirleri altında iki meşrep [hareket tarzı, metod] var.

Enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] meşrebi, [hareket tarzı, metod] nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti

632

deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta [ölçü] onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yolla gidiyor. Bunun da en mühim esası enâniyeti kırmak, hevâyı terk etmek, nefsi öldürmektir.

İkinci meşrep [hareket tarzı, metod] âfâktan başlar, o daire-i kübrânın [en büyük daire] mezâhirinde [aynalar; bir şeyin göründüğü yerler] cilve-i esmâ [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, [ölçü] daire-i kalbinde o envârı [nurlar] müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb âyine-i Samed [hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşey Kendisine muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna] olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.

İşte, birinci meşrepte [hareket tarzı, metod] sülûk [mânevî yol alma] eden insanlar nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir [övünme] makamına düşer, fahirden [övünme] gurura sukut [alçalış, düşüş] eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve incizaptan [bir şeyin çekiciliğine kapılma] gelen bir nevi sekir [mânâ alemindeki sarhoşluk] beraber bulunsa, “şatahat[mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur [bir şeyden çıkma, olma] eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur.

Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, [teğmen] kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş’esiyle gururlansa, kendini bir müşir [mareşal] zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas [karıştırma] eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa [karıştırma] sebep olur. Öyle de, çok ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor. Hattâ ben gördüm ki, yalnız kalbi intibaha [uyanış] gelmiş, uzaktan uzağa velâyetin [velilik] sırrını kendinde hissetmiş, kendini Kutb-u Âzam [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] telâkki [anlama, kabul etme] edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim:

“Kardeşim, nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam [göğüs, sîne] dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î, [ferdî, küçük] küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin [velilik] ve

633

kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri [gölge] ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal [göğüs, sîne] kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir.”

O zat şu cevabımdan inşaallah [Allah dilerse] ayıldı ve o vartadan [tehlike] kurtuldu.

Hem ben müteaddit [bir çok] insanları gördüm ki, bir nevi mehdi kendilerini biliyorlardı ve “Mehdi olacağım” diyorlardı. Bu zatlar yalancı ve aldatıcı değiller; belki aldanıyorlar. Gördüklerini hakikat zannediyorlar. Esmâ-i İlâhînin [Allah’ın isimleri] nasıl ki tecelliyâtı, Arş-ı Âzam [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var; ve o esmâya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de, mazhariyet-i esmâdan [Allah’ın isimlerinin yansıma ve görünme yeri] ibaret olan merâtib-i velâyet dahi öyle mütefavittir. [birbirinden farklı] Şu iltibasın [karıştırma] en mühim sebebi şudur:

Makamât-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve Kutb-u Âzama [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hassası olduğu gibi, bazı meşâhirle münasebettar [alâkalı, ilgili] bazı makamat var. Hattâ o makamlara Makam-ı Hızır, [Hz. Hızır’ın (a.s.) makamı] Makam-ı Üveys, Makam-ı Mehdiyet tabir edilir.

İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î [ferdî, küçük] bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebettar [alâkalı, ilgili] meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır telâkki [anlama, kabul etme] eder veya Mehdi itikad [inanç] eder veya Kutb-u Âzam [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] tahayyül [hayal etme] eder. Eğer hubb-u caha [makam sevgisi] talip enâniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla dâvâları şatahat [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] sayılır; onunla belki mes’ul olmaz. Eğer enâniyeti perde ardında hubb-u caha [makam sevgisi] müteveccih [yönelen] ise, o zat enâniyete mağlûp olup, şükrü bırakıp fahre [gurur, övünme] girse, fahirden [övünme] git gide gurura sukut [alçalış, düşüş] eder. Ya divanelik derecesine sukut [alçalış, düşüş] eder veyahut tarik-i haktan [hak ve hakikat yolu] sapar. Çünkü, büyük evliyayı

634

kendi gibi telâkki [anlama, kabul etme] eder, haklarındaki hüsn-ü zan[güzel düşünce] kırılır. Zira, nefis ne kadar mağrur da olsa, kendisi, kendi kusurunu derk [anlama, algılama] eder. O büyükleri de kendine kıyas edip kusurlu tevehhüm [kuruntu] eder. Hattâ, enbiyalar [nebiler, peygamberler] hakkında da hürmeti noksanlaşır.

İşte bu hale giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulüddin [din usulü, kelâm] ulemasının düsturlarını [kâide, kural] kendine ölçü ittihaz [edinme, kabullenme] etmek ve İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i evliyanın [evliyadan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham [suçlama] etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir.

Bu meşrepteki [hareket tarzı, metod] şatahat, [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] hubb-u nefisten [kendini beğenme, nefse düşkünlük] neş’et [doğma] ediyor. Çünkü muhabbet gözü kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsiz bir cam parçası gibi nefsini bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki:

Kalbine ilhamî [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bir tarzda gelen cüz’î [ferdî, küçük] mânâları “kelâmullah[Allah kelâmı] tahayyül [hayal etme] edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı [en yüce mertebe] akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, balarısının ve hayvânâtın ilhâmâtından [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] tut, tâ avâm-ı nâsın [halk tabakası] ve havâss-ı beşeriyenin ilhâmâtına [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] kadar ve avâm-ı melâikenin [meleklerden dereceleri düşük olanlar] ilhâmâtından [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] tâ havâss-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] kadar bütün ilhâmat, [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. Fakat mazharların ve makamların kàbiliyetine göre, kelâm-ı Rabbânî, [herşeyin Rabbi olan Allah’ın kelâmı] yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbânîdir.

Amma vahiy ve kelâmullahın [Allah kelâmı] ism-i has [özel isim] ve onun en bâhir [açık] misal-i müşahhası [somut örnek] olan Kur’ân’ın nücumlarına [yıldızlar] ism-i has [özel isim] olan “âyet” namı öyle ilhâmâta [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi, elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semâdaki güneşe ne nisbeti varsa; öyle de, o müddeîlerin [iddia sahibi] kalbindeki

635

ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlâhî [Allah’a ait söz, konuşma] olan Kur’ân güneşinin âyetlerine nisbeti o derecededir. Evet, herbir âyinede görünen güneşin misalleri güneşindir ve onunla münasebettardır [alâkalı, ilgili] denilse haktır; fakat o güneşçiklerin âyinesine küre-i arz [yer küre, dünya] takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!

BEŞİNCİ TELVİH

Tarikatin gayet mühim bir meşrebi [hareket tarzı, metod] olan “vahdetü’l-vücud” [Allah’ın birliği] namı altındaki vahdetü’ş-şuhud, [Allah’tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah’tan başka her şeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi] yani, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] edip, sair mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] o vücud-u Vâcibe [varlığı zorunlu olan Cenâb-ı Hakkın varlığı] nisbeten o kadar zayıf ve gölge görür ki, vücut ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i mâsivâ [Allah’tan başka herşeyi terketmek] makamında onları hiç saymak, hattâ mâdum [yok] tasavvur etmek, yalnız cilve-i esmâ-i İlâhiyeye [Allah’ın isimlerinin görüntüsü] hayalî bir âyine [ayna] vaziyeti vermek kadar ileri gider.

İşte bu meşrebin [hareket tarzı, metod] ehemmiyetli bir hakikati var ki: Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücudu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velâyetin [velilik] hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde inkişafıyla, [açığa çıkma] vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; adeta Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] hesabına kâinatı inkâr eder.

Fakat bu meşrebin [hareket tarzı, metod] tehlikeleri var. En birincisi şudur ki:

Erkân-ı imaniye [iman esasları] altıdır. İman-ı billâhtan başka, iman-ı bi’l-yevmi’l-âhir gibi rükünler [esas, şart] var. Bu rükünler [esas, şart] ise, mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] vücutlarını ister. O muhkem [değiştirilemez] erkân-ı imaniye [iman esasları] hayal üstünde bina edilmez. Onun için, o meşrep [hareket tarzı, metod] sahibi, âlem-i istiğrak ve sekirden [mânâ alemindeki sarhoşluk] âlem-i sahve [uyanıklık âlemi, yeniden kendine geliş hâli] girdiği vakit, o meşrebi [hareket tarzı, metod] beraber almamak gerektir ve o meşrebin [hareket tarzı, metod] muktezasıyla [bir şeyin gereği] amel etmemek lâzımdır. Hem, kalbî ve hâlî [boş] ve zevkî olan bu meşrebi, [hareket tarzı, metod] aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir. Çünkü, Kitap ve

636

Sünnetten gelen desâtir-i akliye ve kavânin-i ilmiye [ilmin kanunları] ve usul-ü kelâmiye o meşrebi [hareket tarzı, metod] kaldıramıyor, kabil-i tatbik olamıyor. Onun için, Hulefâ-yı Râşidînden [dört büyük halife; Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] ve Eimme-i Müçtehidînden [müçtehid imamlar; Kur’ân’dan ve sünnetten yola çıkarak hüküm ortaya koyan imamlar] ve Selef-i Sâlihînin büyüklerinden, o meşrep [hareket tarzı, metod] sarihan [açık] görünmüyor. Demek, en âli bir meşrep [hareket tarzı, metod] değil. Belki yüksek, fakat nâkıs; [eksik] çok ehemmiyetli, fakat çok hatarlı; [tehlike] çok ağır, fakat çok zevklidir. O zevk için ona girenler, ondan çıkmak istemiyorlar; hodgâmlıkla, [bencil] en yüksek mertebe zannediyorlar.

Bu meşrebin [hareket tarzı, metod] esasını ve mahiyetini Nokta Risalesinde [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer almaktadır] ve bir kısım Sözlerde ve Mektubat’ta bir derece beyan ettiğimizden, onlara iktifâen, [yeterli görerek] şurada o mühim meşrebin [hareket tarzı, metod] ehemmiyetli bir vartasını [tehlike] beyan edeceğiz. Şöyle ki:

O meşrep, [hareket tarzı, metod] daire-i esbabdan [sebepler dairesi] geçip, terk-i mâsivâ [Allah’tan başka herşeyi terketmek] sırrıyla mümkinattan [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] alâkasını kesen ehass-ı havassın [en seçkin şahsiyetler] istiğrak-ı mutlak hâletinde [durum] mazhar [erişme, nail olma] olduğu salih bir meşreptir. [hareket tarzı, metod] Şu meşrebi, [hareket tarzı, metod] esbab [sebebler] içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye [her şeyi maddeye dayandıran felsefe] ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-i İslâmiyeden [İslâm hakikatleri, gerçekleri] uzaklaştırmaktır. Çünkü, dünyaya âşık ve daire-i esbaba [sebepler dairesi] bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi bekà vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor, vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] bahanesiyle ona bir bâki vücut tevehhüm [kuruntu] eder; o mahbubu olan dünya hesabına ve bekà ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mâbudiyet [ibadet edilmeye lâyık olma] derecesine çıkarır—neûzü billâh—Allah’ı inkâr etmek vartasına [tehlike] yol açar.

Şu asırda maddiyyunluk [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] fikri o derece istilâ etmiş ki, maddiyatı herşeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda, has ehl-i iman, [Allah’a inanan] maddiyatı idam [hiçlik, yokluk] eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden, vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrebi [hareket tarzı, metod] ortaya atılsa, belki maddiyyunlar sahip çıkacaklar, “Biz de böyle diyoruz” diyecekler. Halbuki,

637

dünyada meşârib içinde, maddiyyunların ve tabiatperestlerin mesleğinden en uzak meşrep, [hareket tarzı, metod] vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrebidir. [hareket tarzı, metod] Çünkü, ehl-i vahdetü’l-vücud, [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında inanan tasavvufçular] o kadar vücud-u İlâhîye [Allah’ın varlığı] kuvvet-i imanla [iman gücü] ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] inkâr ediyorlar. Maddiyyunlar ise, o kadar mevcudata [var edilenler, varlıklar] ehemmiyet veriyorlar ki, kâinat hesabına Allah’ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede?

ALTINCI TELVİH

Üç Noktadır.

BİRİNCİ NOKTA: Velâyet [velilik] yolları içinde en güzeli, en müstakimi, [doğru ve düzgün] en parlağı, en zengini, Sünnet-i Seniyyeye ittibâdır. [tâbi olma, bağlanma] Yani, a’mâl [ameller, işler] ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tâbi olmak ve taklit etmek ve muamelât [davranışlar] ve ef’âlinde [fiiler, davranışlar] ahkâm-ı şer’iyeyi [dinî hükümler] düşünüp rehber ittihaz [edinme, kabullenme] etmektir.

İşte bu ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ve iktida [uyma] vasıtasıyla, âdi ahvâli [haller] ve örfî muameleleri ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] hareketleri ibadet şekline girmekle beraber, herbir ameli, sünneti ve şer’i o ittibâ [tâbi olma, bağlanma] noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer’î [dini hükmün hatırlanması] veriyor. O tahattur ise, Sahib-i Şeriati [kanun koyucu; şeriat sahibi; Peygamber efendimiz] düşündürüyor. O düşünmek ise, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur veriyor. O halde, mütemadiyen ömür dakikaları huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir.

İşte bu cadde-i kübrâ, [büyük ve geniş cadde] velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan Sahabe ve Selef-i Sâlihînin caddesidir.

İKİNCİ NOKTA: Velâyet [velilik] yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası, ihlâstır. Çünkü ihlâs ile hafî [gizli] şirklerden halâs [kurtulma] olur. İhlâsı kazanmayan, o yollarda gezemez.

Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet, muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavî [güçlü, kuvvetli] hüccetler [delil] hükmünde görür. Daima mahbubuna taraftardır.

638

İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağıyla marifetullaha [Allah’ı bilme ve tanıma] teveccüh [ilgi] eden zatlar, şübehâta [şüpheler, tereddütler] ve itirâzâta kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların Mahbub-u Hakikîsinin [gerçek sevgili, Allah] kemâline işaret eden bir emâreyi, onların nazarında iptal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikleri itirazat [itirazlar] içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet [gayret, kararlılık] ve kuvvet-i iman [iman gücü] ve dikkat-i nazar [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] lâzımdır ki kendisini kurtarsın. İşte bu sırra binaendir ki, umum merâtib-i velâyette marifetullahtan [Allah’ı bilme ve tanıma] gelen muhabbet, en mühim maya ve iksirdir.

Fakat muhabbetin bir varta[tehlike] var ki: Ubûdiyetin [Allah’a kulluk] sırrı olan niyazdan, mah-viyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız [ölçü] hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü [ilgi] hengâmında [ân, zaman] mânâ-yı harfîden [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] mânâ-yı ismîye [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] geçmesiyle, tiryak [derman, ilaç] iken zehir olur. Yani, gayrullahı sevdiği vakit, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına ve Onun namına, Onun bir âyine-i esmâ[Allah’ın isimlerini gösteren ayna, varlıklar] olmak cihetiyle rapt[bağlama] kalb etmek lâzımken, bazan o zâtı, o zat hesabına, kendi kemâlât-ı şahsiyesi [kişisel üstünlüğü sağlayan özellikler] ve cemâl-i zâtîsi [Allah’ın Zâtının güzelliği] namına düşünüp, mânâ-yı ismiyle sever. Allah’ı ve Peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha [Allah sevgisi] vesile değil, perde oluyor. Mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] ile olsa, muhabbetullaha [Allah sevgisi] vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Bu dünya dârü’l-hikmettir, [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] dârü’l-hizmettir; dârü’l-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mâl [ameller, işler] ve hizmetlerin ücretleri berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ve âhirettedir. Buradaki a’mâl [ameller, işler] berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ve âhirette meyve verir.

Madem hakikat budur; a’mâl-i uhreviyeye [âhirete ait ameller, işler, fiiller] ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de, memnunâne [memnun bir şekilde] değil, mahzunâne kabul etmek lâzımdır. Çünkü, Cennetin meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla bâki hükmünde olan amel-i uhrevî [âhirete ait iş] meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek,

639

kâr-ı akıl [akıl kârı] değildir. Bâki bir lâmbayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele [değiş tokuş] etmek gibidir.

İşte bu sırra binaen, ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekvâ [şikayet] etmiyorlar. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ 1 diyorlar. Keşif ve keramet, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ezvak [mânevî zevkler] ve envar [nurlar] verildiği vakit, bir iltifât-ı İlâhî nev’inden kabul edip setrine [örtme] çalışıyorlar. Fahre [gurur, övünme] değil, belki şükre, ubûdiyete [Allah’a kulluk] daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvâlin [haller] istitar [gizlenme, perdelenme] ve inkıtâını [kesintiye uğrama] istemişler, tâ ki amellerindeki ihlâs zedelenmesin. Evet, makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlâhî, [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] ihsanını ona ihsas [hissettirme] etmemektir-tâ niyazdan naza ve şükürden fahre [gurur, övünme] girmesin.

İşte bu hakikate binaendir ki, velâyeti [velilik] ve tarikati isteyenler, eğer velâyetin [velilik] bazı tereşşuhâtı [belirti] olan ezvak [mânevî zevkler] ve kerâmâtı [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] isterlerse ve onlara müteveccih [yönelen] ise ve onlardan hoşlansa, bâki, uhrevî meyveleri fâni dünyada, fâni bir surette yemek kabilinden [gibisinden, türünden] olmakla beraber, velâyetin [velilik] mayası olan ihlâsı kaybedip velâyetin [velilik] kaçmasına meydan açar.

YEDİNCİ TELVİH

Dört Nüktedir. [derin anlamlı söz]

BİRİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] ile rububiyet-i mutlaka [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] noktasında, hitab-ı İlâhînin [Allah’ın hitabı] neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime [başlangıç] ve hâdim [hizmetçi] hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. [değiştirilemez] Yani, hakaik-i şeriata [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve

640

hâdim [hizmetçi] ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta [şeriatın kendisi, esası, aslı] bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın [İslâmın büyük ve yüce kanunları] cüzleri oluyorlar. Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun [tasavvuf ehli; Allah’a ulaşmak için tasavvuf yolunu seçenler] zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, [kabuk] hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.

Evet, şeriatın, tabakat-ı nâsa [insan sınıfları] göre inkişâfâtı [açığa çıkma] ayrı ayrıdır. Avâm-ı nâsa [halk tabakası] göre zâhir-i şeriatı hakikat-i şeriat zannedip, havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] münkeşif olan şeriatın mertebesine hakikat ve tarikat namı vermek yanlıştır. Şeriatin, umum tabakata bakacak merâtibi [mertebeler] var.

İşte bu sırra binaendir ki, ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve ashab-ı hakikat, [doğruları bilen hak ve hakikat sahipleri] ileri gittikçe hakaik-i şeriata [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] karşı incizapları, [bir şeyin çekiciliğine kapılma] iştiyakları, [arzu, istek] ittibâları [tâbi olma, bağlanma] ziyadeleşiyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyyeyi en büyük bir maksat gibi telâkki [anlama, kabul etme] edip onun ittibâına [tâbi olma, bağlanma] çalışıyorlar, onu taklit ediyorlar. Çünkü, vahiy ne kadar ilhamdan [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] yüksek ise, semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iye, o derece, semere-i ilham olan âdâb-ı tarikatten yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarikatin en mühim esası, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmektir.

İKİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Tarikat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat [asıl gaye] hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkemâtı [değiştirilemez] ve ameliyâtı ve Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, [tâbi olma, bağlanma] resmî hükmünde kalır, kalb öteki tarafa müteveccih [yönelen] olur. Yani, namazdan ziyade halka-i zikri [zikir halkası] düşünür; ferâizden [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] ziyade evrâdına [okunması âdet olan dualar] müncezip [cezbedilmiş, çekilmiş] olur; kebâirden [büyük günahlar] kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarikatin muhalefetinden kaçar. Halbuki, muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrâd-ı tarikat

641

mukàbil gelemez, yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarikat ve evrâd-ı tasavvuf, o ferâizin [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] içindeki hakikî zevke medar-ı teselli [teselli kaynağı] olmalı, menşe olmamalı. Yani, tekkesi, [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] camideki [cansız] namazın zevkine ve tâdil-i erkânına vesile olmalı; yoksa, camideki [cansız] namazı çabuk, resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemâlini tekkede [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: [derin anlamlı söz] “Sünnet-i Seniyye ve ahkâm-ı şeriat [şeriatın hükümleri, esasları] haricinde tarikat olabilir mi?” diye sual ediliyor.

Elcevap: Hem var, hem yok. Vardır; çünkü bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat kılıcıyla idam [hiçlik, yokluk] edilmişler. Hem yoktur; çünkü muhakkıkîn-i evliya, [evliyadan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] Sâdi-i Şirâzî’nin bu düsturunda [kâide, kural] ittifak etmişler:

مَحَالَسْتِ سَعْدِى بَرَاهِ صَفَا * ظَفَرْ بُرْدَنْ چُزْ دَرْ پَى مُصْطَفٰى

Yani, “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen, muhaldir ki, hakikî envâr-ı hakikate [hakikat nurları] vasıl olabilsin.” Bu meselenin sırrı şudur ki:

Madem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır ve umum nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] namına muhatab-ı İlâhîdir. [Allah’a muhatap olan] Elbette, nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir.

Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, muhalefetlerinden mes’ul olamazlar. Ve madem insanda bazı letâif [duygular] var ki, teklif altına giremez; o lâtife [güzel ve ince mânâ] hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muhalefetiyle mes’ul tutulmaz. Ve madem insanda bazı letâif [duygular] var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez; o lâtife, [güzel ve ince mânâ] kalbi ve aklı dinlemez. Elbette, o lâtife [güzel ve ince mânâ] bir insanda hâkim olduğu zaman—fakat o zamana mahsus olarak—o zat, şeriata muhalefette velâyet [velilik] derecesinden sukut [alçalış, düşüş] etmez, mâzur sayılır. Fakat bir şartla ki,

642

hakaik-i şeriata [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] ve kavâid-i imanîye karşı bir inkâr, bir tezyif, [alay etme, küçük düşürme] bir istihfaf [hafife alma] olmasın. Ahkâmı [hükümler] yapmasa da, ahkâmı [hükümler] hak bilmek gerektir. Yoksa, o hale mağlûp olup—neûzü billâh—o hakaik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi [yalanlama] işmam [hissetirme] edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur.

Elhasıl, [kısaca, özetle] daire-i şeriatın [Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin bulunduğu daire] haricinde bulunan ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] iki kısımdır.

Bir kısmı, sabıkan [bundan önce] geçtiği gibi, ya hale, istiğraka, [Allah aşkıyla kendinden geçme] cezbeye ve sekre mağlûp olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarı işitmeyen lâtifelerin [berrak, şirin, hoş] mahkûmu olup, daire-i şeriatın [Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin bulunduğu daire] haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şeriatı [şeriatın hükümleri, esasları] beğenmemekten veya istememekten değil, belki mecburiyetle, ihtiyarsız [irade dışı] terk ediyor.

Bu kısım ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] var. Hem mühim velîler, bunların içinde muvakkaten [geçici] bulunmuş. Hattâ bu neviden, değil yalnız daire-i şeriattan, [Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin bulunduğu daire] belki daire-i İslâmiyet [İslâm dairesi] haricinde bulunduğunu bazı muhakıkkîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın getirdiği ahkâmın [hükümler] hiçbirini tekzip etmemektir. Belki ya düşünmüyor veya müteveccih [yönelen] olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese, olmaz.

İkinci kısım ise, tarikat ve hakikatin parlak ezvaklarına [mânevî zevkler] kapılıp, mezâkından [zevk, anlayış] çok yüksek olan hakaik-i şeriatın [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] derece-i zevkine yetişemediği için, zevksiz, resmî birşey telâkki [anlama, kabul etme] edip ona karşı lâkayt [duyarsız] kalır. Git gide, şeriatı zahirî bir kışır [kabuk] zanneder; bulduğu hakikati esas ve maksud telâkki [anlama, kabul etme] eder. “Ben onu buldum; o bana yeter” der, ahkâm-ı şeriata [şeriatın hükümleri, esasları] muhalif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mes’uldürler, sukut [alçalış, düşüş] ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İtizalde [Mu’tezile, “Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır” iddiasında olan ehl-i sünnet dışı bir mezhep] en mutaassıp bir fert olduğu halde,

643

muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit [çok şiddetli] itirâzâtına karşı onu tekfir [küfürle itham etmek] ve tadlil [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden [şiddet derecesi, şiddetli bir derece] çok aşağı Ebu Ali Cübbâî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud [kovulmuş] sayıyorlar.

Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra, lûtf-u İlâhî [Allah’ın lütuf ve ikramı] ile anladım ki, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ tenzih-i [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] hakikî, onun nazarında, hayvanlar kendi ef’âline [fiiler, davranışlar] hâlık [her şeyi yaratan Allah] olmasıyla oluyor. Onun için, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin halk-ı ef’âl [fiillerin halk edilmesi, yaratılması] meselesinde düsturunu [kâide, kural] kabul etmiyor. Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına [kâide, kural] kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.

Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizalin Ehl-i Sünnet ve Cemaate muhalefeti olduğu gibi, Sünnet-i Seniyye haricindeki bir kısım ehl-i tarikatin [tarikata mensup olanlar] muhalefeti dahi iki cihetledir.

Biri, Zemahşerî gibi, haline, meşrebine [hareket tarzı, metod] meftûniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayt [duyarsız] kalır.

Diğer kısmı ise—hâşâ—âdâb-ı şeriata, desâtir-i tarikate nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsala[anlama gücü] o geniş ezvâkı [zevkler, lezzetler] ihata [herşeyi kuşatma] edemiyor ve kısa makamı o yüksek âdâba yetişemiyor.

SEKİZİNCİ TELVİH

Sekiz Varta[tehlike] beyan eder.

BİRİNCİSİ: Sünnet-i Seniyyeye tamam ittibâı [tâbi olma, bağlanma] riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk, [İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehber öncülüğünde mânevî yolculuğa çıkanlar] velâyeti [velilik] nübüvvete [peygamberlik] tercih etmekle vartaya [tehlike] düşer. Yirmi Dördüncü ve

644

Otuz Birinci Sözlerde, nübüvvet [peygamberlik] ne kadar yüksek olduğu ve velâyet [velilik] ona nisbeten ne kadar sönük olduğu ispat edilmiştir.

İKİNCİSİ: Ehl-i tarikatin [tarikata mensup olanlar] bir kısım müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] evliyasını Sahabeye tercih, hattâ enbiya [nebiler, peygamberler] derecesinde görmekle vartaya [tehlike] düşer. On İkinci ve Yirmi Yedinci Sözlerde ve Sahabeler hakkındaki Zeylinde [ek] kat’î ispat edilmiştir ki, Sahabelerde öyle bir hassa-i sohbet var ki, velâyetle [velilik] yetişilmez ve Sahabelere tefevvuk [üstün gelme] edilmez ve enbiyaya [nebiler, peygamberler] hiçbir vakit evliya yetişmez.

ÜÇÜNCÜSÜ: İfratla tarikat taassubu taşıyanların bir kısmı, âdâb ve evrâd-ı tarikati Sünnet-i Seniyyeye tercih etmekle sünnete muhalefet edip, sünneti terk eder, fakat virdini [devamlı yapılan zikir] bırakmaz. O suretle âdâb-ı şer’iyeye bir lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] vaziyeti gelir, vartaya [tehlike] düşer.

Çok Sözlerde ispat edildiği gibi ve İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i ehl-i tarikat derler ki: “Birtek Sünnet-i Seniyyeye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] noktasında hâsıl olan makbuliyet, [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] yüz âdâb ve nevâfil-i [farz ve vâcip ibadetlerin dışında kalan ve sevap kazandıran ibadetler] hususiyeden gelemez. Bir farz bin sünnete müreccah [tercih edilen] olduğu gibi, bir Sünnet-i Seniyye dahi bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır” [tercih edilen] demişler.

DÖRDÜNCÜSÜ: Müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] bir kısım ehl-i tasavvuf, [tasavvuf ehli; Allah’a ulaşmak için tasavvuf yolunu seçenler] ilhamı, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] vahiy gibi zanneder ve ilhamı [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] vahiy nev’inden telâkki [anlama, kabul etme] eder, vartaya [tehlike] düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] olduğu ve ilhâmat [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] ona nisbeten ne derece cüz’î [ferdî, küçük] ve sönük olduğu, On İkinci Sözde ve i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] dair Yirmi Beşinci Sözde ve sair risalelerde gayet kat’î ispat edilmiştir.

BEŞİNCİSİ: Sırr-ı tarikati anlamayan bir kısım mutasavvıfe, [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] zayıfları takviye etmek ve gevşekleri teşcî [cesaretlendirme] etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati

645

tahfif [hafifletme] etmek için istenilmeyerek verilen ezvak [mânevî zevkler] ve envar [nurlar] ve kerâmâtı [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] hoş görüp meftun [aşık] olur; ibâdâta, [ibadetler] hidemâta [hizmetler] ve evrâda [okunması âdet olan dualar] tercih etmekle vartaya [tehlike] düşer. Şu risalenin Altıncı Telvihinin Üçüncü Noktasında icmâlen [özet] beyan olunduğu ve sair Sözlerde kat’iyen [kesinlikle] ispat edilmiştir ki, bu dâr-ı dünya [dünya yurdu] dârü’l-hizmettir, dârü’l-ücret değil. Burada ücretini isteyenler, bâki, daimî meyveleri fâni ve muvakkat [geçici] bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki bekà hoşuna gidiyor, müştakane berzaha [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] bakamıyor. Adeta bir cihette dünya hayatını sever; çünkü içinde bir nevi âhireti bulur.

ALTINCISI: Ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] olmayan bir kısım ehl-i sülûk, [İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehber öncülüğünde mânevî yolculuğa çıkanlar] makamât-ı velâyetin gölgelerini ve zıllerini [gölge] ve cüz’î [ferdî, küçük] nümunelerini, makamât-ı asliye-i külliye ile iltibas [karıştırma] etmekle vartaya [tehlike] düşer. Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında ve sair Sözlerde kat’iyen [kesinlikle] ispat edilmiştir ki: Nasıl güneş âyineler vasıtasıyla taaddüt [birden fazla olma] ediyor; binler misalî güneş, aynı güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî güneşler, hakikî güneşe nisbeten çok zayıftırlar. Aynen onun gibi, makamât-ı enbiya ve eâzım-ı evliyanın makamâtının bazı gölgeleri ve zılleri [gölge] var. Ehl-i sülûk [İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehber öncülüğünde mânevî yolculuğa çıkanlar] onlara girer, kendini o evliya-yı azîmeden daha azîm görür, belki enbiyadan [nebiler, peygamberler] ileri geçtiğini zanneder, vartaya [tehlike] düşer.

Fakat bu geçmiş umum vartalardan [tehlike] zarar görmemek için, usul-ü imaniyeyi ve esâsât-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu [görünen] ve zevkini onlara karşı muhalefetinde ittiham [suçlama] etmekledir.

YEDİNCİSİ: Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde [mânevî yol alma] fahri, [gurur, övünme] nazı, şatahatı, [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] teveccüh-ü nâsı [insanların alâkası, ilgisi] ve merciiyeti [başvurulan yer, müracaat yeri olma, bir takım şeylerin kendisine dayandırıldığı merkez nokta olma] şükre, niyaza, tazarruâta [dua, yakarış] ve nâstan istiğnâya [bir başkasına ihtiyaç duymama] tercih

646

etmekle vartaya [tehlike] düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubûdiyet-i Muhammediyedir [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in mükemmel kulluğu] ki, “mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubûdiyetin ise sırr-ı esası [esas sır, asıl hakikat] niyaz, şükür, tazarru, [dua, yakarış] huşû, acz, fakr, halktan istiğnâ [bir başkasına ihtiyaç duymama] cihetiyle o hakikatin kemâline mazhar [erişme, nail olma] olur. Bazı evliya-ı azîme, fahir [övünme] ve naz ve şatahata [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] muvakkaten, [geçici] ihtiyarsız [irade dışı] girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren [iradeyi kullanarak, isteyerek] onlara iktida [uyma] edilmez. Hâdidirler, mühdî [doğru ve hak yola ulaştıran kişi] değillerdir, arkalarından gidilmez.

SEKİZİNCİ VARTA: [tehlike] Hodgâm, [bencil] aceleci bir kısım ehl-i sülûk, [İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehber öncülüğünde mânevî yolculuğa çıkanlar] âhirette alınacak ve koparılacak velâyet [velilik] meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkünde [mânevî yol alma] onları istemekle vartaya [tehlike] düşer. Halbuki, وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ 1 gibi âyetlerle ilân edildiği gibi, çok Sözlerle kat’iyen [kesinlikle] ispat edilmiştir ki, âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] birtek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. [tercih edilen] Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse, şükredilmeli; mükâfat için değil, belki teşvik için bir ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] olarak telâkki [anlama, kabul etme] edilmeli.

DOKUZUNCU TELVİH: Tarikatin pek çok semerâtından [meyve] ve faidelerinden yalnız burada dokuz adedini icmâlen [özet] beyan edeceğiz.

BİRİNCİSİ: İstikametli tarikat vasıtasıyla, saadet-i ebediyedeki [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ebedî hazinelerin anahtarları ve menşeleri ve madenleri olan hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] inkişafı [açığa çıkma] ve vuzuhu [açıklık] ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde zuhurlarıdır.

İKİNCİSİ: Makine-i insaniyenin [bir makine hükmünde olan insanın beden ve cihazları] merkezi ve zembereği olan kalbi, tarikat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle sair letâif-i insaniyeyi [insandaki ince ve yüce duygular] harekete getirip netice-i fıtratlarına [yaratılış neticesi] sevk ederek hakikî insan olmaktır.

647

ÜÇÜNCÜSÜ: Âlem-i berzah [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ve âhiret seferinde, tarikat silsilelerinden bir silsileye iltihak [karışma, katılma] edip ve o kàfile-i nuraniye ile ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla dünyada ve berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] mânen ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] etmek ve evham ve şübehâtın [şüpheler, tereddütler] hücumlarına karşı onların icmâına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî [güçlü, kuvvetli] bir senet ve kuvvetli bir burhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve şübehâtı [şüpheler, tereddütler] def etmektir.

DÖRDÜNCÜSÜ: İmandaki marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] ve o marifetteki muhabbetullahın [Allah sevgisi] zevkini, sâfi tarikat vasıtasıyla anlamak; ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından [tam bir yalnızlık ve ürküntü hali] ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır. Çok Sözlerde ispat etmişiz ki, saadet-i dâreyn [dünya ve ahiret mutluluğu] ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve hakikî zevk ve ciddî saadet, iman ve İslâmiyetin hakikatindedir. İkinci Sözde beyan edildiği gibi, iman, şecere-i tûbâ-i Cennetin [Cennetteki tûbâ ağacı] bir çekirdeğini taşıyor. İşte, tarikatin terbiyesiyle o çekirdek neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulur, inkişaf [açığa çıkma] eder.

BEŞİNCİSİ: Tekâlif-i şer’iyedeki hakaik-i lâtifeyi, tarikatten ve zikr-i İlâhîden [Allah’ı anma] gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek-o vakit taate, [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] suhre [zoraki, angarya iş gören] gibi değil, belki iştiyakla [arzu, istek] itaat edip ubûdiyeti [Allah’a kulluk] ifa eder.

ALTINCISI: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] hakikî medar [kaynak, dayanak] ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır.

YEDİNCİSİ: Sülûk-ü tarikatin en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs vasıtasıyla, şirk-i hafîden [gizli şirk] ve riyâ [gösteriş] ve tasannu [yapmacık] gibi rezâilden [rezillikler] halâs [kurtulma] olmak ve tarikatin mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i [hatadan arındırma, temize çıkarma] nefis vasıtasıyla nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ve enâniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır.

648

SEKİZİNCİSİ: Tarikatte, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh [ilgi] ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ı dünyeviyesini a’mâl-i uhreviye [âhirete ait ameller, işler, fiiller] hükmüne getirip sermaye-i ömrünü [ömür sermayesi] hüsn-ü istimal [güzel ve iyi kullanma] etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını, hayat-ı ebediyenin [sonsuz âhiret hayatı] sümbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.

DOKUZUNCUSU: Seyr-i sülûk[mânevî makamlarda ruh ile yapılan seyir ve seyahat] kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyât-ı mâneviye [manevî ilerlemeler] ile, insan-ı kâmil [insanın Allah’ın fiilleri, isimleri ve sıfatlarının en parlak aynası olma seviyesine ulaşması] olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir Müslüman olmak; yani, yalnız surî [görünüşte] değil, belki hakikat-i imanı [iman gerçeği] ve hakikat-i İslâmı kazanmak; yani, şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili [temsilci] olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelâline [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] abd [köle] olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine [ayna] olmak ve ahsen-i takvimde [en güzel biçim, tam kıvam] olduğunu göstermekle, benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] melâikeye [melekler] rüçhaniyetini [üstünlük] ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla [kanat] makamât-ı âliyede [yüce makamlar] uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bakmak, belki de o saadete girmektir.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى الْغَوْثِ اْلاَكْبَرِ فِى كُلِّ الْعُصُورِ وَالْقُطْبِ اْلاَعْظَمِ فِى كُلِّ الدُّهُورِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى تَظَاهَرَتْ حِشْمَةُ وَلاَيَتِهِ وَمَقَامُ مَحْبُوبِيَّتِهِ فِى مِعْرَاجِهِ وَاِنْدَرَجَ كُلُّ الْوَلاَيَاتِ فِى ظِلِّ مِعْرَاجِهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ اٰمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 2

ba

649

 Zeyl

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Bu küçücük zeylin [ek] büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.

CENÂB-I HAKKA vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kàsır [eksik, noksan] fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim “acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarikidir.

Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet [Allah’a kulluk] tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal [ulaştırmak] eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal [ulaştırmak] eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak bir tariktir ki, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismine isal [ulaştırmak] eder.

Şu tarik, [mânevî yol] hafî [gizli] tarikler misillü, [benzer]letâif-i aşere[insandaki on duygu] gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi “nüfus-u seb’a” yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibarettir. Tarikatten ziyade hakikattir, şeriattir.

Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Şu kısa tarikin evrâdı, [okunması âdet olan dualar] ittibâ-ı sünnettir; [Peygamberimizin sünnetine tabi olmak] ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] işlemek, kebâiri [büyük günahlar] terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Birinci Hatveye فَلاَ تُزَكُّوِاۤ اَنْفُسَكُمْ 1 âyeti işaret ediyor.

650

İkinci Hatveye وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ 1 âyeti işaret ediyor.

Üçüncü Hatveye مَۤا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ 2 âyeti işaret ediyor.

Dördüncü Hatveye كُلُّ شَىْءٍ هَاِلكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ 3 âyeti işaret ediyor.

Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki:

BİRİNCİ HATVEDE:

فَلاَ تُزَكُّۤوا اَنْفُسَكُمْ 4âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i [hatadan arındırma, temize çıkarma] nefis etmemek. Zira, insan, cibilliyeti [yaratılıştan gelen huy, karakter] ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda [ibadet edilen] lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda [ibadet edilen] lâyık bir tenzihle [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] nefsini meâyipten tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] ve tebrie [beraat ettirme] eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş [aşırı derece sevme] eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. Hattâ, fıtratında tevdi edilen ve Mâbud-u Hakikînin [gerçek ibadet edilmeye lâyık olan Allah] hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı [kabiliyet] kendi nefsine sarf ederek, مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيه 5 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.

İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, [temiz tutma, temizleme] onu tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] etmemek, tebrie [beraat ettirme] etmemektir.

İKİNCİ HATVEDE:

وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdiği gibi, kendini

651

unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse, başkasına verir. Fenâ ve zevâli [batış, kayboluş] görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret [ücret alma] ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam [kabul etme, taraftarlık] etmek, nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

Şu makamda tezkiyesi, tathiri, [temiz tutma, temizleme] terbiyesi, şu hâletin [durum] aksidir. Yani, nisyân-ı nefis içinde nisyan [unutkanlık] etmemek. Yani, huzuzat ve ihtirasatta unutmak; ve mevtte [ölüm] ve hizmette düşünmek…

ÜÇÜNCÜ HATVEDE:

مَۤا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ 1 dersini verdiği gibi, nefsin muktezası, [bir şeyin gereği] daima iyiliği kendinden bilip fahr [gurur, övünme] ve ucbe [kendini beğenme, gurur] girer. Bu Hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı [eksiklik, noksanlık] ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin [güzellikler] ve kemâlâtını, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Fâtır-ı Zülcelâl [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] tarafından ona ihsan [bağış] edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr [gurur, övünme] yerinde şükür ve temeddüh [böbürlenme] yerinde hamd etmektir.

Şu mertebede tezkiyesi, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا 2 sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını [zenginlik] fakrda bilmektir.

DÖRDÜNCÜ HATVEDE:

3 كُلُّ شَىْءٍ هَاِلكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ dersini verdiği gibi, nefis kendini serbest ve müstakil [bağımsız] ve bizzat mevcut bilir. Ondan, bir nevi rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dâvâ eder; mâbuduna [ibadet edilen] karşı adâvetkârâne [düşmanlık] bir isyanı taşır. İşte, gelecek şu hakikati derk [anlama, algılama] etmekle ondan kurtulur. Hakikat şudur ki:

Herşey, nefsinde mânâ-yı ismiyle fânidir, mefkuttur, hâdistir, mâdumdur. [yok]

652

Fakat mânâ-yı harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esmâsına âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] cihetiyle ve vazifedarlık itibarıyla şahittir, meşhuddur, [görünen] vâciddir, mevcuttur.

Şu makamda tezkiyesi ve tathiri [temiz tutma, temizleme] şudur ki: Vücudunda adem, [hiçlik, yokluk] ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem [yokluk karanlıkları] içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine [şahsî varlık] güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem [yokluk karanlıkları] ve firaklar [ayrılık] içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] esmâsının cilvelerine mazhar [erişme, nail olma] olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] bulan, herşeyi bulur.

ba

653

 Hâtime

Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikindeki Dört Hatvenin izahatı, hakikatin ilmine, şeriatin hakikatine, Kur’ân’ın hikmetine dair olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Evet, şu tarik [mânevî yol] daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] verir. Halbuki, en keskin tarik [mânevî yol] olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye [gerçek sevgiye layık olmadığı halde aşık olunan şeyler] yapışır. Onun zevâlini [batış, kayboluş] bulduktan sonra Mahbub-u Hakikîye [gerçek sevgili, Allah] gider.

Hem şu tarik [mânevî yol] daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahat [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] ve bâlâpervâzâne dâvâları bulunmaz. Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin.

Hem bu tarik [mânevî yol] daha umumî ve cadde-i kübrâdır. [büyük ve geniş cadde] Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında inanan tasavvufçular] gibi, huzur-u daimî [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] kazanmak için idama mahkûm zannedip Lâ mevcude illâ Hû [Ondan başka hiçbir varlık yok] hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud [varlık ve çokluk âlemindeki herşeyi Cenâb-ı Hakkın tecellîleri olarak gören, varlıkları Allah’ın zâtı yanında unutkanlık perdesine saran mutasavvıflar] [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] gibi, huzur-u daimî [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] için kâinatı nisyan[unutkanlık] mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül [hayal etme] edip Lâ meşhude illâ Hû demeye mecbur olmuyor. Belki, idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] hesabına istihdam [çalıştırma] edip Esmâ-i Hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] mazhariyet ve âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] vazifesinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek, mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir yol bulmaktır. Elhasıl, [kısaca, özetle] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] mevcudat [var edilenler, varlıklar] hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır.