MEKTUBAT – Yirmi Dördüncü Mektup (401-434)

401

Yirmi Dördüncü Mektup

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * يَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَۤاءُ وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ * 1

SUAL: Eâzım-ı Esmâ-i İlâhiyeden [Cenâb-ı Hakkın büyük isimleri] olan Rahîm ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Vedûd‘un [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] iktiza [bir şeyin gereği] ettikleri şefkatperverâne terbiye ve maslahatkârâne [bir fayda gözeterek] tedbir ve muhabbettârâne [sevgi besleyerek] taltif, [güzellikle muamele etmek] nasıl ve ne suretle, müthiş ve muvahhiş [korkutucu, ürkütücü] olan mevt [ölüm] ve ademle, zevâl [batış, kayboluş] ve firakla, [ayrılık] musibet ve meşakkatle tevfik [başarı] edilebilir? Haydi, insan saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gittiği için, mevt [ölüm] yolunda geçtiğini hoş görelim. Fakat bu nazik ve nazenin [ince, duyarlı] ve zîhayat [canlı] olan eşcar [ağaçlar] ve nebâtat [bitkiler] envâları ve çiçekleri ve vücuda lâyık ve hayata âşık ve bekàya müştak [arzulu, aşırı istekli] olan hayvânat taifelerini, mütemadiyen hiçbirini bırakmayarak ifnâlarında [öldürme, yok etme] ve gayet sür’atle onlara göz açtırmayarak idamlarında ve onlara nefes aldırmayarak meşakkatle çalıştırmalarında ve hiçbirini rahatta bırakmayarak musibetlerle tağyirlerinde [değiştirme] ve hiçbirini müstesna etmeyerek öldürmelerinde ve hiçbiri durmayarak zevâllerinde [batış, kayboluş] ve hiçbiri memnun olmayarak firaklarında [ayrılık] hangi şefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat [amaç, yarar] bulunur, hangi lütuf ve merhamet yerleşebilir?

Elcevap: Dâi [davet eden, çağıran] ve muktazîyi [gerekçe] gösteren Beş Remizle [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve gayeleri ve faideleri gösteren Beş İşaretle şu suali halleden çok geniş ve çok derin ve çok yüksek olan hakikat-i uzmâya [büyük hakikat] uzaktan uzağa baktırmaya çalışacağız.

402

Birinci Makam

Beş Remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

BİRİNCİ REMİZ

Yirmi Altıncı Sözün hâtimelerinde [son] denildiği gibi, nasıl ki bir mahir san’atkâr, [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kıymettar bir elbiseyi murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] ve münakkaş [nakışlanmış] surette yapmak için, bir miskin adamı, lâyık olduğu bir ücrete mukàbil model yaparak, kendi san’at ve maharetini göstermek için, o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı da oturtur, kaldırır, muhtelif vaziyetler verir. Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki, o san’atkâra [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] desin: “Beni güzelleştiren bu elbiseye neden ilişip tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tağyir [değiştirme] ediyorsun ve beni kaldırıp oturtup meşakkatle benim istirahatimi bozuyorsun?”

Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] herbir nevi mevcudatın [var edilenler, varlıklar] mahiyetini birer model ittihaz [edinme, kabullenme] ederek ve nukuş-u esmâsıyla [Allah’ın güzel isimlerinin varlıklardaki nakışları] kemâlât-ı san’atını [olgun, güzel san’atlar] göstermek için, herbir şeye, hususan zîhayata, [canlı] duygularla murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] bir vücut libasını [elbise] giydirerek, üstünde kalem-i kazâ ve kaderle [Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu bilinen ve takdir olunan hadiseleri zamanı gelince meydana getirmesi] nakışlar [işleme] yapar, cilve-i esmâsını [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] gösterir. Herbir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak, bir kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] bir lezzet, bir feyiz veriyor.

مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ فِى مُلْكِهِ كَيْفَ يَشَاءُ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olan o Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] karşı hiçbir şeyin hakkı var mıdır ki, desin, “Bana zahmet veriyorsun, benim istirahatimi bozuyorsun.” Hâşâ!

Evet, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hiçbir cihette Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmektir. Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır,

403

birer illet [asıl sebep] ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânâttır. İmkânât ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet [asıl sebep] istemezler. Nihayetsize illet [asıl sebep] olamaz.

Meselâ madenler diyemezler: “Niçin nebâtî [bitkilerden olan] olmadık?” Şekvâ [şikayet] edemezler; belki vücud-u madenîye [madenî varlık] mazhar [erişme, nail olma] oldukları için, hakları Fâtırına [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] şükrandır.

Nebâtat, [bitkiler] “Niçin hayvan olmadım?” deyip şekvâ [şikayet] edemez. Belki, vücut ile beraber, hayata mazhar [erişme, nail olma] olduğu için, hakkı şükrandır.

Hayvan ise, “Niçin insan olmadım?” diye şikâyet edemez. Belki, hayat ve vücut ile beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkezâ, kıyas et.

Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum [yok] kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid [cansız] kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kalmadın, sıhhat ve selâmet [huzur] nimetini gördün, ve hâkezâ… Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sana verdiği mahz-ı nimet [nimetin tâ kendisi] olan vücut mertebelerine mukàbil şükretmeyerek, imkânât ve ademiyat [yokluklar, hiçlikler] nev’inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şekvâ [şikayet] ediyorsun ve küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] ediyorsun?

Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âli [yüce] derecat[dereceler] bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: “Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım?” diye şekvâ [şikayet] ederek ağlayıp sızlasın—ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfrân-ı nimete [nimete karşı nankörlük] düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler dahi anlar.

Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, [şikayet] gafil insan! Kat’iyen [kesinlikle] bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasâretli [zarar] bir küfrandır. [inançsızlık, inkâr] Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. [hürmet etme, saygı gösterme] İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. [hafife alma] Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen, “Yâ Sabûr[kullarına sabır gücü ihsan eden Allah] de ve sabır iste, hakkına razı ol, teşekkî etme. Kimden kime şekvâ [şikayet] ettiğini bil, sus. Herhalde şekvâ [şikayet] etmek istersen, nefsini Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şekvâ [şikayet] et; çünkü kusur ondadır.

404

İKİNCİ REMİZ

On Sekizinci Mektubun âhirki meselesinin âhirinde denildiği gibi, Hâlık-ı Zülcelâl, [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] hayretnümâ, [hayret verici] dehşet-engiz [dehşet verici] bir surette bir faaliyet-i rububiyetiyle [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın faaliyeti] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] mütemadiyen tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tecdid [yenileme] ettiğinin bir hikmeti budur:

Nasıl ki mahlûkatta faaliyet ve hareket bir iştiha, [arzu, istek] bir iştiyak, [arzu, istek] bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki, herbir faaliyette bir lezzet nev’i vardır; belki herbir faaliyet bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi bir kemâle müteveccihtir; [yönelen] belki bir nevi kemâldir. Madem faaliyet bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve madem kemâl-i mutlak [her yönüyle mükemmel olma] ve Kâmil-i Zülcelâl [sonsuz mükemmellik ve büyüklük sahibi, Allah] olan Vâcibü’l-Vücud, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] zât ve sıfât ve ef’âlinde [fiiler, davranışlar] bütün envâ-ı kemâlâta [mükemmellik çeşitleri] câmidir. Elbette, o Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve kudsiyetine [kutsal, kusursuz ve yüce] lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine [kendi zâtına ait sınırsız zenginlik; hiçbir şeye muhtaç olmama] ve gınâ-yı mutlakına [sınırsız zenginlik] muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına [her yönüyle mükemmel olma] ve tenezzüh-ü zâtîsine [kendi zatında her türlü kusur ve noksandan uzak ve temiz oluş] münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese [bütün çirkinliklerden uzak bir şefkat] ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi [her türlü eksiklikten uzak olan sevgi] vardır.

Elbette o şefkat-i mukaddeseden [bütün çirkinliklerden uzak bir şefkat] ve o muhabbet-i münezzeheden [her türlü eksiklikten uzak olan sevgi] gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes [mukaddes bir şevk] vardır.

Ve o şevk-i mukaddesten [mukaddes bir şevk] gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes [mukaddes bir sevinç ve ferahlık] vardır.

Ve o sürur-u mukaddesten [mukaddes bir sevinç ve ferahlık] gelen, tabiri caizse, [açıklanması uygunsa] hadsiz bir lezzet-i mukaddese [her türlü kusur ve noksandan yüce bir lezzet] vardır.

Ve elbette o lezzet-i mukaddese [her türlü kusur ve noksandan yüce bir lezzet] ile beraber, hadsiz Onun merhameti cihetiyle, faaliyet-i kudreti [Allah’ın güç ve iktidarıyla faaliyette bulunması] içinde, mahlûkatının istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül [mükemmelleşme] etmesinden neş’et [doğma] eden, o mahlûkatın memnuniyetlerinden ve kemâllerinden gelen, Zât-ı Rahmân ve Rahîme [kullarına karşı sınırsız rahmeti olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Zât, Allah] ait, tabiri caizse, [açıklanması uygunsa] hadsiz

405

memnuniyet-i mukaddese [her türlü noksanlıktan uzak ilâhî memnunluk] ve hadsiz iftihar-ı mukaddes [her türlü noksanlıktan uzak bir övünme] vardır ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tağyir [değiştirme] ve tahvil [değişme, dönüşme] ve tahribi dahi iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Ve o hadsiz tağyir [değiştirme] ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] dahi mevt [ölüm] ve ademi, zevâl [batış, kayboluş] ve firakı [ayrılık] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin, [insanın bilgi ve felsefesi] masnuatın [san’at eseri] gayelerine dair gösterdiği faideler, nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete [anlamsızlık] gider. Onun için, feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalâletine [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşer veya sofestaî [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] olur veya ihtiyar ve ilm-i Sânii inkâr eder veya Hâlıka “mucib-i bizzat” der.

İşte, o zaman, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismini imdadıma gönderdi; bana da masnuatın [san’at eseri] büyük gayelerini gösterdi. Yani, herbir masnu öyle bir mektub-u Rabbânîdir [Allah’ın bir mektup gibi yazdığı ve san’atla yarattığı eser, varlık] ki, umum zîşuur [akıl ve şuur sahibi] onu mütalâa eder.

Şu gaye bir sene bana kâfi [yeterli] geldi. Sonra san’attaki harikalar inkişaf [açığa çıkma] etti; o gaye kâfi [yeterli] gelmemeye başladı. Daha çok büyük diğer bir gaye gösterildi. Yani, herbir masnuun en mühim gayeleri Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bakar; Onun kemâlât-ı san’atını [olgun, güzel san’atlar] ve nukuş-u esmâsını [Allah’ın güzel isimlerinin varlıklardaki nakışları] ve murassaât-ı hikmetini [hikmet süslemeleri] ve hedâyâ-yı rahmetini [rahmet hediyeleri] Onun nazarına arz etmek ve cemâl ve kemâline bir âyine [ayna] olmaktır, bildim.

Şu gaye hayli zaman bana kâfi [yeterli] geldi. Sonra, san’at ve icad-ı eşyadaki [eşyaya vücut vermek] hayret-engiz [hayret verici] faaliyet içinde, gayet derecede sür’atli tağyir [değiştirme] ve tebdildeki [başka bir şeyle değiştirme] mu’cizât-ı kudret [Allah’ın kudret mu’cizeleri] ve şuûnât-ı rububiyet [idare ve terbiye edici Rabbimizin zâtına mahsus idare terbiye edicilik fiil ve özellikleri] göründü. O vakit bu gaye dahi kâfi [yeterli] gelmemeye başladı. Belki şu gaye kadar büyük bir muktazî [gerekçe] ve dâi [davet eden, çağıran] dahi lâzımdır, bildim.

406

İşte, o vakit, şu İkinci Remizdeki [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] muktazîler [gerekçe] ve gelecek işaretlerdeki gayeler gösterildi. Ve yakînen bana bildirildi ki, kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr ü seyelân-ı eşya [varlıkların hareketleri, akıp gitmeleri] o kadar mânidardır ki, o faaliyetle Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] envâ-ı kâinatı [kâinattaki varlıkların türleri] konuşturuyor. Güya göklerin ve zeminin müteharrik [hareket eden] mevcutları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir; ve taharrük [hareket etme] ise, bir tekellümdür. [konuşma] Demek, faaliyetten gelen harekât ve zevâl, [batış, kayboluş] bir tekellümât-ı tesbihiyedir. [Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anan konuşmalar] Ve kâinattaki faaliyet dahi, kâinatın ve envâının [tür] sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.

ÜÇÜNCÜ REMİZ

Eşya zevâl [batış, kayboluş] ve ademe gitmiyor; belki daire-i kudretten [Allah’ın kudret dairesi; yaratılmış olanlar] daire-i ilme geçiyor, âlem-i şehadetten [görünen alem] âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] gidiyor, âlem-i tagayyür [değişken âlem] ve fenâdan âlem-i nura, [nur âlemi] bekàya müteveccih [yönelen] oluyor.

Hakikat nokta-i nazarında, [bakış açısı] eşyadaki cemâl ve kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] esmâ-i İlâhiyeye aittir ve onların nukuş [işlemeler] ve cilveleridir. Madem o esmâ bâkidirler ve cilveleri daimîdir; elbette nakışları [işleme] teceddüd [yenileme] eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenâya gitmiyor; belki, yalnız itibarî taayyünleri [belirleme] değişir. Ve medar-ı hüsün ve cemâl ve mazhar-ı feyiz ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] olan hakikatleri ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri [bir şeyin yansıyan kimliği] bâkidirler.

Zîruh [ruh sahibi] olmayanlar, doğrudan doğruya onlardaki hüsün [güzellik] ve cemâl, esmâ-i İlâhiyeye aittir; şeref onlaradır, medih [övgü] onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider; o âyinelerin değişmesiyle onlara bir zarar îras etmez. [netice verme, sebep olma, bırakma]

Eğer zîruh [ruh sahibi] ise, zevil’ukulden [akıl sahipleri] değilse, onların zevâl [batış, kayboluş] ve firakı [ayrılık] bir adem [hiçlik, yokluk] ve fenâ değil; belki vücud-u cismanîden [maddî vücut, beden] ve vazife-i hayatın [hayat görevi] dağdağasından [gürültü, dehşet verici] kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini [meyve] bâki olan ervahlarına [ruhlar] devrederek, onların, o

407

ervâh-ı bâkiyeleri [kalıcı ve devamlı ruhlar] dahi birer esmâ-i İlâhiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyık bir saadete gider.

Eğer o zîruhlar [ruh sahibi] zevil’ukulden [akıl sahipleri] ise, zaten saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve maddî ve mânevî kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] medar [kaynak, dayanak] olan âlem-i bekàya [devamlı ve kalıcı âlem] ve o Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] dünyadan daha güzel, daha nuranî olan âlem-i berzah, [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] âlem-i misal, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] âlem-i ervah [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; [gidiş-geliş] bir mevt [ölüm] ve adem [hiçlik, yokluk] ve zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] değil, belki kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kavuşmaktır.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Madem Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vardır ve bâkidir; ve sıfât ve esmâsı daimî ve sermedîdirler. [daimi, sürekli] Elbette o esmânın cilveleri ve nakışları, [işleme] bir mânevî bekà içinde teceddüd [yenileme] eder; tahrip ve fenâ, idam [hiçlik, yokluk] ve zevâl [batış, kayboluş] değildirler. Malûmdur ki, insan, insaniyet cihetiyle, ekser mevcudatla [var edilenler, varlıklar] alâkadardır. Onların saadetleriyle mütelezziz [lezzet alan] ve helâketleriyle [mahvolma] müteellimdir. [acı çeken] Hususan zîhayat [canlı] ile, ve bilhassa nev-i beşerle, ve bilhassa sevdiği ve istihsan [beğenme, güzel bulma] ettiği ehl-i kemâlin [kemâl sahibi olgun kimseler] âlâmıyla [elemler, acılar] daha ziyade müteellim [acı çeken] ve saadetleriyle daha ziyade mes’ut olur. Hattâ, şefkatli bir valide gibi, kendi saadetini ve rahatını onların saadeti için feda eder.

İşte, her mü’min, derecesine göre, nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ve sırr-ı iman [iman sırrı] ile, bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] saadetleriyle ve bekàlarıyla ve hiçlikten kurtulmalarıyla ve kıymettar mektubat-ı Rabbâniye [Rabbânî mektuplar, İlâhî mesajlar] olmalarıyla mes’ut olabilir ve dünya kadar bir nur kazanabilir. Herkes derecesine göre bu nurdan istifade eder.

Eğer ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ise, kendi elemiyle beraber, bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] helâketiyle [mahvolma] ve fenâsıyla ve zâhirî idamlarıyla, zîruh [ruh sahibi] ise âlâmlarıyla, [elemler, acılar] müteellim [acı çeken] olur. Yani, onun küfrü, [inançsızlık, inkâr] onun dünyasına adem [hiçlik, yokluk] doldurur, onun başına boşaltır; daha Cehenneme gitmeden Cehenneme gider.

408

DÖRDÜNCÜ REMİZ

Çok yerlerde dediğimiz gibi, bir padişahın sultan, halife, hâkim, kumandan gibi muhtelif ünvanlar ve sıfatlardan neş’et [doğma] eden muhtelif ayrı ayrı devâir-i teşkilâtı [oluşum alanları] olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Esmâ-i Hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] had ve hesaba gelmez türlü türlü tecelliyâtı vardır. Mahlûkatın tenevvüleri [çeşitlenme] ve ihtilâfları, o tecelliyâtın tenevvülerinden [çeşitlenme] ileri geliyor.

İşte, her kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve cemâl sahibi, [sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah] fıtraten cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o muhtelif esmâ [Allah’ın isimleri] dahi, daimî ve sermedî [daimi, sürekli] oldukları için, daimî bir surette Zât-ı Akdes [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] hesabına tezahür isterler. Yani nakışlarını [işleme] görmek isterler. Yani, kendi nakışlarının [işleme] âyinelerinde cilve-i cemâllerini [güzelliğin görüntüsü] ve in’ikâs-ı kemâllerini [kusursuzluğun yansıması] görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitab-ı kebîrini [büyük bir kitabı andıran kâinat] ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] muhtelif mektubatını ânen feânen [an be an, her an] tazelendirmek, yani yeniden yeniye mânidar yazmak, yani birtek sahifede ayrı ayrı binler mektubatı yazmak ve herbir mektubu Zât-ı Mukaddes [her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah] ve Müsemmâ-yı Akdesin [en kudsî isimlerle isimlenmiş, en kudsî isimlerin sahibi Cenâb-ı Hak] nazar-ı şuhuduna [bakıp şahit olma] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekle beraber, bütün zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] nazar-ı mütalâasına [dikkatlice bakıp anlamaya çalışmak] göstermek ve okutturmak iktiza [bir şeyin gereği] ederler. Bu hakikate işaret eden şu hakikatli şiire bak:

Kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] yaprakları, envâ-ı nâmâdud,
Huruf [sayısız türler] ile kelimâtı [kelimeler] dahi efrâd-ı nâmahdud.
Yazılmış destgâh-ı Levh-i Mahfuz-u hakikatte,
Mücessem [hakikatin levh-i mahfuzunun tezgâhı, matbaası] lâfz-ı mânidardır [mânâlı ifâde, kelime] âlemde her mevcud.

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَۤائِنَاتِ فَاِنَّهَا * مِنَ الْمَلاَِ اْلاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَۤائِلُ * 1

409

BEŞİNCİ REMİZ

İki Nüktedir. [derin anlamlı söz]

BİRİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Madem Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] var; herşey var. Madem Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücuda [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan, şeref ve yücelik sahibi Allah] intisap [bağlanma] var; herşey için bütün eşya var. Çünkü, Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] nisbetle herbir mevcut, bütün mevcudata, [var edilenler, varlıklar] vahdet [Allah’ın birliği] sırrıyla bir irtibat peydâ eder. Demek, Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] intisabını [bağlanma, mensup olma] bilen veya intisabı [bağlanma, mensup olma] bilinen herbir mevcut, sırr-ı vahdetle, [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mensup bütün mevcudatla [var edilenler, varlıklar] münasebettar [alâkalı, ilgili] olur. Demek herbir şey, o intisap [bağlanma] noktasında hadsiz envâr-ı vücuda [varlık nurları; Rabbiyle olan bağdan ortaya çıkan varlık nurları, ışıkları] mazhar [erişme, nail olma] olabilir. Firaklar, [ayrılık] zevâller, [batış, kayboluş] o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyâle [bir anda akıp giden zaman dilimi] yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda [varlık nurları; Rabbiyle olan bağdan ortaya çıkan varlık nurları, ışıkları] medardır. [kaynak, dayanak]

Eğer o intisap [bağlanma] olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara [ayrılık] ve zevâllere [batış, kayboluş] ve ademlere mazhar [erişme, nail olma] olur. Çünkü, o halde, alâkadar olabileceği herbir mevcuda karşı bir firakı [ayrılık] ve bir iftirakı [ayrılık] ve bir zevâli [batış, kayboluş] vardır. Demek, kendi şahsî vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar [ayrılık] yüklenir. Bir milyon sene vücutta kalsa da (intisapsız), evvelki noktasındaki o intisaptaki bir an yaşamak kadar olamaz.

Onun için, ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] demişler ki: “Bir ân-ı seyyâle [bir anda akıp giden zaman dilimi] vücud-u münevver, [nurlanmış varlık; kendisiyle Rabbi arasında bağ kuran varlık] milyon sene bir vücud-u ebtere [kesik, sona ermiş varlık; kendisiyle Rabbi arasındaki bağı kesen varlık] müreccahtır.” [tercih edilen] Yani, Vücud-u Vacibe nisbetle bir an vücut, nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtır. [tercih edilen]

Hem bu sır içindir ki, ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] demişler: “Envâr-ı vücut [varlık nurları] ise Vâcibü’l-Vücudu [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] tanımakladır.” Yani, o halde kâinat, envâr-ı vücut [varlık nurları] içinde olarak, melâike [melek] ve ruhaniyat [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] ve zîşuurlarla [akıl ve şuur sahibi] dolu görünür. Eğer Onsuz olsa, adem [hiçlik, yokluk] zulümatları firak [ayrılık] ve zevâl [batış, kayboluş] elemleri herbir mevcudu ihata [herşeyi kuşatma] eder. Dünya, o adamın nazarında, boş ve hâli [boş] bir vahşetgâh [ürkütücü yer] suretinde görünür.

Evet, nasıl ki bir ağaç meyvelerinin herbirisi, ağacın başındaki bütün meyvelere karşı birer nisbeti var. Ve o nisbetle birer kardeşi, arkadaşı mevcut olduğundan, onların adedince ârızî [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] vücutları vardır. Ne vakit o meyve ağacın başından kesilse, herbir meyveye karşı bir firak [ayrılık] ve zevâl [batış, kayboluş] hâsıl olur. Herbir meyve onun

410

için mâdum [yok] hükmündedir. Haricî bir zulmet-i adem [yokluk karanlığı] ona hâsıl oluyor. Öyle de, kudret-i Ehad-i Samede [bir ve tek olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Hakkın kudreti] intisap [bağlanma] noktasında, herşey için bütün eşya var. Eğer intisap [bağlanma] olmazsa, herşey için, eşya adedince haricî ademler var.

İşte, şu remizden, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] imanın azamet-i envârına bak ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dehşetli zulümatını gör. Demek, iman, şu remizde [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] beyan edilen hakikat-i âliye-i nefsül emriyenin ünvanıdır; ve iman ile ondan istifade edebilir. Eğer iman olmazsa: Nasıl ki kör, sağır, dilsiz, akılsız adama herşey mâdumdur; [yok] öyle de, imansıza herşey mâdumdur, [yok] zulümatlıdır.

İKİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Dünyanın ve eşyanın üç tane yüzü var:

Birinci yüzü: Esmâ-i İlâhiyeye bakar, onların âyineleridir. Bu yüze zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] ve adem [hiçlik, yokluk] giremez; belki tazelenmek ve teceddüd [yenileme] var.

İkinci yüzü: Âhirete bakar, âlem-i bekàya [devamlı ve kalıcı âlem] nazar eder, onun tarlası hükmündedir. Bu yüzde, bâki semereler [meyve] ve meyveler yetiştirmek var; bekàya hizmet eder, fâni şeyleri bâki hükmüne getirir. Bu yüzde dahi mevt [ölüm] ve zevâl [batış, kayboluş] değil, belki hayat ve bekà cilveleri var.

Üçüncü yüzü: Fânilere, yani bizlere bakar ki, fânilerin ve ehl-i hevesâtın [nefsin hoşlandığı, gelip geçici istek ve arzuların peşinde olanlar] mâşukası [aşık olunan, sevgili] ve ehl-i şuurun [bilinç sahibi kimseler] ticaretgâhı ve vazifedarların meydan-ı imtihanlarıdır. [imtihan meydanı] İşte bu üçüncü yüzündeki fenâ ve zevâl, [batış, kayboluş] mevt [ölüm] ve ademin acılarına ve yaralarına merhem için, o üçüncü yüzün içyüzündeki bekà ve hayat cilveleri var.

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] şu mevcudat-ı seyyâle, [akıp giden varlıklar] şu mahlûkat-ı seyyâre, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] envâr-ı îcad [yoktan var etme nurları] ve vücudunu tazelendirmek için müteharrik [hareket eden] âyineler ve değişen mazharlardır.

ba

411

İkinci Makam

Bir Mukaddime, [başlangıç] Beş İşarettir.
Mukaddime İki Mebhastır. [bahis, kısım]

BİRİNCİ MEBHAS: [bahis, kısım] Bu gelecek Beş İşarette, şuûnât-ı rububiyeti [idare ve terbiye edici Rabbimizin zâtına mahsus idare terbiye edicilik fiil ve özellikleri] rasat [büyük dürbün] etmek için, birer sönük, küçük dürbün nev’inden birer temsil yazılacak. Bu temsiller şuûnât-ı rububiyetin [idare ve terbiye edici Rabbimizin zâtına mahsus idare terbiye edicilik fiil ve özellikleri] hakikatini tutamaz, ihata [herşeyi kuşatma] edemez, mikyas [ölçü] olamaz; fakat baktırabilir. O gelecek temsilâtta [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] ve geçen remizlerde, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] münasip olmayan tabirat, [tabirler, ifadeler] temsilin kusuruna aittir. Meselâ, lezzet ve sürur [mutluluk] ve memnuniyetin bizce malûm mânâları, şuûnât-ı mukaddeseyi [Allah’ın tertemiz ve noksansız olan işleri, mukaddes özellikleri] ifade edemiyor; fakat birer ünvan-ı mülâhazadır, [birşeyin hakikatını düşünebilmek için geçici olarak konulan isim ve vasıta] birer mirsad-ı tefekkürdür. [tefekkür ve gözlemleme aracı]

Hem dahi şu temsiller, muhît, [her şeyi kuşatan] azîm bir kanun-u rububiyetin [rububiyet kanunu] küçük bir misalde ucunu göstermekle, rububiyetin şuûnâtında [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] o kanunun hakikatini ispat ediyor. Meselâ, “Bir çiçek vücuttan gider, binler vücut bırakarak öyle gider” denilmiş. Onunla azîm bir kanun-u rububiyeti [rububiyet kanunu] gösteriyor ki, bütün bahar, belki bütün dünyadaki mevcudatta [var edilenler, varlıklar] bu kanun-u rububiyet [rububiyet kanunu] cereyan ediyor.

Evet, Hâlık-ı Rahîm, [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] bir kuşun tüylü libasını [elbise] hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor. O Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] aynı kanunla, her sene küre-i arzın [yer küre, dünya] libasını [elbise] tecdid [yenileme] eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir [değiştirme] edip değiştirir.

Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı [yer küre, dünya] meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] ve semâa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi [güneş sistemi] gezdiriyor.

Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyrâtın [hücrecikler] zerrelerini tazelendiriyor,

412

tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid [yenileme] eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid [yenileme] eder, taze bir peçe üstüne çeker.

Hem o Sâni-i Kadîr, [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] hangi kanun-u hikmetle [hikmetli ve bilimsel kanun] bir sineği ihyâ [diriltme, hayat verme] eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihyâ [diriltme, hayat verme] eder. Ve o kanunla küre-i arzı [yer küre, dünya] yine o baharda ihyâ [diriltme, hayat verme] eder. Ve aynı kanunla haşirde mahlûkatı da ihyâ [diriltme, hayat verme] eder. Şu sırra işareten, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 Kur’ân ferman eder.

Ve hâkezâ, kıyas et. Bunlar gibi çok kavânin-i rububiyet vardır ki, zerreden tâ mecmu-u âleme kadar cereyan ediyor. İşte, faaliyet-i rububiyetin [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın faaliyeti] içindeki şu kanunların azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] gör, herbir kanun bir burhan-ı vahdet [birliğin güçlü delili] olduğunu bil. Evet, şu çok kesretli [çokluk] ve çok azametli kanunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber, hem vâhid, [bir] hem muhît [her şeyi kuşatan] olduğu için, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vahdâniyetini [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ve ilim ve iradesini gayet kat’î bir surette ispat ederler.

İşte, ekser Sözlerde ekser temsilât, [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] böyle kanunların uçlarını birer cüz’î [ferdî, küçük] misalle göstermekle, müddeâda [dava, tez; iddia edilen şey] aynı kanunun vücuduna işaret eder. Madem temsille kanunun tahakkuku [gerçekleşme] gösteriliyor; burhan-ı mantıkî gibi yakinî bir surette müddeâ[dava, tez; iddia edilen şey] ispat eder. Demek, Sözlerdeki ekser temsiller birer burhan-ı yakinî, [çok kesin delil] birer hüccet-i katıa [kesin delil] hükmündedir.

İKİNCİ MEBHAS: [bahis, kısım] Onuncu Sözün Onuncu Hakikatinde denildiği gibi: Bir ağacın ne kadar meyveleri ve çiçekleri vardır; herbir meyvenin, herbir çiçeğin o kadar gayeleri, hikmetleri vardır. Ve o hikmetler üç kısımdır:

Bir kısmı Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bakar, esmâsının nakışlarını [işleme] gösterir.

Bir kısmı zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] bakar ki, onların nazarlarında kıymettar mektubat ve mânidar kelimattır. [ifadeler, sözler]

413

Bir kısmı kendi nefsine ve hayatına ve bekàsına bakar. Ve insana faideli ise, insanın menfaatine göre hikmetleri vardır.

İşte, herbir mevcudun böyle kesretli [çokluk] gayeleri bulunduğunu bir vakit düşünürken, hatırıma Arabî tarzda ve gelecek Beş İşaretin esâsâtına [esaslar] nota [bildiri] hükmünde olarak, küllî gayelere işaret eden şu fıkralar [bölüm] gelmiştir:

وَهٰذِهِ الْمَوْجُودَاتُ الْجَلِيلَةُ مَظَاهِرُ سَيَّالَةٌ وَمَرَايَا جَوَّالَةٌ لِتَجَدُّدِ تَجَلِّيَاتِ اَنْوَارِ اِيجَادِهِ سُبْحَانَهُ بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ اْلاِعْتِبَارِيَّةِ. اَوَّلاً: مَعَ اِسْتِحْفَاظِ الْمَعَانِى الْجَمِيلَةِ وَالْهُوِيَّاتِ الْمِثَالِيَّةِ. وَثَانِيًا: مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَۤائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اللَّوْحِيَّةِ. وَثَالِثًا: مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ اْلاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ. وَرَابِعًا: مَعَ اِعْلاَنِ التَّسْبِيحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَاِظْهَارِ الْمُقْتَضَيَاتِ اْلاَسْمَۤائِيَّةِ. وَخَامِسًا: لِظُهُورِ الشُّؤُنَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ * 1

İşte bu beş fıkrada, [bölüm] gelecekte bahsedeceğimiz işârâtın [işaretler] esâsâtı [esaslar] var. Evet, herbir mevcut, hususan zîhayat [canlı] olanların, beş tabaka ayrı ayrı hikmetleri ve gayeleri var. Nasıl ki, meyvedar bir ağaç, birbirinin üstündeki dalları semere verir. Öyle de, herbir zîhayatın, [canlı] beş tabaka muhtelif gayeleri bulunur ve hikmetleri var.

Ey insan-ı fâni! [geçici, ölümlü insan] Senin cüz’î [ferdî, küçük] bir çekirdek hükmündeki kendi hakikatini, meyvedar bir şecere-i bâkiyeye [devamlı ve kalıcı ağaç] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmesini ve Beş İşarette gösterilen on tabaka meyvelerini ve on nevi gayelerini elde etmesini istersen, hakikî imanı elde et. Yoksa, bütün onlardan mahrum kalmakla beraber, o çekirdek içinde sıkışıp; çürüyeceksin.

BİRİNCİ İŞARET

فَاَوَّلاً: بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ اْلاِعْتِبَارِيَّةِ مَعَ اِسْتِحْفَاظِ الْمَعَانِى الْجَمِيلَةِ وَالْهُوِيَّاتِ الْمِثَالِيَّةِ

fıkra[bölüm] ifade ediyor ki:

414

Bir mevcut, vücuttan gittikten sonra, zâhiren kendisi ademe, fenâya gider; fakat ifade ettiği mânâlar bâki kalır, mahfuz [korunmuş] olur. Hüviyet-i misaliyesi [bir şeyin yansıyan kimliği] ve sureti ve mahiyeti dahi âlem-i misalde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ve âlem-i misalin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] nümuneleri olan elvâh-ı mahfuzada [her şeyin kaderinin muhafaza edildiği manevî levhalar] ve elvâh-ı mahfuzanın [her şeyin kaderinin muhafaza edildiği manevî levhalar] nümuneleri olan kuvve-i hafızalarda [bellek, hafıza duyusu] kalır. Demek, bir vücud-u sûrî kaybeder, yüzer vücud-u mânevî [mânevî varlık] ve ilmî kazanır.

Meselâ, nasıl ki bir sahifenin tab’ına [baskı basma] medar [kaynak, dayanak] olan matbaa hurufatına [harfler] bir vaziyet ve bir tertip verilir ve bir sahifenin tab’ına [baskı basma] medar [kaynak, dayanak] olur; ve o sahife ise, suretini ve hüviyetini, basılan müteaddit [bir çok] yapraklara verip ve mânâlarını çok akıllara neşrettikten sonra, o matbaa hurufatının [harfler] vaziyeti ve tertibi de değiştirilir. Çünkü daha ona lüzum kalmadı; hem başka sahifelerin tab’ı [baskı basma] lâzım geliyor. İşte, aynen bunun gibi, şu mevcudat-ı arziye, [yeryüzünde yaşayan varlıklar] hususan nebâtiye, kalem-i kader-i İlâhî [Allah’ın kader kalemi; Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması] onlara bir tertip, bir vaziyet verir; bahar sahifesinde kudret onları icad eder; ve güzel mânâlarını ifade ederek, suretleri ve hüviyetleri âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] gibi âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] defterine geçtikleri için, hikmet iktiza [bir şeyin gereği] ediyor ki, o vaziyet değişsin, tâ yeni gelecek diğer bahar sahifesi yazılsın, onlar dahi mânâlarını ifade etsinler.

İKİNCİ İŞARET

وَثَانِيًا: مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَۤائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اللَّوْحِيَّةِ

Bu fıkra [bölüm] işaret eder ki:

Herbir şey, cüz’î [ferdî, küçük] olsun, küllî olsun, vücuttan gittikten sonra—hususan zîhayat [canlı] olsa—çok hakaik-i gaybiye [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] netice vermekle beraber, âlem-i misalin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] defterlerinde olan levh-i misâlî [maddî âlemdeki olayların ve varlıkların üzerinde yansıdığı mânevî levha] üstünde etvâr-ı hayatı [hayat boyu yaşanan değişiklikler, hayat safhaları] adedince suretleri bırakıp, o suretlerden mânidar olan ve mukadderât-ı hayatiye [hayat boyu başa gelmesi takdir edilmiş olaylar] denilen sergüzeşt-i hayatiyeleri [hayat serüveni] yazılır ve ruhaniyata [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] bir mütalâagâh olur.

Nasıl ki, meselâ bir çiçek vücuttan gider; fakat yüzer tohumcuklarını ve tohumcuklarda mahiyetini vücutta bırakmakla beraber, küçük elvâh-ı mahfuzada [her şeyin kaderinin muhafaza edildiği manevî levhalar]

415

ve elvâh-ı mahfuzanın [her şeyin kaderinin muhafaza edildiği manevî levhalar] küçük nümuneleri olan hafızalarda binler suretini bırakıp, zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] etvâr-ı hayatıyla [hayat boyu yaşanan değişiklikler, hayat safhaları] ifade ettiği tesbihât-ı Rabbâniye [Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler] ve nukuş-u esmâiyeyi [Allah’ın güzel isimlerinin varlıklardaki nakışları] okutturur, sonra gider. Öyle de, yeryüzünün saksısında güzel masnuatla [san’at eseri] münakkaş [nakışlanmış] olan bahar mevsimi, bir çiçektir. Zâhiren zevâl [batış, kayboluş] bulur, ademe gider. Fakat onun tohumları adedince ifade ettikleri hakaik-i gaybiye [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] ve çiçekleri adedince neşrettiği hüviyet-i misaliye [bir şeyin yansıyan kimliği] ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] adedince gösterdikleri hikmet-i Rabbâniyeyi [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] kendine bedel olarak vücutta bırakıp sonra bizden saklanır. Hem o giden baharın arkadaşları olan sair baharlara yer boşaltır-tâ onlar gelip vazife görsünler. Demek o bahar zâhirî bir vücudu çıkarır, mânen bin vücut giyer.

ÜÇÜNCÜ İŞARET

وَثَالِثًا: مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ اْلاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ

fıkra[bölüm] ifade ediyor ki:

Dünya bir destgâh [iş yeri] ve bir mezraadır; [tarla] âhiret pazarına münasip olan mahsulâtı yetiştirir. Çok Sözlerde ispat etmişiz: Nasıl ki cin ve insin amelleri âhiret pazarına gönderiliyor. Öyle de, dünyanın sair mevcudatı [var edilenler, varlıklar] dahi, âhiret hesabına çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulât yetiştiriyorlar. Belki küre-i arz [yer küre, dünya] onlar için geziyor. Belki denilebilir ki, onun içindir. Bu sefine-i Rabbâniye, [Allah’ın gemisi, dünya] yirmi dört bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip meydan-ı haşrin [haşir meydanı] etrafında dönüyor.

Meselâ, ehl-i Cennet elbette arzu ederler ki, dünya maceralarını tahattur [hatıra gelme] etsinler ve birbirine nakletsinler. Belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette, sinema perdelerinde görmek gibi, o levhaları, o vak’aları müşahede etseler, çok mütelezziz [lezzet alan] olurlar. Madem öyledir; herhalde, dâr-ı lezzet [gerçek ve daimî lezzet yeri olan Cennet] ve menzil-i saadet [mutluluk yeri] olan dâr-ı Cennette, [Cennet diyarı] عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ 1 işaretiyle, sermedî [daimi, sürekli] manzaralarda, dünyevî maceraların muhaveresi [karşılıklı konuşma] ve dünyevî hâdisâtın manzaraları Cennette bulunacaktır.

416

İşte bu güzel mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menâzır-ı sermediyeyi [daimî manzaralar] teşkil etmek için bir fabrika destgâhları [iş yeri] hükmünde görünüyor. Meselâ, nasıl ki ehl-i medeniyet [dünyaya yalnız dünya için ve maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar] fâni vaziyetlere bir nevi bekà vermek ve ehl-i istikbale yadigâr bırakmak için, güzel veya garip vaziyetlerin suretlerini alıp sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor; zaman-ı maziyi [geçmiş zaman] zaman-ı halde [şimdiki zaman] ve istikbalde gösteriyor ve derc [yerleştirme] ediyorlar. Aynen öyle de, şu mevcudat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçirdikten sonra, onların Sâni-i Hakîmi, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] âlem-i bekàya [devamlı ve kalıcı âlem] ait gayelerini o âleme kaydetmekle beraber, âlem-i ebedîde, [sonsuz âhiret âlemi] sermedî [daimi, sürekli] manzaralarda onların etvâr-ı hayatlarında [hayat boyu yaşanan değişiklikler, hayat safhaları] gördükleri vezâif-i hayatiyeyi [hayat görevleri] ve mu’cizât-ı Sübhâniyeyi [her türlü eksiklikten uzak olan Allah’ın mu’cizeleri] menâzır-ı sermediyede [daimî manzaralar] kaydetmek, mukteza-yı ism-i Hakîm [Allah’ın Hakîm isminin gereği] ve Rahîm ve Vedûddur. [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah]

DÖRDÜNCÜ İŞARET

وَرَابِعًا: مَعَ اِعْلاَنِ التَّسْبِيحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَاِظْهَارِ الْمُقْتَضَيَاتِ اْلاَسْمَۤائِيَّةِ

fıkra[bölüm] ifade ediyor ki:

Mevcudat, [var edilenler, varlıklar] etvâr-ı hayatıyla, [hayat boyu yaşanan değişiklikler, hayat safhaları] müteaddit [bir çok] envâ-ı tesbihat-ı Rabbâniyeyi [Allah’ı tesbih etmenin çeşitleri] yapıyor. Hem esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] iktiza [bir şeyin gereği] ve istilzam [gerektirme] ettikleri hâlâtı [durumlar, haller] gösteriyor ki: Meselâ Rahîm ismi şefkat etmek ister, Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] ismi rızık vermek iktiza [bir şeyin gereği] eder, Lâtîf [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] ismi lütfetmek istilzam [gerektirme] eder. Ve hâkezâ, bütün esmânın birer birer mukteza[bir şeyin gereği] vardır. İşte, herbir zîhayat, [canlı] hayatıyla ve vücuduyla o esmânın muktezasını [bir şeyin gereği] göstermekle beraber, cihazatı adedince Sâni-i Hakîme [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] tesbihat yapıyorlar.

Meselâ, nasıl ki bir insan güzel meyveler yer. O meyveler midesinde dağılır, erir, zâhiren mahvolur. Fakat ağzından, midesinden başka bütün hüceyrât-ı bedeniyede [beden hücreleri] faaliyetkârâne [faaliyet göstererek] bir lezzet, bir zevk vermekle beraber, aktâr-ı bedendeki [bedenin her tarafı] vücudu ve hayatı beslemek ve idame-i hayat [hayatı devam ettirme] etmek gibi pek çok hikmetlerin

417

vücuduna medar [kaynak, dayanak] oluyor. O taam [gıda, yiyecek] kendisi de, vücud-u nebâtîden [bitkisel varlık] hayat-ı insaniye tabakasına çıkıyor, terakki [ilerleme] ediyor. Aynen öyle de, şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] zevâl [batış, kayboluş] perdesinde saklandıkları vakit, onların yerinde herbirisinin pek çok tesbihatı bâki kalmakla beraber, pek çok esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] de nukuşlarını [işlemeler] ve mukteziyâtını [Allah’ın güzel isimlerinin gerektirdiği durumlar] o esmânın ellerine bırakır, yani bir vücud-u bâkiyeye [devamlı ve kalıcı vücud] tevdi ederler, öyle giderler.

Acaba fâni ve muvakkat [geçici] bir vücudun gitmesiyle, onun yerine bir nevi bekàya mazhar [erişme, nail olma] binler vücut kalsa, denilir mi ki “Ona yazık oldu” veyahut “Abes oldu” veyahut “Şu sevimli mahlûk neden gitti” şekvâ [şikayet] edilebilir mi? Belki onun hakkındaki rahmet, hikmet, muhabbet öyle iktiza [bir şeyin gereği] ediyorlar ve öyle olmak gerektir. Yoksa, birtek zarar gelmemek için, binler menfaati terk etmek lâzım gelir ki, o halde binler zarar olur.

Demek Rahîm, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Vedûd [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] isimleri, zevâle [batış, kayboluş] ve firaka [ayrılık] muarız [itiraz eden, karşı gelen] değiller; belki istilzam [gerektirme] edip iktiza [bir şeyin gereği] ediyorlar.

BEŞİNCİ İŞARET

وَخَامِسًا: لِظُهُورِ الشُّؤُنَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ

fıkra[bölüm] ifade ediyor ki:

Mevcudat, [var edilenler, varlıklar] hususan zîhayat [canlı] olanlar, vücud-u surîden [görünürdeki varlık] gittikten sonra, bâki çok şeyleri bırakırlar, öyle giderler.

İkinci Remizde [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] beyan edildiği gibi, Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] kudsiyet ve istiğnâ-yı kemâline [mükemmelliğini hiçbir şeye muhtaç olmaması] muvafık bir tarzda ve ona lâyık bir surette, hadsiz bir muhabbet, nihayetsiz bir şefkat, gayetsiz bir iftihar, tabiri caizse, [açıklanması uygunsa] mukaddes, hadsiz bir memnuniyet, bir sevinç—tabirde hata olmasın—hadsiz bir lezzet-i mukaddese, [her türlü kusur ve noksandan yüce bir lezzet]

418

bir ferah-ı münezzeh, [salt sevinç] şuûnât-ı rububiyetinde [idare ve terbiye edici Rabbimizin zâtına mahsus idare terbiye edicilik fiil ve özellikleri] bulunur ki, onların âsârı [eserler/asırlar] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görünüyor. İşte o şuûnat [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] iktiza [bir şeyin gereği] ettikleri hayretnümâ [hayret verici] faaliyet içinde, mevcudat, [var edilenler, varlıklar] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tağyirle, [değiştirme] zevâl [batış, kayboluş] ve fenâ içinde sür’atle sevk ediliyor, mütemadiyen âlem-i şehadetten [görünen alem] âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] gönderiliyor. Ve o şuûnâtın [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] cilveleri altında, mahlûkat, daimî bir seyr ü seyelân, [akış] bir hareket ve cevelân [akma, dolaşma] içinde çalkanmakta ve ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] kulaklarına vâveylâ-yı firak [ayrılık feryadı] ve zevâli [batış, kayboluş] ve ehl-i hidayetin [doğru ve hak yolda olanlar] sem’ine [işitme] velvele-i zikir [zikir sesleri] ve tesbihi dağıtmaktadırlar.

Bu sırra binaen, herbir mevcut, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] bâki şuûnâtının [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] tezahürüne bâki birer medar [kaynak, dayanak] olacak mânâları, keyfiyetleri, hâletleri [durum] vücutta bırakıp öyle gidiyorlar. Hem o mevcut, bütün müddet-i hayatında [hayat süresi] geçirdiği etvar [tavırlar, davranışlar] ve ahvâli, [haller] ilm-i ezelînin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] ünvanları olan İmam-ı Mübîn, Kitab-ı Mübîn, [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] Levh-i Mahfuz [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] gibi vücud-u ilmî [ilim halinde olan varlık] dairelerinde vücud-u haricîsini [dış dünya, görünen varlık âlemi] temsil eden mufassal [ayrıntılı] bir vücut dahi bırakıp öyle giderler. Demek, her fâni, bir vücudu terk eder, binler bâki vücutları kazanır, kazandırır.

Meselâ, nasıl ki harikulâde bir fabrika makinesine âdi bazı maddeler atılır; içinde yanarlar, zâhiren mahvolur, fakat o fabrikanın imbiklerinde [süzme âleti] çok kıymettar kimya maddeleri ve edviyeler [devâlar, çareler] teressüp [alçak, kâfir] eder. Hem onun kuvvetiyle ve buharıyla o fabrikanın çarkları döner; bir taraftan kumaşları dokumasına, bir kısmı kitap tab’ına, [baskı basma] bir kısmı da şeker gibi başka kıymettar şeyleri imal etmesine medar [kaynak, dayanak] oluyor, ve hâkezâ… Demek, o âdi maddelerin yanmasıyla ve zâhiren mahvolmasıyla binler şeyler vücut buluyor. Demek, âdi bir vücut gider, âli [yüce] çok vücutları irsiyet [miras] bırakır. İşte, şu halde, o âdi maddeye “Yazık oldu” denilir mi?

419

“Fabrika sahibi neden ona acımadı, yandırdı; o sevimli maddeleri mahvetti?” şikâyet edilir mi?

Aynen öyle de, وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 Hâlık-ı Hakîm [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] ve Rahîm ve Vedûd, [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] mukteza-yı rahmet ve hikmet [Allah’ın rahmetinin ve hikmetinin gereği] ve vedûdiyet [çok sevgi besleme hâli] olarak kâinat fabrikasına hareket veriyor. Herbir vücud-u fâniyi [geçici, ölümlü varlık] çok bâki vücutlara çekirdek yapar, makàsıd-ı Rabbâniyesine [her şeyin Rabbi olan Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler] medar [kaynak, dayanak] eder, şuûnât-ı Sübhâniyesine [her türlü eksiklikten sonsuz derecede münezzeh olan Allah’ın Zâtına mahsus özellikleri] mazhar [erişme, nail olma] kılar, kalem-i kaderine [kader kalemi] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] ittihaz [edinme, kabullenme] eder ve kudretin dokumasına bir mekik [dokuma âleti] yapar. Ve daha bilmediğimiz pek çok inâyât-ı gàliye [büyük yardımlar, ikramlar] ve makàsıd-ı âliye [yüce gayeler] için, kendi faaliyet-i kudretiyle [Allah’ın güç ve iktidarıyla faaliyette bulunması] kâinatı faaliyete getirir. Zerrâtı [atomlar] cevelâna, [akma, dolaşma] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] seyerâna, hayvânâtı seyelâna, [akış] seyyârâtı [gezegenler] deverâna getirir, kâinatı konuşturur, âyâtını ona sessiz söylettirir ve ona yazdırır. Ve mahlûkat-ı arziyeyi, [dünyadaki varlıklar] rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] noktasında, havayı emir ve iradesine bir nevi arş, ve nur unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş, ve suyu ihsan [bağış] ve rahmetine başka bir arş, ve toprağı hıfz ve ihyâsına [diriltme, hayat verme] bir çeşit arş yapmış; o arşlardan üçünü mahlûkat-ı arziye [dünyadaki varlıklar] üstünde gezdiriyor.

ba

Kat’iyen [kesinlikle] bil ki, bu Beş Remizde [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve Beş İşarette gösterilen parlak hakikat-i âliye, [yüce gerçek] nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ile görünür ve imanın kuvvetiyle sahip olunabilir. Yoksa, o hakikat-i bâkiye yerine, gayet müthiş bir zulümat geçer. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için dünya firaklar [ayrılık] ve zevâllerle [batış, kayboluş] dolu ve ademlerle mâlâmâldir. [ağzına kadar dolu] Kâinat, onun için mânevî bir cehennem hükmüne geçer. Herşey onun için âni bir vücut ile hadsiz bir adem [hiçlik, yokluk] ihata [herşeyi kuşatma] ediyor. Bütün mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] zulümat-ı ademle [yokluk karanlıkları] memlûdür; yalnız

420

kısacık bir zaman-ı halde [şimdiki zaman] bir hazin nur-u vücut [varlık nuru] bulabilir. Fakat sırr-ı Kur’ân [Kur’ân’ın sırrı] ve nur-u iman [iman aydınlığı] ile, ezelden ebede kadar bir nur-u vücut [varlık nuru] görünür, ona alâkadar olur ve onunla saadet-i ebediyesini [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] temin eder.

Elhasıl, [kısaca, özetle] biz Şair-i Mısrî’nin tarzında deriz:

Derya olunca nefes,
Pârelenince kafes,
Tâ kesilince bu ses,
Çağırırım: Yâ Hak, [ey varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah]Mevcud, [gerçek varlık sahibi olan Allah]Hayy, [diri, canlı]Mâbud, [ibadet edilen]

Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] yâ Maksud, [ey bütün varlıkların rızasına ermeyi ve cemâlini görmeyi arzuladıkları Allah] yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah]Vedûd! [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah]

Ve bağırarak derim:

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ صَادِقُ الْوَعْدِ اْلاَمِينُ * 1

Ve iman ederek ispat ederim:

اِنَّ الْبَعْثَ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَالْجَنَّةَ حَقٌّ وَالنَّارَ حَقٌّ وَاِنَّ السَّعَادَةَ اْلاَبَدِيَّةَ حَقٌّ وَاِنَّ اللهَ رَحِيمٌ حَكِيمٌ وَدُودٌ وَاِنَّ الرَّحْمَةَ وَالْحِكْمَةَ وَالْمَحَبَّةَ مُحِيطَةٌ بِجَمِيعِ اْلاَشْيَۤاءِ وَشُؤُنَاتِهَا 2 * وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدٰينَا اللهُ لَقَدْ جَۤاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ * 3

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 4

421

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 1

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلٰوةً تَكُونُ لَكَ رِضَۤاءً وَلِحَقِّهِ اَدَۤاءً وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ اٰمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 2

سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدِيقَةَ اَرْضِهِ: مَشْهَرَ صَنْعَتِهِ * مَحْشَرَ خِلْقَتِهِ * مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ * مَدَارَ حِكْمَتِهِ * مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ * مَزْرَعَ جَنَّتِهِ * مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ * مَسِيلَ الْمَوْجُودَاتِ * مَكِيلَ الْمَصْنُوعَاتِ * فَمُزَيَّنُ الْحَيَوَانَاتِ مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ * مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ * مُزَهَّرُ النَّبَاتَاتِ * مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ * خَوَارِقُ صُنْعِهِ * هَدَايَۤاءُ جُودِهِ * بَرَاهِينُ لُطْفِهِ * دَلاَئِلُ الْوَحْدَةِ لَطَۤائِفُ الْحِكْمَةِ * شَوَاهِدُ الرَّحْمَةِ * تَبَسُّمُ اْلاَزْهَارِ مِنْ زِينَةِ اْلاَثْمَارِ * تَسَجُّعُ اْلاَطْيَارِ فِى نَسْمَةِ اْلاَسْحَارِ * تَهَزُّجُ اْلاَمْطَارِ عَلٰى خُدُودِ اْلاَزْهَارِ * تَزَيُّنُ اْلاَزْهَارِ … تَبَرُّجُ اْلاَثْمَارِ.. فِى هٰذِهِ الْجِنَانِ * تَرَحُّمُ الْوَالِدَاتِ عَلَى اْلاَطْفَالِ الصِّغَارِ فِى كُلِّ الْحَيَوَانَاتِ وَاْلاِنْسَانِ.. تَعَرُّفُ وَدُودٍ.. تَوَدُّدُ رَحْمٰنٍ.. تَرَحُّمُ حَنَّانٍ.. تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ وَالرُّوحِ وَالْحَيَوَانِ وَالْمَلَكِ وَالْجَانِّ * 3

ba

422

Yirmi Dördüncü Mektubun Birinci Zeyli [ek]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَه 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَۤاؤُكُمْ * 3

YANİ, “EY İNSANLAR! Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” meâlindeki âyetin beş nüktesini [derin anlamlı söz] dinle.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Dua bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir. [kulluğun büyük sırrı] Belki ubûdiyetin [Allah’a kulluk] ruhu hükmündedir. Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi, dua üç nevidir.

Birinci nevi dua: İstidat lisanıyladır ki, bütün hububat, tohumlar, lisan-ı istidatla [kabiliyet dili] Fâtır-ı Hakîme [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] dua ederler ki, “Senin nukuş-u esmâ[Allah’ın güzel isimlerinin varlıklardaki nakışları] mufassal [ayrıntılı] göstermek için bize neşvünemâ [büyüyüp gelişme] ver. Küçük hakikatimizi sümbülle ve ağacın büyük hakikatine çevir.”

Hem şu istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lisanıyla dua nev’inden birisi de şudur ki: Esbabın içtimaı, [bir araya gelme, toplanma] müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] icadına bir duadır. Yani, esbab bir vaziyet alır ki, o vaziyet bir lisan-ı hal [beden dili] hükmüne geçer; ve müsebbebi, [netice, eser, sebebin sonucu] Kadîr-i Zülcelâlden [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] dua eder, isterler. Meselâ su, hararet, toprak, ziya, bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duadır [dua dili] ki, “Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız” [her şeyi yaratan Allah] derler. Çünkü, o mu’cize-i harika-i kudret [İlahî kudretin harika mu’cizesi] olan ağaç, o şuursuz, câmid, [cansız] basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, içtima-ı esbab [sebeplerin bir araya gelmesi] bir nevi duadır.

İkinci nevi dua: İhtiyac-ı fıtrî lisanıyladır ki, bütün zîhayatların [canlı] iktidar ve

423

ihtiyarları dahilinde olmayan hâcetlerini [ihtiyaç] ve matlaplarını [doğuş yeri] ummadıkları yerden, vakt-i münasipte [uygun zaman] onlara vermek için, Hâlık-ı Rahîmden [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] bir nevi duadır. Çünkü, iktidar ve ihtiyarları haricinde, bilmedikleri yerden, vakt-i münasipte [uygun zaman] onlara bir Hakîm-i Rahîm [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] gönderiyor. Elleri yetişmiyor; demek o ihsan, [bağış] dua neticesidir.

Elhasıl, [kısaca, özetle] bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] çıkan, bir duadır. Esbab [sebebler] olanlar, müsebbebâtı [netice, eser, sebebin sonucu] Allah’tan isterler.

Üçüncü nevi dua: İhtiyaç dairesinde zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] duasıdır ki, bu da iki kısımdır.

Eğer ıztırar [çaresizlik] derecesine gelse veya ihtiyac-ı fıtrîye [doğal ihtiyaç] tam münasebettar [alâkalı, ilgili] ise veya lisan-ı istidada [kabiliyet dili] yakınlaşmışsa veya sâfi, hâlis kalbin lisanıyla ise, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile makbuldür. Terakkiyât-ı beşeriyenin [insanlığa ait gelişmeler, ilerlemeler] kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] ve keşfiyatları, [keşifler] bir nevi dua neticesidir. Havârık-ı medeniyet [medeniyet harikaları] dedikleri şeyler ve keşfiyatlarına [keşifler] medar-ı iftihar [övünç kaynağı] zannettikleri emirler, mânevî bir dua neticesidir. Hâlis bir lisan-ı istidatla [kabiliyet dili] istenilmiş, onlara verilmiştir. Lisan-ı istidatla [kabiliyet dili] ve lisan-ı ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaçların dili] ile olan dualar dahi, bir mâni olmazsa ve şerâit [şartlar] dahilinde ise, daima makbuldürler.

İkinci kısım: Meşhur duadır. O da iki nevidir: biri fiilî, biri kavlî. [söz] Meselâ çift sürmek fiilî bir duadır. Rızkı topraktan değil; belki toprak, hazine-i rahmetin [Allah’ın rahmet hazinesi] bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı sabanla çalar.

Sair kısımların tafsilâtını [ayrıntılar] tayyedip, yalnız kavlî duanın [sözle yapılan dua] bir iki sırlarını, gelecek iki üç nüktede [derin anlamlı söz] söyleyeceğiz.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Duanın tesiri azîmdir. Hususan dua külliyet kesb [elde etme, kazanma] ederek devam etse, netice vermesi galiptir, belki daimîdir. Hattâ denilebilir ki, sebeb-i hilkat-i âlemin [âlemin yaratılış nedeni] birisi de duadır. Yani, kâinatın hilkatinden [yaratılış] sonra, başta nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] ve onun başında âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve onun başında Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmın muazzam olan duası, bir sebeb-i hilkat-i âlemdir. [âlemin yaratılış nedeni] Yani, Hâlık-ı Âlem, [âlemin yaratıcısı Allah] istikbalde o zâtı, nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] namına, belki mevcudat [var edilenler, varlıklar] hesabına bir saadet-i ebediye, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bir

424

mazhariyet-i esmâ-i İlâhiye [İlâhî isimlerin tecellîlerine ayna olma] isteyecek bilmiş, o gelecek duayı kabul etmiş, kâinatı halk etmiş.

Madem duanın bu derece azîm ehemmiyeti ve vüs’ati [genişlik] vardır. Hiç mümkün müdür ki, bin üç yüz elli senede, her vakitte, nev-i beşerden üç yüz milyon, cin ve ins ve melek ve ruhaniyattan [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] had ve hesaba gelmez mübarek zatlar, bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] zât-ı Muhammedî [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, şahsiyeti] aleyhissalâtü vesselâm hakkında rahmet-i uzmâ-yı İlâhiye ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve husul-ü maksud [istenen şeyin gerçekleşmesi] için duaları nasıl kabul olmasın? Hiçbir cihetle mümkün müdür ki, o duaları reddedilsin?

Madem bu kadar külliyet ve vüs’at [genişlik] ve devam kesb [elde etme, kazanma] edip lisan-ı istidat [kabiliyet dili] ve ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] derecesine gelmiş. Elbette o zât-ı Muhammed-i Arabî [Arapların arasında gelen Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı] aleyhissalâtü vesselâm, dua neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir ki, bütün ukul [akıllar] toplansa, bir akıl olsalar, o makamın hakikatini tamamıyla ihata [herşeyi kuşatma] edemezler.

İşte, ey Müslüman, senin rûz-i mahşerde [insanların diriltilip toplanacağı gün] böyle bir şefîin [şefaat eden] var. Bu şefîin [şefaat eden] şefaatini kendine celb [çekme] etmek için, sünnetine ittibâ [tâbi olma, bağlanma] et.

Eğer desen: Madem o Habîbullahtır. [sevgili] Bu kadar salâvat [namazlar, dualar] ve duaya ne ihtiyacı var?

Elcevap: O zât (a.s.m.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin [ümmetin bireyleri] her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. [endişeli] İşte, kendi hakkında merâtib-i saadet ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hadsiz olmakla beraber, hadsiz efrad-ı ümmetinin, [ümmetin bireyleri] hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ-ı saadetlerini [mutluluk çeşitleri] hararetle arzu eden ve hadsiz envâ-ı şekavetlerinden [türlü türlü şikâyetler, yakınmalar] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olan bir zât, elbette hadsiz salâvat [namazlar, dualar] ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.

Eğer desen: Bazan kat’î olacak işler için dua edilir: meselâ husuf [ay tutulması] ve küsuf [güneş tutulması] namazındaki dua gibi. Hem bazan hiç olmayacak şeyler için dua edilir.

Elcevap: Başka Sözlerde izah edildiği gibi, dua bir ibadettir. Abd, [köle] kendi aczini ve fakrını dua ile ilân eder. Zâhirî maksatlar ise, o duanın ve o ibadet-i duaiyenin

425

vakitleridir; hakikî faideleri değil. İbadetin faidesi âhirete bakar. Dünyevî maksatlar hâsıl olmazsa, “O dua kabul olmadı” denilmez. Belki “Daha duanın vakti bitmedi” denilir.

Hem hiç mümkün müdür ki, bütün ehl-i imanın [Allah’a inanan] bütün zamanlarda mütemadiyen kemâl-i hulûs [tam bir içtenlik] ve iştiyak [arzu, istek] ve dua ile istedikleri saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] onlara verilmesin ve bütün kâinatın şehadetiyle hadsiz rahmeti bulunan o Kerîm-i Mutlak, [lütuf ve cömertliği sınırsız olan Allah] o Rahîm-i Mutlak, [herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allah] bütün onların o duasını kabul etmesin ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vücut bulmasın?

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Dua-yı kavlî-i ihtiyarînin [bilinçli olarak yapılan sözlü dua] makbuliyeti, [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] iki cihetledir: Ya ayn-ı matlubu [istenen şeyin kendisi, aynısı] ile makbul olur; veyahut daha evlâsı verilir.

Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. “Duası kabul olunmadı” denilmez. “Daha evlâ bir surette kabul edildi” denilir. Hem bazan kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. “Duası reddedildi” denilmez. Belki, “Daha enfâ [daha yararlı] bir surette kabul edildi” denilir, ve hâkezâ…

Madem Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham [suçlama] etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, [işinin ehli olan doktor] sıtması için sulfato [kinin; sıtma ilâcı] verir. “Tabip beni dinlemedi” denilmez. Belki âh ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi, maksudun iyisini yerine getirdi.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Duanın en güzel, en lâtîf, [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki:

Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm [cömert, ikram sahibi] Zât var, ona bakar, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] verir. Hem onun hadsiz ihtiyâcâtını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir bir Zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 1 der.

426

BEŞİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Dua ubûdiyetin [Allah’a kulluk] ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam duasıyla gösteriyor ki:

“Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı [anlamak, bilgi sahibi olmak] var ve bilir. En uzak maksatlarımı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise, bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de Ondan bekliyorum, Ondan istiyorum.”

İşte, duanın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın [iman aydınlığı] halâvet [tatlılık] ve sâfiliğine bak, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعآؤُكُمْ 1 sırrını anla ve وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِىۤ اَسْتَجِبْ لَكُمْ 2 fermanını dinle.

اَكَرْنَه خَواهِى دَادْ نَه دَادِى خَواهْ denildiği gibi, eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.3

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 4

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ * سَلِّمْنَا وَسَلِّمْ دِينَنَا اٰمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 5

ba

427

Yirmi Dördüncü Mektubun İkinci Zeyli [ek]

 Mirac-ı Nebevî hakkındadır

بِاسْمِهِ * 1 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰى * عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى * عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰى * اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰى * مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى * لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى * 3

MEVLİD-İ NEBEVÎNİN Miraciye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mi’rac-ı şeriflerinden bahseden eser] kısmında Beş Nükteyi [derin anlamlı söz] beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Cennetten getirilen Buraka [Cennete mahsus bir binek] dair, Mevlit yazan Süleyman Efendi hazin bir aşk macerasını beyan ediyor. O zât ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] olduğu ve rivayete bina ettiği için, elbette bir hakikati o suretle ifade ediyor. Hakikat şu olmak gerektir ki:

Âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] mahlûkları, [varlıklar] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın nuruyla pek alâkadardırlar. Çünkü, onun getirdiği nur iledir ki, Cennet ve dâr-ı âhiret, [âhiret âlemi] cin ve insle şenlenecek. Eğer o olmasaydı, o saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olmazdı ve Cennetin her nevi mahlûkatından istifadeye müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olan cin ve ins, Cenneti şenlendirmeyeceklerdi; bir cihette sahipsiz, virane kalacaktı.

Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü Dalında beyan edildiği gibi, nasıl ki bülbülün güle karşı dâsitâne-i aşkı, [aşk destanı] [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] taife-i hayvânâtın taife-i nebâtâta [bitkiler âlemi] derece-i aşka [aşk derecesi]

428

bâliğ [erişen, ulaşan] olan ihtiyâcât-ı şedîde-i aşknümâyı rahmet hazinesinden gelen ve hayvânâtın erzaklarını taşıyan kàfile-i nebâtâta [bitkiler topluluğu] karşı ilân etmek için bir hatib-i Rabbânî [Allah’ın bir hutbecisi, [balık] Onun adına koşan] olarak, başta bülbül-ü gül [gülün âşığı bülbül] ve her neviden bir nevi bülbül intihap [seçmek] edilmiş ve onların nağamâtı [nağmeler, ezgiler] dahi, nebâtâtın [bitkiler] en güzellerinin başlarında hoşâmedî [“hoş geldin” deme] nev’inden tesbihkârâne [tesbih edercesine] bir hüsn-ü istikbaldir, [güzel bir şekilde karşılama] bir alkışlamadır.

Aynen bunun gibi, sebeb-i hilkat-i eflâk [âlemlerin yaratılmasına sebep olan] ve vesile-i saadet-i dâreyn [iki dünya mutluluğunun vesilesi] ve Habîb-i Rabbü’l-Âlemîn [Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sevgilisi, Hz. Muhammed (a.s.m.)] olan zât-ı Muhammed-i Arabî [Arapların arasında gelen Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı] aleyhissalâtü vesselâma karşı, nasıl ki melâike [melek] nev’inden Hazret-i Cebrail aleyhisselâm kemâl-i muhabbetle [mükemmel bir sevgi] hizmetkârlık ediyor, melâikelerin [melekler] Hazret-i Âdem aleyhisselâma inkıyad [boyun eğme] ve itaatini ve sırr-ı sücudunu [secdeye varma sırrı] gösteriyor. Öyle de, ehl-i Cennetin, hattâ Cennetin hayvânat kısmının dahi o zâta karşı alâkaları, bindiği Burak‘ın [Cennete mahsus bir binek] hissiyât-ı âşıkanesiyle [aşıkça, âşka benzer duygular] ifade edilmiştir.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Mirac-ı Nebeviyedeki maceralardan birisi, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma karşı muhabbet-i münezzehesi, [her türlü eksiklikten uzak olan sevgi] “Sana âşık olmuşum” tabiriyle ifade edilmiş. Şu tabirat, [tabirler, ifadeler] Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] kudsiyetine [kutsal, kusursuz ve yüce] ve istiğnâ-yı zâtîsine, [kendi zâtına ait sınırsız zenginlik; hiçbir şeye muhtaç olmama] mânâ-yı örfî [bilinen, alışılan mânâ] ile münasip düşmüyor. Madem Süleyman Efendinin Mevlidi [doğum] rağbet-i âmmeye [genel kabul görme] mazhariyeti delâletiyle, o zât ehl-i velâyettir [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve ehl-i hakikattir; [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] elbette irâe ettiği mânâ sahihtir. Mânâ da budur ki:

Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] hadsiz cemâl ve kemâli vardır. Çünkü, bütün kâinatın aksâmına inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmiş olan cemâl ve kemâlin bütün envâı, [tür] Onun cemâl ve

429

kemâlinin emâreleri, işaretleri, âyetleridir. İşte, herhalde, cemâl ve kemâl sahibi bilbedâhe [açık bir şekilde] cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı [ışınlar, parıltılar] olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever; elbette esmâsının cemâlini gösteren san’atını sever. Öyle ise, cemâl ve kemâline âyine [ayna] olan masnuatını [san’at eseri] dahi sever. Madem cemâl ve kemâlini göstereni sever; elbette cemâl ve kemâl-i esmâsına [isimlerin mükemmelliği] işaret eden mahlûkatının mehâsinini [güzellikler] sever. Bu beş nevi muhabbete, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] âyâtıyla işaret ediyor.

İşte, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, madem masnuat [sanat eseri] içinde en mükemmel ferttir ve mahlûkat içinde en mümtaz [seçkin] şahsiyettir.

Hem san’at-ı İlâhiyeyi [Allah’ın san’atı] bir velvele-i zikir [zikir sesleri] ve tesbihle teşhir ediyor ve istihsan [beğenme, güzel bulma] ediyor.

Hem esmâ-i İlâhiyedeki [Allah’ın isimleri] cemâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] hazinelerini lisan-ı Kur’ân [Kur’ân dili] ile açmıştır.

Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, [yaratılışa ait âyetler, deliller] Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kemâline delâletlerini parlak ve kat’î bir surette lisan-ı Kur’ân‘la [Kur’ân dili] beyan ediyor.

Hem küllî ubûdiyetiyle [Allah’a kulluk] rububiyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ediyor.

Hem mahiyetinin câmiiyetiyle [kapsayıcılık] bütün esmâ-i İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.

Elbette bunun için denilebilir ki, Cemîl-i Zülcelâl, [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîşuuru [bilinçli varlıkların aynası] olan Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmı sever.

Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak âyinesi [aynası] olan Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmı sever ve Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâma benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.

Hem san’atını sevdiği için, elbette Onun san’atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinata neşreden ve semâvâtın kulağını çınlatan, ber [kara] ve bahri cezbeye getiren

430

bir velvele-i zikir [zikir sesleri] ve tesbihle ilân eden Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmı sever ve ona ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edenleri de sever.

Hem masnuatını [san’at eseri] sevdiği için, o masnuatın [san’at eseri] en mükemmeli olan zîhayatı [canlı] ve zîhayatın [canlı] en mükemmeli olan zîşuuru [akıl ve şuur sahibi] ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] en efdali olan insanları ve insanların bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmı elbette daha ziyade sever.

Hem kendi mahlûkatının mehâsin-i ahlâkiyelerini [ahlak güzelliği] sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede [ahlak güzelliği] bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmı sever ve derecâta [dereceler] göre ona benzeyenleri dahi sever.

Demek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar [sevgili] içindeki mezkûr [adı geçen] beş vechinin [cihet, yön, taraf] herbir vechinde [cihet, yön, taraf] en yüksek makam, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâma mahsustur ki, “Habîbullah” [sevgili] lâkabı ona verilmiş.

İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, [Allah’ın sevgisini kazanma makamı] Süleyman Efendi, “Ben sana âşık olmuşum” tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, [tefekkür ve gözlemleme aracı] gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu tabir şe’n-i rububiyete [Cenâb-ı Allah’ın rububiyetinin gereği] münasip olmayan mânâyı hayale getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine “Ben senden razı olmuşum” denilmeli.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Miraciyedeki [Allah’ın huzuruna yükselme] maceralar, malûmumuz olan mânâlarla, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve nezih [temiz] hakikatleri ifade edemiyor. Belki o muhavereler [karşılıklı konuşma] birer ünvan-ı mülâhazadır, [birşeyin hakikatını düşünebilmek için geçici olarak konulan isim ve vasıta] birer mirsad-ı tefekkürdür [tefekkür ve gözlemleme aracı] ve ulvî ve derin hakaike [doğru gerçekler] birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikine [doğru gerçekler] birer ihtardır ve kabil-i tabir [yoruma açık, ifade edilebilir] olmayan bazı mânâlara birer kinayedir. [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] Yoksa, malûmumuz olan mânâlarla bir macera değil. Biz, hayalimizle o muhaverelerden [karşılıklı konuşma] o hakikatleri alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî [imandaki zevk] ve nuranî bir neş’e-i ruhanî [ruhen duyulan sevinç ve neşe] alabiliriz. Çünkü, nasıl Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zât ve

431

sıfâtında nazir [benzer] ve şebih [benzer] ve misli [benzer] yoktur; öyle de, şuûnât-ı rububiyetinde [idare ve terbiye edici Rabbimizin zâtına mahsus idare terbiye edicilik fiil ve özellikleri] misli [benzer] yoktur. Sıfâtı nasıl mahlûkat sıfâtına benzemiyor; muhabbeti dahi benzemez.

Öyle ise, şu tabiratı [tabirler, ifadeler] müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] nev’inden tutup deriz ki: Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve kudsiyetine [kutsal, kusursuz ve yüce] münasip bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine [kendi zâtına ait sınırsız zenginlik; hiçbir şeye muhtaç olmama] ve kemâl-i mutlakına [her yönüyle mükemmel olma] muvafık bir surette, muhabbeti gibi bazı şuûnâtı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] var ki, miraciye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mi’rac-ı şeriflerinden bahseden eser] macerasıyla onu ihtar ediyor. Mirac-ı Nebeviyeye dair Otuz Birinci Söz, hakaik-i miraciyeyi usul-ü imaniye dairesinde izah etmiştir. Ona iktifâen [yeterli görerek] burada ihtisar [kısaltma] ediyoruz.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

“Yetmiş bin perde arkasında Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] görmüş”1 tabiri, bu’diyet-i mekânı [mekân uzaklığı] ifade ediyor. Halbuki, Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] tir, [bir yerle sınırlı olmayan] herşeye herşeyden daha yakındır. Bu ne demektir?

Elcevap: Otuz Birinci Sözde mufassalan, [ayrıntılı olarak] burhanlarla [delil] o hakikat beyan edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize gayet karîbdir; [yakın] biz Ondan gayet derecede uzağız. Nasıl ki, güneş, elimizdeki âyine [ayna] vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı, bizimle âyinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dört bin sene uzağız. Bilâ teşbih velâ temsil, [benzetme ve temsil olmaksızın; Allah’ın zâtını hiçbir şeye benzetmemekle beraber] Şems-i Ezelî, [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] herşeye herşeyden daha yakındır. Çünkü Vâcibü’l-Vücuddur, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] tir. [bir yerle sınırlı olmayan] Hiçbir şey Ona perde olamaz. Fakat herşey nihayet derecede Ondan uzaktır.

İşte, Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] uzun mesafesiyle, وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ 2 in ifade

432

ettiği mesafesizliğin sırrıyla, hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-ı vâhidde [bir an, bir vakit] yerine gelmesi sırrı bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın miracı, [Allah’ın huzuruna yükselme] onun seyr ü sülûk [mânevî yol alma] üdür, [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] onun ünvan-ı velâyetidir.

Ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] nasıl ki seyr ü sülûk-i ruhanî [mânevî âlemlerde ruh ile bazı mertebelere yükselme ve yolculuk etme] ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki [ilerleme] ile, derecât-ı imaniyenin hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesine çıkıyor. Öyle de, bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, değil yalnız kalbi ve ruhuyla, belki hem cismiyle, hem havassıyla, [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] hem letâifiyle, [duygular] kırk seneye mukàbil kırk dakikada, velâyetinin [velilik] keramet-i kübrâ[en büyük keramet] olan Miracı [Allah’ın huzuruna yükselme] ile bir cadde-i kübrâ [büyük ve geniş cadde] açarak hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] en yüksek mertebelerine gitmiş, Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] merdiveniyle Arşa çıkmış, Kàb-ı Kavseyn [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Cenab-ı Hak ile görüşmüştür] makamında, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] en büyüğü olan iman-ı billâh [Allah’a iman] ve iman-ı bil’âhireti [“âhiret gününe iman”] aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] gözüyle müşahede etmiş, Cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] görmüş, o Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] kapısıyla açtığı cadde-i kübrâ[büyük ve geniş cadde] açık bırakmış. Bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] gölgesi içinde gidiyorlar.

BEŞİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Mevlid-i Nebevî [Peygamberimizin (a.s.m.) doğumunu anlatan manzum eser] ile Miraciyenin [Allah’ın huzuruna yükselme] okunması, gayet nâfi [faydalı] ve güzel âdettir ve müstahsen [güzel görülen, beğenilen] bir âdet-i İslâmiyedir. [İslâmın âdeti, geleneği] Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin [İslâmın sosyal hayatı] gayet lâtîf [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir. [sohbet sebebi, vesilesi] Belki, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] ihtarı için en hoş ve şirin bir derstir. Belki, imanın envârını [nurlar] ve muhabbetullah [Allah sevgisi] ve aşk-ı Nebevîyi [peygamber aşkı] göstermeye ve tahrike en müheyyiç [heyecan verici] ve müessir bir vasıtadır. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu âdeti ebede kadar devam ettirsin. Ve Süleyman Efendi gibi Mevlid [doğum] yazanlara Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmet etsin, yerlerini Cennetü’l-Firdevs [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] yapsın. Âmin.

433

 Hâtime

Madem şu kâinatın Hâlıkı, her nevide bir ferd-i mümtaz [seçkin insan] ve mükemmel ve câmi halk edip, o nev’in medar-ı fahri [övünç kaynağı] ve kemâli yapar. Elbette, esmâsındaki İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] tecellîsiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz [seçkin] ve mükemmel bir ferdi halk edecek. Esmâsında bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] olduğu gibi, masnuatında [san’at eseri] da bir ferd-i ekmel [en mükemmel fert] bulunacak ve kâinata münteşir [yaygın olan] kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] o fertte cem [toplama, bir araya gelme] edip kendine medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] edecek.

O fert, herhalde zîhayattan [canlı] olacaktır. Çünkü envâ-ı kâinatın [kâinattaki varlıkların türleri] en mükemmeli zîhayattır. [canlı] Ve herhalde, zîhayat [canlı] içinde o fert zîşuurdan [akıl ve şuur sahibi] olacaktır. Çünkü, zîhayatın [canlı] envâı [tür] içinde en mükemmeli zîşuurdur. [akıl ve şuur sahibi] Ve herhalde, o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur [akıl ve şuur sahibi] içinde hadsiz terakkiyâta [ilerleme] müstaid, [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] insandır.

Ve insanlar içinde, herhalde o fert Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olacaktır. Çünkü, zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira, o zât, küre-i arzın [yer küre, dünya] yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi [mânevî saltanat] altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle [büyüklük ve heybetteki mükemmellik] saltanat-ı mâneviyesini [mânevî saltanat] devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, [kemâl sahibi olgun kimseler] bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll [her çeşit ilimde çok bilgisi olan] hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin [güzel ahlâk] en yüksek derecesine sahip olmuş; bidâyet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş; her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı [dil ile sürekli tekrarlanan şey] olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] göstermiş bir zât, elbette o ferd-i mümtazdır, [seçkin insan] ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.

434

عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ اَلصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ اَنْوَاعِ الْكَۤائِنَاتِ وَمَوْجُودَاتِهَا * 1

İşte böyle bir zâtın mevlid [doğum] ve miracını [Allah’ın huzuruna yükselme] dinlemek, yani terakkiyâtının [ilerleme] mebde’ [başlangıç] ve müntehâsını [bir şeyin en uç noktası] işitmek, yani tarihçe-i hayat-ı mâneviyesini [mânevî hayat hikâyesi] bilmek, o zâtı kendine reis ve seyyid ve imam ve şefî [şefaat eden] telâkki [anlama, kabul etme] eden mü’minlere ne kadar zevkli, fahirli, [övünme] nurlu, neş’eli, hayırlı bir müsamere-i ulviye-i diniye [dinle ilgili yüce bir kutlama] olduğunu anla.

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Habib-i Ekrem [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm hürmetine ve İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] hakkına, şu risaleyi neşredenlerin ve rüfekasının [refikler, arkadaşlar] kalblerini envâr-ı imaniyeye [iman nurları] mazhar [erişme, nail olma] ve kalemlerini esrar-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’daki sırlar] naşir [yayınlayan] eyle ve onlara sırat-ı müstakimde [dosdoğru yol] istikamet [doğru] ver. Âmin.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى * 3

Said Nursî

ba

Yirmi Beşinci Mektup

Telif [kaleme alma] edilmemiştir.