MEKTUBAT – Yirmi İkinci Mektup (373-392)

373

Yirmi İkinci Mektup

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Şu Mektup iki mebhastır. [bahis, kısım] Birinci Mebhas, [bahis, kısım] ehl-i imanı [Allah’a inanan] uhuvvete [kardeşlik] ve muhabbete davet eder.

Birinci Mebhas [bahis, kısım]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ * 3

اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِى ٌّحَمِيمٌ * 4

وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ * 5

MÜ’MİNLERDE nifak [ayrılık, dağılma] ve şikak, [ayrılık] kin ve adâvete [düşmanlık] sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ [büyük insanlık; İslâmiyetin hakikatleri] olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece [kişisel hayat] ve hayat-ı içtimaiyece [sosyal hayat] ve hayat-ı mâneviyece [maddî olmayan hayat] çirkin ve merduttur, muzır [zararlı] ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye [insan hayatı] için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan [vecihler, yönler] altı vechini [cihet, yön, taraf] beyan ederiz.

374

BİRİNCİ VECİH

Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü’mine kin ve adâvet [düşmanlık] besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark [boğma] ve o haneyi ihrak [yakma] etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle [adalet kanunu] batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye [Allah’a ait olan ev] ve bir sefine-i İlâhiye [Allah’a ait bir gemi] olan bir mü’minin vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume [masum nitelik, temiz özellik] varken, sana muzır [zararlı] olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet [düşmanlık] bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark [boğma] ve ihrakına, [yakma] tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî [çirkin] ve gaddar bir zulümdür.

İKİNCİ VECİH

Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet [düşmanlık] ve muhabbet, nur ve zulmet [karanlık] gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde [asıl kastedilen mânâ] olarak beraber cem’ [bir araya gelme] olamazlar.

Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine [üstünlük] göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet [düşmanlık] mecazî olur, acımak suretine inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle [baskı] değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadîsle, “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme [konuşmayı kesme, küsme] etmeyecek.”1

Eğer esbab-ı adâvet [düşmanlığı gerektiren sebepler] galebe [üstün gelme] çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu [yapmacık] ve temelluk [dalkavukluk] suretine girer.

Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet [düşmanlık] ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de,

375

Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye, [İslâmî özellikler] muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adâvete [düşmanlık] sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı [kusurlar] iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.

Evet, tevhid-i imanî, [imandan gelen birlik, inanç birliği] elbette tevhid-i kulûbu [kalblerin birliği] ister. Ve vahdet-i itikad [inanç birliği] dahi, vahdet-i içtimaiyeyi [sosyal birlik] iktiza [bir şeyin gereği] eder. Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta [bağ] anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki [anlama, kabul etme] edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne [kardeşçe] bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet [Allah’ın birliği] alâkaları ve ittifak rabıtaları [bağ] ve uhuvvet [kardeşlik] münasebetleri var.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız [her şeyi yaratan Allah] bir, Malikiniz bir, Mâbudunuz [ibadet edilen] bir, Râzıkınız [bütün mahlukatın rızkını veren Allah] bir—bir, bir, bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir—bir, bir, yüze kadar bir, bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir—ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler vahdet [Allah’ın birliği] ve tevhidi, vifak [bir araya gelme] ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti [kardeşlik] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde, şikak [ayrılık] ve nifâka, [ikiyüzlülük, bozgunculuk] kin ve adâvete [düşmanlık] sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız [değişken] şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet [düşmanlık] etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete [birlik bağı] bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete [sevgiyi gerektiren sebepler] karşı bir istihfaf [hafife alma] ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf [zulüm, haksızlık] olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

ÜÇÜNCÜ VECİH

Adalet-i mahzâ[mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] ifade eden وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰي 1 sırrına göre, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm

376

etmek hükmünde olan adâvet [düşmanlık] ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus [hususan, özellikle] bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adâvetini [düşmanlık] teşmil etmek, [yayma, genişletme] اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ 1 sîga-i mübalâğa [birşeyin pek mühim veya çok fazla olduğunu ifade eden kelime hâli] ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye [İslâm düşünce ve felsefesi] sana ihtar ettiği halde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var” dersin?

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet [düşmanlık sebebi] ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; [katı] başkasına sirayet [bulaşma] ve in’ikâs [yansıma] etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet [bulaşma] ve in’ikâs [yansıma] etmek, şe’nidir. [belirleyici özellik] Ve ondandır ki, “Dostun dostu dosttur”2 sözü durub-u emsal [ata sözleri] sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü umumun lisanında gezer.

İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına [yakınlar, akrabalar] adâvet [düşmanlık] etmek ne kadar hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] olduğunu, hakikatbîn [doğru görüşlü] isen anlarsın.

DÖRDÜNCÜ VECİH

Hayat-ı şahsiye [kişisel hayat] nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Vechin [cihet, yön, taraf] esası olarak birkaç düsturu [kâide, kural] dinle:

BİRİNCİSİ: Sen mesleğini ve efkârını [fikirler] hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur.

وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ * وَلٰكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا * 3

sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] olamaz, başkasının mesleğini butlan [bâtıl oluş] ile mahkûm edemez.

İKİNCİ DÜSTUR: [kâide, kural] Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat

377

her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazan damara dokundurur, aksülâmel [işin aksi, ters tepki] yapar.

ÜÇÜNCÜ DÜSTUR: [kâide, kural] Adâvet [düşmanlık] etmek istersen, kalbindeki adâvete [düşmanlık] adâvet [düşmanlık] et, onun ref’ine [kaldırma] çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ve hevâ-i nefsine [kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme] adâvet [düşmanlık] et, ıslahına çalış. O muzır [zararlı] nefsin hatırı için mü’minlere adâvet [düşmanlık] etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet [düşmanlık] et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet [düşmanlık] hasleti, [huy, karakter] herşeyden evvel kendisi adâvete [düşmanlık] lâyıktır.

Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele [karşılama; karşılık verme] et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele [karşılama; karşılık verme] edersen, husumet tezayüd [artma] eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti [düşmanlık] idame eder. Eğer iyilikle mukabele [karşılama; karşılık verme] etsen, nedâmet [pişmanlık] eder, sana dost olur.

اِذَۤا اَنْتَ اَكْرَمْتَ الْكَرِيمَ مَلَكْتَهُ * وَاِنْ اَنْتَ اَكْرَمْتَ اللَّئِيمَ تَمَرَّدًا * 1

hükmünce, mü’minin şe’ni, [belirleyici özellik] kerîm [cömert, ikram sahibi] olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar [boyun eğdirilmiş] olur. Zâhiren leîm [mayası bozuk, kötü, kınayıcı] bile olsa, iman cihetinde kerîmdir. [cömert, ikram sahibi] Evet, fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyle ise,

وَاِذَا مَرُّوا باِللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا 2* وَاِنْ تَعْفُوا وَتصْفَحُوا وَتَغْفِرُوا فَاِنَّ اللهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ * 3

gibi desâtir-i kudsiye-i [kudsî düsturlar, [kâide, kural] mukaddes prensipler] Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet [huzur] ondadır.

DÖRDÜNCÜ DÜSTUR: [kâide, kural] Ehl-i kin [kin güdenler] ve adâvet, [düşmanlık] hem nefsine, hem mü’min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] zulmeder, tecavüz eder. Çünkü, kin ve adâvetle [düşmanlık]

378

nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.

Eğer adâvet [düşmanlık] hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi [çekemeyen, başkalarının elindeki nimeti kıskanan] ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.

Hasedin çaresi: Hâsid [çekemeyen, başkalarının elindeki nimeti kıskanan] adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün [güzellik] ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. [geçici] Faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyâkârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu [kendisine hased edilen, kıskanılan] riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse [üzerinde demir gibi madenlerin dövüldüğü çelik yüzeyli, kalın ve bir tarafı sivri alet] vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Acaba birgün adâvete [düşmanlık] değmeyen birşeye bir sene kin ve adâvetle [düşmanlık] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?

Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] hissesine karşı rıza ile mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek gerektir.

Saniyen, [ikinci olarak] nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet [düşmanlık] değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet [pişmanlık] edeceğini beklemek.

Salisen, [üçüncü olarak] sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh [suç bağışlama, affetme] ile ve ulüvvücenaplıkla [âlicenaplık, kerem ve cömertlik] mukabele [karşılama; karşılık verme] etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, [geçici, yok olucu]

379

muvakkat, [geçici] ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, [dünyaya ait işler] güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit [çok şiddetli] bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle [düşmanlık] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek, sîga-i mübalağa [birşeyin pek mühim veya çok fazla olduğunu ifade eden kelime hâli] ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.

İşte, hayat-ı şahsiyece [kişisel hayat] bu derece muzır [zararlı] olan adâvete [düşmanlık] ve fikr-i intikama, [intikam düşüncesi] eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn [doğru görüşlü] olan Hafız-ı Şirazî’yi dinle:

دُنْيَا نَه مَتَاعِيسْتِى كِه اَرْزَدْبَنِزَاعِى

Yani, “Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa [anlaşmazlık, çekişme] değsin.” Çünkü, fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î [ferdî, küçük] işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.

Hem demiş:

آسَايِشِ دُوگِيتِى تَفْسِيرِ اِينْ دُو حَرْفَسْتْ * بٰا دُوسِتَانْ مُرُوَّتْ بۤا دُشْمَنَانْ مُدَارَا

Yani, “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne [iyilikle, iyilikseverlikle] muaşeret [birlikte yaşayıp iyi geçinmek] ve düşmanlarına sulhkârâne [barışık, barış içinde] muamele etmektir.”1

Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet [düşmanlık] var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”

Elcevap: Sû-i hulk [kötü ahlâk] ve fena haslet [huy, karakter] eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla [bir şeyin gereği] amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, [pişmanlık] gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar [af dileme] hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette [huy, karakter] haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını [bahis, kısım] yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı [af dileme] temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

380

Câ-yı dikkat [dikkat çekici] bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] bir ehl-i ilim, [ilim ehli olanlar, âlimler] fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir [küfürle itham etmek] derecesinde tezyif [alay etme, küçük düşürme] etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden [siyaset hayatı] çekildim.

BEŞİNCİ VECİH

Hayat-ı içtimaiyece, [sosyal hayat] inat ve tarafgirlik gayet muzır [zararlı] olduğunu beyan eder.

Eğer denilse: “Hadîste, اِخْتِلاَفُ اُمَّتِى رَحْمَةٌ 2 denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

“Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır.

“Hem tesadüm-ü efkârdan [fikirlerin çarpışması] ve tehalüf[birbirine zıt olma] ukulden [akıllar] hakikat tamamıyla tezahür eder.”

Elcevap:

Birinci suale deriz ki: Hadîsteki ihtilâf ise, müsbet [isbat edilmiş, sabit] ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y [çalışma] eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise—ki garazkârâne, [garaz edercesine, kin tutarcasına] adâvetkârâne [düşmanlık] birbirinin tahribine çalışmaktır—hadîsin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket edemezler.

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce [sığınak] olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, [garaz edercesine, kin tutarcasına] nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara

381

melcedir [sığınak] ki, onlara nokta-i istinad [dayanak noktası] teşkil eder. Çünkü, garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukàbil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona-hâşâ-lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr [fikirlerin çarpışması] ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde [vesileler, araçlar, sebepler] ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, [garaz edercesine, kin tutarcasına] firavunlaşmış nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] hesabına hodfuruşluk, [kendi kendini beğenme] şöhretperverâne [şöhretli olmayı severek] bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan [fikirlerin çarpışması] bârika-i hakikat [hakikat ışığı] değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının [fikirler] küre-i arzda [yer küre, dünya] dahi nokta-i telâkîsi [buluşma noktası] bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne [çok aşırıya kaçarak] gider, kàbil-i iltiyam olmayan inşikaklara [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] sebebiyet verir. Hal-i âlem [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] buna şahittir.

olan desâtir-i âliye [yüce prensipler] اَلْحُبُّ لِلّٰهِ 1 * وَالْبُغْضُ فِى اللهِ 2 * وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ 3 Elhasıl [kısaca, özetle] :

düstur-u harekât [hareket kuralları] olmazsa, nifak [ayrılık, dağılma] ve şikak [ayrılık] meydan alır. Evet, وَالْبُغْضُ فِى اللهِ * وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ demezse, o düsturları [kâide, kural] nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.

Câ-yı ibret bir hâdise: Bir vakit, İmam-ı Ali radıyallahü anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”

Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”

O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır”4 dedi.

382

Hem medar-ı dikkat bir vakıa: Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet [hiddet belirtisi, öfkeli hâl] gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî [Allah’ın kanunu] hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.

Câ-yı teessüf [üzüntü noktası] bir hâlet-i içtimaiye [sosyal durum, hal] ve kalb-i İslâmı [islâm’ın kalbi] ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: [toplumsal hayattaki hastalık] “Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde [her taraftan hücum etme] dahilî adâvetleri [düşmanlık] unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler [insan topluluğu] dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye [İslâm toplumu] hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm [her taraftan hücum etme] vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î [ferdî, küçük] adâvetleri [düşmanlık] unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hal bir sukuttur, [alçalış, düşüş] bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye [İslâmın sosyal hayatı] bir hıyanettir.

Medar-ı ibret [ibret kaynağı] bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti [düşmanlık] unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti [düşmanlık] hatırlarına getirmezlerdi.

İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman [Allah’a inanan] aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd [dayanışma] ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil [kolaylaştırma] etmek, onların harîm-i İslâma [İslâmın mukaddes merkezi] girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] tarafgirlik ve adâvetkârâne [düşmanlık] inat, hiçbir cihetle ehl-i imana [Allah’a inanan] yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ilhaddan [dinsizlik, inkâr] tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl [korkular] ve

383

mesâibine [musibetler, belâlar] kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an, [kale] uhuvvet-i İslâmiyedir. [İslâm kardeşliği] Bu kal’a-i İslâmiyeyi [İslâm kalesi] küçük adâvetlerle [düşmanlık] ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan [vicdana aykırı] ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye [İslâmın yararına ters, aykırı] olduğunu bil, ayıl.

Ehâdis-i şerifede [hadis-i şerifler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışları] gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] ve Deccal gibi nifak [ayrılık, dağılma] ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından [ayrılık] istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc [alt üst olma] eder ve koca âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] esaret altına alır.”1

Ey ehl-i iman! [Allah’a inanan] Zillet [alçaklık] içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 2 kal’a-i kudsiyesi [kutsal kale] içine giriniz, tahassun [sığınma, korunma] ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda [ölçü] iki dağ birbirine karşı muvazenede [karşılaştırma/denge] bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini [karşılaştırma/denge] bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! [Allah’a inanan] İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle [sosyal hayat] alâkanız varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا 3 düstur-u âliyeyi [yüce kanun, kural] düstur-u hayat [hayat kanunu] yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden [âhiretteki mutsuzluk] kurtulunuz.

384

ALTINCI VECİH

Hayat-ı mâneviye [maddî olmayan hayat] ve sıhhat-i ubûdiyet, adâvet [düşmanlık] ve inatla sarsılır. Çünkü, vasıta-i halâs ve vesile-i necat olan ihlâs zayi olur. Zira, tarafgir bir muannid, [inatçı] kendi a’mâl-i hayriyesinde [hayırlı işler, davranışlar] hasmına tefevvuk [üstün gelme] ister. Hâlisen [katıksız, samimi olarak] livechillâh [Allah için] amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelâtında [davranışlar] tarafgirini tercih eder, adalet edemez. İşte, ef’âl [fiiler, davranışlar] ve a’mâl-i hayriyenin [hayırlı işler, davranışlar] esasları olan ihlâs ve adalet, husumet ve adâvetle [düşmanlık] kaybolur.

Şu Altıncı Vecih [yön] çok uzundur. Fakat kàbiliyet-i makam [konunun kaldırabileceği kapasite] kısa olduğundan, kısa kesiyoruz.

ba

385

İkinci Mebhas [bahis, kısım]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ * 1

وَكَاَيِّنْ مِنْ دَۤابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * 2

EY EHL-İ İMAN! Sabıkan, [bundan önce] adâvet [düşmanlık] ne kadar zararlı olduğunu anladın. Hem anla ki, adâvet [düşmanlık] kadar hayat-ı İslâmiyeye [Müslümanların dinî hayatı] en müthiş bir maraz-ı muzır [zararlı hastalık] dahi, hırstır.

Hırs, sebeb-i haybettir [kaybetme sebebi] ve illet [asıl sebep] ve zillettir; [alçaklık] ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. Evet, her milletten ziyade hırsla dünyaya saldıran Yahudi milletinin zillet [alçaklık] ve sefaleti, bu hükme bir şahid-i kàtı’dır.

Evet, hırs, zîhayat [canlı] âleminde en geniş bir daireden tut, tâ en cüz’î [ferdî, küçük] bir ferde kadar sû-i tesirini [kötü etki] gösterir. Tevekkülvâri taleb-i rızık [rızık istemek] ise, bilâkis medar-ı rahattır [rahatlama sebebi] ve her yerde hüsn-ü tesirini [güzel etki] gösterir. İşte, bir nevi zîhayat [canlı] ve rızka muhtaç olan meyvedar ağaçlar ve nebatlar, [bitki] tevekkülvâri, kanaatkârâne yerlerinde durup hırs göstermediklerinden, rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanlardan pek fazla evlât besliyorlar. Hayvânat ise, hırsla rızıkları peşinde koştukları için, pek çok zahmet ve noksaniyetle rızıklarını elde edebiliyorlar.

Hem hayvânat dairesi içinde zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz lisan-ı haliyle [beden dili] tevekkül eden yavruların meşru ve mükemmel ve lâtif [berrak, şirin, hoş] rızıkları hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] verilmesi; ve hırsla rızıklarına saldıran canavarların gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] ve pek çok zahmetle kazandıkları nâhoş rızıkları gösteriyor ki, hırs sebeb-i mahrumiyettir; [yoksunluk sebebi] tevekkül ve kanaat ise vesile-i rahmettir.

386

Hem daire-i insaniye [insanlık dünyası] içinde her milletten ziyade hırsla dünyaya yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] bağlanan Yahudi milleti, pek çok zahmetle kazandığı, kendine faidesi az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] bir servet-i ribâ [faizle elde edilmiş servet, kazanç] ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet [aşağılık ve horlanma tokadı] ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki, hırs maden-i zillet ve hasârettir. [zarar]

Hem harîs [çok aç gözlü, çok hırslı] bir insan her vakit hasârete [zarar] düştüğüne dair o kadar vakıalar var ki, اَلْحَرِيصُ خَۤائِبٌ خَاسِرٌ 1 darbımesel [atasözü] hükmüne geçmiş, umumun nazarında bir hakikat-i âmme olarak kabul edilmiştir.

Madem öyledir. Eğer malı çok seversen, hırsla değil, belki kanaatle malı talep et, tâ çok gelsin.

Ehl-i kanaat [Allah’ın verdiği rızka razı olup onunla yetinenler] ile ehl-i hırs, [hırs gösterenler] iki şahsa benzer ki, büyük bir zâtın divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: “Beni yalnız kabul etsin; dışarıdaki soğuktan kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur.”

İkinci adam, güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecburmuş gibi, mağrurâne [gururlu bir şekilde] der ki: “Bana en yukarı iskemleyi vermeli.” O hırsla girer, gözünü yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor. Teşekkür değil, bilâkis hane sahibini tenkit ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor.

Birinci adam mütevaziâne [alçak gönüllülükle] giriyor, en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor. Onun o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor. “Daha yukarı iskemleye buyurun” der. O da gittikçe teşekkürâtını [teşekkürler] ziyadeleştirir; memnuniyeti tezayüd [artma] eder.

İşte, dünya bir divanhane-i Rahmân‘dır. [rahmet ve şefkati sınırsız olan Allah’ın büyük salonu, yeryüzü] Zemin yüzü bir sofra-i rahmettir. [rahmet sofrası] Derecât-ı erzak [rızıkların dereceleri] ve merâtib-i nimet dahi iskemleler hükmündedir.

Hem, en cüz’î [ferdî, küçük] işlerde de herkes hırsın sû-i tesirini [kötü etki] hissedebilir.

Meselâ, iki dilenci birşey istedikleri vakit, hırsla ilhah [üzerine düşme, zorlama] eden dilenciden istiskal

387

edip vermemek, diğer sakin dilenciye merhamet edip vermek, herkes kalbinde hisseder.

Hem meselâ, gecede uykun kaçmış; sen yatmak istesen, lâkayt [duyarsız] kalsan, uykun gelebilir. Eğer hırsla uyku istesen, “Aman yatayım, aman yatayım” dersen, bütün bütün uykunu kaçırırsın.

Hem meselâ, mühim bir netice için birisini hırsla beklersin. “Aman gelmedi, aman gelmedi” deyip, en nihayet hırs senin sabrını tüketip, kalkar gidersin. Bir dakika sonra o adam gelir; fakat beklediğin o mühim netice bozulur.

Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder. Öyle de, tertib-i eşyada [eşyanın belli bir düzende meydana gelmesi] bir teennî-i hikmet [bilimsel bir süre veya bekleme, ihtiyatlı hareket] vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat [gözetme, riayet etme] etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz.

İşte, ey derd-i maişetle [geçim derdi] sersem olmuş ve hırs-ı dünya [dünya nimetlerine karşı gösterilen açgözlülük] ile sarhoş olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır [zararlı] ve belâlı birşey olduğu halde, nasıl hırs yolunda her zilleti [alçaklık] irtikâp [kötü iş işleme] ve haram-helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye [âhiret hayatı] lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz; hattâ erkân-ı İslâmiyenin [İslâmın esasları] mühim bir rüknü [esas, şart] olan zekâtı, hırs yolunda terk ediyorsunuz? Halbuki, zekât, her şahıs için sebeb-i bereket [bereketin sebebi] ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin, herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.

Hakikatli bir rüya-yı hayaliyede, [misal âlemi ile ilgili rüya] Birinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] beşinci senesinde, bir acip rüyada benden soruldu:

“Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye [bedenen çekilen zorluklar, sıkıntılar] nedendir?”

Rüyada demiştim:

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir kısım maldan onda birHaşiye 1 veya bir kısım maldan kırkta bir,Haşiye 2 kendi verdiği malından birisini bizden istedi—tâ bize fukaraların

388

dualarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık [aç gözlülük, cimrilik] edip vermedik. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] müterakim [birikmiş] zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.

“Hem her senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat [geçici] ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu.

“Hem yirmi dört saatte birtek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faideli bir nevi talimat-ı Rabbâniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun kefareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı” demiştim.

Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki, o rüya-yı hayaliyede [misal âlemi ile ilgili rüya] pek mühim bir hakikat vardır. Yirmi Beşinci Sözde, medeniyetle hükm-ü Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın hükmü] muvazene [karşılaştırma/denge] bahsinde ispat ve beyan edildiği üzere, beşerin hayat-ı içtimaîsinde [sosyal hayat] bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın [ihtilaller, karışıklıklar] menşei [kaynak] iki kelimedir:

Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?”

İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. [zekâtın terki, zekât vermemek] Bu iki müthiş maraz-ı içtimaîyi [sosyal hastalık] tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekât [zekâtın farz oluşu] ve hurmet-i ribâdır. [faizin haram oluşu]

Hem değil yalnız eşhasta [kişiler] ve hususî cemaatlerde, belki umum nev-i beşerin saadet-i hayatı [hayatın mutluluğu] için en mühim bir rükün, [esas, şart] belki devam-ı hayat-ı insaniye [insan hayatının devam etmesi] için en mühim bir direk, zekâttır. Çünkü, beşerde, havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve avâm, [halk] iki tabaka var. Havastan avâma merhamet ve ihsan; [bağış] ve avâmdan havâssa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekâttır. Yoksa, yukarıdan avâmın başına zulüm ve tahakküm [baskı] iner; avâmdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer, [insanların ayrıldığı sınıfların her biri] daimî bir

389

mücadele-i mâneviyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta [anlaşmazlıktan gelen karışıklık] bulunur. Gele gele, tâ Rusya’da olduğu gibi, sa’y [çalışma] ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.

Ey ehl-i kerem ve vicdan! [cömertlik ve vicdan sahipleri] Ve ey ehl-i sehâvet ve ihsan [bağış] ! [bağış, ikram sahibi ve cömert olanlar] İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazan da faidesiz gider. Çünkü, Allah namına vermediğin için, mânen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] malını ibâdına vermek için bir tevziat [dağıtım] memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal [mal sahibi] zannedip bir küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] ediyorsun.

Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus [yaltaklanmak] etmeye mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet, zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, [bağış] yahut sair suretlerde verip riyâ [gösteriş] ve şöhret gibi, minnet ve tezlil [zillete düşürme, alçaltma] gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı edâ etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

 اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ: ﴿ اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا ﴾ * 2

وَقَالَ: ﴿ اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌ لاَ يَفْنٰى ﴾ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ اٰمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 3

ba

390

 Hâtime

 Gıybet hakkındadır

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

YİRMİ BEŞİNCİ SÖZÜN Birinci Şulesinin [gür ışık/alev] Birinci Şuaının Beşinci Noktasının, makam-ı zem [kınama makamı] ve zecrin [sakındırma] misallerinden olan birtek âyetin, mu’cizâne altı tarzda gıybetten tenfir [nefret ettirme] etmesi, Kur’ân’ın nazarında gıybet ne kadar şenî [çirkin] birşey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet, Kur’ân’ın beyanından sonra beyan olamaz; ihtiyaç da yoktur.

İşte اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا 3 âyetinde altı derece zemmi [ayıplama, kötüleme] zemmeder, [ayıplama, kötüleme] gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. [sakındırma] Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih [yönelen] olduğu vakit, mânâsı gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki:

Malûmdur, âyetin başındaki hemze, [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] sormak, “âyâ” mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî [gizli, örtülü hüküm] var.

İşte, birincisi, hemze [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] ile der: Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor?

İkincisi: يُحِبُّ 4 lâfzıyla [ifade, kelime] der: Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

Üçüncüsü اَحَدُكُمْ 5 kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ 6 kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı dişle parçalamayı yapıyorsunuz?

Beşincisi: اَخِيهِ 7 kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, [insanın kendi cinsinden olana acıması] hiç

391

sıla-i rahminiz [akraba bağı, ziyareti] yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

Altıncısı: مَيْتًا 1 kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh [çirkin] bir işi yapıyorsunuz?

Demek, şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle, zem [ayıplama] ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. [kınanmış] İşte, bak, nasıl şu âyet îcazkârâne [az sözle çok mânâlar anlatma] altı mertebe zemmi [ayıplama, kötüleme] zemmetmekle, [ayıplama, kötüleme] i’câzkârâne [benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde] altı derece o cürümden zecreder. [sakındırma]

Gıybet, ehl-i adâvet ve haset [düşmanlık besleyenler ve kıskananlar] ve inadın en çok istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmez. Nasıl meşhur bir zât demiş:

وَ اُكَبِّرُ نَفْسِى عَنْ جَزَۤاءٍ بِغِيْبَةٍ * فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لاَ لَهُ جَهْدٌ

Yani, “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil [aşağılanan] ve aşağıların silâhıdır.”

Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır.

Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:

Birisi: Şekvâ [şikayet] suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, [kötülük] o kabahati ondan izale [giderme] etsin ve hakkını ondan alsın.

Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai [birlikte çalışma] etmek ister, seninle meşveret [danışma] eder. Sen de, sırf maslahat [amaç, yarar] için, garazsız [başka bir niyet taşımaksızın] olarak, meşveretin [danışma] hakkını edâ etmek için desen: “Onunla teşrik-i mesai [birlikte çalışma] etme. Çünkü zarar göreceksin.”

Birisi de: Maksadı tahkir [aşağılama] ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese: “O topal ve serseri adam filân yere gitti.”

392

Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. [açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen; işlediği günah ile övünen] Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla [günahlar] iftihar ediyor, zulmüyle telezzüz [lezzet alma] ediyor, sıkılmayarak âşikâre bir surette işliyor.

İşte bu mahsus maddelerde, garazsız [başka bir niyet taşımaksızın] ve sırf hak ve maslahat [amaç, yarar] için gıybet caiz olabilir. Yoksa, gıybet, nasıl ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi a’mâl-i saliha[Allah için yapılan iyi işler] yer, bitirir.

Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لَنَا وَلِمَنِ اغْتَبْنَاه 1 demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, “Beni helâl et” demeli.

اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لَناَ وَلِمَنِ اغْتَبْنَاهُ 2

Said Nursî