MEKTUBAT – Yirmi Sekizinci Mektup -2 (518-551)

518

Yedinci Risale olan Yedinci Mesele

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

قُلْ بِفَضْلِ اللهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ * 1

Şu Mesele, Yedi İşarettir.

Evvelâ, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] suretinde birkaç sırr-ı inâyeti [İlâhî yardımın gizemi, esprisi] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden Yedi Sebebi beyan ederiz.

BİRİNCİ SEBEP: Eski Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] evvel ve evâilinde, [önceler, başlangıçlar] bir vakıa-i sadıkada [doğruluğundan şüphe edilmeyen olay, doğru rüya, keşif] görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk [şiddetli patlama] etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.”

Birden, o halette [hal, durum] iken, baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne diyor ki: “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.”

Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk [şiddetli patlama] olacak. O infilâk [şiddetli patlama] ve inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı [mu’cize oluş] onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın [mu’cize oluş] bir nev’ini şu zamanda izharına, [açığa çıkarma, gösterme] haddimin fevkinde [üstünde] olarak, benim gibi bir adam namzet [aday] olacak. Ve namzet [aday] olduğumu anladım.

Madem i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] bir derece beyan, Sözlerle oldu. Elbette, o i’câzın hesabına geçen ve onun reşehâtı [damlalar, sızıntılar] ve berekâtı nev’inden olan hizmetimizdeki inâyâtı [inâyetler, yardımlar] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, i’câza [mu’cize oluş] yardımdır ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek gerektir.

İKİNCİ SEBEP: Madem Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda [usuller, yollar] rehberimizdir. O kendi kendini methediyor. Biz de onun dersine ittibâen, [tâbi olma, bağlanma] onun tefsirini methedeceğiz.

519

Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir. Ve o risaleler ki, hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] malıdır ve hakikatleridir. Ve madem Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ekser sûrelerde, hususan الۤرٰ ‘larda, حٰمۤ ‘lerde kendi kendini kemâl-i haşmetle [büyüklük ve heybetteki mükemmellik] gösteriyor, kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] söylüyor, lâyık olduğu methi kendi kendine ediyor. Elbette, Sözlerde in’ikas [yansıma, aksetme] etmiş Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] lemeât-ı i’câziyesinden [mu’cizelik parıltıları] ve o hizmetin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] alâmet olan inâyât-ı Rabbâniyenin [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] izharına [açığa çıkarma, gösterme] mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.

ÜÇÜNCÜ SEBEP: Sözler hakkında, tevazu [alçakgönüllülük] suretinde demiyorum; belki bir hakikati beyan etmek için derim ki:

Sözlerdeki hakaik [doğru gerçekler] ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân ayetleri] süzülmüş bazı katarattır. [damlalar] Sair risaleler dahi umumen öyledir.

Madem ben öyle biliyorum. Ve madem ben fâniyim, gideceğim. Elbette bâki olacak birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur’ân‘ın [Kur’ân seması] yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta [itirazlar] ve tenkidâta [tenkitler, eleştiriler] medar [kaynak, dayanak] olabilen ve sukut [alçalış, düşüş] edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı.

Hem madem örf-ü nâsta, [insanlar arasında kabul görmüş, gelenek haline gelmiş hususlar] bir eserdeki mezâyâ, [meziyetler, üstün özellikler] o eserin masdarı [fiillerin asıl kökü] ve menbaı [kaynak] zannettikleri müellifinin [telif eden, kitap yazan] etvârında [haller, tavırlar] aranılıyor. Ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi [yüce hakikatler] ve o cevâhir-i gàliyeyi [kıymetli cevherler] kendim gibi bir müflise [iflas etmiş] ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için, risaleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın reşehât-ı meziyâtına [meziyetlerin, güzel özelliklerin dışa yansımaları] mazhar [erişme, nail olma] olduklarını izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeye mecburum.

Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, [özellik] kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.

520

DÖRDÜNCÜ SEBEP: Bazan tevazu, [alçakgönüllülük] küfrân-ı nimeti [nimete karşı nankörlük] istilzam [gerektirme] ediyor; belki küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] olur. Bazan da tahdis-i nimet, [ilahî nimeti şükrederek anlatma] iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi—ki [tek çare] ne küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] çıksın, ne de iftihar olsun—meziyet ve kemâlâtları [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ikrar edip, fakat temellük [sahiplenme] etmeyerek, Mün’im-i Hakikînin [gerçek nimet verici olan Allah] eser-i in’âmı olarak göstermektir.

Meselâ, nasıl ki murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir elbise-i fâhireyi [değerli elbise] biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârâne [alçakgönüllülükle] desen, “Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] olur ve hulleyi [Cennet elbisesi] sana giydiren mahir san’atkâra [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] karşı hürmetsizlik olur.

Eğer müftehirâne [iftihar ederek] desen, “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurâne [gururlu bir şekilde] bir fahirdir. [övünme]

İşte, fahirden, [övünme] küfrandan [inançsızlık, inkâr] kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır [elbise] ve dolayısıyla libası [elbise] bana giydirenindir; benim değildir.”

İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza [yer küre, dünya] bağırarak derim ki:

Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakaikinden [doğru gerçekler] telemmu’ etmiş şualardır.

وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى * وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ * 1

düsturuyla [kâide, kural] derim ki:

وَمَا مَدَحْتُ الْقُرْاٰنَ بِكَلِمَاتِى * وَلٰكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْاٰنِ

Yani, “Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını [mucizeliğin hakikatleri, esasları] ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı [tabirler, ifadeler] da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.”

Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden inâyât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın yardımları] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, makbul bir tahdis-i nimettir. [ilahî nimeti şükrederek anlatma]

521

BEŞİNCİ SEBEP: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten [velâyet makamında olanlar, velî kullar] işittim ki: O zât, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç [çıkarma] etmiş ve kanaati gelmiş ki, “Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] zulümâtını dağıtacak.” Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar [bekleme] ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nuranî zâtlara zemin ihzar [hazırlama] ediyoruz.

Madem kendimize ait değil; elbette, Sözler namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın yardımları] beyan etmekte medar-ı fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] olur.

ALTINCI SEBEP: Sözlerin telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] vasıtasıyla Kur’ân’a hizmetimize bir mükâfât-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inâyât-ı Rabbâniye, [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] bir muvaffakiyettir. [başarı] Muvaffakiyet [başarı] ise izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilir.

Muvaffakiyetten [başarı] geçse, olsa olsa bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] olur. İkram-ı İlâhî ise, izharı [açığa çıkarma, gösterme] bir şükr-ü mânevîdir. [mânevî şükür]

Ondan dahi geçse, olsa olsa, hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olur. Biz mazhar [erişme, nail olma] olmuşuz. Bu nevi ihtiyarsız [irade dışı] ve habersiz gelen bir kerametin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izharı [açığa çıkarma, gösterme] zararsızdır.

Eğer âdi kerâmâtın [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] fevkine [üstüne] çıksa, o vakit, olsa olsa Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] şûleleri [gür ışık/alev] olur. Madem i’câz izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilir; elbette i’câza yardım edenin dahi izharı, [açığa çıkarma, gösterme] i’câz hesabına geçer. Hiç medar-ı fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükrandır.

YEDİNCİ SEBEP: Nev-i insanın [insan türü, insanlık] yüzde sekseni ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna [güzel düşünce] binaen, makbul ve mutemed [güvenilir] insanlardan işittikleri mesâili [meseleler] takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki [anlama, kabul etme] eder.

522

İşte, ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir biçarenin elindeki hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında [bakış açısı] düşürmemek için, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] ilân ediyorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam [çalıştırma] ediyor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inâyâta [inâyetler, yardımlar] ve teshilâta [kolaylaştırma] mazhar [erişme, nail olma] oluyoruz. Öyle ise, o inâyetleri bağırarak ilân etmeye mecburuz.

İşte, geçmiş yedi esbaba binaen, küllî birkaç inâyet-i Rabbâniyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] işaret edeceğiz.

BİRİNCİ İŞARET

Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Birinci Nüktesinde [derin anlamlı söz] beyan edilmiştir ki, tevafukattır. [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler]

Ezcümle, Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] Mektubatında, Üçüncü İşaretinden tâ On Sekizinci İşaretine kadar altmış sahife, habersiz, bilmeyerek, bir müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] nüshasında, iki sahife müstesna olmak üzere mütebâki [geri kalan] bütün sahifelerde, kemâl-i muvazenetle, [tam bir denge] iki yüzden ziyade Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insafla iki sahifeye dikkat etse, tesadüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki, tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli [çokluk] emsal kelimeleri bulunsa, yarı yarıya tevafuk olur, ancak bir iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesi, iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemâl-i mizanla [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] birbirinin yüzüne baksa, elbette tesadüf olması mümkün değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] bozamadığı bir tevafukun, kuvvetli bir işaret-i gaybiye, [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] içinde olduğunu gösterir.

Nasıl ki, ehl-i belâğatin [belâğat âlimleri] kitaplarında belâğatin derecâtı [dereceler] bulunduğu halde, Kur’ân-ı Hakîmdeki [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] belâğat, derece-i i’câza [mu’cizelik derecesi] çıkmış; kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de, mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] bir âyinesi [aynası] olan On Dokuzuncu Mektup ve mu’cizât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın mu’cizeleri] bir tercümanı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur’ân’ın

523

bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] umum kitapların fevkinde [üstünde] bir derece-i garabet [gariplik derecesi] gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki, mu’cizât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cizeleri] ve mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] bir nevi kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, o âyinelerde tecellî ve temessül [belirme, görünme] ediyor.

İKİNCİ İŞARET

Hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ait inâyât-ı Rabbâniyenin [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] ikincisi şudur ki:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] benim gibi kalemsiz, [okur yazar olmayan] yarım ümmî, diyar-ı gurbette [gurbet diyarı, yurdu] kimsesiz, ihtilâttan [birbirine karışma] men edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, [çok gayretli] fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan [bağış] etti. Zayıf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’âniyeyi, [Kur’ân vazifesi] o kuvvetli omuzlara bindirdi, kemâl-i kereminden [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] yükümü hafifleştirdi.

O mübarek cemaat ise, Hulûsi’nin tabiriyle telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve Sabri’nin tabiriyle Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle [özellik] beraber, yine Sabri’nin tabiriyle bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak, şevk ve sa’y [çalışma] ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette, esrar-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’daki sırlar] ve envâr-ı imaniyeyi [iman nurları] etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye [iman nurları] muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur [usanç] verecek ve şevki kıracak çok esbab [sebebler] varken, bunların fütursuz, [usanmadan] kemâl-i şevk [tam bir istek ve arzu] ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] ve zâhir bir inâyet-i İlâhiyedir. [Allah’ın inayeti, yardımı]

Evet, velâyetin [velilik] kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu gibi, niyet-i hâlisanın [saf, temiz niyet] dahi kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] vardır. Samimiyetin dahi kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] vardır. Bahusus, [hususan, özellikle] lillâh için olan bir uhuvvet [kardeşlik]

524

dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün [dayanışma] çok kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir veliyy-i kâmil [kemâle ermiş veli] hükmüne geçebilir, inâyâta [inâyetler, yardımlar] mazhar [erişme, nail olma] olur.

İşte, ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de, şahs-ı mânevînizin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kuvvetiyle ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki [fetihler, yayılmalar] inâyâtı [inâyetler, yardımlar] benim gibi bir biçareye veremezsiniz. Elbette, böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.

ÜÇÜNCÜ İŞARET

Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeyi, hattâ en muannide [inatçı] karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ve bir inâyet-i İlâhiyedir. [Allah’ın inayeti, yardımı] Çünkü hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki [anlama, kabul etme] edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki, [doğru gerçekler] avâmlara da, çocuklara da bildiriyor.

Hem meselâ, sırr-ı kader [kader sırrı] ve cüz-i ihtiyarînin [insandaki az bir irade serbestliği] halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme, [büyük âlim] kırk elli sahifede, meşhur Mukaddemât-ı [evvel, önce] İsnâ Aşer namıyla telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] bildirdiği aynı mesâili, [meseleler] kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın [bahis, kısım] iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] olmazsa nedir?

Hem bütün ukulü [akıllar] hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem [âlemin yaratılış sırrı] ve tılsım-ı kâinat [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] denilen ve Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] i’câzıyla [mu’cize oluş] keşfedilen o tılsım-ı müşkülküşâ [açılması ve anlaşılması zor şeyleri çözüme kavuşturan sır] ve o muammâ-yı hayretnümâ, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] âhirindeki remizli [işaretli] nüktede [derin anlamlı söz] ve

525

Otuzuncu Sözün, tahavvülât-ı zerrâtın [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayretnümânın [hayret veren, hayranlık uyandıran faaliyet] tılsımını ve hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] ve âkıbetinin muammâsını ve tahavvülât-ı zerrattaki [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] harekâtın sırr-ı hikmetini [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] keşif ve beyan etmişlerdir; meydandadır, bakılabilir.

Hem sırr-ı ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] ile şeriksiz vahdet-i rububiyeti, [Allah’ın varlıkları terbiye ve idare etmesindeki birlik] hem nihayetsiz kurbiyet-i İlâhiye [Allah’a yakınlık] ile nihayetsiz bu’diyetimiz [uzaklık] olan hayret-engiz [hayret verici] hakikatleri, kemâl-i vuzuhla [mükemmel bir açıklık] On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi, kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] nisbeten zerrat [atomlar] ve seyyarat [gezegenler] müsavi [eşit] olduğunu ve haşr-i âzamda [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] umum zîruhun [ruh sahibi] ihyâsı, [diriltme, hayat verme] bir nefsin ihyâ[diriltme, hayat verme] kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâinatta [evrenin yaratılışı] müdahalesi imtinâ derecesinde akıldan uzak olduğunu kemâl-i vuzuhla [mükemmel bir açıklık] gösteren Yirminci Mektuptaki وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 1 kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi [içeren, içine alan] onun zeyli, [ek] şu azîm sırr-ı vahdeti [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] keşfetmiştir.

Hem hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyede öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-yı beşerî [insan zekası] ihata [herşeyi kuşatma] edemediği halde, benim gibi zihni müşevveş, [dağınık, karışık] vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve sür’atle yazan bir adamda, o hakaikin [doğru gerçekler] ekseriyet-i mutlaka[büyük çoğunluk] dekaikiyle [incelikler] zuhuru, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] eseri ve inâyet-i Rabbâniyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret]

DÖRDÜNCÜ İŞARET

Elli altmış risaleler Haşiye [dipnot] öyle bir tarzda ihsan [bağış] edilmiş ki, değil benim gibi az

526

düşünen ve zuhurata [görünümler, gelişmeler] tebaiyet [tabi olma, uyma] eden ve tetkike vakit bulamayan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir ehl-i tetkikin [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] sa’y [çalışma] ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, [kaleme alma] doğrudan doğruya bir eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, [doğru gerçekler] temsilât [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] vasıtasıyla, en âmi [basit, sıradan] ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin [doğru gerçekler] çoğunu, büyük âlimler “Tefhim [anlatma] edilmez” deyip, değil avâma, belki havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] da bildiremiyorlar.

İşte, en uzak hakikatleri en yakın bir tarzda, en âmi [basit, sıradan] bir adama ders verecek derecede, benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve “Zâhir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor” diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû-i iştiharı [kötü şöhret] tasdik etmiş bir şahsın elinde bu harika teshilât [kolaylık] ve suhulet-i beyan, [açıklama kolaylığı] elbette, bilâşüphe, [hiç şüphesiz, kuşkusuz] bir eser-i inâyettir [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîmin i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın verdiği temsiller, misaller] bir temessülüdür [belirme, görünme] ve in’ikâsıdır. [yansıma]

BEŞİNCİ İŞARET

Risaleler umumiyetle pek çok intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmi [basit, sıradan] adama kadar ve ehl-i kalb [kalb ehli] büyük bir velîden tut, tâ en muannid [inatçı] dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs [insan sınıfları] ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde tenkit edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın yardım eseri, belirtisi] ve bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olduğu gibi, çok tetkikat ve taharriyâtın [araştırma] neticesiyle ancak husul [meydana gelme] bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir sür’atle, hem idrakimi ve fikrimi müşevveş [dağınık, karışık] eden sıkıntılı inkıbaz [tutulma, tutukluk] vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] ve bir ikram-ı Rabbânîdir.

Evet, ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler [el ile yazıp çoğaltan] biliyorlar ki, On Dokuzuncu Mektubun beş parçası, birkaç gün zarfında, hergün

527

iki üç saatte ve mecmuu on iki saatte, hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması, hattâ en mühim bir parça ve o parçada lâfz-ı Resul-i Ekrem [Resûl-i Ekrem (a.s.m.) lâfzı, sözü] aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde zâhir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç dört saatte, dağda, yağmur altında, ezber yazılmış. Ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik [derin ve ince] bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış. Ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman’ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi, ekser risaleler böyle olması; ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, teliften [kaleme alma] men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür’atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir ikram-ı Rabbânî ve bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olmazsa nedir?

Hem hangi kitap olursa olsun, böyle hakaik-i İlâhiyeden [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ve imaniyeden bahsetmişse, alâküllihal [her durumda] bir kısım mesâili, [meseleler] bir kısım insanlara zarar verir. Ve zarar verdikleri için, her mesele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise, şimdiye kadar hiç kimsede—çoklardan sorduğum halde—sû-i tesir ve aksülâmel [işin aksi, ters tepki] ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ve bir inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] olduğu bizce muhakkaktır.

ALTINCI İŞARET

Şimdi bence kat’iyet peydâ etmiştir ki, ekser hayatım, ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde, öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiş, tâ Kur’ân-ı Hakîme [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Adeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemât-ı [evvel, önce] ihzariye hükmüne geçmiş ve Sözlerle i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] izharı, [açığa çıkarma, gösterme] onun neticesi olacak bir surette olmuştur. Hattâ, şu yedi sene nefyimde [gönderilme, sürgün] ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm [sıyrılma] ve meşrebime [hareket tarzı, metod] muhalif, yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim;

528

ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] çok rabıtalarından [bağ] ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır. Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat [baskılar] perdesi altında bir dest-i inâyet [koruyucu el] tarafından merhametkârâne, Kur’ân’ın esrarına hasr-ı fikir [fikir ve düşünceyi sadece bir şeye yöneltmek] ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ, eskiden mütalâaya çok müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğum halde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir men, bir mücanebet [kaçınma, uzak durma] ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli [teselli kaynağı] ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] olan mütalâayı bana terk ettiren, anladım ki, doğrudan doğruya âyât-ı Kur’âniyenin üstad-ı mutlak [ilimde üstünlüğü ve öğreticilği tartışmasız ve sınırsız olan üstad] olmaları içindir.

Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, [büyük çoğunluk] hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt [doğma] eden bir hâcete [ihtiyaç] binaen, âni ve def’î [bir anda, kısa zamanda] olarak ihsan [bağış] edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.

İşte, ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr [adı geçen] hâletler [durum] ve sergüzeşt-i hayatım [hayat serüveni] ve ulûmların [ilimler] envâlarındaki hilâf-ı âdet, [âdete aykırı, kural dışı] ihtiyarsız [irade dışı] tetebbuâtım, [araştırıp incelemeler] böyle bir netice-i kudsiyeye [kutsal sonuç] müncer olmak [sonuçlanmak] için kuvvetli bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir ikram-ı Rabbânî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.

YEDİNCİ İŞARET

Bu hizmetimiz zamanında, beş altı sene zarfında, bilâmübalâğa [abartısız] yüz eser-i ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramının eseri, sonucu] ve inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve keramet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın kerameti] gözümüzle gördük. Bir kısmını On Altıncı Mektupta işâret ettik. Bir kısmını Yirmi Altıncı Mektubun Dördüncü Mebhasının [bahis, kısım] mesâil-i müteferrikasında, [çeşitli meseleler] bir kısmını Yirmi Sekizinci Mektubun Üçüncü Meselesinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Daimî arkadaşım Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan

529

Sözlerin ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid [bir yazıyı karalama olarak yazmak] ve tebyizinde, [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] fevkalme’mul, [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] kerametkârâne [keramet göstererek] bir teshilâta [kolaylaştırma] mazhar [erişme, nail olma] oluyoruz; keramet-i Kur’âniyye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir.

Hem maişet [geçim] hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki, en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam [çalıştırma] eden Sahib-i İnâyet tatmin etmek için, fevkalme’mul [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] bir surette ihsan [bağış] ediyor, ve hâkezâ… İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ki, biz istihdam [çalıştırma] olunuyoruz. Hem rıza dairesinde, hem inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] altında bize hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] yaptırılıyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلٰوةً تَكُونُ لَكَ رِضَۤاءً وَلِحَقِّهِ اَدَۤاءً وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ تَسْلِيمًا كَثِيرًا اٰمِينَ * 2

ba

530

 Mahrem bir suale cevaptır

Şu sırr-ı inâyet, [İlâhî yardımın gizemi, esprisi] eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Sözün âhirine ilhak [ekleme] edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler [el ile yazıp çoğaltan] unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burasıymış ki, gizli kalmış.

Benden sual ediyorsun: “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazan bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor.”

Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ [korkmadan] derim:

Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] değil, şehadettir, şuhuddur. [görme] Taklit değil, tahkiktir. [araştırma, inceleme] İltizam değil, iz’andır. [kesin şekilde inanma] Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye [imanın esasları] mahfuzdu, [korunmuş] teslim kavî [güçlü, kuvvetli] idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri [Allah’ı bilme ve tanıma] delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi [yeterli] idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye [bilimden gelen sapıklık, dalâlet] elini esâsâta [esaslar] ve erkâna [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan [bağış] eden Hakîm-i Rahîm [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] olan Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] Kur’ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i’câzından olan temsilâtından [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] bir şulesini, [gür ışık/alev] acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ıma, [acizlik ve zayıflık] fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan [bağış] etti.

Felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] cihetü’l-vahdetiyle, [birlik yönü] en dağınık meseleler toplattırıldı.

531

Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] merdiveniyle, en yüksek hakaike [doğru gerçekler] kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] esâsât-ı İslâmiyeye, [İslâm dininin esasları] şuhuda [görme] yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] mecbur oldu.

Elhasıl, [kısaca, özetle] yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın verdiği temsiller, misaller] lemeâtındandır. [Lem’alar isimli eser] Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. [dua, yakarış] Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır.

ba

532

Yedinci Meselenin Hâtimesidir [son]

Sekiz inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] suretinde gelen işârât-ı gaybiyeye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] dair gelen veya gelmek ihtimali olan evhâmı izale [giderme] etmek ve bir sırr-ı azîm-i inâyeti [İlahî yardımın büyük sırrı] beyan etmeye dairdir. Şu Hâtime [son] Dört Nüktedir. [derin anlamlı söz]

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinde yedi sekiz küllî ve mânevî inâyât-ı İlâhiyeden [Allah’ın yardımları] hissettiğimiz bir işaret-i gaybiyeyi, [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] “Sekizinci İnâyet[Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] namıyla, “tevafukat[birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] tabiri altındaki nakışta [işleme] o işârâtın [işaretler] cilvesini gördüğümüzü iddia etmiştik. Ve iddia ediyoruz ki, bu yedi sekiz küllî inâyatlar o derece kuvvetli ve kat’îdirler ki, herbirisi tek başıyla o işârât-ı gaybiyeyi [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] ispat eder. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, bir kısmı zayıf görülse, hattâ inkâr edilse, o işârât-ı gaybiyenin [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] kat’iyetine halel [eksik, kusur] vermez. O sekiz inâyâtı [inâyetler, yardımlar] inkâr edemeyen, o işârâtı [işaretler] inkâr edemez. Fakat tabakat-ı nâs [insan sınıfları] muhtelif olduğu, hem kesretli [çokluk] tabaka olan tabaka-i avâm, [halk tabakası] gözüne daha ziyade itimad ettiği için, o sekiz inâyâtın [inâyetler, yardımlar] içinde en kuvvetlisi değil, belki en zâhirîsi tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] olduğundan—çendan ötekiler daha kuvvetli, fakat bu daha umumî olduğu için—ona gelen evhâmı def etmek maksadıyla, bir muvazene [karşılaştırma/denge] nev’inden, bir hakikati beyan etmeye mecbur kaldım. Şöyle ki:

O zâhirî inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hakkında demiştik: Yazdığımız risalelerde, Kur’ân kelimesi ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] görünüyor; hiçbir şüphe bırakmıyor ki, bir kast ile tanzim edilip muvazi [denk, eşit] bir vaziyet verilir. Kast ve irade ise bizlerin olmadığına delilimiz, üç dört sene sonra muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olduğumuzdur. Öyle ise, bu kast ve irade, bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] eseri olarak gaybîdir. Sırf i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ve i’câz-ı Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in mu’cizeliği] te’yid suretinde ve iki kelimede

533

tevafuk suretinde o garib vaziyet verilmiştir. Bu iki kelimenin mübarekiyeti, [bereketlilik, hayırlı olma] i’caz[mu’cize oluş] Kur’ân ve i’câz-ı Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in mu’cizeliği] bir hâtem-i tasdik [tasdik ve onay mührü] olmakla beraber, sair misil [benzer] kelimeleri dahi, ekseriyet-i azîme [büyük çoğunluk] ile tevafuka mazhar [erişme, nail olma] etmişler. Fakat onlar birer sahifeye mahsus; şu iki kelime, bir iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demişiz: Bu tevafukun aslı, sair kitaplarda da çok bulunabilir; ama kast ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garâbette [gariplik, hayret vericilik] değildir.

Şimdi, bu dâvâmızı çürütmek kàbil [gibi] olmadığı halde, zâhir nazarlarda çürümüş gibi görmekte bir iki cihet olabilir:

Birisi: “Sizler düşünüp öyle bir tevafuku rast getirmişsiniz,” diyebilirler. “Böyle birşey yapmak kast ile olsa, rahat ve kolay birşeydir.”

Buna karşı deriz ki: Bir dâvâda iki şahid-i sadık [doğru sözlü şahit] kâfidir. Bu dâvâmızdaki kast ve irademiz taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmeyerek, üç dört sene sonra muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olduğumuza yüz şahid-i sadık [doğru sözlü şahit] bulunabilir.

Bu münasebetle bir nokta söyleyeceğim: Bu keramet-i i’câziye, [mu’cize kerameti] Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] cihetinde derece-i i’câzda [mu’cizelik derecesi] olduğu nev’inden değildir. Çünkü, i’câz-ı Kur’ân‘da, [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] kudret-i beşer [insan kuvveti, gücü] o yolda giderek o dereceye yetişemiyor. Şu keramet-i i’câziye [mu’cize kerameti] ise, kudret-i beşerle [insan kuvveti, gücü] olamıyor; kudret o işe karışamıyor; karışsa sun’i [el yapımı] olur, bozulur.Haşiye [dipnot]

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İşaret-i hâssa, işaret-i âmme [genel işaret] münasebetiyle bir sırr-ı dakik-i Rububiyet ve Rahmâniyete [Rububiyet ve Rahmâniyetin ince sırrı]

534

işaret edeceğiz. Bir kardeşimin güzel bir sözü var. O sözü bu meseleye mevzu edeceğim. Sözü de şudur ki:

Birgün güzel bir tevafukatı [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ona gösterdim. Dedi:

“Güzel! Zaten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözlerdeki tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ve muvaffakiyet [başarı] daha güzeldir.”

Ben de dedim: “Evet, herşey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir, veya neticeleri itibarıyla güzeldir. Ve bu güzellik, rububiyet-i âmmeye [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] ve şümul-ü rahmete [rahmetin kapsamı] ve tecellî-i âmmeye [umumî tecellî; Cenâb-ı Hakkın bütün mahlukatı kuşatan isimlerine ait büyük tecelliler, yansımalar] bakar. Dediğin gibi, bu muvaffakiyetteki [başarı] işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] daha güzeldir. Çünkü bu rahmet-i hâssaya [hususî rahmet] ve rububiyet-i hâssaya [İlâhî terbiyenin özel yönü] ve tecellî-i hâssaya [hususî tecellî, Cenâb-ı Hakkın seçkin kullarına veya dilediği mahlukuna karşı hususî yardımının görünmesi] bakar bir surettedir.”

Bunu bir temsille fehme takrib [yaklaştırma] edeceğiz. Şöyle ki:

Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunuyla, merhamet-i şahanesi [mükemmel merhamet, bağış, ihsan] umum efrad-ı millete [milletin fertleri, halk] teşmil edilebilir. Her fert, doğrudan doğruya o padişahın lûtfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyede, efradın [bireyler] çok münasebât-ı hususiyesi [özel münasebetler, bağlar] vardır.

İkinci cihet, padişahın ihsânât-ı hususiyesidir [özel iyilikler ve bağışlar] ve evâmir-i hassasıdır [özel emirler] ki, umumî kanunun fevkinde, [üstünde] bir ferde ihsan [bağış] eder, iltifat eder, emir verir.

İşte bu temsil gibi, Zât-ı Vâcibü’l-Vücud [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] ve Hâlık-ı Hakîm [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] ve Rahîmin umumî rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve şümul-ü rahmeti [rahmetin kapsamı] noktasında herşey hissedardır. Herşeyin hissesine isabet eden cihette, hususî onunla münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Hem kudret ve irade ve ilm-i muhîtiyle [her şeyi kuşatan ilim] herşeye tasarrufatı, [dilediği gibi kullanma ve idare etme] herşeyin en cüz’î [ferdî, küçük] işlerine müdahalesi, rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] vardır. Herşey, her şe’ninde [belirleyici özellik] Ona muhtaçtır; Onun ilim ve hikmetiyle

535

işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki, o daire-i tasarruf-u rububiyetinde [İlâhî irâde ve terbiyenin tasarruf dairesi] saklansın ve tesir sahibi olup müdahale etsin; ve ne de tesadüfün hakkı var ki, o hassas mizan-ı hikmet [her şeyin belirli gayelere yönelik olarak mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapılmasını gösteren ilim terazisi] dairesindeki işlerine karışsın. Risalelerde, yirmi yerde kat’î hüccetlerle [delil] tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz [gönderilme, sürgün] ve Kur’ân kılıcıyla idam [hiçlik, yokluk] etmişiz, müdahalelerini muhal [bâtıl, boş söz] göstermişiz. Fakat, rububiyet-i âmmedeki [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] daire-i esbab-ı zâhiriyede, [görünürdeki sebepler dairesi] ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata [herşeyi kuşatma] edilmeyen bazı ef’âl-i İlâhiyenin [kâinattaki varlıkları ortaya çıkaran İlâhi fiiller] kanunlarını, tabiat perdesi altında gizlenmiş, görememişler, tabiata müracaat etmişler.

İkincisi, hususî rububiyetidir [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir [rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah’ın yardımı] ki, umumî kanunların tazyikatı [baskılar] altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü’r-Rahîm [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet [yardım] ederler, o tazyikattan [baskılar] kurtarırlar. Onun için, her zîhayat, [canlı] hususan insan, her anda Ondan istimdat [medet isteme] eder ve medet alabilir. İşte bu hususî rububiyetindeki [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ihsânâtı, ehl-i gaflete [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.

İşte bu sırra binaendir ki, i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ve mu’cizât-ı Ahmediyedeki [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] işârât-ı gaybiyeyi, [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] hususî bir işaret telâkki [anlama, kabul etme] ve itikad [inanç] etmişiz. Ve bir imdad-ı hususî [özel yardım] ve muannidlere [inatçı] karşı kendini gösterecek bir inâyet-i hâssa [özel ilgi, yardım] olduğunu yakîn ettik ve sırf lillâh için ilân ettik. Kusur etmişsek Allah affetsin. Âmin.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 1

ba

536

Sözlerin tebyizinde [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] kıymettar hizmeti sebkat eden Muallim Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Galib’in fıkrasıdır. [bölüm]

“Elde Kur’ân gibi burhan-ı hakikat varken,

Münkiri [Allah’a inanmayan] ilzam [susturma] için gönlüme sıklet mi gelir?”

Sözün özdür, ey can, tekellüf [külfet, zahmet] değil.

Ledün ilminin [Allah’ın sırlarına ait gaybî bilgi] zübde-i pâkidir

Bu, sümmettedarik [sonradan, başka yerden elde edilmiş olan] tasannuf [başka eserlerden tasnif etme, derleme] değil.

Bu bir hikmet-i nur-u irfandır

Ki ehvâ [hevalar; gelip geçici arzu ve istekler] ve lâğv [faydasız, boş] ve tefelsüf [filozoflaşma, felsefe yapma] değil.

Müzekkî-i nefis [nefsi terbiye eden, temizleyen] ve musaffî-i [safileştiren, temizleyen] ruh,

Mürebbî-i dildir, [kalbi, gönlü terbiye eden] tasavvuf değil.

O Sözler bütün marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] şemsidir,

Sözüm doğrudur, bir teellüf [müelliflik, yazarlık, taslama] değil.

İçin nurudur, lâfza akseylemiş,

Bir iki satırda teradüf [eş anlamlılık, iki veya daha çok kelimenin aynı anlama gelmesi] değil.

Mutabık lâfızlar [ifade, kelime] birbirine,

Bu asla tasannu, [yapmacık] tesadüf değil.

Dizilmiş nizamla bütün harfleri,

Tevafuktur, asla tehalüf [birbirine zıt olma] değil.

Bu bir cilve-i sırr-ı i’câzdır [mu’cizelik sırrının cilvesi, yansıma ve görüntüsü]

Ki Kur’ân’dandır, tecevvüf [içi boş sözler] değil.

Bu hüsn-ü tesadüf [güzel rastlantı] güzeldir, güzel,

Bu babda ne dense tezauf [fazlalık, ziyade] değil.

537

Said-i Bediüzzaman-ı Nursî

Beyanı bedîdir, taattuf [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] değil.

Tesellîye ermemiş elinde kalem,

Eder arz-ı dîdar, [kendini gösterme] taharrüf [sapma, bozulma] değil.

Tevafuk, sözünde ona çok mudur?

Tefevvuk [üstün gelme] onun için teşerrüf [şereflenme] değil.

İsabet buna savb-ı Haktan [Hak tarafı, ciheti] gelir,

Bu kastî değildir, tasarruf değil.

Bunu görmeyen bed [kötü, çirkin] nazarlar için,

Telehhüf [ah vah etme, yanıp yıkılma] derim ben, teessüf [eseflenme, üzülme] değil.

Ki var mânevî hayretim galiben, [çoğunlukla]

Beyanım bu yolda tazarruf [dua, yakarış] değil.

Çok işte Hak onu muvaffak ede,

Tevafuk makam-ı tevakkuf değil.

 Ahmed Galib

(Rahmetullahi Aleyh)

ba

538

 Merhum Binbaşı Asım Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Kasem [yemin] ederim, doğrudur sözü özüyle beraber,

Bu hakikati kabul ve tasdik etmeyen bedmâyeler, [sütü bozuk]

Kalır dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve vâdi-i hüsranda [hüsran, kaybediş vadisi] nice seneler.

Bunları irşad [doğru yol gösterme] edip kurtarmaktır hüner,

Hidayet erişse eğer, o vakit boyun eğer.

Cümlenin ıslahını niyaz edip Hâlıka yalvaralım,

Hep envâr-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın nurları] olan Sözleri okuyup anlatalım,

Bu yolda bizler de feyz alıp dilşad olalım,

Fenâyı bekàya tebdilde [başka bir şeyle değiştirme] rıza-yı Bârîye [varlıkları mükemmel bir surette yaratan Allah’ın rızası] kavuşalım.

Sad-hezar [yüz bin] tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] lâyık bîbahâ [değer biçilmez] fıkra-i Galib, [Galib’in konu hakkında yazdığı yazı]

Bu hakikatleri söylemekle olur şüphesiz galib.

Binbaşı Asım

(Rahmetullahi Aleyh)

ba

539

Sekizinci Risale olan

Sekizinci Mesele

Şu Mesele, altı sualin cevabı olup Sekiz Nüktedir. [derin anlamlı söz]

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Bir dest-i inâyet [koruyucu el] altında hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] istihdam [çalıştırma] edildiğimize dâir çok envâ-ı işârât-ı gaybiyeyi [gaybî işaretlerin çeşitleri] hissettik ve bazılarını gösterdik. Şimdi o işârâtın [işaretler] bir yenisi daha şudur ki:

Ekser Sözlerde tevafukat-ı gaybiye var.Haşiye [dipnot] Ezcümle, Resul-i Ekrem kelimesinde ve aleyhissalâtü vesselâm ibaresinde ve Kur’ân lâfz-ı mübarekesinde bir nevi cilve-i i’câz [mu’cizeliğin görüntüsü, yansıması] temessül [belirme, görünme] ettiğine bir işaret var. İşârât-ı gaybiye, ne kadar gizli ve zayıf da olsa, hizmetin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ve meselelerin hakkaniyetine delâlet ettiği için, bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir. Hem gururumu kırar ve sırf bir tercüman olduğumu kat’iyen [kesinlikle] bana gösterdi. Hem hiç medar-ı iftihar [övünç kaynağı] benim için birşey bırakmıyor; yalnız medar-ı şükran [şükrü gerektiren] olan şeyleri gösteriyor. Hem madem Kur’ân’a aittir ve i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] hesabına geçiyor ve kat’iyen [kesinlikle] cüz-ü ihtiyarîmiz [insandaki çok az seçim gücü, irade] karışmıyor ve hizmette tembellik edenleri teşvik ediyor ve risalenin hak olduğuna kanaat veriyor ve bizlere bir nevi ikram-ı İlâhîdir [Allah’ın ikramı, bağışı] ve izharı [açığa çıkarma, gösterme] tahdis-i nimettir [ilahî nimeti şükrederek anlatma] ve aklı gözüne inmiş mütemerridleri [inatçı] iskât [susturma] ediyor; elbette izharı [açığa çıkarma, gösterme] lâzımdır, inşaallah [Allah dilerse] zararsızdır.

İşte, şu işârât-ı gaybiyenin [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] birisi de şudur ki:

540

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i rahmet [mükemmel bir şefkat ve merhamet] ve kereminden, [cömertlik] Kur’ân’a ve imana hizmetle meşgul olan bizleri teşvik ve kulûbumuzu [kalbler] tatmin için, bir ikram-ı Rabbânî ve bir ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] suretinde hizmetimizin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] alâmet ve yazdığımız hak olduğuna işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] nev’inden, bütün risalelerimizde ve bilhassa Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] ve İ’câz-ı Kur’ân ve Pencereler risalelerinde, tevafukat-ı gaybiye nev’inde bir letâfet [hoşluk, gözellik] ihsan [bağış] etmiştir. Yani, bir sahifede, misil [benzer] olarak gelen kelimeleri birbirine baktırıyor. Bunda bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] veriliyor ki, “Bir irade-i gaybî ile tanzim edilir. İhtiyarınıza ve şuurunuza güvenmeyiniz. İhtiyarınızın haberi olmadan ve şuurunuz yetişmeden harika nakışlar [işleme] ve intizamlar yapılıyor.”

Bahusus [hususan, özellikle] Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] risalesinde lâfz-ı Resul-i Ekrem [Resûl-i Ekrem (a.s.m.) lâfzı, sözü] ve lafz-ı salâvat bir âyine [ayna] hükmüne geçip, o tevafukat-ı gaybiye işaretini sarih [açık] gösteriyor. Yeni, acemî [Arap milletinden olmayan başka milletler] bir müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] yazısında, beş sahife müstesna, mütebaki [geri kalan kısım] iki yüzden fazla salâvat-ı şerife [Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları] birbirine müvazi [paralel, karşılıklı aynı hizada olma] olarak bakıyorlar. Şu tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ise, şuursuz yalnız on adette bir iki tevafuka sebep olabilen tesadüfün işi olmadığı gibi, san’atta maharetsiz, yalnız mânâya hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] ederek, gayet sür’atle, bir bir iki saatte otuz kırk sahifeyi telif [kaleme alma] eden ve kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir biçarenin düşünüşü dahi elbette değildir.

İşte, altı sene sonra, yine Kur’ân’ın irşadıyla [doğru yol gösterme] ve İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] olan tefsirin dokuz اِنَّا nın tevafuk suretiyle gelen irşadıyla, [doğru yol gösterme] sonra muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmuşum. Müstensihler [el ile yazıp çoğaltan] ise, benden işittikleri vakit hayret içinde hayrette kaldılar. Nasıl ki lâfz-ı Resul-i Ekrem [Resûl-i Ekrem (a.s.m.) lâfzı, sözü] ve lâfz-ı salâvat, [salâvat kelimesi; Peygamberimize rahmet ve esenlik dileme sözü] On Dokuzuncu Mektupta, mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] bir nev’inin bir nevi küçük âyinesi [aynası] hükmüne geçti. Öyle de, Yirmi Beşinci Söz olan i’câz-ı Kur’ân‘da [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ve On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde

541

lâfz-ı Kur’ân [Kur’ân lâfzı, kelimesi] dahi, kırk tabakadan, yalnız gözüne itimad eden tabakasına karşı, bir nevi mu’cizât-ı Kur’âniyenin, [Kur’ân’ın mu’cizeleri] o nev’in kırk cüz’ünden bir cüz’ü tevafukat-ı gaybiye suretinde bütün risalelerde tecellî etmekle beraber, o cüz’ün kırk cüz’ünden bir cüz’ü, lâfz-ı Kur’ân [Kur’ân lâfzı, kelimesi] içinde tezahür etmiş. Şöyle ki:

Yirmi Beşinci Sözde ve On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde, yüz defa Kur’ân lâfzı tekerrür etmiş. Pek nadir olarak bir iki kelime hariç kalmış; mütebakisi [geri kalan kısım] bütün birbirine bakıyor. İşte, meselâ, İkinci Şuanın kırk üçüncü sahifesinde yedi Kur’ân lâfzı var, birbirine bakıyor. Ve sahife elli altıda sekizi birbirine bakıyor; yalnız dokuzuncu müstesna kalmış. İşte şu, şimdi gözümüzün önünde, altmış dokuzuncu sahifedeki beş lâfz-ı Kur’ân [Kur’ân lâfzı, kelimesi] birbirine bakıyor. Ve hâkezâ… Bütün sahifelerde gelen mükerrer lâfz-ı Kur’ân [Kur’ân lâfzı, kelimesi] birbirine bakıyor. Pek nadir olarak, beş altı taneden bir tane hariç kalıyor. Sair tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ise, işte gözümüzün önünde, sahife otuz üçte, on beş adet اَمْ lâfzı var; on dördü birbirine bakıyor. Hem gözümüzün önünde şu sahifede dokuz iman lâfzı var, birbirine bakıyor; yalnız birisi, müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] fasıla vermesiyle az inhiraf [doğru yoldan sapma] etmiş. Hem şu gözümüzün önündeki sahifede iki mahbub [sevimli/sevgili] var; biri üçüncü satırda, biri onbeşinci satırdadır, kemâl-i mizanla [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] birbirine bakıyor. Onların ortasında dört “aşk” dizilmiş, birbirine bakıyorlar. Daha sair tevafukat-ı gaybiye bunlara kıyas edilsin.

Hangi müstensih [el ile yazıp çoğaltan] olursa olsun, satırları, sahifeleri ne şekilde olursa olsun, alâküllihal, [her durumda] bu tevafukat-ı gaybiye öyle bir derecede var ki, şüphe bırakmıyor ki, ne tesadüfün işi ve ne de müellifin [telif eden, kitap yazan] ve müstensihlerin [el ile yazıp çoğaltan] düşünüşüdür. Fakat bazı hatta daha ziyade tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] göze çarpıyor. Demek, şu risalelere mahsus bir hatt-ı hakikî vardır; bazıları o hatta yakınlaşıyor. Garâiptendir ki, en mahir müstensihlerin [el ile yazıp çoğaltan] değil, belki acemîlerin [Arap milletinden olmayan başka milletler] yazılarında daha ziyade görülür. Bundan anlaşılıyor ki, Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] mübarek kametlerine [biçim ve boy] yakışacak mevzun, [ölçülü] muntazam üslûp libasları, [elbise] kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir [görünmeyen el] ki o kamete [biçim ve boy] göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.

542

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Eğer denilse: Şu tevafukat-ı gaybiye eğer bir meziyet-i belâğat [belâğatın meziyeti, üstün özelliği] olsaydı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] belâğatlerin envâından [tür] en ileride olduğu gibi, bu nevide de en ileri olmak lâzım gelirdi. Eğer bir meziyet-i belâğat [belâğatın meziyeti, üstün özelliği] değil; neden büyük bir ikrâm-ı İlâhî [Allah’ın lütfü ve ikramı] sayıyorsunuz? Hem hangi kitap olursa olsun, bu nevi tesadüfat içinde çok bulunabilir.

Elcevap: Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ 1 sırrıyla, her zamanda bir milyondan fazla hafızların kalbinde mânen yazdırmak lâzım geldiği için, hıfzı çok işkâl [anlaşılması zor olma] edecek ve hafızları çok azaltacak olan şu nevi tevafukat-ı müteşabihe, [birbirine benzeyen tevafuklar, uyumluluklar] Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] çok ileri gitmemiştir. Ehl-i hıfza, [Kur’ân’ı ezberleyen, kimseler, hâfızlar] rahmet içinde mutabık-ı mukteza-yı hal [halin gereğine uygun] bir mânevî belâğati, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] bu meziyet-i belâğatin [belâğatın meziyeti, üstün özelliği] terkiyle yapmıştır: Çok defa kısa kesmekle çok uzun mânâları ifade etmesi gibi. Hem şu tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] belâğat olmasa da, madem içinde eser-i kast [kasıt ve isteğin sonucu, bilerek ve isteyerek ortaya çıkan bir durum] ve şuur görünür. Kast ve şuur ise, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] ve bil’itiraf, [itiraf ve kabul ederek] müellif [telif eden, kitap yazan] ve müstensihlerin [el ile yazıp çoğaltan] değil, elbette bir dest-i gaybînin [görünmeyen el] tanzimiyledir. Ve o dest-i gaybînin [görünmeyen el] bu tarz müdahalesi ise, alâmet-i kabuldür [kabul belirtisi] ve rızaya emâredir. Ve bu emâre de remzeder [ince işaret] ki, yazılan hakikatler kusursuzdur, hak bir surette gösterilmiştir.

Ama sair kitaplarda şu nevi tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bulunuşu tesadüfe verilebilir. Fakat şu risalelerdeki şuurlu tevafukat-ı gaybiyeyi, bütün gören zatların ittifakıyla, şuursuz tesadüfe havale edilemez. Ve verilmesine imkân verilmiyor. Hattâ en mühim iki müstensih [el ile yazıp çoğaltan] ve bizler, değil ki bir risalenin umumunda, birtek sayfa kanaat verir ki, tesadüf karışamaz, haddi değildir. Çünkü misil [benzer] olarak iki-üç kelime bulunur. Birbirine bakar öyle bir vaziyette ki, zahiren bir kast irae ediyor.

Meselâ, şimdi bakıyoruz, şu sayfada yaş lâfzı, üç defa tekerrür etmiş. Üçü öyle bir vaziyette birbirine bakıyor ki, şüphe bırakmaz ki, bir tanzim-i gaybîdir. [gaybî, bilinmeyen âlemden yapılan tertip ve düzenleme]

543

Hem şimdi baktığımız şu sayfada, yalnız altı hüzün kelimesi var. O altı hüzün, üç satırda öyle lâtif [berrak, şirin, hoş] iki kavsi [yay] teşkil etmiş ki, neş’eli bir hüznü görene verir.

Hem işâret-i gaybiye [bilinmeyen veya gelecekte olacak bir hâdiseye yapılan işâret] olmak için, başka hiçbir kitapta bulunmamak lâzım gelmez. Meselâ, nasıl ki, belâğat-i Kur’âniye [Kur’ân’ın belâğatı] derece-i i’câza [mu’cizelik derecesi] vasıl olduğu için, bir mu’cize-i Risalet [peygamberlik mu’cizesi] olduğu halde, sair ehl-i belâğatın [belâğat âlimleri] umum kitaplarında, derecatlarına [dereceler] göre belâğat vardır. Onlarda belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] bulunması, i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] münâfi [aykırı] olamaz.

Öyle de i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] yüzer kısmından bir kısmının cilvesi, bir nevi ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] nev’inden, Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’de, hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] hüsn-ü intizamına [düzenli ve dengeli oluştaki güzellik] işareten görünüp tecellî etmesine, sair kitaplarda tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bulunması zarar vermez. Çünkü o dereceye yetişmezler. Çünkü Sözler’deki o nevi tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] o dereceye gelmiş ki, dikkat edenlere kat’î kanaat verir ki, beşerin düşünüşü değil ve ihtiyarıyla da olmamıştır. Belki nakşî bir nevi Kur’ân i’câzının, [mu’cize oluş] gölgesinin gölgesi, kendi tefsirinin âyinesinde, bir nevi ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] suretinde temessül [belirme, görünme] ediyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى وَالِدَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَعَلٰى رُفَقَۤائِكُمْ فِى دَرْسِ الْقُرْاٰنِ * 3

Aziz kardeşim,

Evvela: Kardeşimiz Abdülmecid’in, Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasını, [bahis, kısım] lüzumsuz bir ihtiyata [dikkat, tedbir] binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.

544

وَكَيْفَ اَخَافُ مَۤا اَشْرَكْتُمْ وَلاَ تَخَافُونَ اَنَّكُمْ اَشْرَكْتُمْ بِاللهِ * 1

diyen ve Kur’ân’ın takdirine mazhar [erişme, nail olma] olan Hazret-i İbrahim’in (a.s.) ittibâına [tâbi olma, bağlanma] mükellef olduğumuza işaret eden مِلَّةَ اِبْرٰهِيمَ حَنِيفًا مُسْلِمًا 2 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olduğumuzu bilmeliyiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Bana karşı umumen dost bir şehir ahalisinden bir müftü, sathî [sığ, yüzeysel] bir nazarla, vâhî [boş, anlamsız] bazı tenkidâtı, [tenkitler, eleştiriler] Onuncu Sözün teferruat kısmına etmiş diye Abdülmecid yazıyor. Abdülmecid’in ona verdiği cevaplar, iki yer müstesna, mütebâkisi [geri kalan] kâfidir. Fakat iki yerde, o da o zatın sathî [sığ, yüzeysel] sualine, sathî [sığ, yüzeysel] olarak cevap vermiş:

Birincisi: O zât demiş ki: “Onuncu Sözün Hakikatleri münkirlere [Allah’a inanmayan] karşı değil. Çünkü sıfât ve esmâ-i İlâhiyeye binâ edilmiş.” Abdülmecid cevabında diyor ki: “Münkirleri [Allah’a inanmayan] Hakikatlerden evvelki dört İşaretle imana getirmiş, ikrar ettirmiş. Sonra Hakikatleri dinlettiriyor” meâlinde cevap vermiş. Hakikî cevabı şudur ki:

Herbir Hakikat, üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücudunu, hem esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtını; sonra haşri onlara bina edip, ispat ediyor. En muannid [inatçı] münkirden, [Allah’a inanmayan] tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes, her Hakikatten hissesini alabilir. Çünkü, Hakikatlerde, mevcudata, [var edilenler, varlıklar] âsâra [eserler/asırlar] nazarı çeviriyor. Der ki:

Bunlarda muntazam ef’al [fiiller, davranışlar] var. Muntazam fiil ise fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olmaz. Öyleyse bir fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] var. İntizam ve mizanla [ölçü] o fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] iş gördüğü için, hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir; abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor; hukukları zayi etmez. Öyleyse bir mecma-ı ekber, [çok büyük toplanma yeri] bir mahkeme-i kübrâ [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] olacak.

İşte Hakikatler, bu tarzda işe girişmişler. Mücmel [kısa, kısaca] olduğu için, üç dâvâyı birden ispat ediyorlar. Sathî [sığ, yüzeysel] nazar fark edemiyor. Zaten o mücmel [kısa, kısaca] Hakikatlerin her birisi, başka risaleler ve Sözlerde kemâl-i izahla [tam ve mükemmel bir açıklama] tafsil edilmiş.

545

Abdülmecid’in ikinci nâkıs [eksik] cevabı şudur ki:

O zatın yanlış sualine mümâşât [maslahat yolunu, anlaşma tarzını seçme] edip, yanlışını kabul ettiği için, yanlış etmiş. Çünkü Onuncu Sözün Haşiyende, [dipnot] İsm-i Âzam, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] yalnız her ismin bir mertebesinden ibaret olduğu zikredilmemiş. Belki çok yerlerde demişiz: İsm-i Âzamdan [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve her ismin âzamî mertebesinden tezahür eder. İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ispat etmekle beraber, her ismin bir mertebe-i âzamı [en büyük mertebe] var ki, Resul-i Ekrem (a.s.m.) bunlara mazhar [erişme, nail olma] olduğu gibi, haşr-i âzam [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] da onlara bakıyor. Meselâ ism-i Hâlık [herşeyi var eden yaratıcı mânâsında Allah’ın ismi] merâtibi, [mertebeler] benim Hâlıkımdan tut, tâ Hâlık-ı Küll-i Şey‘e [herşeyin yaratıcısı olan Allah] kadar olan mertebe-i âzama [en büyük mertebe] kadar merâtibi [mertebeler] var.

O şüpheli zatın, her ismin bir mertebe-i âzamı [en büyük mertebe] olduğunu tezyif [alay etme, küçük düşürme] etmek niyetiyle, “Mutasavvıfa-i mütefelsife [felsefeyle ilgilenen ve etkisinde kalan tasavvufçular] fikridir” demiş. Halbuki, başta İmam-ı Âzam, İmam-ı Gazâlî, Celâleddin-i Süyûtî, İmam-ı Rabbânî, Şâh-ı Geylânî gibi sıddıkîn-i muhakkıkîn, [Allah’a bağlılıkta en önde olan ve hakikatleri araştıran âlimler] İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ayrı ayrı görmüşler. İmam-ı Âzam demiş: el-Adl, [her hak sahibine hakkını veren, sonsuz adalet sahibi olan Allah] el-Hakem [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] ism-i âzamdır, ve hâkezâ. Her neyse, bu mesele bu kadar yeter.

O zatın sathî [sığ, yüzeysel] ilişmesinden üç cihetle memnun oldum:

Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Sözün hakaiki, [doğru gerçekler] kabil-i tenkit [tenkit edilmesi mümkün, eleştirilebilir olma] değildir. Olsa olsa, teferruat kabilinden [gibisinden, türünden] bazı ibarelerine ilişebilir.

İkincisi: İnşaallah âlî [yüce] bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid’i gayrete getirdi. Hulûsi’ye yakışacak çalışkan, müteyakkız [uyanık ve dikkatli] bir arkadaş oldu.

Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt [duyarsız] kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek.

Bu nüktenin [derin anlamlı söz] bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz.

Mahallenizin imamı Hafız Ömer Efendiye selâm et ve de ki, ben onu kabul ettim. Talebelik şartlarını da ona söyle. Pederiniz ve Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman,

546

Sözler’i ciddî dinlemeleri beni çok mesrur [mutlu] ediyor. Ben onlara dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler. Seydâ [“üstadım ve efendim” mânâsında âlimler için kullanılan bir hitap şekli] namındaki zât, pederinizin intisap [bağlanma] ettiği zât değil, ondan evvel gelmiş iştihar etmiş mühim bir zattır. Başta Sabri, Süleyman, Tevfik [başarı] bütün ihvanlar [kardeş] size selâm ediyorlar.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Beş altı suali tazammun [içerme, içine alma] eden birinci sualinizde, “Meydan-ı haşre [haşir meydanı] cem’ [bir araya gelme] ve keyfiyet nasıl; ve üryan [çıplak] mı olacak? Ve dostlarla görüşmek için ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla birtek zât nasıl görüşecek? Ehl-i Cennet ve Cehennemin libasları [elbise] nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?” diyorsunuz.

Elcevap: Şu sualin cevabı, gayet mükemmel ve vâzıh [açık] olarak, kütüb-ü ehâdisiyede [hadis kitapları] vardır. Meşrep [hareket tarzı, metod] ve mesleğimize ait, yalnız bir iki nükteyi [derin anlamlı söz] söyleyeceğiz. Şöyle ki:

Evvelâ: Bir Mektupta, meydan-ı haşir, [haşir meydanı] küre-i arzın [yer küre, dünya] medar-ı senevîsinde [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] olduğunu ve küre-i arz, [yer küre, dünya] şimdiden mânevî mahsulâtını o meydanın elvahlarına [levhalar] gönderdiği gibi, senevî [yıllık] hareketiyle, bir daire-i vücudun [varlık dairesi] temessül [belirme, görünme] ve o daire-i vücudun [varlık dairesi] mahsulâtıyla, bir meydan-ı haşrin [haşir meydanı] teşekkülüne [kendi kendine oluşma] bir mebde’ [başlangıç] olduğu ve küre-i arz [yer küre, dünya] denilen şu sefine-i Rabbâniyenin [Allah’ın gemisi, dünya] merkezindeki Cehennem-i Suğrâ[Küçük Cehennem] Cehennem-i Kübrâya [Büyük Cehennem] boşalttığı gibi, sekenesini [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] de meydan-ı haşre [haşir meydanı] boşaltacağı beyan edilmiştir.

Saniyen: [ikinci olarak] Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] başta olarak sair Sözlerde, gayet kat’î bir surette, o haşrin, meydanıyla beraber vücudu kat’î olarak ispat edilmiştir.

Salisen: [üçüncü olarak] Görüşmek ise, On Altıncı Sözde ve Otuz Bir ve Otuz İkide kat’iyen [kesinlikle] ispat edilmiştir ki, bir zât, nuraniyet sırrıyla, bir dakikada binler yerde bulunup milyonlar adamlarla görüşebilir.

547

Rabian: [dördüncü olarak] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insandan başka zîruh [ruh sahibi] mahlûkatına fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] birer libas [elbise] giydirdiği gibi, meydan-ı haşirde [haşir meydanı] sun’î [gerçek olmayan] libaslardan [elbise] üryan [çıplak] olarak, fakat fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir libas [elbise] giydirmesi, ism-i Hakîm [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Dünyada sun’î [gerçek olmayan] libasın [elbise] hikmeti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve ziynet ve setr-i avrete [başkalarına gösterilmesi haram olan yerlerin örtünmesi] münhasır değildir. Belki mühim bir hikmeti, insanın sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kumandanlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir. Yoksa, kolay ve ucuz, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir libas [elbise] giydirebilirdi. Çünkü bu hikmet olmazsa, muhtelif paçavraları vücuduna sarıp giyen insan, şuurlu hayvânâtın nazarında ve onlara nisbeten bir maskara olur, mânen onları güldürür. Meydan-ı haşirde [haşir meydanı] o hikmet ve münasebet yok; o liste de olmaması lâzım gelir.

Hamisen: [beşinci olarak] Rehber ise, senin gibi Kur’ân’ın nuru altına girenlere, Kur’ân’dır. الۤمۤ ‘lerin, الۤرٰ ‘ların, حٰمۤ ‘lerin başlarına bak, anla ki, Kur’ân ne kadar makbul bir şefaatçi, ne kadar doğru bir rehber, ne kadar kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir nur olduğunu gör.

Sadisen: [altıncı olarak] Ehl-i Cennet ve ehl-i Cehennemin libasları [elbise] ise, Yirmi Sekizinci Sözde hurilerin yetmiş hulle [Cennet elbisesi] giymesine dair beyan edilen düstur [kâide, kural] burada da câridir. Şöyle ki:

Ehl-i Cennet olan bir insan, Cennetin her nev’inden her vakit istifade etmek, elbette arzu eder. Cennetin gayet muhtelif envâ-ı mehâsini [güzellik çeşitleri, türleri] var; her vakit bütün Cennetin envâıyla [tür] mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] eder. Öyle ise, Cennetin mehâsininin [güzellikler] nümunelerini, küçük bir mikyasta, [ölçü] kendine ve hurilerine giydirir; kendisi ve hurileri birer küçük cennet hükmüne geçer. Nasıl ki bir insan, bir memlekette münteşir [yaygın olan] bulunan çiçekler envâını, [tür] nümunegâh küçük bir bahçesinde cem [toplama, bir araya gelme] eder; ve bir dükkâncı, bütün mallarındaki nümuneleri bir listede cem [toplama, bir araya gelme] eder; ve bir insan, tasarruf ettiği ve hükmettiği ve münasebettar [alâkalı, ilgili] olduğu envâ-ı mahlûkatın [varlık türleri] nümunelerini

548

kendine bir elbise ve bir levazımat-ı beytiye yapıyor. Öyle de, ehl-i Cennet olan bir insan, hususan bütün duygularıyla ve cihazat-ı mâneviyesiyle [mânevî donanım] ubûdiyet [Allah’a kulluk] etmiş ve Cennetin lezâizine [lezzetler] istihkak [hak edilen pay] kesb [elde etme, kazanma] etmişse, herbir duygusunu memnun edecek, herbir cihazatını okşayacak, herbir letâifini [duygular] zevklendirecek bir tarzda, Cennetin herbir nev’inden birer mehâsini [güzellikler] gösterecek bir tarz-ı libası, [giyim tarzı] kendilerine ve hurilerine, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] tarafından giydirilecek. Ve o müteaddit [bir çok] hulleler [Cennet elbisesi] bir cinsten, bir neviden olmadığına delil, şu mealdeki hadîstir ki:

“Huriler yetmiş hulle [Cennet elbisesi] giydikleri halde, bacaklarındaki ilikleri görünür, setretmiyor.”1 [örtme]

Demek, en üstündeki hulleden, [Cennet elbisesi] tâ en alttaki hulleye [Cennet elbisesi] kadar, ayrı ayrı mehâsinle, [güzellikler] ayrı ayrı tarzda hissiyâtı ve duyguları zevklendirecek, memnun edecek mertebeler var.

Ehl-i Cehennem ise, nasıl ki dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla, ve hâkezâ, bütün cihazatıyla günahlar işlemiş; elbette Cehennemde onlara göre elem verecek, azap çektirecek ve küçük bir cehennem hükmüne gelecek muhtelifülcins [çeşitli, farklı türler] parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafi [aykırı] görünmüyor.

BEŞİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Sual ediyorsunuz ki: “Zaman-ı fetrette [fetret dönemi, insanlara peygamber gönderilmeyen mânevî buhran zamanı] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadı bir din ile mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] miydiler?”

Elcevap: Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın, bilâhare gaflet ve mânevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyan eden bakiye-i dini [dinden geriye kalan şeyler] ile mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] olduğuna rivâyat vardır.2 Elbette Hazret-i İbrahim aleyhisselâmdan gelen ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi [nur zinciri] teşkil eden efrad, [bireyler] elbette din-i hak [hak din] nurundan lâkayt [duyarsız] kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlûp olmamışlar. Fakat zaman-ı fetrette, [fetret dönemi, insanlara peygamber gönderilmeyen mânevî buhran zamanı]

549

وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولاً 1 sırrıyla, ehl-i fetret, [vahyin gelmediği, karanlık dönem; Hz. İsa (a.s.) ile Hz. Muhammed (a.s.m.) arasındaki devrede yaşayanlar] ehl-i necattırlar. [kurtuluşa erenler] Bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] teferruattaki hatîatlarından [hatâlar, yanlışlar] muahazeleri [cezalandırılma] yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arîce, küfre [inançsızlık, inkâr] de girse, usul-i imanîde [imanın esasları, şartları] bulunmazsa, yine ehl-i necattır. [kurtuluşa erenler] Çünkü teklif-i İlâhî [Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumluluk] irsal [gönderme] ile olur ve irsal [gönderme] dahi ıttıla [anlamak, bilgi sahibi olmak] ile teklif takarrur [karar bulma] eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, [zaman aşımı, zamanın geçmesi] enbiya-yı sâlifenin [daha önce gelmiş peygamberler] dinlerini setretmiş; [örtme] o ehl-i fetret [vahyin gelmediği, karanlık dönem; Hz. İsa (a.s.) ile Hz. Muhammed (a.s.m.) arasındaki devrede yaşayanlar] zamanına hüccet [delil] olamaz. İtaat etse sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü mahfî [gizli] kaldığı için hüccet [delil] olamaz.

ALTINCI NÜKTE [derin anlamlı söz]

Dersiniz ki: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadlarından nebî [peygamber] gelmiş midir?”

Elcevap: Hazret-i İsmail aleyhisselâmdan sonra bir nass-ı kat’î [kesin delil, Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi] yoktur. Ecdadlarından olmayan, yalnız Halid ibni Sinan2 ve Hanzele3 namında iki nebî [peygamber] gelmiştir. Fakat ecdad-ı Nebîden, [Peygamberimizin (a.s.m.) ecdadı, ataları] Kâ’b ibni Lüeyy’in meşhur ve sarih [açık] ve tansis [açıklama, bildirme, tayin etme] tarzındaki bu şiiri ki,

عَلٰى غَفْلَةٍ يَأْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ * فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبِيرُهَا * 4

demesi, mu’cizekârâne ve nübüvvettârâne [peygamberlik] bir söze benzer.

İmam-ı Rabbânî, hem delile, hem keşfe istinaden demiş ki: “Hindistan’da çok nebîler [peygamber] gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış; veyahut mahdut [sınırlanmış] birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar, [duyulma, şöhret olma] veyahut nebî [peygamber] ismi verilmemiş.”5

550

İşte, İmamın bu düsturuna [kâide, kural] binaen, ecdad-ı Nebîden [Peygamberimizin (a.s.m.) ecdadı, ataları] bu nevi nebîlerin [peygamber] bulunması mümkün…

YEDİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Diyorsunuz ki: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın peder ve valideleri ve ceddi Abdülmuttalib’in imanları hakkında akvâ [çok güçlü, en kuvvetli] ve esahh [en doğru] olan haber hangisidir?”

Elcevap: Yeni Said on senedir yanında başka kitapları bulundurmuyor, “Bana Kur’ân yeter” diyor. Böyle teferruat mesâilinde, [meseleler] bütün kütüb-ü ehâdisi tetkik edip en akvâsını yazmaya vaktim müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın peder ve valideleri ehl-i necattır [kurtuluşa erenler] ve ehl-i Cennettir ve ehl-i imandır.1 [Allah’a inanan] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Habib-i Ekreminin [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne [evlada yakışır şekilde] şefkatini elbette rencide etmez.

Eğer denilse: “Madem öyledir; neden onlar Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma imana muvaffak olamadılar? Neden bi’setine [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] yetişemediler?”

Elcevap: Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Habib-i Ekreminin [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] peder ve validesini, kendi keremiyle, [cömertlik] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ferzendâne [evlada yakışır şekilde] hissini memnun etmek için, valideynini [anne ve baba] minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik [anne ve baba] mertebesinden mânevî evlât mertebesine getirmemek için, hâlis kendi minnet-i rububiyeti [Allah’ın terbiye ediciliğinin ikram ve ihsanı] altına alıp onları mes’ut etmek ve Habib-i Ekremini [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] de memnun etmekliği rahmeti iktiza [bir şeyin gereği] etmiş ki, valideynini [anne ve baba] ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan [bağış] etmiştir. Evet, âli [yüce] bir müşirin [mareşal] yüzbaşı rütbesinde olan pederi, huzuruna girmesi, birbirine zıt iki hissin taht-ı tesirinde [tesiri altında] bulunur. Padişah, o müşir [mareşal] olan yaver-i ekremine [çok değerli, yüksek rütbeli memur] merhameten, pederini onun maiyetine [yanına, beraberine] vermiyor.

551

SEKİZİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Diyorsunuz ki: “Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esah [en doğru] nedir?”

Elcevap: Ehl-i teşeyyu’, imanına kàil; Ehl-i Sünnetin ekserîsi imanına kàil değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki:

Ebu Talib, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletini [elçilik, peygamberlik] değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Habib-i Ekremini [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib’in, inkâra ve inada değil, belki hicab [örtü, perde] ve asabiyet-i kavmiye [kavminin ve milletinin örf, âdet ve değerlerine körükörüne bağlılık, ırkçılık] gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir.

وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ 1 * لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ * 2

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3