MEKTUBAT – Yirminci Mektup (317-368)

317

Yirminci Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ * 3

SABAH ve akşam namazından sonra tekrarı pek çok fazileti bulunan4 ve bir rivâyet-i sahîhada [doğruluğu ve Peygamberimize ait olduğu şüphe götürmeyen rivâyet, hadis] İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mertebesini taşıyan5 şu cümle-i tevhidiyenin [tevhid cümlesi; her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bildiren cümle] on bir kelimesi var. Herbir kelimesinde, hem birer müjde ve beşaret, [müjde] hem birer mertebe-i tevhîd-i rubûbiyet, [varlık âleminin terbiye, tedbir ve idaresindeki birlik ve bu birliğin bir olan Allah’tan gelmesini bilme mertebesi] hem bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] noktasında bir kibriyâ-i vahdet [Cenâb-ı Hakkın birliğinin büyüklük ve azameti] ve bir kemâl-i vahdâniyet [Allah’ın sonsuz birliği] vardır.Bu büyük ve ulvî hakikatlerin izahını sair Sözlere havale edip, bir vaade binaen, şimdilik mücmel [kısa, kısaca] bir hülâsa [esas, öz] suretinde iki makam, bir mukaddime [başlangıç] ile ona bir fihriste yapacağız.

318

 Mukaddime

Kat’iyen [kesinlikle] bil ki, hilkatin [yaratılış] en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. [Allah’a iman] Ve insaniyetin en âli [yüce] mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh [Allah’a iman] içindeki marifetullahtır. [Allah’ı bilme ve tanıma] Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] içindeki muhabbetullahtır. [Allah sevgisi] Ve ruh-u beşer [insan ruhu] için en hâlis sürur [mutluluk] ve kalb-i insan [insan kalbi] için en sâfi sevinç, o muhabbetullah [Allah sevgisi] içindeki lezzet-i ruhaniyedir. [ruhen alınan lezzet]

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur [mutluluk] ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] ve muhabbetullahtadır. [Allah sevgisi] Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, [nurlar] esrara, ya bilkuvve [potansiyel olarak] veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma [elemler, acılar] ve evhama mânen ve maddeten müptelâ [bağımlı] olur.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre [serseri] nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde, semeresiz [meyve] bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz [koruyucusuz] bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre [serseri] nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, malikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan [başı dönmüş] olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, malikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh [ürkütücü yer] dünya, bir tenezzühgâha [ferahlama, rahatlama] döner ve bir ticaretgâh olur.

ba

319

Birinci Makam

Şu kelâm-ı tevhidînin [Allah’ın birliğini ifade eden kelime] on bir kelimesinin herbirinde birer müjde var. Ve o müjdede birer şifa ve o şifada birer lezzet-i mâneviye [mânevî lezzet] bulunur.

BİRİNCİ KELİME

  لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ da şöyle bir müjde var ki:

Hadsiz hâcâta müptelâ, [bağımlı] nihayetsiz a’dânın [düşmanlar] hücumuna hedef olan ruh-u insanî [insan ruhu] şu kelimede öyle bir nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] bulur ki, bütün hâcâtını temin edecek bir hazine-i rahmet [Allah’ın rahmet hazinesi] kapısını ona açar. Ve öyle bir nokta-i istinad [dayanak noktası] bulur ki, bütün a’dâsının [düşmanlar] şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] sahibi olan kendi Mâbudunu [ibadet edilen] ve Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, maliki kim olduğunu irâe eder. Ve o irâe ile, kalbi vahşet-i mutlakadan [tam bir yalnızlık ve ürküntü hali] ve ruhu hüzn-ü elîmden [acı verici hüzün, üzüntü] kurtarıp, ebedî bir ferahı, daimî bir süruru [mutluluk] temin eder.

İKİNCİ KELİME

وَحْدَهُ Şu kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. Şöyle ki:

Kâinatın ekser envâıyla [tür] alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer [insan ruhu] ve kalb-i insan, [insan kalbi] وَحْدَهُ kelimesinde bir melce, [sığınak] bir halâskâr [kurtarıcı] bulur ki, onu bütün o keşmekeşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani, وَحْدَه ُ mânen der:

Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül [alçalma] edip minnet çekme. Onlara temelluk [dalkavukluk] edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat [kâinatın sultanı olan Allah] birdir. Herşeyin

320

anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu [istek] buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.

ÜÇÜNCÜ KELİME

  لاَ شَرِيكَ لَهُ Yani, nasıl ki ulûhiyetinde [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit [bir çok] olamaz. Öyle de, rububiyetinde [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve icraatında ve icâdâtında dahi şeriki yoktur.

Bazan olur ki, sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar, “Bize de müracaat et” derler. Fakat Ezel-Ebed Sultanı [başlangıcı ve sonu olmayıp bütün zamanlara egemen olan Allah] olan Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde [rububiyetin gereği olan icraatlar, işler] dahi muinlere, [yardımcı] şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl [güç] ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes Ona müracaat edebilir. Şeriki ve muini [yardımcı] olmadığından, o müracaatçı adama “Yasaktır, Onun huzuruna giremezsin” denilmez.

İşte, şu kelime ruh-u beşer [insan ruhu] için şöyle bir müjde verir ki:

İmanı elde eden ruh-u beşer, [insan ruhu] mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümanaatsız, her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet [Allah’ın rahmet hazineleri] maliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] Kadîr-i Zülkemâlin [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemâl-i ferah [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] ve süruru [mutluluk] kazanabilir.

DÖRDÜNCÜ KELİME

  لَهُ الْمُلْكُ Yani, mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] umumen Onundur. Sen, hem Onun mülküsün, hem memlûküsün, [köle, kul] hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor:

Ey insan! Sen kendini, kendine malik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp

321

levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] yerine getiremezsin. Öyle ise, beyhude ıztıraba düşüp azap çekme. Mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] başkasınındır. O Malik hem Kadîrdir, hem Rahîmdir. Kudretine istinad et; rahmetini ittiham [suçlama] etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâ[gönül hoşnutluğu] bul.

Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîmin [çok merhametli ve şefkatli olan ve sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] mülküdür. Mülkü sahibine teslim et. Ona bırak; cefâsını değil, safâsını [gönül hoşnutluğu] çek. O hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ [efendi, koruyucu, sahip, Allah] görelim neyler / Neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.

BEŞİNCİ KELİME

لَهُ الْحَمْدُ Yani, hamd ve senâ, medih [övgü] ve minnet Ona mahsustur, Ona lâyıktır. Demek nimetler Onundur ve Onun hazinesinden çıkar. Hazine ise daimîdir. İşte şu kelime şöyle müjde verip diyor ki:

Ey insan! Nimetin zevâlinden [batış, kayboluş] elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetin zevâlini [batış, kayboluş] düşünüp o elemden feryad etme. Çünkü o nimet meyvesi, bir rahmet-i bînihayenin [sonsuz rahmet] semeresidir. [meyve] Ağacı bâki ise, meyve gitse de yerine gelen var. Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti [Allah’ın sonsuz rahmet ve lütfuyla muamele etmesi] hamd ile düşünüp, lezzeti, birden yüz derece yapabilirsin. Nasıl ki, bir padişah-ı zîşânın [şanlı padişah] sana hediye ettiği bir elma lezzeti içinde, yüz, belki bin elmanın lezzetinin fevkinde, [üstünde] bir iltifat-ı şahane [yüksek iltifât, padişahın lütufla yaptığı özel muamele] lezzetini sana ihsas [hissettirme] ve ihsan [bağış] eder. Öyle de, لَهُ الْحَمْدُ kelimesiyle, yani hamd ve şükürle, yani nimetten in’âmı [nimetlendirme] hissetmekle, yani Mün’imi [gerçek nimet verici olan Allah] tanımakla ve in’âmı [nimetlendirme] düşünmekle, yani Onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü [ilgi] ve in’âmının [nimetlendirme] devamını düşünmekle, nimetten bin derece daha leziz, mânevî bir lezzet kapısını sana açar.

322

ALTINCI KELİME

  يُحْيِى Yani, hayatı veren Odur. Ve hayatı rızıkla idame eden de Odur. Ve levazımat-ı hayatı [hayat için gerekli olan şeyler] da ihzar [hazırlama] eden yine Odur. Ve hayatın âli [yüce] gayeleri Ona aittir ve mühim neticeleri Ona bakar; yüzde doksan dokuz meyvesi Onundur. İşte şu kelime, şöyle fâni ve âciz beşere nidâ eder, müjde verir ve der:

Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevî, ehemmiyetsiz meyvelerini görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki, o sefine-i vücudundaki [vücut gemisi] hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] aittir. Masarıf [masraflar, giderler] ve levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] O tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli [çokluk] gayeleri ve neticeleri var ve Ona aittir. Sen o gemide bir dümenci neferisin. [asker] Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi [gemi] ne kadar kıymettar olduğunu ve ne kadar güzel faideler verdiğini ve o sefine [gemi] sahibi Zâtın ne kadar Kerîm [cömert, ikram sahibi] ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur [mutlu] ol ve şükret. Ve anla ki, vazifeni istikametle [doğru] yaptığın vakit, o sefinenin [gemi] verdiği bütün netâic, [neticeler] bir cihetle senin defter-i a’mâline [amel defteri] geçer, sana bir hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] temin eder, seni ebedî ihyâ [diriltme, hayat verme] eder.

YEDİNCİ KELİME

وَيُمِيتُ Yani, mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder, külfet-i hizmetten [hizmet yükü] âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, [geçici, ölümlü hayat] seni hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:

Sizlere müjde! Mevt [ölüm] idam [hiçlik, yokluk] değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz [dağılıp yok olma] değil, sönmek değil, firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık] değil, adem [hiçlik, yokluk] değil, tesadüf değil, fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] bir in’idam [yok oluş] değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm [herşeyi sonsuz hikmet ve rahmetle yapan Allah] tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. [mekân değişikliği]

323

Saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] tarafına, vatan-ı aslîlerine [asıl vatan] bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı [toplanılan yer] olan âlem-i berzaha [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] bir visal [kavuşma] kapısıdır.

SEKİZİNCİ KELİME

وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ Yani, bütün kâinatın mevcudatında [var edilenler, varlıklar] görünen ve vesile-i muhabbet [sevgi sebebi] olan kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve hüsün [güzellik] ve ihsanın [bağış] hadsiz bir derece fevkinde [üstünde] bir cemâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve ihsanın [bağış] sahibi ve bütün mahbuplara [sevgili] bedel, birtek cilve-i cemâli [güzelliğin görüntüsü] kâfi [yeterli] gelen bir Mâbud-u Lemyezel, [varlığı asla son bulmayan ve ibadete lâyık tek ilâh olan Allah] bir Mahbub-u Lâyezâlin [asla kaybolup gitmeyecek yegâne sevgili olan Allah] ezelî ve ebedî bir hayat-ı daimesi [devamlı hayat] var ki, şaibe-i zevâl ve fenâdan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve avârız-ı naks [noksanlık arızaları] ve kusurdan müberrâdır. [arınmış, temiz] İşte şu kelime, cin ve inse ve bütün zîşuura [akıl ve şuur sahibi] ve ehl-i muhabbet [muhabbet ehli] ve aşka ilân eder ki:

Sizlere müjde! Mahbuplarınızdan [sevgili] nihayetsiz firakların [ayrılık] yaralarını tedavi edip merhem süren bir Mahbub-u Bâkîniz [sonsuz sevgili olan Allah] var. Madem O var ve bâkidir; başkaları ne olursa olsun, merak çekmeyiniz. Belki o mahbuplarda [sevgili] sebeb-i muhabbetiniz [sevgi sebebi] olan hüsün [güzellik] ve ihsan, [bağış] fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] o Mahbub-u Bâkînin [sonsuz sevgili olan Allah] cilve-i cemâl-i bâkisinden [sonsuz güzelliğin bir yansıması] çok perdelerden geçip, gayet zayıf bir gölgenin gölgesidir. Onların zevâlleri [batış, kayboluş] sizleri incitmesin. Çünkü onlar bir nevi âyinelerdir. Âyinelerin değişmesi, şâşaa-i cemâlin [güzelliğin parıltısı, gösterişi] cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Madem O var, herşey var.

DOKUZUNCU KELİME

  بِيَدِهِ الْخَيْرُ Yani, her hayır Onun elindedir. Her yaptığınız hayrat Onun defterine geçer. Her işlediğiniz a’mâl-i saliha, [Allah için yapılan iyi işler] yanında kaydedilir. İşte, şu kelime, cin ve inse nidâ edip müjde veriyor. Diyor ki:

Ey biçareler! Mezaristana göçtüğünüz zaman, “Eyvah, malımız harap olup sa’yimiz [çalışma] hebâ [boş, faydasız] oldu. Şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik”

324

demeyiniz, feryad edip me’yus [ümitsiz] olmayınız. Çünkü sizin herşeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] sizi celb [çekme] edip yeraltında muvakkaten [geçici] durdurur, sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.

Evet, geçen baharın defter-i a’mâlinin [amel defteri] sahifeleri ve hidemâtının [hizmetler] sandukçaları [küçük sandık] olan tohumları, çekirdekleri muhafaza eden ve ikinci baharda gayet şâşaalı, belki yüz derece aslından daha bereketli bir tarzda muhafaza eden, neşreden Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] elbette sizin de netâic-i hayatınızı [hayatın neticeleri] öyle muhafaza ediyor ve hizmetinize pek kesretli [çokluk] bir surette mükâfat verecektir.

ONUNCU KELİME

  وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ Yani, O Vâhiddir, Ehaddir. [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Herşeye kàdirdir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar Ona kolaydır. Cenneti halk etmek, bir bahar kadar Ona rahattır. Her günde, her senede, her asırda yeniden yeniye icad ettiği hadsiz masnuatı, [san’at eseri] nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şehadet ederler.

İşte şu kelime dahi şöyle müjde eder; der ki:

Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubûdiyet [Allah’a kulluk] boşu boşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat, [mükâfat yurdu] bir mahall-i saadet [mutluluk yeri] senin için ihzar [hazırlama] edilmiştir. Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler. İbadet ettiğin ve tanıdığın Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] vaadine iman ve itimad et. Ona, vaadinde hulf [sözünden dönme] etmek muhaldir. Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine acz müdahale edemez. Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, Cenneti dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana vaad etmiş. Ve vaad ettiği için, elbette seni onun içine alacak.

Madem bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görüyoruz: Her senede, yeryüzünde hayvânat ve nebâtâtın [bitkiler] üç yüz binden ziyade envâlarını ve milletlerini kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve mizanla, [ölçü]

325

kemâl-i sür’at ve suhulet [kolaylık] le [tam bir hız ve kolaylık] haşredip [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] neşreder. Elbette böyle bir Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] vaadini yerine getirmeye muktedirdir.

Hem madem her senede, öyle bir Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] haşrin ve Cennetin nümunelerini binler tarzda icad ediyor. Hem madem bütün semâvî fermanlarıyla saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vaad edip Cenneti müjde veriyor. Hem madem bütün icraatı ve şuûnâtı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] hak ve hakikattir ve sıdk [doğruluk] ve ciddiyetledir. Hem madem, âsârının [eserler/asırlar] şehadetiyle, bütün kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Onun nihayetsiz kemâline delâlet ve şehadet eder. Ve hiçbir cihette naks [eksiklik, noksanlık] ve kusur Onda yoktur. Hem madem hulfülvaad [sözünden dönme] ve hilâf [aykırı ve zıt olan] ve kizb [yalan] ve aldatmak, en çirkin bir haslet [huy, karakter] ve naks [eksiklik, noksanlık] ve kusurdur. Elbette ve elbette, o Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] O Hakîm-i Zülkemâl, [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] o Rahîm-i Zülcemâl, [güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah] vaadini yerine getirecek, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslîsi [asıl vatan] olan Cennete sizleri, ey ehl-i iman, [Allah’a inanan] idhal [dahil etme, içine alma] edecektir.

ON BİRİNCİ KELİME

وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan [imtihan yeri] olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam [tamamlama] ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine [ikramı bol olan dostumuz ve gözeticimiz Allah] kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden [geçici yer, dünya] gidip dâr-ı bâkide [sonsuzluk yurdu] huzur-u Kibriyâya [sonsuz büyüklük sahibi Allah’ın huzuru] müşerref olacaklar. Yani, esbab [sebebler] dağdağasından [gürültü, dehşet verici] ve vesâitin [vasıtalar] karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine, [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde [sonsuz İlâhî saltanatın merkezi] perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu [ibadet edilen] ve Rabbi ve Seyyidi ve Maliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.

326

İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde [üstünde] şöyle müjde eder ve der ki:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes’udâne [mutlu bir şekilde] hayatı, bir saat hayatına mukàbil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline [Rabbimizin güzelliğini seyretme] mukàbil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] daire-i rahmetine [rahmet dairesi] ve mertebe-i huzuruna [Cenâb-ı Hakkın yüce huzuruna çıkma seviyesi] gidiyorsun. Müptelâ [bağımlı] ve meftun [aşık] ve müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğunuz mecazî mahbuplarda [sevgili] ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki [dünyadaki varlıklar] hüsün [güzellik] ve cemâl, Onun cilve-i cemâlinin [güzelliğin görüntüsü] ve hüsn-ü esmâsının [İlâhî isimlerin güzelliği] bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, [hoşluk, gözellik] bir cilve-i rahmeti; [İlâhî rahmetin yansıması] ve bütün iştiyaklar [arzu, istek] ve muhabbetler ve incizaplar [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve câzibeler, bir lem’a-i muhabbeti [İlâhî sevginin parıltısı] olan bir Mâbud-u Lemyezelin, [varlığı asla son bulmayan ve ibadete lâyık tek ilâh olan Allah] bir Mahbub-u Lâyezâlin [asla kaybolup gitmeyecek yegâne sevgili olan Allah] daire-i huzuruna [huzur dairesi] gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi [sonsuz ziyafet yurdu] olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.

Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:

Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, [unutkanlık] çürümeye, dağılmaya ve kesrette [çokluk] boğulmaya gittiğinizi tevehhüm [kuruntu] edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekàya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye [ölümsüz, devamlı vücut] sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura [nur âlemi] giriyorsunuz. Sahip ve Malik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] payitahtına [başkent] dönüyorsunuz. Kesrette [çokluk] boğulmaya değil, vahdet [Allah’ın birliği] dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka [ayrılık] değil, visale [kavuşma] müteveccihsiniz. [yönelen]

ba

327

İkinci Makam

 İsm-i Âzam noktasında, tevhidin ispatına muhtasar [kısa] bir işarettir.

BİRİNCİ KELİME

  لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ da bir tevhid-i ulûhiyet ve mâbudiyet [ibadet edilmeye lâyık olma] vardır. Şu mertebenin gayet kuvvetli bir burhanına [delil] şöyle işaret ederiz ki:

Şu kâinat yüzünde, hususan zeminin sahifesinde, gayet muntazam bir faaliyet görünüyor. Ve gayet hikmetli bir hallâkıyet [yaratıcılık] müşahede ediyoruz. Ve gayet intizamlı bir fettâhiyet, [Allah’ı herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açması] yani herşeye lâyık bir şekil açmak ve suret vermek, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] görüyoruz. Hem gayet şefkatli, keremli, [cömert] rahmetli [şefkatli] bir vehhâbiyet [bağışlayıcılık] ve ihsânât görüyoruz. Öyle ise, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] şu hal ve şu keyfiyet, Fa’âl, [çok işleyen, daima faaliyette bulunan Allah] Hallâk, [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] Fettah, [fetheden, açan] Vehhab bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetini [Allah’ın birliği] ispat eder, belki ihsas [hissettirme] eder.

Evet, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] mütemadiyen zevâlleri, [batış, kayboluş] tazelenmeleri gösteriyor ki, o mevcudat, [var edilenler, varlıklar] bir Sâni-i Kadîrin [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] esmâsının cilveleri ve envâr-ı esmâiyesinin [ilâhî isimlerin nurları] gölgeleri ve ef’âlinin [fiiler, davranışlar] eserleri ve kalem-i kader [kader kalemi] ve kudretin nakışları [işleme] ve sahifeleri ve cemâl-i kemâlinin [mükemmelliğin güzelliği; Allah’ın san’atındaki kusursuz güzellik] âyineleridir.

Şu hakikat-i uzmâya [büyük hakikat] ve şu tevhidin mertebe-i ulyâsına, [en yüce mertebe] şu kâinatın Sahibi, [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] bütün gönderdiği mukaddes kitaplar ve suhuflarıyla [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] o tevhidi gösterdiği gibi,

328

bütün ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve kâmilîn-i nev-i beşer [insanların içinde kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve fazilet sahibi, mânevî yönden olgunluğa erişmiş olanlar] tahkikatlarıyla [araştırma, inceleme] ve keşfiyatlarıyla [keşifler] aynı mertebe-i tevhidi [Allah’ın bir olduğunu gösteren mertebe] gösteriyorlar. Ve kâinat dahi, acz ve fakrıyla beraber, mazhar [erişme, nail olma] olduğu daimî mu’cizât-ı san’atın [san’at mu’cizeleri] ve havârık-ı iktidar, [kudret harikaları] hazâin-i servetin [servet hazineleri] şehadetiyle, aynı mertebe-i tevhide [Allah’ın bir olduğunu gösteren mertebe] işaret eder. Demek, Şâhid-i Ezelî, [Ezelden beri bütün zamanları ve herşeyi gören ve herşeye şahid olan Allah] bütün kütüp [kitaplar] ve suhufuyla; [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve ehl-i şuhud, [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] bütün tahkikat [araştırma, inceleme] ve küşûfuyla; [keşifler, mânevî âlemlere ait bazı hakikatleri görme işlemleri] ve âlem-i şehadet, [görünen alem] bütün muntazam ahval [durumlar] ve hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] o mertebe-i tevhidde [Allah’ın bir olduğunu gösteren mertebe] bil’icmâ [hep birlikte] ittifak ediyorlar.

İşte, o Vâhid-i Ehadi [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] kabul etmeyen, ya nihayetsiz ilâhları kabul edecek veyahut ahmak sofestaî [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] gibi hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr edecek.

İKİNCİ KELİME

وَحْدَهُ İşte şu kelime sarih [açık] bir mertebe-i tevhidi [Allah’ın bir olduğunu gösteren mertebe] gösterir. Şu mertebeyi dahi âzamî bir surette ispat eden gayet kuvvetli bir burhanına [delil] şöyle işaret ederiz ki:

Biz gözümüzü açtıkça, kâinat yüzüne nazarımızı saldırdıkça, en evvel gözümüze ilişen, âmm [genel] ve mükemmel bir nizamdır ve şamil, hassas bir mizandır. [ölçü] Görüyoruz, herşey dakik [derin ve ince] bir nizamla, hassas bir mizan [ölçü] ve ölçü içindedir.

Daha bir parça dikkat-i nazar [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] ettikçe, yeniden yeniye bir tanzim ve tevziniyet [dengeli ve ölçülü olma] gözümüze çarpıyor. Yani, birisi, intizamla o nizamı değiştiriyor ve tartıyla o mizanı [ölçü] tazelendiriyor. Herşey bir model olup, pek kesretli, [çokluk] muntazam ve mevzun [ölçülü] suretler giydiriliyor.

Daha ziyade dikkat ettikçe, o tanzim ve tevzin [ölçülü yapma] altında bir hikmet ve adalet görünüyor. Her harekette bir hikmet ve maslahat [amaç, yarar] gözetiliyor; bir hak, bir faide takip ediliyor.

329

Daha ziyade dikkat ettikçe, gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] bir faaliyet içinde bir kudretin tezahüratı ve herşeyin her şe’nini [belirleyici özellik] ihata [herşeyi kuşatma] eden gayet muhît [her şeyi kuşatan] bir ilmin cilveleri nazar-ı şuurumuza [şuurlu ve bilinçli bakış] çarpıyor.

Demek, bütün mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] şu nizam ve mizan, [ölçü] umuma âmm [genel] bir tanzim ve tevzini ve o tanzim ve tevzin, âmm [genel] bir hikmet ve adaleti ve o hikmet ve adalet, bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor. Demek, bir Kadîr-i Külli Şey [her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi olan Allah] ve bir Alîm-i Külli Şey, [herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan Allah] şu perdeler arkasında akla görünüyor.

Hem herşeyin evveline ve âhirine bakıyoruz; hususan zîhayat [canlı] nev’inde görüyoruz ki: Başlangıçları, asılları, kökleri, hem meyveleri ve neticeleri öyle bir tarzdadır ki, güya tohumları, asılları birer tarife, birer program şeklinde, bütün o mevcudun cihazatını tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Ve neticesinde ve meyvesinde, yine bütün o zîhayatın [canlı] mânâsı süzülüp onda tecemmu [bir araya gelip toplanma] eder, tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] ona bırakır. Güya onun aslı olan çekirdeği, desâtir-i icadiyesinin bir mecmuasıdır. Ve meyvesi ve semeresi [meyve] ise, evâmir-i icadiyesinin bir fihristesi hükmünde görüyoruz.

Sonra o zîhayatın [canlı] zâhirine ve bâtınına bakıyoruz. Gayet derecede hikmetli bir kudretin tasarrufatı [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve nâfiz [derinlere işleyen; etkili] bir iradenin tasviratı [tasvirler, anlatımlar] ve tanzimatı görünüyor. Yani, bir kuvvet ve kudret icad eder; bir emir ve irade suret giydirir.

İşte, bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] böyle evveline dikkat ettikçe, bir ilmin tarifenâmesi; ve âhirine dikkat ettikçe, bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] plânı ve beyannamesi; ve zâhirine baktıkça, bir Fâil-i Muhtarın [dilediğini yapmakta serbest olan] ve Mürîdin gayet san’atlı ve tenasüp[uygunluk] bir hulle-i san’atı; [san’atlı elbise] ve bâtınına baktıkça, bir Kadîrin gayet muntazam bir makinesini müşahede ediyoruz.

İşte şu hal ve şu keyfiyet, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilbedâhe [açık bir şekilde] ilân eder ki, hiçbir şey,

330

hiçbir zaman, hiçbir mekân, birtek Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kabza-i tasarrufundan [emri altında bulundurma] hariç olamaz. Herbir şey ve bütün eşya, bütün şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bir Kadîr-i Mürîdin [her şeye gücü yeten ve istediği şeyi yapan Allah] kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] tedbir edilir ve bir Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] tanzimiyle ve lütfuyla güzelleştiriliyor ve bir Hannân-ı Mennânın [rahmetlerin en hoş cilvesini kullarına bağışlayan ve sonsuz minnete lâyık olduğunu gösterecek şekilde kullarını nimetlendiren Allah] tezyiniyle süslendiriliyor.

Evet, başında şuur ve yüzünde gözü bulunana, şu kâinat ve şu mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] nizam ve mizan [ölçü] ve tanzim ve tevzin, [ölçülü yapma] birtek, yektâ, [eşsiz] Vâhid, [bir] Ehad, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Kadîr, Mürîd, Alîm, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bir Zâtı, vahdâniyet [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] mertebesinde gösterir. Evet, herşeyde bir birlik var. Birlik ise biri gösterir. Meselâ, dünyanın lâmbası olan güneş birdir; öyle ise dünyanın maliki dahi birdir. Meselâ, zemin yüzündeki zîhayatların [canlı] hizmetçileri olan hava, ateş, su birdir; öyle ise onları istihdam [çalıştırma] eden ve bizlere musahhar [boyun eğdirilmiş] eden dahi birdir.

ÜÇÜNCÜ KELİME

  لاَ شَرِيكَ لَهُ Şu kelimeyi, Otuz İkinci Sözün Birinci Makamı gayet kuvvetli ve şâşaalı bir surette ispat ettiğinden, ona havale ederiz. Onun fevkinde [üstünde] beyan olamaz; ondan daha ileri beyana lüzum yok ve izah edilmez.

DÖRDÜNCÜ KELİME

لَهُ الْمُلْكُ Yani, ferşten [yer] Arşa, serâdan Süreyya’ya, zerrattan [atomlar] seyyârâta, [gezegenler] ezelden ebede kadar herbir mevcut, semâvât ve arz, [gökler ve yer] dünya ve âhiret, herşey Onun mülküdür. Malikiyet mertebe-i uzmâsı, [en büyük mertebe] tevhid-i âzam suretinde Onundur. Şu mertebe-i uzmâ-yı malikiyet ve makam-ı âzam-ı tevhidin [tevhidin en büyük seviyesi] bir hüccet-i kübrâsı, [büyük delil] lâtif [berrak, şirin, hoş] bir

331

zamanda ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir hatırada, Arabî ibaresinde, şu âcizin hatırına ilka [bırakma, kalbe bırakılma] edildi. O lâtif [berrak, şirin, hoş] hatıranın hatırı için, aynı ibare-i Arabiyeyi [Arapça ibare, metin] [sağlam] kaydedip sonra meâlini yazacağız.

لَهُ الْمُلْكُ ِلاَنَّ ذَاكَ الْعَالَمَ الْكَبِير كَهٰذَا الْعَالَمِ الصَّغِيرِ * مَصْنُوعُ قُدْرَتِهِ مَكْتُوبُ قَدَرِهِ * اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ صَيَّرَهُ مَسْجِدًا * اِيجَادُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ سَاجِدًا * اِنْشَۤاؤُهُ لِذَاكَ صَيَّرَ ذَاكَ مِلْكًا * اِيجَادُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ مَمْلُوكًا * صَنْعَتُهُ فِى ذَاكَ تَظَاهَرَتْ كِتَابًا * صِبْغَتُهُ فِى هٰذَا تَزَاهَرَتْ خِطَابًا * قُدْرَتُهُ فِى ذَاكَ تُظْهِرُ حِشْمَتَهُ * رَحْمَتُهُ فِى هٰذَا تُنَظِّمُ نِعْمَتَهُ * حِشْمَتُهُ فِى ذَاكَ تَشْهَدُ هُوَ الْوَاحِدُ * نِعْمَتُهُ فِى هٰذَا تُعْلِنُ هُوَ اْلاَحَدُ * سِكَّتُهُ فِى ذَاكَ فِى الْكُلِّ وَاْلاَجْزَۤاءِ * خَاتَمُهُ فِى هٰذَا فِى الْجِسْمِ وَاْلاَعْضَاءِ * 1

BİRİNCİ FIKRA: ذَاكَ الْعَالَمَ الْكَبِيرَ…الخ Yani, şu kâinat denilen âlem-i ekber [en büyük âlem] ve insan denilen onun misal-i musağğarı [küçültülmüş nümune] olan âlem-i asgar, [en küçük âlem] kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî [dış dünyaya ait] ve enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] vahdâniyet [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] delâilini [deliller] gösteriyorlar.

Evet, kâinattaki san’at-ı muntazamanın [düzenli san’at] küçük bir mikyasta [ölçü] nümunesi insanda vardır. O daire-i kübrâdaki [en büyük daire] san’at Sâni-i Vâhide [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] şehadet ettiği gibi, şu insanda olan küçük mikyastaki [ölçü] hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik] san’at dahi yine o Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] işaret eder, vahdetini [Allah’ın birliği] gösterir.

Hem nasıl ki, şu insan gayet mânidar bir mektub-u Rabbânîdir, [Allah’ın bir mektup gibi yazdığı ve san’atla yarattığı eser, varlık] muntazam bir kaside-i kaderdir. Öyle de, şu kâinat dahi, aynı o kalem-i kaderle, [kader kalemi] fakat büyük bir mikyasta [ölçü] yazılmış muntazam bir kaside-i kaderdir.

332

Hiç mümkün müdür ki, hadsiz alâmet-i farika [ayırt edici işaret] ile bütün insanlara bakan şu insan yüzündeki sikke-i vahdete [Allah’ın birliğini gösteren damga] ve bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] omuz omuza, el ele, baş başa veren kâinat üstündeki hâtem-i vahdâniyete [Allah’ın bir olduğunu ve ortağının bulunmadığını gösteren mühür] Vâhid-i Ehadden [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] başka birşeyin müdahalesi bulunsun?

İKİNCİ FIKRA:… الخ اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ Meâli şudur:

Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] âlem-i ekberi [en büyük âlem] öyle bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] bir surette halk edip âyât-ı kibriyâsını [Allah’ın büyüklüğüne işaret eden âyetler, deliller] üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir [büyük mescid] şekline döndürmüş. Ve insanı dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu’cizât-ı san’atına [san’at mu’cizeleri] ve o bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] kudretine karşı secde-i hayret [hayret secdesi] ettirerek, ona âyât-ı kibriyâ[Allah’ın büyüklüğüne işaret eden âyetler, deliller] okutturup, kemerbeste-i ubûdiyet [kulluk için el bağlayıp Allah’ın huzurunda durma] ettirerek, o mescid-i kebirde [büyük mescid] bir abd-i sâcid [Allah’a secde eden kul] fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin [büyük mescid] içindeki sâcidlerin, [secde eden] âbidlerin mâbud-u hakikîleri, [gerçek ibadet edilmeye lâyık olan Allah] o Sâni-i Vâhid-i Ehadden [birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de görülen ve her şeyi san’atla yaratan Allah] başkası olabilsin?

ÜÇÜNCÜ FIKRA: اِنْشَۤاؤُهُ لِذَاكَ…الخ Meâli şudur ki:

O Malikü’l-Mülk-i Zülcelâl, âlem-i ekberi, [en büyük âlem] bahusus [hususan, özellikle] küre-i arz [yer küre, dünya] yüzünü öyle bir surette inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ederek yapmıştır ki, birbiri içinde hadsiz daireler olup, herbir daire bir tarla hükmünde olup, vakit be vakit, mevsim be mevsim, [her mevsim] asır be asır eker, biçer, mahsulât alır. Mütemadiyen mülkünü çalıştırır, tasarruf eder.

En büyük daire olan zerrat [atomlar] âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar mahsulâtı, kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır. Âlem-i şehadetten [görünen alem] âlem-i gayba, [gayb âlemi, görünmeyen âlem] daire-i kudretten [Allah’ın kudret dairesi; yaratılmış olanlar] daire-i ilme gönderir.

Sonra, mutavassıt [orta derece] bir daire olan zemin yüzünü, aynen öyle bir mezraa [tarla] yapmış ki, mevsim be mevsim [her mevsim] âlemleri, envâları içinde eker, biçer, kaldırır. Mânevî mahsulâtını dahi gaybî, uhrevî, misalî ve mânevî âlemlerine gönderir.

333

Daha küçük bir daire olan bir bahçeyi, yine, yüz defa, bin defa kudretle doldurup hikmetle boşalttırıyor.

Daha küçük bir daire olan bir zîhayatı, [canlı] meselâ bir ağacı, bir insanı, yüz defa onun kadar ondan mahsulât alır.

Demek, o Malikü’l-Mülk-i Zülcelâl, küçük-büyük, cüz’î-küllî [ferd-tür (kapsamlı varlık)] herşeyi birer model hükmünde inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ederek, yüzler tarzda taze taze nakışlarla [işleme] münakkaş [nakışlanmış] mensucat-ı san’atını [san’at dokumaları] onlara giydirir, cilve-i esmâsını, [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] mu’cizât-ı kudretini [Allah’ın kudret mu’cizeleri] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder. Kendi mülkünde herbir şeyi birer sahife hükmünde inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] etmiş. Her sahifede, yüzer tarzda mânidar mektubatını yazar; hikmetinin âyâtını izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder, zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] okutturur.

Şu âlem-i ekberi [en büyük âlem] mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] şeklinde inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] etmekle beraber, şu insanı dahi öyle bir surette halk etmiştir ve ona öyle cihazat ve âletler ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve hissiyatlar ve bilhassa nefis, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve ihtiyaç ve iştiha [arzu, istek] ve hırs ve dâvâ vermiştir ki, o geniş mülkünde, bütün mülke muhtaç bir memlûk [köle, kul] hükmüne getirmiştir.

İşte, hiç mümkün müdür ki, pek büyük olan âlem-i zerrattan, tâ bir sineğe kadar bütününü mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve tarla yapan ve küçük insanı o büyük mülke nâzır ve müfettiş ve çiftçi ve tüccar ve dellâl [davetçi, ilan edici] ve âbid [Allah’a ibadet eden, kul] ve memlûk [köle, kul] yaptıran ve kendine muhterem bir misafir ve sevgili bir muhatap ittihaz [edinme, kabullenme] eden o Malikü’l-Mülk-i Zülcelâlden başka, o mülke tasarruf edip o memlûke [köle, kul] seyyid olabilsin?

DÖRDÜNCÜ FIKRA: الخ صَنْعَتُهُ فِى ذَاكَ … ibaresidir. Meâli şudur ki:

Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] âlem-i ekberdeki [en büyük âlem] san’atı o derece mânidardır ki, o san’at bir kitap suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir [büyük kitap, kâinat] hükmüne getirdiğinden, akl-ı beşer, [insan aklı] hakikî fenn-i hikmet [akıl aracılığıyla varlıklar üzerinde sürekli sorgulama yapan hikmet ilmi; felsefe] kütüphanesini [kitaplar] ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o kitab-ı hikmet, [hikmet kitabı] o derece hakikatle bağlı ve hakikatten medet alıyor ki, büyük Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] bir nüshası olan Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şeklinde ilân edildi.

334

Hem nasıl ki, kâinattaki san’atı, kemâl-i intizamından [tam ve mükemmel düzen] kitap şekline girdi. İnsandaki sıbgatı ve nakş-ı hikmeti [hikmet nakşı] dahi hitap çiçeğini açtı. Yani, o san’at, o derece mânidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zîhayattaki [canlı makine] cihazatı, fonoğraf [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] gibi nutka [konuşma] geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim [en güzel biçim, tam kıvam] içinde bir sıbga-i Rabbâniye [Rabbâni boya, san’at] vermiş ki, o maddî, cismanî, câmid [cansız] kafada mânevî, gaybî, hayattar olan beyan ve hitap çiçeği açıldı. Ve o insan kafasındaki kàbiliyet-i nutuk ve beyana o derece ulvî cihazat ve istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] verdi ki, Sultan-ı Ezelîye [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] muhatap olacak bir makamda inkişaf [açığa çıkma] ettirdi, terakki [ilerleme] verdi. Yani, fıtrat-ı insaniyedeki [insanın yaratılışı, tabiatı] sıbga-i Rabbâniye, [Rabbâni boya, san’at] hitab-ı İlâhî [Allah’ın hitabı] çiçeğini açtı.

Hiç mümkün müdür ki, kitap derecesine gelen bütün mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] san’ata ve hitap makamına gelen insandaki o sıbgaya Vâhid-i Ehadden [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] başkası karışabilsin? Hâşâ!

BEŞİNCİ FIKRA: الخ قُدْرَتُهُ فِى ذَاكَ … ibaresidir. Meâli şudur ki:

Kudret-i İlâhiye, [Allah’ın güç ve iktidarı] âlem-i ekberde [en büyük âlem] haşmet-i rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] gösteriyor. Rahmet-i Rabbâniye [Allah’ın rahmeti, merhameti] ise, âlem-i asgar [en küçük âlem] olan insanda nimetleri tanzim ediyor. Yani, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kudreti, kibriyâ [azamet, büyüklük] ve celâl noktasında, kâinatı öyle muhteşem bir saray şeklinde icad ediyor ki, güneşi büyük bir elektrik lâmbası, kameri [ay] kandil, ve yıldızları mumlar meyveleriyle yaldızlar, elektrikler. Ve zemin yüzünü bir sofra, bir tarla, bir bahçe, bir haliçe; [ince dokunmuş küçük halı] ve dağları birer mahzen, [depo] birer direk, birer kal’a, [kale] ve hâkezâ, bütün eşyayı büyük bir mikyasta [ölçü] o büyük sarayın levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] şekline getirerek şâşaalı bir surette haşmet-i rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] gösterdiği gibi; cemâl noktasında, rahmeti dahi, en küçük zîhayata [canlı] kadar her zîruha [ruh sahibi] envâ-ı nimetini [nimet çeşitleri] verir, onunla

335

tanzim eder, baştan aşağıya kadar nimetlerle süsleyip lütuf ve keremle [cömertlik] tezyin [süsleme] eder ve o haşmet-i celâliyeye [ilâhî haşmet ve büyüklük] karşı cemâl-i rahmetini [Allah’ın rahmetinin güzelliği] o küçücük lisanlarla, o büyük lisana karşı çıkarır.

Yani, güneş ve Arş gibi büyük cirmler [büyük cisim] haşmet lisanıyla “Yâ Celîl, [sonsuz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah]Kebîr, [büyük] yâ Azîm” dedikleri vakit, sinek ve semek [balık] gibi o küçücük zîhayatlar [canlı] dahi rahmet lisanıyla “Yâ Cemîl, [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah]Kerîm[cömert, ikram sahibi] diyerek, o musika-i kübrâya [bütün kâinatta cereyan eden İlâhi musikî] lâtif [berrak, şirin, hoş] nağamatlarını [nağmeler, ahenkli ezgiler.] katıyorlar, tatlılaştırıyorlar.

Hiç mümkün müdür ki, o Celîl-i Zülcemâlden [sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmetiyle sahibi olan Allah] ve o Cemîl-i Zülcelâlden [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] başka birşey, kendi başıyla şu âlem-i ekber [en büyük âlem] ve asgara icad cihetinde müdahale edebilsin? Hâşâ!

ALTINCI FIKRA: الخ حِشْمَتُهُ فِى ذَاكَ … ibaresidir. Meâli şudur ki:

Yani, kâinatın heyet-i mecmuasında [birşeyin geneli, bütün] tezahür eden haşmet-i rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] vahdâniyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bir ve tek olması] ispat edip gösterdiği gibi, zîhayatların [canlı] cüz’iyatlarına mukannen [İlâhî kanunla belirlenmiş, zaman ve miktarı belirlenmiş] erzaklarını veren nimet-i Rabbâniye [herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah’ın nimet ve ihsanı] dahi ehadiyet-i İlâhiyeyi [Cenâb-ı Allah’ın herbir şeyde birliğinin görünmesi] ispat edip gösterir. Vâhidiyet [Allah’ın birliği] ise, bütün o mevcudat [var edilenler, varlıklar] Birinindir ve Birine bakar ve Birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise, herbir şeyde, Hâlık-ı Külli Şey‘in [herşeyin yaratıcısı olan Allah] ekser esmâsı tecellî ediyor demektir. Meselâ, güneşin ziyası bütün zeminin yüzünü ihata [herşeyi kuşatma] ettiği haysiyetiyle, vâhidiyet [Allah’ın birliği] misalini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde, [damla] güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] misalini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zîhayatta [canlı] ve bilhassa herbir insanda, o Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ekser esmâsı onda tecellî ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.

336

İşte, şu fıkra [bölüm] işaret eder ki, kâinatta tasarruf eden haşmet-i rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] o koca güneşi şu zemin yüzündeki zîhayatlara [canlı] bir hizmetkâr, bir lâmba, bir ocak; ve koca küre-i zemini [yerküre] onlara bir beşik, bir menzil, bir ticaretgâh; ve ateşi, her yerde hazır bir aşçı ve dost; ve bulutu süzgeç ve murdia; [süt anne] ve dağları mahzen [depo] ve ambar; ve havayı, zîhayata [canlı] enfas [nefesler, hayatlar, canlar] ve nüfusa [nefisler] yelpaze; ve suyu, yeniden hayata girenlere süt emziren dâye [süt anne, hizmetçi] ve hayvânâta âb-ı hayat [hayat suyu] veren bir şerbetçi hükmüne getiren rububiyet-i İlâhiye, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] gayet vâzıh [açık] bir surette vahdâniyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bir ve tek olması] gösterir. Evet, Hâlık-ı Vâhidden [bir ve tek olan, her şeyin yaratıcısı Allah] başka kim güneşi arzlılara [dünyalılar] musahhar [boyun eğdirilmiş] bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehadden [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] başka kim havayı elinde tutar, pek çok vazifelerle tavzif [görevlendirme] edip rû-yi zeminde [yeryüzü] çevik çalak [hareketli, çalışkan] bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehadden [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] başka kimin haddine düşmüştür ki, ateşi aşçı yapsın ve kibrit başı kadar bir zerrecik ateşe binler batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] eşyayı yuttursun? Ve hâkezâ, herbir şey, herbir unsur, herbir ecrâm-ı ulviye, [gök cisimleri] o haşmet-i rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] noktasında Vâhid-i Zülcelâli [bir olan ve herbir varlıkta birliği görülen, celâl, haşmet sahibi, Allah] gösterir.

İşte, celâl ve haşmet noktasında vâhidiyet [Allah’ın birliği] göründüğü gibi, cemâl ve rahmet noktasında dahi, nimet ve ihsan, [bağış] ehadiyet-i İlâhiyeyi [Cenâb-ı Allah’ın herbir şeyde birliğinin görünmesi] ilân eder. Çünkü, zîhayatta [canlı] ve bilhassa insanda, o derece san’at-ı câmia [pek çok şeyi içinde toplayan, kapsamlı san’at] içinde, hadsiz envâ-ı nimeti [nimet çeşitleri] anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardır ki, bütün kâinatta tecelli eden bütün esmâsının cilvesine mazhardır. Âdetâ bir nokta-i mihrakiye [odak noktası] hükmünde, bütün Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] birden mâhiyetinin âyinesiyle gösterir ve onunla ehadiyet-i İlâhiyeyi [Cenâb-ı Allah’ın herbir şeyde birliğinin görünmesi] ilân eder.

YEDİNCİ FIKRA:

سِكَّتُهُ فِى ذَاكَ فِى الْكُلِّ وَاْلاَجْزَاءِ * خَاتَمُهُ فِى هٰذَا فِى الْجِسْمِ وَاْلاَعْضَاءِ

Meâli şudur ki:

Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] âlem-i ekberin [en büyük âlem] heyet-i mecmuasında [birşeyin geneli, bütün] bir sikke-i kübrâ[en büyük mühür, damga] olduğu

337

gibi, bütün eczasında ve envâında [tür] dahi birer sikke-i vahdet [Allah’ın birliğini gösteren damga] koymuştur. Âlem-i asgar [en küçük âlem] olan insanın cisminde ve yüzünde birer hâtem-i vahdâniyet [Allah’ın bir olduğunu ve ortağının bulunmadığını gösteren mühür] bastığı gibi, herbir âzâsında dahi birer mühr-ü vahdeti [birlik mührü] vardır.

Evet, o Kadîr-i Zülcelâl [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] herşeyde, külliyatta ve cüz’iyatta, yıldızlarda ve zerrelerde birer sikke-i vahdet [Allah’ın birliğini gösteren damga] koymuştur ki, Ona şehadet eder; ve birer mühr-ü vahdâniyet [Allah’ın bir oluşu, ortağının bulunmayışını gösteren mühür] basmıştır ki, Ona delâlet eder. Şu hakikat-i uzmâ, [büyük hakikat] Yirmi İkinci Sözde ve Otuz İkinci Sözde ve Otuz Üçüncü Mektubun otuz üç adet penceresinde gayet parlak ve kat’î bir surette izah ve ispat edildiğinden, onlara havale edip sözü keser, burada hâtime [son] veririz.

BEŞİNCİ KELİME

لَهُ الْحَمْدُ Yani, bütün mevcudatta [var edilenler, varlıklar] sebeb-i medih ve senâ [övgü sebebi] olan kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Onundur. Öyle ise, hamd dahi Ona aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan [bağış] ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey Onundur, Ona aittir. Evet, âyât-ı Kur’âniyenin işârâtıyla, [işaretler] bütün mevcudattan [var edilenler, varlıklar] daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] giden bir ubûdiyettir, [Allah’a kulluk] bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senâdır ki, daimî o dergâha gidiyor.

Şu hakikat-i tevhidi ispat eden bir burhan-ı âzama [çok büyük ve kesin delil] şöyle işaret ederiz ki:

Şu kâinata baktığımız vakit, bağıstan [bağ, bahçe] şeklinde, sakfı [çatı, tavan] ulvî yıldızlarla yaldızlanmış, zemini ziynetli mevcudatla [var edilenler, varlıklar] şenlenmiş surette görünüyor. İşte şu bağıstandaki [bağ, bahçe] muntazam nuranî ecrâm-ı ulviye [gök cisimleri] ve hikmetli ve ziynetli mevcudat-ı süfliye, umumen herbiri, lisan-ı mahsusuyla [kendine özel dil] derler ki: “Biz bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] mu’cizât-ı kudretiyiz; [Allah’ın kudret mu’cizeleri] bir Hâlık-ı Hakîm [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] ve bir Sâni-i Kadîr‘in [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ederiz.”

338

Ve şu bağıstan-ı âlem içindeki küre-i arza [yer küre, dünya] bakıyoruz. Görüyoruz ki, bir bahçe şeklinde, rengârenk, yüz binler süslü, çiçekli nebâtat [bitkiler] taifeleri onda serilmiş ve çeşit çeşit yüz binler envâ-ı hayvânat [hayvan türleri] onda serpilmiştir.

İşte, şu zemin bahçesinde bütün o süslü nebâtat [bitkiler] ve ziynetli hayvânat, muntazam suretleriyle ve mevzun [ölçülü] şekilleriyle ilân ediyorlar ki, “Biz birtek Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] san’atından birer mu’cizesi, birer harikasıyız ve vahdâniyetin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] birer dellâlı, [davetçi, ilan edici] birer şahidiyiz.”

Hem o bahçedeki ağaçların başlarına bakar, görürüz ki: Gayet derecede alîmâne, hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] kerîmâne, [çok cömert bir şekilde] lâtifâne, [çok hoş ve güzel bir şekilde] cemîlâne [bütün] yapılmış muhtelif suretlerde meyveleri, çiçekleri görüyoruz. İşte şunlar, bil’umum [genel olarak] bir lisan ile ilân ederler ki, “Biz bir Rahmân-ı Zülcemâlin [sonsuz güzellik sahibi ve kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün âlemini kuşatan Allah] ve bir Rahîm-i Zülkemâlin [sonsuz mükemmellik ve sınırsız rahmet sahibi olan Allah] mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] hediyeleriyiz, hayretnümâ [hayret verici] ihsanlarıyız.” [bağış]

İşte, bağıstan-ı kâinattaki ecram [büyük cisimler] ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve küre-i arz [yer küre, dünya] bahçesindeki nebâtat [bitkiler] ve hayvânat ve eşcar [ağaçlar] ve nebâtâtın [bitkiler] başlarındaki ezhar [çiçekler] ve semerat, [meyveler] nihayet derecede yüksek bir sadâ ile şehadet eder, ilân eder, derler ki:

Bizim Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] ve Musavvirimiz [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah] ve bizi hediye veren Kadîr-i Zülcemâl, [kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz rahmet sahibi olan Allah] Hakîm-i Bîmisal, Kerîm-i Pürneval herşeye kàdirdir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez. Hiçbir şey daire-i kudretinden [Allah’ın kudret dairesi; yaratılmış olanlar] hariç olamaz. Kudretine nisbeten, zerreler, yıldızlar birdir. Küllî, cüz’î [ferdî, küçük] kadar kolaydır. Cüz, küll [bütün] kadar kıymetlidir. En büyük, en küçük kadar kudretine nisbeten rahattır. Küçük, büyük kadar san’atlıdır; belki, san’atça, küçük büyükten daha büyüktür. Bütün mazideki acaib-i kudreti [Allah’ın güç, kuvvet ve iktidarının şaşırtıcı eserleri] olan vukuat şehadet eder ki, o Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] bütün istikbaldeki acaib-i imkânâta [imkân dairesindeki şaşırtıcı eserler]

339

muktedirdir. Dünü getiren yarını getirdiği gibi, maziyi icad eden o Zât-ı Kadîr, [herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] istikbali dahi icad eder. Dünyayı yapan o Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] âhireti de yapar. Evet, Mâbud-u Bilhak yalnız o Kadîr-i Zülcelâl [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] olduğu gibi, Mahmud-u bi’l-Itlak [sınırsız olarak hamdedilmeye ve övülmeye lâyık olan Allah] yine yalnız Odur. İbadet Ona mahsus olduğu gibi, hamd ü senâ dahi Ona hastır.

Hiç mümkün müdür ki, semâvât ve arzı [gökler ve yer] halk eden bir Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] semâvât ve arzın [gökler ve yer] en mühim neticesi ve kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanları başıboş bıraksın, esbab [sebebler] ve tesadüfe havale etsin, hikmet-i bâhiresini [ap açık hikmet] abesiyete [anlamsızlık] kalb etsin? Hâşâ!

Hiç mümkün müdür ki, hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] alîm bir zât, bir ağacı gayet ehemmiyetle tedbir ve tasvir edip ve gayet derecede hikmetle idare ve terbiye ettiği halde, o ağacın gayesi, faidesi olan meyvelerine bakmayıp ehemmiyet vermesin; hırsız ellere, boş yerlere dağılsın, zayi olsun? Elbette bakmamak, ehemmiyet vermemek olamaz. Çünkü ağaca ehemmiyet vermek, meyveleri içindir. İşte, şu kâinatın zîşuuru [akıl ve şuur sahibi] ve en mükemmel meyvesi ve neticesi ve gayesi, insandır. Şu kâinatın Sâni-i Hakîmi, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] mümkün müdür ki, şu zîşuur [akıl ve şuur sahibi] meyvelerin meyveleri olan hamd ve ibadeti, şükür ve muhabbeti başkalara verip hikmet-i bâhiresini [ap açık hikmet] hiçe indirsin, veyahut kudret-i mutlakasını [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] acze kalb ettirsin, veyahut ilm-i muhîtini [her şeyi kuşatan ilim] cehle çevirsin? Yüz bin defa hâşâ!

Hiç mümkün müdür ki, şu kâinat sarayının binasındaki makàsıd-ı Rabbâniyenin [her şeyin Rabbi olan Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler] medarı [kaynak, dayanak] olan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] serfirâzı [baş üstünde, başı dik] olan nev-i insanın [insan türü, insanlık] mazhar [erişme, nail olma] olduğu nimetlere mukàbil izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettikleri şükür ve ibadeti, o saray-ı kâinatın [kâinat sarayı] Sâniinden [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] başkasına gitsin? Ve o Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o gayetülgaye [gayenin gayesi; asıl maksat] olan şükür ve ibadeti, başkalara gitmesine müsaade etsin?

Hem hiç mümkün müdür ki, hadsiz envâ-ı nimetiyle [nimet çeşitleri] kendini zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] sevdirsin; ve hadsiz mu’cizât-ı san’atıyla [san’at mu’cizeleri] kendini onlara tanıttırsın; sonra onların

340

şükür ve ibadetlerini, hamd ve muhabbetlerini, marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve minnettarlıklarını esbaba ve tabiata terk edip ehemmiyet vermesin, hikmet-i mutlakasını [sınırsız hikmet; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] inkâr ettirsin, saltanat-ı rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] hiçe indirsin? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ!

Hiç mümkün müdür ki, bir baharı halk edemeyen ve bütün meyveleri icad edemeyen ve yeryüzünde sikkeleri [mühür] bir olan bütün elmaları inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] edemeyen, onların bir misal-i musağğarı [küçültülmüş nümune] olan bir elmayı halk edip ve o elmayı nimet olarak birisine yedirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u bi’l-Itlaka [sınırsız olarak hamdedilmeye ve övülmeye lâyık olan Allah] hamd noktasında iştirak etsin? Hâşâ! Çünkü, bir elmayı halk eden kim ise, bütün dünyaya gelen elmaları icad eden yine O olabilir. Çünkü sikke [mühür] birdir. Hem elmaları icad eden kim ise, bütün dünyada medar-ı rızık olan hububat ve semerâtı [meyve] halk eden yine Odur. Demek, en küçük cüz’î [ferdî, küçük] bir zîhayata [canlı] en cüz’î [ferdî, küçük] bir nimeti veren, doğrudan doğruya kâinatın Hâlıkıdır [her şeyi yaratan Allah] ve Rezzâk-ı Zülcelâldir. [bütün varlıklara rızkını veren ve sonsuz haşmet sahibi Allah] Öyle ise, şükür ve hamd, doğrudan doğruya Ona aittir. Öyle ise, hakikat-i kâinat, [kâinatın iç yüzündeki hakikat, gerçek] daima hak lisanıyla der:

لَهُ الْحَمْدُ مِنْ كُلِّ اَحَدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ * 1

ALTINCI KELİME

يُحْيِى Yani, hayat veren yalnız Odur. Öyle ise, herşeyin Hâlıkı dahi yalnız Odur. Çünkü, kâinatın ruhu, nuru, mayası, esası, neticesi, hülâsa[esas, öz] hayattır. Hayatı veren kim ise, bütün kâinatın Hâlıkı da Odur. Hayatı veren elbette Odur, Hayy [diri, canlı] u Kayyûmdur. [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah]

İşte, şu mertebe-i tevhidin [Allah’ın bir olduğunu gösteren mertebe] burhan-ı âzamına [çok büyük ve kesin delil] şöyle işaret ederiz ki:

Başka bir Sözde izah ve ispat edildiği gibi, zemin yüzünün sahrâsında çadırları kurulmuş gayet muhteşem zîhayatlar [canlı] ordusunu görüyoruz. Evet, Hayy [diri, canlı] u Kayyûmun [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] hadsiz ordularından, her bahar mevsiminde yeni silâh altına alınmış, gaibden gelen taze bir ordu meydana çıkmış görüyoruz. Şu orduya bakıyoruz ki: Nebâtat [bitkiler] taifelerinden iki yüz binden ziyade ve hayvânat milletlerinden yine yüz

341

binden fazla çeşit çeşit, muhtelif kavimler [insan topluluğu] görüyoruz. Herbir milletin, herbir taifenin elbisesi ayrı, erzakı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı [askerliğin bitişiyle salıverilme] ayrı, silâhları ayrı, müddet-i askeriyeleri [askerlik süresi] ayrı olduğu halde, bir Kumandan-ı Âzam, [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] hadsiz kudret ve hikmetiyle ve nihayetsiz ilim ve iradesiyle, bitmez rahmetiyle, tükenmez hazinesiyle, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, karıştırmayarak, geciktirmeyerek, ayrı ayrı bütün o üç yüz binden ziyade milletleri ve taifeleri kemâl-i intizamla, [tam ve mükemmel düzen] tamam-ı mizanla, vakti vaktine, ayrı ayrı erzaklarını, ayrı ayrı elbiselerini, ayrı ayrı silâhlarını vererek, ayrı ayrı talimat yaptırarak, ayrı ayrı terhisat [askerliğin bitişiyle salıverilme] ettiğini, gözü bulunan, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görür ve kalbi bulunan, biaynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] tasdik eder.

İşte, hiç mümkün müdür ki, şu ihyâ [diriltme, hayat verme] ve idareye ve şu terbiye ve iaşeye, o orduyu bütün şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ihata [herşeyi kuşatma] eden bir ilm-i muhîtin [her şeyi kuşatan ilim] ve o orduyu bütün levazımatıyla [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] idare eden bir kudret-i mutlakanın [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] sahibinden başkası karışabilsin, müdahale edebilsin, onda hissesi olsun? Yüz binler defa hâşâ!

Malûmdur ki, bir taburda on millet bulunsa, ayrı ayrı teçhiz etmesi on tabur kadar güç olduğundan, âciz insanlar, ister istemez bir tarzda teçhize mecbur olmuşlar. Halbuki Hayy [diri, canlı] u Kayyûm, [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] şu muhteşem ordusu içinde, üç yüz binden ziyade milletlere ayrı ayrı teçhizat-ı hayatiyeyi veriyor. Hem külfetsiz, müşkülâtsız, kolay bir tarzda, hafif bir şekilde, gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve intizamperverâne [düzenliliğe düşkün şekilde] veriyor. Ve koca orduya, birtek lisanla هُوَ الَّذِى يُحْيِى 1 dedirtip, kâinat mescidinde o cemaat-i uzmâya [büyük cemaat] اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ…الخ 2 okutturuyor.

342

YEDİNCİ KELİME

وَ يُمِيتُ Yani, mevti veren Odur. Yani, hayatı veren O olduğu gibi, hayatı alan, mevti veren dahi yine Odur.

Evet, mevt [ölüm] yalnız tahrip ve sönmek değildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. Belki, nasıl bir tohum zâhiren ölüp çürüyor; fakat bâtınen bir sümbülün hayatına ve yoğurmasına, yani cüz’î [ferdî, küçük] tohumluk hayatından, küllî sümbül hayatına geçiyor. Öyle de, mevt [ölüm] dahi zâhiren bir inhilâl [bozulma, dağılma] ve bir intifâ [yok olma, sönme] göründüğü halde, hakikatte, insan için hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ünvan ve mukaddime [başlangıç] ve mebde’ [başlangıç] oluyor. Öyle ise, hayatı veren ve idare eden Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] yine elbette mevti dahi O icad eder.

Şu kelimedeki mertebe-i uzmâ-yı tevhidin bir burhan-ı âzamına [çok büyük ve kesin delil] şöyle işaret ederiz ki:

Otuz Üçüncü Mektubun Yirmi Dördüncü Penceresinde beyan edildiği gibi, şu mevcudat, [var edilenler, varlıklar] irade-i İlâhiye [Allah’ın iradesi, dilemesi] ile seyyâledir. Şu kâinat, emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile seyyaredir. [gezegen] Şu mahlûkat, izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor, âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] gönderiliyor, âlem-i şehadette [görünen alem] vücud-u zâhirî [görünürdeki vücud] giydiriliyor, sonra âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile, mütemadiyen istikbalden gelip hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.

İşte şu mahlûkatın şu seyelânı, [akış] gayet hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] rahmet ve ihsan [bağış] dairesinde; ve şu seyeranı, [gezi, seyretme] gayet alîmâne, hikmet ve intizam dairesinde; ve şu cereyanı, gayet rahîmâne, [şefkatle, merhametli bir şekilde] şefkat ve mizan [ölçü] dairesinde, baştan aşağıya kadar hikmetlerle, maslahatlarla, [amaç, yarar] neticelerle ve gayelerle yapılıyor. Demek, bir Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] bir Hakîm-i Zülkemâl, [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] mütemadiyen tavaif-i mevcudatı ve her taife içindeki

343

cüz’iyatı ve o taifelerden teşekkül [kendi kendine oluşma] eden âlemleri, kudretiyle hayat verip tavzif [görevlendirme] eder, sonra hikmetiyle terhis edip mevte [ölüm] mazhar [erişme, nail olma] eder, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] gönderir, daire-i kudretten, [Allah’ın kudret dairesi; yaratılmış olanlar] daire-i ilme çevirir.

İşte, hiç mümkün müdür ki, şu kâinatı heyet-i mecmuasıyla [birşeyin geneli, bütün] çevirmeye muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü geçmeyen ve âlemleri hayata, mevte [ölüm] bir fert gibi mazhar [erişme, nail olma] etmeye kudreti yetmeyen ve baharları, bir çiçek gibi hayat verip, yeryüzüne takıp, sonra mevtle [ölüm] ondan koparıp alamayan bir zât, mevt [ölüm] ve imâteye [öldürme] sahip çıkabilsin? Evet, en cüz’î [ferdî, küçük] bir zîhayatın [canlı] mevti dahi, hayatı gibi, bütün hakaik-i hayat [hayatın içindeki gizli hakikatler, gerçekler] ve envâ-ı mevt [ölüm çeşitleri] elinde bulunan bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kanunuyla, izniyle, emriyle, kuvvetiyle, ilmiyle olmak zarurîdir.

SEKİZİNCİ KELİME

وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ Yani, hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Mevt [ölüm] ve fenâ, adem [hiçlik, yokluk] ve zevâl [batış, kayboluş] Ona ârız [ortaya çıkma] olamaz. Çünkü hayat, Ona zâtîdir. Zâtî olan, zâil [geçici, yok olucu] olamaz. Evet, ezelî olan, elbette ebedîdir. Kadîm [eski] olan, elbette bâkidir. Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] olan, elbette sermedîdir. [daimi, sürekli]

Evet, bir hayat ki, bütün vücut, bütün envârıyla [nurlar] onun gölgesidir; nasıl adem [hiçlik, yokluk] ona ârız [ortaya çıkma] olabilir?

Evet, bir hayat ki, vâcib bir vücut onun lâzımı ve ünvanıdır; elbette adem [hiçlik, yokluk] ve fenâ hiçbir cihetle ona ârız [ortaya çıkma] olamaz.

Evet, bir hayat ki, bütün hayatlar mütemadiyen onun cilvesiyle zuhura gelir ve bütün hakaik-i sabite-i [sabit gerçekler] kâinat ona istinad eder, onunla kaimdir. [ayakta duran] Elbette, hiçbir cihetle fenâ ve zevâl [batış, kayboluş] ona ârız [ortaya çıkma] olamaz.

Evet, bir hayat ki, onun bir lem’a-i cilvesi, [bir cilvenin, görüntünün parıltısı] mâruz-u fenâ [yok olmaya mâruz olan] ve zevâl [batış, kayboluş] olan eşya-yı kesireye [çokça olan, çeşitli olan şeyler, varlıklar] bir vahdet [Allah’ın birliği] verip bekàya mazhar [erişme, nail olma] eder ve dağılmaktan kurtarır ve vücudunu

344

muhafaza eder ve bir nevi bekàya mazhar [erişme, nail olma] eder. Yani, hayat, kesrete [çokluk] bir vahdet [Allah’ın birliği] verir, ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] eder; hayat gitse dağılır, fenâya gider. Elbette, öyle hadsiz lemeât-ı hayatiye [hayat ile igili parıltılar] bir cilvesi olan hayat-ı vâcibeye, zevâl [batış, kayboluş] ve fenâ yanaşamaz.

Şu hakikate şahid-i kat’î, şu kâinatın zevâl [batış, kayboluş] ve fenâsıdır. Yani, mevcudat, [var edilenler, varlıklar] vücutlarıyla, hayatlarıyla nasıl ki o Hayy-ı Lâyemûtun [ölümün kendisi için söz konusu olmadığı daimî hayat sahibi Allah] hayatına ve o hayatın vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] delâlet ve şehadet ederler.Haşiye [dipnot] Öyle de, mevtleriyle, [ölüm] zevâlleriyle [batış, kayboluş] o hayatın bekàsına, sermediyetine [daimîlik, süreklilik] delâlet eder ve şehadet ederler. Çünkü, mevcudat [var edilenler, varlıklar] zevâle [batış, kayboluş] gittikten sonra, arkalarında yine kendileri gibi hayata mazhar [erişme, nail olma] olup yerlerine geldiklerinden, gösteriyor ki, daimî bir zîhayat [canlı] var ki, mütemadiyen cilve-i hayatı [hayat görüntüsü, yansıması] tazelendiriyor. Nasıl ki, güneşe karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar, gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp, sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle, yüksek, daimî bir güneşin devamına delâlet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin [ölüm] değişmeleri ve münavebeleri, [nöbetleşe hareket etme] bir Hayy-ı Bâkînin [sürekli var olan ve sonsuz hayat sahibi olan Allah] bekà ve devamına şehadet ederler.

Evet, şu mevcudat, [var edilenler, varlıklar] âyinelerdir. Fakat zulmet [karanlık] nura âyine olduğu gibi, hem karanlık ne derece şiddetliyse o derece nurun parlamasını gösterdiği gibi, çok cihetlerle zıddiyet noktasında âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ederler. Meselâ, nasıl ki mevcudat [var edilenler, varlıklar] acziyle kudret-i Sânie [herşeyi san’atla yaratan güç ve kudret sahibi Allah] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder, fakrıyla gınâsına [zenginlik] âyinedar olur. Öyle de, fenâsıyla bekàsına âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder.

Evet, zeminin yüzü ve yüzündeki eşcârın [ağaçlar] kıştaki vaziyet-i fakirâneleri [fakirce durum] ve

345

baharda şâşaa-pâş olan servet ve gınâları, [zenginlik] gayet kat’î bir surette, bir Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ve Ganiyy-i Ale’l-Itlakın [her cihetle sınırsız zenginlik sahibi Allah] kudret ve rahmetine âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder. Evet, bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] güya lisan-ı hal [beden dili] ile, Veysel Karânî gibi şöyle münâcât [Allah’a yalvarış, dua] ederler, derler ki:

· “Yâ İlâhenâ! [ey bizim İlâhımız] Rabbimiz Sensin. Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin.

· “Hem Sensin Hâlık. [her şeyi yaratan Allah] Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz.

· “Hem Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Sensin. Çünkü biz rızka muhtacız; elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin.

· “Hem Sensin Malik. Çünkü biz memlûküz. [köle, kul] Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek Malikimiz Sensin.

· “Hem Sen Azizsin, izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet sahibisin. Biz zilletimize [alçaklık] bakıyoruz; üstümüzde bir izzet [büyüklük, yücelik] cilveleri var. Demek Senin izzetinin [büyüklük, yücelik] âyinesiyiz.

· “Hem Sensin Ganiyy-i Mutlak. [sınırsız zenginliğe sahip olan Allah] Çünkü biz fakiriz; fakrımızın eline yetişmediği bir gınâ [zenginlik] veriliyor. Demek Ganî Sensin, veren Sensin.

· “Hem Sen Hayy-ı Bâkîsin. [sürekli var olan ve sonsuz hayat sahibi olan Allah] Çünkü biz ölüyoruz; ölmemizde ve dirilmemizde bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz.

· “Hem Sen Bâkîsin. Çünkü biz, fenâ ve zevâlimizde, [batış, kayboluş] Senin devam ve bekànı görüyoruz.

· “Hem cevap veren, atiyye [hediye, bağış, ihsan] [bağış] veren Sensin. Çünkü biz, umum mevcudat, [var edilenler, varlıklar] kalî ve hâlî [boş] dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevap veren Sensin.”

Ve hâkezâ, bütün mevcudatın, [var edilenler, varlıklar] küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] herbirisi birer Veysel Karânî gibi, bir münâcât-ı mâneviye [mânevî dua, yalvarış] suretinde bir âyinedarlıkları [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla kudret ve kemâl-i İlâhîyi [İlâhî mükemmelik] ilân ediyorlar.

346

DOKUZUNCU KELİME

بِيَدِهِ الْخَيْرُ Yani, bütün hayrat Onun elinde, bütün hasenat Onun defterinde, bütün ihsanat Onun hazinesindedir. Öyle ise, hayır isteyen Ondan istemeli, iyilik arzu eden Ona yalvarmalı.

Şu kelimenin hakikatini kat’î bir surette göstermek için, ilm-i İlâhînin [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] hadsiz delillerinden bir geniş delilin emârelerine ve lem’alarına [parıltı] şöyle işaret eder ve deriz ki:

Şu kâinatta görünen ef’âl [fiiler, davranışlar] ile tasarruf edip icad eden Sâniin, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir muhît [her şeyi kuşatan] ilmi var. Ve o ilim, Onun zâtının hassa-i lâzime-i zaruriyesidir; [bir şeyde bulunması mutlaka gerekli olan özellik, nitelik] infikâki [ayrılma, ayrı düşme] muhaldir. Nasıl ki güneşin zâtı bulunup ziyası bulunmamak kàbil [gibi] değil; öyle de, binler derece ondan ziyade kàbil [gibi] değildir ki, şu muntazam mevcudatı [var edilenler, varlıklar] icad eden Zâtın ilmi, ondan infikâk [ayrılma, ayrı düşme] etsin.

Şu ilm-i muhît, [her şeyi kuşatan ilim] o Zâta lâzım olduğu gibi, taallûk [ait olma, ilgilendirme] cihetiyle herşeye dahi lâzımdır. Yani, hiçbir şey Ondan gizlenmesi kàbil [gibi] değildir. Perdesiz, güneşe karşı zemin yüzündeki eşya, güneşi görmemesi kàbil [gibi] olmadığı gibi, o Alîm-i Zülcelâlin [ilmi herşeyi kuşatan,sonsuz büyüklük ve azamet sahibi, Allah] nur-u ilmine [ilim nuru] karşı eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-ı kabildir, [imkânsız] muhaldir. Çünkü huzur var. Yani, herşey daire-i nazarındadır [bakma, görme dairesi] ve mukàbildir ve daire-i şuhudundadır [görüş dâiresi] ve herşeye nüfuzu var. Şu câmid [cansız] güneş, şu âciz insan, şu şuursuz röntgen şuaı gibi zînurlar, [nurlu] hâdis, nâkıs [eksik] ve ârızî [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] oldukları halde, onların nurları, mukàbilindeki herşeyi görüp nüfuz ederlerse, elbette vâcib ve muhît [her şeyi kuşatan] ve zâtî olan nur-u ilm-i [ilim nuru] ezelîden hiçbir şey gizlenemez ve haricinde kalamaz. Şu hakikate işaret eden, kâinatın had ve hesaba gelmez alâmetleri, âyetleri vardır. Ezcümle:

Bütün mevcudatta [var edilenler, varlıklar] görünen bütün hikmetler, o ilme işaret eder. Çünkü, hikmetle iş görmek, ilimle olur. Hem bütün inâyetler, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] tezyinatlar, [süslemeler] o ilme işaret eder. İnâyetkârâne, lütufkârâne [lütfederek, ihsanda bulunarak] iş gören, elbette bilir ve bilerek yapar.

347

Hem herbiri birer mizan [ölçü] içindeki bütün intizamlı mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve herbiri birer intizam içindeki bütün mizan[ölçü] ve ölçülü hey’ât, [kısımlar, parçalar] yine o ilm-i muhîte [her şeyi kuşatan ilim] işaret eder. Çünkü, intizam ile iş görmek, ilimle olur. Ölçü ile, tartı ile san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] yapan, elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar.

Hem bütün mevcudatta [var edilenler, varlıklar] görünen muntazam miktarlar, hikmet ve maslahata [amaç, yarar] göre biçilmiş şekiller, bir kazânın [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] düsturuyla [kâide, kural] ve kaderin pergâriyle [pergel] tanzim edilmiş gibi meyvedar vaziyetler ve heyetler, bir ilm-i muhîti [her şeyi kuşatan ilim] gösteriyor.

Evet, eşyaya ayrı ayrı muntazam suretler vermek, herşeyin mesâlih-i hayatiyesine [hayat için faydalı şeyler] ve vücuduna lâyık mahsus bir şekil vermek, bir ilm-i muhîtle [her şeyi kuşatan ilim] olur, başka surette olamaz.

Hem bütün zîhayata, [canlı] herbirisine lâyık bir tarzda, münasip vakitte, ummadığı yerde rızıklarını vermek, bir ilm-i muhîtle [her şeyi kuşatan ilim] olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını idrak edecek; sonra rızkını lâyık bir tarzda verebilir.

Hem umum zîhayatın, [canlı] ipham [gizleme] ünvanı altında bir kanun-u taayyüne bağlı olan ecelleri, [daha büyük] ölümleri bir ilm-i muhîti [her şeyi kuşatan ilim] gösteriyor. Çünkü her taifenin, gerçi fertlerin zâhiren muayyen bir vakt-i eceli [ölüm vakti] görünmüyor, fakat o taifenin iki had ortasında mahdut [sınırlanmış] bir zamanda ecelleri [daha büyük] muayyendir. O ecel hengâmında, [ân, zaman] o şeyin arkasında vazifesini idame edecek olan neticesinin, meyvesinin, çekirdeğinin muhafazası ve bir taze hayata inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettirmesi, yine o ilm-i muhîti [her şeyi kuşatan ilim] gösteriyor.

Hem bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] şamil, herbir mevcuda lâyık bir surette rahmetin taltifâtı, [güzellikle muamele etmek] bir rahmet-i vâsia [Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] içinde bir ilm-i muhîti [her şeyi kuşatan ilim] gösteriyor. Çünkü, meselâ, zîhayatın [canlı] etfallerini [çocuklar] sütle iaşe eden ve zeminin suya muhtaç nebâtâtına [bitkiler] yağmurla yardım eden, elbette etfâli tanır, ihtiyaçlarını bilir ve o nebâtâtı [bitkiler] görür ve yağmurun onlara lüzumunu derk [anlama, algılama] eder; sonra gönderir. Ve hâkezâ, bütün hikmetli, inâyetli [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] rahmetinin hadsiz cilveleri, bir ilm-i muhîti [her şeyi kuşatan ilim] gösteriyor.

348

Hem bütün eşyanın san’atındaki ihtimâmat ve san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tasvirat [tasvirler, anlatımlar] ve mâhirâne [ustaca, maharetle] tezyinat, [süslemeler] bir ilm-i muhîti [her şeyi kuşatan ilim] gösteriyor. Çünkü, binler vaziyet-i muhtemele [ihtimal dahilinde olan durum] içinde, muntazam ve müzeyyen, [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] san’atlı ve hikmetli bir vaziyeti intihap [seçmek] etmek, derin bir ilimle olur. Bütün eşyadaki şu tarz-ı intihabat, [seçme tarzları] bir ilm-i muhîti [her şeyi kuşatan ilim] gösteriyor.

Hem icad ve ibdâ-ı eşyada kemâl-i suhulet, [tam bir kolaylık] bir ilm-i ekmele [tam, eksiksiz ve mükemmel ilim] delâlet eder. Çünkü bir işte kolaylık ve bir vaziyette suhulet, [kolaylık] derece-i ilim [ilim derecesi] ve maharetle mütenasiptir. [birbirine uygun] Ne kadar ziyade bilse, o derece kolay yapar.

İşte şu sırra binaen, herbiri birer mu’cize-i san’at [san’at mu’cizesi] olan mevcudata [var edilenler, varlıklar] bakıyoruz ki, hayretnümâ [hayret verici] bir derecede suhuletle, [kolaylıkla] kolaylıkla, külfetsiz, dağdağasız, [sıkıntısız] kısa bir zamanda, fakat mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] bir surette icad edilir. Demek hadsiz bir ilim vardır ki, hadsiz suhuletle [kolaylıkla] yapılır. Ve hâkezâ, mezkûr [adı geçen] emâreler gibi binler alâmet-i sadıka var ki, şu kâinatta tasarruf eden Zâtın muhît [her şeyi kuşatan] bir ilmi vardır. Ve herşeyi bütün şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bilir, sonra yapar.

Madem şu Kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] böyle bir ilmi vardır. Elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir; hikmet ve rahmetinin muktezasına [bir şeyin gereği] göre onlarla muamele eder ve edecek. Ey insan! Aklını başına al, dikkat et: Nasıl bir Zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!

Eğer denilse: “Yalnız ilim kâfi [yeterli] değildir; irade dahi lâzımdır. İrade olmazsa ilim kâfi [yeterli] gelmez.”

Elcevap: Bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] nasıl ki bir ilm-i muhîte [her şeyi kuşatan ilim] delâlet ve şehadet eder. Öyle de, o ilm-i muhît [her şeyi kuşatan ilim] sahibinin irade-i külliyesine [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] dahi delâlet eder. Şöyle ki:

Herbir şeye, hususan herbir zîhayata, [canlı] pek çok müşevveş [dağınık, karışık] ihtimâlât [ihtimaller] içinde, muayyen bir ihtimalle ve pek çok akîm [neticesiz] yollar içinde, neticeli bir yolla ve pek çok imkânât içinde mütereddit [kararsız, şüpheli] iken gayet muntazam bir teşahhus [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] verilmesi, hadsiz

349

cihetlerle bir irade-i külliyeyi [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] gösteriyor. Çünkü, herşeyin vücudunu ihata [herşeyi kuşatma] eden hadsiz imkânât ve ihtimâlât [ihtimaller] içinde ve semeresiz, [meyve] akîm [neticesiz] yollarda ve karışık ve yeknesak, [değişmeyen, tekdüze, monoton] sel gibi mizansız [ölçü] akan câmid [cansız] unsurlardan, gayet hassas bir ölçüyle, nazik bir tartıyla ve gayet ince bir intizamla, nazenin [ince, duyarlı] bir nizamla verilen mevzun [ölçülü] şekil ve muntazam teşahhus, [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilbedâhe, [açık bir şekilde] belki bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] bir irade-i külliyenin [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] eseri olduğunu gösterir.

Çünkü, hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti intihap [seçmek] etmek, bir tahsis, bir tercih, bir kast ve bir irade ile olur. Ve amd [bizzat istemek, maksatlı olmak] ve arzu ile tahsis edilir. Elbette tahsis, bir muhassısı [tahsis edici, belirleyici] iktiza [bir şeyin gereği] eder. Tercih, bir müreccihi [tercih eden] ister. Muhassıs [tahsis edici, belirleyici] ve müreccih [tercih eden] ise iradedir. Meselâ, insan gibi yüzler muhtelif cihazat ve âlâtın [aletler] makinesi hükmünde olan bir vücudun, bir katre [damla] sudan; ve yüzer muhtelif âzâsı bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan; ve yüzer muhtelif kısımlara ayrılan bir ağacın, basit bir çekirdekten icadları, kudret ve ilme şehadet ettikleri gibi, gayet kat’î ve zarurî bir tarzda, onların Sâniinde [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir irade-i külliyeye [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] delâlet ederler ki, o irade ile, o şeyin herşeyini tahsis eder. Ve o irade ile, her cüz’üne, her uzvuna, her kısmına ayrı, has bir şekil verir, bir vaziyet giydirir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Nasıl ki eşyada, meselâ hayvânattaki ehemmiyetli âzânın, esasat [esaslar] ve netâic [neticeler] itibarıyla birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve birtek sikke-i vahdet [Allah’ın birliğini gösteren damga] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeleri, nasıl kat’î olarak delâlet ediyor ki, umum hayvânâtın Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] birdir, Vâhiddir, Ehaddir. [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Öyle de, o hayvânâtın ayrı ayrı teşahhusları [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] ve simalarındaki başka başka hikmetli taayyün [belirleme] ve temeyyüzleri [benzerlerinden farklı ve üstün olmak] delâlet eder ki, onların Sâni-i Vâhidi, [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] Fâil-i Muhtardır [dilediğini yapmakta serbest olan] ve iradelidir; istediğini yapar, istemediğini yapmaz, kast ve irade ile işler.

Madem ilm-i İlâhîye [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] ve irade-i Rabbâniyeye mevcudat [var edilenler, varlıklar] adedince, belki

350

mevcudatın [var edilenler, varlıklar] şuûnâtı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] adedince delâlet ve şehadet vardır. Elbette, bir kısım feylesofların irade-i İlâhiyeyi [Allah’ın iradesi, dilemesi] nefiy [inkâr] ve bir kısım ehl-i bid’atın [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] kaderi inkâr ve bir kısım ehl-i dalâletin, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] cüz’iyâta [ferdler, küçük şeyler] adem-i ıttılaını [bilememe, tanımama] iddia etmeleri ve tabiiyyunun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] bir kısım mevcudatı [var edilenler, varlıklar] tabiat ve esbaba isnad etmeleri, mevcudat [var edilenler, varlıklar] adedince muzaaf [kat kat] bir yalancılıktır ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] şuûnâtı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] adedince muzaaf [kat kat] bir dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] divaneliğidir. Çünkü hadsiz şehadet-i sadıkayı tekzip eden, hadsiz bir yalancılık işlemiş olur.

İşte, meşiet-i İlâhiye [Allah’ın dilemesi] ile vücuda gelen işlerde, “inşaallah, [Allah dilerse] inşaallah[Allah dilerse] yerinde, bilerek “tabiî, tabiî” demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat [gerçeğe zıt, aykırı] olduğunu kıyas et.

ONUNCU KELİME

وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ Yani, hiçbir şey Ona ağır gelemez. Daire-i imkânda [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] ne kadar eşya var; o eşyaya gayet kolay vücut giydirebilir. Ve o derece ona kolay ve rahattır ki, اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا…الخ sırrıyla, güya yalnız emreder, yapılır.

Nasıl ki gayet mahir bir san’atkâr, [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler. Ve o sür’at ve mahareti ifade için denilir ki, “O iş ve san’at ona o kadar musahhardır [boyun eğdirilmiş] ki, güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor, san’atlar vücuda geliyor.” Öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet [boyun eğmişlik] ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle [kolaylıkla] iş gördüğüne işareten اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ 1 ferman eder.

Şu hakikat-i uzmânın [büyük hakikat] hadsiz esrarından beş sırrını, beş nüktede [derin anlamlı söz] beyan edeceğiz.

351

BİRİNCİSİ: Kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] nisbeten en büyük şey, en küçük şey kadar kolaydır. Bir nev’in umum efradıyla [bireyler] icadı, bir fert kadar külfetsiz ve rahattır. Cenneti halk etmek, bir bahar kadar kolaydır. Bir baharı icad etmek, bir çiçek kadar rahattır.

Şu sırrı izah ve ispat eden, haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair Onuncu Sözün âhirinde, hem melâike [melek] ve bekà-i ruh [ruhun devamlılığı] ve haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair Yirmi Dokuzuncu Sözde [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] haşir meselesinde, İkinci Esasın beyanında zikredilen nuraniyet sırrı, şeffâfiyet [saydamlık] sırrı, mukabele [karşılama; karşılık verme] sırrı, muvazene [karşılaştırma/denge] sırrı, intizam sırrı, itaat sırrı, altı temsille ispat edilerek gösterilmiştir ki, kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] nisbeten yıldızlar, zerreler gibi kolaydır; hadsiz efrad, [bireyler] bir fert kadar külfetsiz ve rahatça icad edilir. Madem o iki Sözde bu altı sır ispat edilmiş; onlara havale ederek burada kısa keseriz.

İKİNCİSİ: Kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] nisbeten herşey müsavi [eşit] olduğuna delil-i kàtı’ [kesin delil] ve burhan-ı sâtı’ şudur ki:

Hayvânat ve nebâtâtın [bitkiler] icadında, gözümüzle görüyoruz, hadsiz bir sehâvet ve kesret [çokluk] içinde, nihayet derecede bir itkan, [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri yapmak] bir hüsn-ü san’at [güzel san’at] bulunuyor. Hem nihayet derecede karışıklık ve ihtilât [birbirine karışma] içinde, nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik görünüyor. Hem nihayet derecede mebzuliyet [bolluk] ve vüs’at [genişlik] içinde, nihayet derecede san’atça kıymettarlık [değerli olma] ve hilkatçe güzellik bulunuyor. Hem nihayet derecede san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir surette, çok cihazata ve çok zamana muhtaç olmakla beraber, gayet derecede suhuletle [kolaylıkla] ve sür’atle icad ediliyor. Âdetâ birden ve hiçten, o mu’cizât-ı san’at [san’at mu’cizeleri] vücuda geliyor.

İşte, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] her mevsimde rû-yi zeminde [yeryüzü] gördüğümüz bu faaliyet-i kudret, [Allah’ın güç ve iktidarıyla faaliyette bulunması] kat’iyen [kesinlikle] delâlet eder ki, şu ef’âlin [fiiler, davranışlar] menbaı [kaynak] olan kudrete nisbeten, en büyük şey en küçük şey kadar kolaydır. Ve hadsiz efradın [bireyler] icadı ve idareleri, bir fert kadar rahatça icad ve idare edilir.

ÜÇÜNCÜSÜ: Şu kâinatta, şu görünen tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve ef’âl [fiiler, davranışlar] ile hükmeden

352

Sâni-i Kadîrin [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] kudretine nisbeten, en büyük küll, [bütün] en küçük cüz kadar kolay gelir. Efradca [bireyler] kesretli [çokluk] bir küllînin icadı, birtek cüz’înin [ferdî, küçük] icadı kadar suhuletlidir. [kolaylık] Ve en âdi bir cüz’îde, [ferdî, küçük] en yüksek bir kıymet-i san’at [san’attaki kıymet, değer] gösterilebilir.

Şu hakikatin sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] üç menbadan çıkar:

Evvelâ: İmdad-ı vâhidiyetten.

Saniyen: [ikinci olarak] Yüsr-ü vahdetten. [birliğin kolaylığı; bir işin bir elde ve bir merkezde yapılmasının kolaylığı]

Salisen: [üçüncü olarak] Tecellî-i ehadiyetten. [Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi]

Birinci menba olan imdad-ı vâhidiyet: Yani, herşey ve bütün eşya, birtek zâtın mülkü olsa, o vakit, vâhidiyet cihetiyle herbir şeyin arkasında bütün eşyanın kuvvetini tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] edebilir. Ve bütün eşya, birtek şey gibi kolayca idare edilir. Şu sırrı, şöyle bir temsille fehme takrib [yaklaştırma] için deriz:

Meselâ, nasıl ki bir memleketin tek bir padişahı bulunsa, o padişah o vahdet-i saltanat [saltanatın tek bir zâta ait olması] kanunu cihetiyle, herbir neferin [asker] arkasında bir ordu kuvvet-i mâneviyesini [mânevî güç] tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] edebilir; ve edebildiği için, o tek nefer, [asker] bir şahı esir edebilir ve şahın fevkinde, [üstünde] padişahı namına hükmedebilir. Hem o padişah, vâhidiyet-i saltanat [saltanatın birliği; saltanatın tek bir zâta ait olması] sırrıyla bir neferi ve bir memuru istihdam [çalıştırma] ve idare ettiği gibi, bütün orduyu ve bütün memurlarını idare edebilir. Güya vâhidiyet-i saltanat [saltanatın birliği; saltanatın tek bir zâta ait olması] sırrıyla, herkesi, herşeyi, bir ferdin imdadına gönderebilir. Ve herbir ferdi, bütün efrad [bireyler] kadar bir kuvvete istinad edebilir, yani ondan medet alabilir. Eğer o vâhidiyet-i saltanat [saltanatın birliği; saltanatın tek bir zâta ait olması] ipi çözülse ve başıbozukluğa dönse, o vakit herbir nefer, [asker] hadsiz bir kuvveti birden kaybedip, yüksek bir makam-ı nüfuzdan sukut [alçalış, düşüş] eder, âdi bir adam makamına gelir. Ve onların idare ve istihdamları, [çalıştırma] efrad [bireyler] adedince müşkülât peydâ eder.

Aynen öyle de,1 وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى şu kâinatın Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] Vâhid [bir] olduğundan, herbir şeye karşı, bütün eşyaya müteveccih [yönelen] olan esmâyı tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] eder. Ve nihayetsiz  

353

bir san’atla, kıymettar bir surette icad eder. Lüzum olsa, bütün eşya ile birtek şeye bakar, baktırır, medet verir ve kuvvetli yapar. Ve bütün eşyayı dahi, o vâhidiyet [Allah’ın birliği] sırrıyla, birtek şey gibi icad eder, tasarruf eder, idare eder.

İşte, şu imdad-ı vâhidiyet sırrıyladır ki, şu kâinatta, nihayet derecede mebzuliyet [bolluk] ve ucuzluk içinde, nihayet derecede san’atça ve kıymetçe yüksek ve âli [yüce] bir keyfiyet görünüyor.

İkinci menba olan yüsr-ü vahdet: [birliğin kolaylığı; bir işin bir elde ve bir merkezde yapılmasının kolaylığı] Yani, birlik usulüyle, bir merkezde, bir elden, bir kanunla olan işler, gayet derecede kolaylık veriyor. Müteaddit [bir çok] merkezlere, müteaddit [bir çok] kanuna, müteaddit [bir çok] ellere dağılsa, müşkülât peydâ eder.

Meselâ, nasıl ki bir ordunun bütün neferatının [asker] bir merkezden, bir kanunla, bir kumandan-ı âzam [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] emriyle esasat-ı teçhiziyeleri yapılsa, birtek nefer [asker] kadar kolay olur. Eğer ayrı ayrı fabrikalarda, ayrı ayrı merkezlerde teçhizatları yapılsa, bir ordunun teçhizine lâzım olan bütün askerî fabrikalar, birtek neferin [asker] teçhizatı için lâzım gelir. Demek, eğer vahdete [Allah’ın birliği] istinad edilse, bir ordu, bir nefer [asker] kadar kolay olur. Eğer vahdet [Allah’ın birliği] olmazsa, bir nefer, [asker] bir ordu kadar, teçhizin esasatı [esaslar] cihetinde müşkülât peydâ eder.

Hem bir ağacın meyvelerine, vahdet [Allah’ın birliği] noktasında bir merkeze, bir kanuna, bir köke istinaden madde-i hayatiye [hayat için lüzumlu olan madde] verilse, binler meyveler, tek bir meyve gibi kolay olur. Eğer herbir meyve ayrı ayrı merkeze raptedilse [bağlama] ve ayrı ayrı yerden mevadd-ı hayatiyeleri [hayat için lüzumlu ve zorunlu olan maddeler] gönderilse, herbir meyve bütün ağaç kadar müşkülât peydâ eder. Çünkü, bütün ağaca lâzım olan mevadd-ı hayatiye, [hayat için lüzumlu ve zorunlu olan maddeler] herbir meyve için dahi lâzımdır.

İşte, şu iki temsil gibi, وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 şu kâinatın Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] Vâhid-i Ehad [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] olduğu için, vahdetle [Allah’ın birliği] iş görür. Ve vahdetle [Allah’ın birliği] iş gördüğü için, bütün eşya birtek şey kadar kolay olur. Hem birtek şeyi, san’atça bütün eşya kadar kıymetli yapabilir. Ve hadsiz efradı, [bireyler] gayet kıymettar bir surette icad ederek, şu görünen hadsiz mebzuliyet [bolluk] ve nihayetsiz ucuzluk lisanıyla, cûd-u mutlakını [sınırsız cömertlik] gösterir ve hadsiz sehâvetini [cömertlik] ve nihayetsiz hallâkıyetini [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder.

354

Üçüncü menba olan tecellî-i ehadiyet: [Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi] Yani, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] cisim ve cismanî olmadığı için, zaman ve mekân [içinde bulunulan yer ve zaman] Onu kayıt altına alamaz. Ve kevn [varlık, âlem, kâinat] ve mekân, Onun şuhuduna [görme] ve huzuruna müdahale edemez. Ve vesâit [vasıtalar] ve ecram, [büyük cisimler] Onun fiiline perde çekemez. Teveccühünde [ilgi] tecezzî [bölünme, parçalanma] ve inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] olmaz. Birşey birşeye mâni olmaz. Hadsiz ef’âli, [fiiler, davranışlar] bir fiil gibi yapar. Onun içindir ki, bir çekirdekte koca bir ağacı mânen derc [yerleştirme] ettiği gibi, bir âlemi birtek fertte derc [yerleştirme] edebilir. Bütün âlem, birtek fert gibi dest-i kudretinde [Allah’ın kudret eli] çevrilir. Şu sırrı başka Sözlerde izah ettiğimiz gibi, deriz ki:

Nasıl ki nuraniyet itibarıyla bir derece kayıtsız olan güneşin timsali [görüntü] herbir cilalı, parlak şeyde temessül [belirme, görünme] eder. Binlerle, milyonlarla âyineler nuruna mukàbil gelse, birtek âyine gibi, inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmeden, bizzat herbirinde cilve-i misaliyesi [yansıyan görüntü] bulunur. Eğer âyinenin istidadı [kabiliyet] olsa, güneş, azametiyle onda âsârını [eserler/asırlar] gösterebilir. Birşey birşeye mâni olamaz. Binler, bir gibi ve binler yere bir yer gibi kolay girer. Herbir yer, binler yer kadar o güneşin cilvesine mazhar [erişme, nail olma] olur.

İşte, وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 şu kâinat Sâni-i Zülcelâlinin, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nur olan bütün sıfâtıyla ve nuranî olan bütün esmâsıyla, teveccüh-ü ehadiyet [Allah’ın herbir varlığa ayrı ayrı ve doğrudan teveccühü] sırrıyla öyle bir tecellîsi var ki, hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde hazır ve nazırdır. Teveccühünde [ilgi] inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] olmaz. Aynı anda, her yerde, külfetsiz, müzahamesiz, [zahmet çekmeden] her işi yapar.

İşte, şu imdad-ı vâhidiyet ve yüsr-ü vahdet [birliğin kolaylığı; bir işin bir elde ve bir merkezde yapılmasının kolaylığı] ve tecellî-i ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi] sırrıyladır ki, bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] birtek Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] verildiği vakit, o bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] birtek mevcut gibi kolay ve suhuletli [kolay] olur. Ve herbir mevcut, hüsn-ü san’atça, [güzel san’at] bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] kadar kıymetli olabilir. Nasıl ki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hadsiz mebzuliyeti [çok bulunan, bol] içinde, herbir fertte hadsiz dekaik-i san’atın [san’at incelikleri] bulunması bu hakikati gösteriyor. Eğer o mevcudat [var edilenler, varlıklar] doğrudan doğruya birtek Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] verilmezse, o zaman herbir mevcut bütün

355

mevcudat [var edilenler, varlıklar] kadar müşkülâtlı olur ve bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] birtek mevcut kıymetine sukut [alçalış, düşüş] eder, iner. Şu halde ya hiçbir şey vücuda gelmeyecek veya gelse de kıymetsiz, hiçe inecektir.

İşte şu sırdandır ki, ehl-i felsefenin [felsefe ile uğraşanlar] en ziyade ileri gidenleri olan sofestaîler, [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] tarik-i haktan [hak ve hakikat yolu] yüzlerini çevirdiklerinden, küfür ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tarikine bakmışlar; görmüşler ki, şirk yolu, tarik-i haktan [hak ve hakikat yolu] ve tevhid yolundan yüz bin defa daha müşkülâtlıdır, nihayet derecede gayr-ı makuldür. [akla uymayan] Onun için, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] herşeyin vücudunu inkâr ederek akıldan istifa etmişler.

DÖRDÜNCÜSÜ: Şu kâinatta, şu görünen ef’âl [fiiler, davranışlar] ile tasarruf eden Zât-ı Kadîrin [herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] kudretine nisbeten Cennetin icadı bir bahar kadar kolay ve bir baharın icadı bir çiçek kadar kolaydır. Ve bir çiçeğin mehâsin-i san’atı [san’at güzellikleri] ve letâif-i hilkati, [yaratılıştaki güzellikler] bir bahar kadar letâfetli [güzel, hoş] ve kıymetli olabilir.

Şu hakikatin sırrı üç şeydir:

Birincisi: Sânideki [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ile tecerrüd. [sıyrılma]

İkincisi: Mahiyetinin mübayenetiyle adem-i takayyüd. [kayıtsızlık, bağlı olmama]

Üçüncüsü: Adem-i tahayyüz [hacimsiz, yer ile bağlı olmamak] ile adem-i tecezzîdir.

Birinci sır: Vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve tecerrüdün [sıyrılma] hadsiz kolaylığa ve nihayetsiz suhulete [kolaylık] sebebiyet vermeleri, gayet derin bir sırdır. Onu bir temsil ile fehme takrib [yaklaştırma] edeceğiz. Şöyle ki:

Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücutta rüsuhu [kökleşme, sağlamlaşma] bulunan bir tabaka-i vücudun [varlık tabakası] bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun [varlık tabakası] bir dağı kadardır ve o dağı istiab [içine alma, kaplama] eder. Meselâ, âlem-i şehadetten [görünen alem] olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza, [bellek, hafıza duyusu] âlem-i mânâdan [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] bir kütüphane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i haricîden olan tırnak kadar bir

356

âyine-i vücudun [varlık aynası] âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o âlem-i haricîden olan o âyine [ayna] ve o hafızanın şuurları ve kuvve-i icadiyeleri olsaydı, bir zerrecik vücud-u haricîleri [dış dünya, görünen varlık âlemi] kuvvetiyle, o vücud-u mânevîde [mânevî varlık] ve misalîde hadsiz tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve tahavvülât [başkalaşmalar] yapabilirlerdi. Demek, vücut rüsuh [kökleşme, sağlamlaşma] peydâ ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey, çok hükmüne geçer. Hususan vücut rüsuh-u tam [tam olarak kökleşme, sağlamlaşma] kazandıktan sonra, maddeden mücerred [bekar] ise, kayıt altına girmezse, o vakit cüz’î [ferdî, küçük] bir cilvesi, sair hafif tabakat-ı vücudun [varlık tabakaları] çok âlemlerini çevirebilir.

İşte, وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 şu kâinatın Sâni-i Zülcelâli, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Vâcibü’l-Vücuddur. [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Yani, Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, [imkansız] zevâli [batış, kayboluş] muhaldir ve tabakat-ı vücudun [varlık tabakaları] en râsihi, [sağlam, yerleşmiş] en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücut, [varlık tabakaları] Onun vücuduna nisbeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir. Ve o derece Vücud-u Vâcib, [varlığı zorunlu olan Cenâb-ı Hakkın varlığı] râsih [sağlam, yerleşmiş] ve hakikatli; ve vücud-u mümkünat o derece hafif ve zayıftır ki, Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] sair tabakat-ı vücudu [varlık tabakaları] evham ve hayal derecesine indirmişler, لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ 2 demişler. Yani, “Vücud-u Vâcib‘e [varlığı zorunlu olan Cenâb-ı Hakkın varlığı] nisbeten başka şeylere vücut denilmemeli; onlar vücut ünvanına lâyık değillerdir” diye hükmetmişler.

İşte, Vâcibü’l-Vücud‘un [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] hem vâcib, hem zâtî olan kudretine karşı, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hem hâdis, hem ârızî [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] vücutları ve mümkünâtın hem kararsız, hem kuvvetsiz sübutları, [bir şeyin var olması] elbette nihayet derecede kolay ve hafif gelir. Bütün ruhları haşr-i âzamda [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] ihyâ [diriltme, hayat verme] edip muhakeme etmek, bir baharda, belki bir bahçede, belki bir ağaçta haşir ve neşrettiği yaprak ve çiçek ve meyveler kadar kolaydır.

357

İkinci sır: Mübayenet-i mahiyet [temel yapıdaki farklılık, farklı özelliklere sahip olma] ve adem-i takayyüdün [kayıtsızlık, bağlı olmama] kolaylığa sebebiyeti ise şudur ki:

Sâni-i Kâinat, [evreni ve herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah] elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez. Öyle ise, kâinat dairesindeki mânialar, kayıtlar Onun önüne geçemez, Onun icraatını takyid [kayıt altına alma, sınırlandırma] edemez. Bütün kâinatı birden tasarruf edip çevirebilir. Eğer kâinat yüzündeki görünen tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve ef’âl [fiiler, davranışlar] kâinata havale edilse, o kadar müşkülât ve karışıklığa sebebiyet verir ki, hiçbir intizam kalmadığı gibi, hiçbir şey dahi vücutta kalmaz, belki vücuda gelemez.

Meselâ, nasıl ki kemerli kubbelerdeki [yarım küre şeklinde olan çatı] ustalık san’atı o kubbedeki [yarım küre şeklinde olan çatı] taşlara havale edilse ve bir taburun zabite [subay] ait idaresi neferâta [asker] bırakılsa, ya hiç vücuda gelmez, veyahut çok müşkülât ve karışıklık içinde, intizamsız bir vaziyet alacak. Halbuki, o kubbelerdeki [yarım küre şeklinde olan çatı] taşlara vaziyet vermek için, taş nev’inden olmayan bir ustaya verilse ve taburdaki neferâtın [asker] idaresi, mertebe itibarıyla zabitlik [subay] mahiyetini haiz olan bir zabite [subay] havale edilse, hem san’at kolay olur, hem tedbir ve idare suhuletli [kolay] olur. Çünkü taşlar ve neferler [asker] birbirine mâni olurlar; usta ve zabit [subay] ise, mânisiz, her noktaya bakar, idare eder.

İşte, وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mahiyet-i kudsiyesi, [mukaddes mahiyet, özellik] mahiyât-ı mümkünat [yaratılmışların mahiyetleri, temel yapıları] cinsinden değildir. Belki bütün hakaik-i kâinat, [kâinatın iç yüzündeki gerçekler] o mahiyetin Esmâ-i Hüsnâsından [Allah’ın en güzel isimleri] olan Hak isminin şualarıdır. Madem mahiyet-i mukaddesesi [mukaddes mahiyet, özellik] hem Vâcibü’l-Vücuddur, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] hem maddeden mücerreddir, [bekar] hem bütün mâhiyâta [mahiyetler, temel özellikler] muhaliftir; misli, [benzer] misali, mesîli [benzer, eş] yoktur. Elbette o Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] o kudret-i ezeliyesine [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] nisbeten bütün kâinatın idaresi ve terbiyesi, bir bahar, belki bir ağaç kadar kolaydır. Haşr-i âzam [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] ve dâr-ı âhiret, [âhiret âlemi] Cennet ve Cehennemin icadı, bir güz mevsiminde ölmüş ağaçların yeniden bir baharda ihyâları [diriltme, hayat verme] kadar kolaydır.

358

Üçüncü sır: Adem-i tahayyüz [hacimsiz, yer ile bağlı olmamak] ve adem-i tecezzînin nihayet derecede olan kolaylığa sebebiyet vermelerinin sırrı ise şudur ki:

Madem Sâni-i Kadîr [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] tir; [bir yerle sınırlı olmayan] elbette kudretiyle her mekânda hazır sayılır. Ve madem tecezzî [bölünme, parçalanma] ve inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] yoktur; elbette herşeye karşı bütün esmâsıyla müteveccih [yönelen] olabilir. Ve madem her yerde hazır ve herşeye müteveccih [yönelen] olur; öyle ise mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve vesâit [vasıtalar] ve ecram [büyük cisimler] Onun ef’âline [fiiler, davranışlar] mümânaat [engel olma] etmez, ta’vik [geciktirme, ilerlemesine mâni olma] etmez; belki hiç lüzum yok. Faraza lüzum olsa, elektriğin telleri gibi ve ağacın dalları gibi ve insanın damarları gibi, eşya, vesile-i teshilât ve vasıta-i vusul-ü hayat [hayata kavuşma vasıtası, vesilesi] ve sebeb-i sür’at-i ef’âl [fiillerin sür’at kazanma ve hızlanması sebebi] hükmüne geçer. Ta’vik, [geciktirme, ilerlemesine mâni olma] takyid, [kayıt altına alma, sınırlandırma] men ve müdahale şöyle dursun, belki teshil [kolaylaştırma] ve tesri’ [hızlandırma, acele etme] ve îsâle [kavuşturma, ulaştırma] vesile hükmüne geçer. Demek, Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] tasarrufât-ı kudretine, [Allah’ın kudretiyle dilediği gibi icraat ve faaliyetlerde bulunması] herşey itaat ve inkıyad [boyun eğme] cihetinde-ihtiyaç yok; eğer ihtiyaç olsa-kolaylığa vesile olur.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Sâni-i Kadîr, [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] külfetsiz, muâlecesiz, [doğrudan doğruya] sür’atle, suhuletle, [kolaylıkla] herşeyi, o şeye lâyık bir surette halk eder. Külliyâtı, cüz’iyat kadar kolay icad eder. Cüz’iyâtı, [ferdler, küçük şeyler] külliyat kadar san’atlı halk eder.

Evet, külliyâtı ve semâvâtı ve arzı halk eden kim ise, semâvât ve arzda [gökler ve yer] olan cüz’iyâtı [ferdler, küçük şeyler] ve efrad-ı zîhayatiyeyi halk eden elbette yine Odur ve Ondan başka olamaz. Çünkü o küçük cüz’iyat, o külliyâtın meyveleri, çekirdekleri, misal-i musağğarlarıdır. [küçültülmüş nümune]

Hem o cüz’iyâtı [ferdler, küçük şeyler] icad eden kim ise, cüz’iyâtı [ferdler, küçük şeyler] ihata [herşeyi kuşatma] eden unsurları ve semâvât ve arzı [gökler ve yer] dahi O halk etmiştir. Çünkü, görüyoruz ki, cüz’iyat, külliyâta nisbeten birer çekirdek, birer küçük nüsha hükmündedir. Öyle ise, o cüz’îleri [ferdî, küçük] halk eden Zâtın elinde, anâsır-ı külliye [büyük unsurlar; toprak, hava, su, ateş] ve semâvât ve arz [gökler ve yer] bulunmalıdır. Tâ ki, hikmetinin düsturlarıyla [kâide, kural] ve ilminin mizanlarıyla [ölçü] o küllî ve muhît [her şeyi kuşatan] mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hülâsalarını, [esas, öz] mânâlarını, nümunelerini, o küçücük misal-i musağğarlar [küçültülmüş nümune] hükmünde olan cüz’iyatta derc [yerleştirme] edebilsin.

359

Evet, acaib-i san’at [hayranlık uyandıran san’at] ve garaib-i hilkat noktasında cüz’iyat külliyattan geri değil; çiçekler yıldızlardan aşağı değil; çekirdekler ağaçların mâdûnunda [aşağı, alt derece] değil; belki çekirdekteki nakş-ı kader [kader yazısı, nakşı] olan mânevî ağaç, bağdaki nesc-i kudret [ilâhî kudret dokuması] olan mücessem [cisimleşmiş] ağaçtan daha aciptir. Ve hilkat-i insaniye, [insanın yaratılışı] hilkat-i âlemden [âlemin yaratılışı] daha aciptir. Nasıl ki bir cevher-i ferd [atom, zerre] üstünde, esir zerrâtıyla [atomlar] bir Kur’ân-ı hikmet [hikmet Kur’ân’ı] yazılsa, semâvât yüzündeki yıldızlarla yazılan bir kur’ân-ı azametten [büyüklük ve yüceliğin Kur’ân’ı] kıymetçe daha ehemmiyetli olabilir. Öyle de, çok küçük cüz’iyatlar var, mu’cizât-ı san’atça [san’at mu’cizeleri] külliyattan üstündür.

BEŞİNCİSİ: Sabık [daha önceden geçen] beyanatımızda, icad-ı mahlûkatta görünen hadsiz kolaylık, gayet derecede çabukluk, nihayetsiz sür’at-i ef’âl, nihayetsiz suhuletle [kolaylıkla] icad-ı eşyanın [eşyaya vücut vermek] sırlarını, hikmetlerini bir derece gösterdik. İşte şu nihayetsiz sür’at ve hadsiz suhuletle [kolaylıkla] vücud-u eşya, [eşyanın varlığı, varlıkların kendisi] ehl-i hidayete [doğru ve hak yolda olanlar] şöyle kat’î bir kanaat verir ki:

Mahlûkatı icad eden Zâtın kudretine nisbeten Cennetler, baharlar kadar; baharlar, bahçeler kadar; bahçeler, çiçekler kadar kolay gelir.

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 sırrıyla, nev-i beşerin haşir ve neşri, birtek nefsin imâte [öldürme] ve ihyâ[diriltme, hayat verme] gibi suhuletlidir. [kolaylık]

اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ * 2

tasrihiyle, [açık şekilde bildirme] bütün insanları haşirde ihyâ [diriltme, hayat verme] etmek, istirahat için dağılan bir orduyu, bir boru sesiyle toplamak kadar kolaydır.

İşte şu hadsiz sür’at ve nihayetsiz suhulet, [kolaylık] bilbedâhe, [açık bir şekilde] kudret-i Sâniin [herşeyi san’atla yaratan güç ve kudret sahibi Allah] kemâline ve herşey Ona nisbeten kolay olduğuna delil-i kat’î [kesin delil] ve burhan-ı yakînî olduğu halde, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] nazarında Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kudretiyle eşyanın teşkili ve icadı—ki vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu]

360

derecesinde suhuletlidir—bin [kolaylık] derece muhal [bâtıl, boş söz] olan kendi kendine teşekkül [kendi kendine oluşma] ile iltibasa [karıştırma] sebep olmuştur. Yani bazı âdi şeylerin vücuda gelmelerini çok kolay gördükleri için, onların teşkilini, “teşekkül[kendi kendine oluşma] tevehhüm [kuruntu] ediyorlar. Yani, “icad edilmiyorlar, belki kendi kendine vücut buluyorlar.” İşte, gel, ahmaklığın nihayetsiz derecâtına [dereceler] bak ki, nihayetsiz bir kudretin delilini, onun ademine delil yapar, nihayetsiz muhalât [imkânsız, olmayacak şeyler] kapısını açar. Çünkü o halde, Sâni-i Âleme [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] lâzım olan nihayetsiz kudret ve muhît [her şeyi kuşatan] ilim gibi evsâf-ı kemâl, [mükemmel sıfatlar] her mahlûkun her zerresine verilmek lâzım gelir, tâ kendi kendine teşekkül [kendi kendine oluşma] edebilsin.

ON BİRİNCİ KELİME

وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ Yani, dâr-ı fâniden [geçici yer, dünya] dâr-ı bâkiye [sonsuzluk yurdu] dönülecek ve Kadîm-i Bâkînin [varlığının başlangıcı olmayan ve sürekli hayat sahibi Allah] makarr-ı saltanat-ı ebediyesine [sonsuz saltanat merkezi] gidilecek ve kesret-i esbabdan [sebeplerin çokluğu] Vâhid-i Zülcelâlin [bir olan ve herbir varlıkta birliği görülen, celâl, haşmet sahibi, Allah] daire-i kudretine [Allah’ın kudret dairesi; yaratılmış olanlar] gidilecek, dünyadan âhirete geçilecek. Merciiniz Onun dergâhıdır, [Allah’ın yüce katı] melceiniz [sığınak] Onun rahmetidir. Ve hâkezâ…

Şu kelimenin bunlar gibi ifade ettiği pek çok hakikatler var. Şu hakikatlerin içinde, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ile Cennete döneceğinizi ifade eden hakikat ise, Onuncu Sözün on iki burhan-ı kat’î-yi yakîniyle ve Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] pek çok delâil-i katıayı tazammun [içerme, içine alma] eden altı esasıyla o derece kat’î ispat edilmiştir ki, başka beyana hâcet [ihtiyaç] bırakmıyor. Gurub [batış] eden güneşin ertesi sabah yeniden tulû [doğma] edeceği kat’iyetinde o iki Söz ispat etmişler ki, şu dünyanın mânevî güneşi olan hayat dahi, harab-ı dünya [dünyanın sona ermesi, kıyamet] ile gurubundan [batış] sonra, haşrin sabahında bâki bir surette tulû [doğma] edecektir. Ve cin ve insin bir kısmı saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve bir kısmı da şekavet-i ebediyeye [sonsuz mutsuzluk ve azap] mazhar [erişme, nail olma] olacaktır.

Madem Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] bu hakikati kemâliyle ispat etmişler. Sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki:

361

Sabık [daha önceden geçen] beyanatta kat’î ispat edildiği üzere, nihayetsiz bir ilm-i muhît [her şeyi kuşatan ilim] ve hadsiz bir irade-i külliye [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] ve nihayetsiz bir kudret-i mutlaka [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] sahibi olan şu kâinatın Sâni-i Hakîmi [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] ve şu insanların Hâlık-ı Rahîmi, [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] bütün semâvî kitapları ve fermanlarıyla Cenneti ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] nev-i beşerin ehl-i imanına [Allah’a inanan] vaad etmiştir. Madem vaad etmiştir, elbette yapacaktır. Çünkü vaadinde hulf [sözünden dönme] etmek Ona muhaldir. Çünkü vaadini ifa etmemek, gayet çirkin bir noksandır. Kâmil-i Mutlak, [sınırsız mükemmellik ve kusursuzluğun sahibi Allah] noksandan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve mukaddestir. Vaad ettiğini yapmamak, ya cehlinden veya aczinden yapamaz. Halbuki, o Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ve Alîm-i Külli Şey [herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan Allah] hakkında cehil [bilgisizlik] ve acz muhal [bâtıl, boş söz] olduğundan, hulf[sözünden dönme] vaad dahi muhaldir.

Hem başta Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] aleyhissalâtü vesselâm olarak bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve ehl-i iman, [Allah’a inanan] mütemâdiyen [aralıksız, devamlı] o Rahîm-i Kerîmden, [herbir varlığa rahmet ve merhametiyle tecelli eden ve cömertlik sahibi Allah] vaad ettiği saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] rica [ümit] edip yalvarıyorlar ve niyaz edip istiyorlar.

Hem bütün Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] ile beraber istiyorlar. Çünkü, başta şefkati ve rahmeti, adaleti ve hikmeti ve Rahmân ve Rahîm, Âdil ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] isimleri ve rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve saltanatı ve Rab ve Allah isimleri gibi ekser Esmâ-i Hüsnâsı, [Allah’ın en güzel isimleri] daire-i âhireti [âhiret âlemi] ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] iktiza [bir şeyin gereği] ve istilzam [gerektirme] ederler ve tahakkukuna [gerçekleşme] şehadet ve delâlet ediyorlar. Belki, Onuncu Sözde ispat edildiği gibi, bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] bütün hakaikiyle [doğru gerçekler] dâr-ı âhirete [âhiret âlemi] işaret ediyorlar.

Hem, fermân-ı âzam olan Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] binler âyât ve beyyinâtıyla [açık deliller, burhanlar] [delil] ve

362

berâhin-i sadıka-i kat’iyesiyle o hakikati gösteriyor ve talim ediyor. Ve nev-i beşerin mâbihi’l-iftiharı [kendisiyle övünülen] olan Habib-i Ekrem, [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] binler mu’cizât-ı bâhireye [ap açık mu’cizeler] istinad ederek, bütün hayatında, bütün kuvvetiyle o hakikati ders vermiş, ispat etmiş, ilân etmiş, görmüş ve göstermiş.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبارِكْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اَهْلِ الْجَنَّةِ فِى الْجَنَّةِ وَاحْشُرْنَا وَنَاشِرَ -هٰذَا الْمَكْتُوبِ- وَرُفَقَۤائَهُ وَصَاحِبَهُ سَعِيدًا وَوَالِدَيْنَا وَاِخْوَانَنَا وَاَخَوَاتِنَا تَحْتَ لِوَۤائِهِ وَارْزُقْنَا شَفَاعَتَهُ وَاَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ * 1

رَبَّنَا لاَ تُؤَا خِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 2

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ * 3

رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى * وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى * وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى * يَفْقَهُوا قَوْ لِى * 4

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * 5

وَتُبْ عَلَيْنَا اِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ * 6

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 7

ba

363

Yirminci Mektubun

Onuncu Kelimesine Zeyl [ek]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلاَ بِذِكْرِاللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ 3* ضَرَبَ اللهُ مَثَلاً رَجُلاً فِيهِ شُرَكَۤاءُ مُتَشَاكِسُونَ * 4

SUAL: Sen çok yerlerde demişsin ki: “Vahdette [Allah’ın birliği] nihayet derecede kolaylık var; kesrette [çokluk] ve şirkte nihayet müşkülât oluyor. Vahdette [Allah’ın birliği] vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde bir suhulet [kolaylık] var; şirkte imtinâ derecesinde bir suubet [zorluk] var” diyorsun. Halbuki, gösterdiğin müşkülât ve muhâlât, vahdet [Allah’ın birliği] tarafında da cereyan eder. Meselâ, diyorsun: “Eğer zerreler memur olmazlarsa, herbir zerrede, ya bir ilm-i muhît [her şeyi kuşatan ilim] veya bir kudret-i mutlaka [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] veya hadsiz mânevî makineler, matbaalar bulunmak lâzım gelir. Bu ise yüz derece muhaldir.” Halbuki, o zerreler memur-u İlâhî [Allah’ın memuru] de olsalar, yine öyle bir mazhariyet lâzım gelir-tâ hadsiz muntazam vazifelerini yapabilsinler. Bunun hallini isterim.

Elcevap: Çok Sözlerde izah ve ispat etmişiz ki, bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] birtek Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] verilse, birtek mevcut gibi kolay ve suhuletli [kolay] olur. Eğer müteaddit [bir çok] esbaba ve tabiata isnad edilse, birtek sinek semâvât kadar, bir çiçek bir bahar kadar, bir meyve bir bahçe kadar müşkülâtlı ve suubetli [zorluk] olur. Madem şu mesele başka Sözlerde izah ve ispat edilmiş; onlara havale edip, şurada yalnız üç işaretle o hakikate karşı nefsin itmi’nânını [emin olma, tereddütsüz inanma] temin edecek üç temsil beyan edeceğiz.

364

BİRİNCİ TEMSİL: Meselâ şeffaf, parlak bir zerrecik, bizzat kendi başıyla bir kibrit başı kadar bir nur içinde yerleşmez ve ona masdar [fiillerin asıl kökü] olamaz. Kendi cirmi [büyük cisim] kadar ve mahiyeti miktarınca, bil’asâle, [bizzat] cüz’î, [ferdî, küçük] zerre gibi bir nuru olabilir. Fakat o zerrecik, güneşe intisap [bağlanma] edip, ona karşı gözünü açıp baksa, o vakit o koca güneşi ziyasıyla, elvân-ı seb’asıyla, [yedi renk] hararetiyle, hattâ mesafesiyle içine alabilir ve bir nevi tecellî-i âzamına [en büyük tecelli, görünüm] mazhar [erişme, nail olma] olur. Demek, o zerre kendi kendine kalsa, bir zerre kadar ancak iş görebilir. Eğer güneşe memur ve mensup ve mir’at [ayna] sayılsa, güneş gibi, güneşin icraatındaki bir kısım cüz’î [ferdî, küçük] nümunelerini gösterebilir.

İşte, وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 herbir mevcut, hattâ herbir zerre, eğer kesrete [çokluk] ve şirke ve esbaba ve tabiata ve kendi kendine isnad edilse, o vakit herbir zerre, herbir mevcut, ya bir ilm-i muhît [her şeyi kuşatan ilim] ve kudret-i mutlaka [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] sahibi olmalı; veyahut hadsiz mânevî makine ve matbaalar içinde teşekkül [kendi kendine oluşma] etmeli—tâ ona tevdi edilen acip vazifeleri yapabilsin. Eğer o zerreler Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] isnad edilse, o vakit herbir masnu, [san’at eseri] herbir zerre Ona mensup olur, Onun memuru hükmüne geçer. Şu intisabı, [bağlanma, mensup olma] onu tecellîye mazhar [erişme, nail olma] eder. Bu mazhariyet ve intisapla, [bağlanma] nihayetsiz bir ilim ve kudrete istinad eder. Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] kuvvetiyle, milyonlar defa kuvvet-i zâtîsinden fazla işleri, vazifeleri, o intisap [bağlanma] ve istinad sırrıyla yapar.

İKİNCİ TEMSİL: Meselâ iki kardeş var. Birisi cesur, kendine güvenir; diğeri hamiyetli, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] milliyetperverdir. [milliyetçi, milletini seven]

Bir muharebe zamanında, kendine güvenen adam devlete intisap [bağlanma] etmez, kendi başıyla iş görmek ister. Kendi kuvvetinin menbalarını belinde taşımaya mecbur olur. Teçhizatını, cephanelerini kendi kuvvetine göre çekmeye muztardır. [çaresiz] O şahsî ve küçük kuvvet miktarınca, düşman ordusunun bir onbaşısıyla ancak mücadele eder; fazla birşey elinden gelmez.

Öteki kardeş kendine güvenmiyor ve kendisini âciz, kuvvetsiz biliyor; padişaha intisap [bağlanma] etti, askere kaydedildi. O intisapla, [bağlanma] koca bir ordu, ona nokta-i istinad [dayanak noktası]

365

oldu. Ve o istinadla, arkasında, padişahın himmetiyle [ciddi gayret] bir ordunun mânevî kuvveti tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] edilebilir bir kuvve-i mâneviye [mânevî güç] ile harbe atıldı. Tâ düşmanın mağlûp ordusu içindeki şahın büyük bir müşirine [mareşal] rast geldi. Kendi padişahı namına, “Seni esir ediyorum, gel” der, esir eder, getirir.

Şu halin sırrı ve hikmeti şudur ki:

Evvelki başıbozuk, kendi menba-ı kuvvetini [kuvvet kaynağı] ve teçhizatını kendisi taşımaya mecbur olduğu için, gayet cüz’î [ferdî, küçük] iş görebilirdi. Şu memur ise, kendi kuvvetinin menbaı[kaynak] taşımaya mecbur değil; belki onu ordu ve padişah taşıyor. Mevcut telgraf ve telefon teline makinesini küçük bir telle raptetmek [bağlamak] gibi, şu adam bu intisapla [bağlanma] kendini o hadsiz kuvvete rapteder. [bağlama]

İşte, وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 eğer her mahlûk, her zerre doğrudan doğruya Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] isnad edilse ve onlar ona intisap [bağlanma] etseler, o vakit o intisap [bağlanma] kuvvetiyle ve Seyyidinin havliyle, [güç] emriyle, karınca Firavun’un sarayını başına yıkar, başaşağı atar; sinek Nemrut’u gebertip Cehenneme atar; bir mikrop, en cebbar [zorba] bir zalimi kabre sokar; buğday tanesi kadar çam çekirdeği, bir dağ gibi bir çam ağacının destgâhı [iş yeri] ve makinesi hükmüne geçer; havanın zerresi, bütün çiçeklerin, meyvelerin ayrı ayrı işlerinde, teşekkülâtlarında [kendi kendine oluşma] muntazaman, güzelce çalışabilir. Bütün bu kolaylık, bilbedâhe, [açık bir şekilde] memuriyet ve intisaptan [bağlanma] ileri geliyor. Eğer iş başıbozukluğa dönse, esbaba ve kesrete [çokluk] ve kendi kendilerine bırakılıp şirk yolunda gidilse, o vakit herşey cirmi [büyük cisim] kadar ve şuuru miktarınca iş görebilir.

ÜÇÜNCÜ TEMSİL: Meselâ iki arkadaş var; hiç görmedikleri bir memleketin ahvâline [haller] dair istatistikli bir nevi coğrafya yazmak istiyorlar.

Birisi, o memleketin padişahına intisap [bağlanma] edip, telgraf ve telefon dairesine girer. On paralık bir telle kendi telefon makinesini devletin teline rapteder. [bağlama] Her yerle görüşür, muhabere eder, malûmat alır. Gayet muntazam ve mükemmel coğrafya istatistiğine ait san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir eser yapar.

Öteki arkadaş ise, ya elli sene mütemadiyen gezecek ve müşkülâtla her yeri

366

görüp her hâdiseyi işitecek; veyahut milyonlarla lirayı sarf edip, devletin tel ve telefon temdidatı [uzanan hatlar, uzatmalar] kadar ve padişah gibi telgraf sahibi olacak. Tâ, evvelki arkadaşı gibi o mükemmel eseri yapsın.

Öyle de, وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 eğer hadsiz eşya ve mahlûkat Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] verilse, o vakit o irtibatla herşey birer mazhar [erişme, nail olma] olur. O Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] tecellîsine mazhariyetle, kavânin-i hikmetine [hikmet kanunları] ve desâtir-i ilmiyesine [ilmin düsturları, [kâide, kural] kuralları] ve nevâmis-i kudretine [kudret kânunları, namusları] irtibat peydâ eder. O vakit, havl [güç] ve kuvvet-i İlâhiye [ilâhî güç, kuvvet] ile herşeyi görür bir gözü ve her yere bakar bir yüzü ve her işe geçer bir sözü hükmünde bir cilve-i Rabbâniyeye [Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin ve onları terbiye, idare ve egemenliği altında bulundurmasının izi, görüntüsü] mazhar [erişme, nail olma] olur. Eğer o intisap [bağlanma] kesilse, o şey, bütün eşyadan dahi inkıta’ [kesintiye uğrama] eder, cirmi [büyük cisim] kadar bir küçüklüğe sığışır. O halde bir ulûhiyet-i mutlaka [hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık] sahibi olmalı ki, evvelki vaziyette gördüğü işleri görebilsin.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Vahdet [Allah’ın birliği] ve iman yolunda, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde bir suhulet [kolaylık] ve kolaylık var. Şirk ve esbabda, imtinâ derecesinde müşkülât ve suubet [zorluk] var. Çünkü bir vâhid, [bir] külfetsiz olarak, kesîr [çok, çeşitli] eşyaya bir vaziyet verir ve bir neticeyi istihsal [elde etme, ele geçirme] eder. Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal [elde etme, ele geçirme] etmeyi, o eşya-yı kesîreye [çokça olan, çeşitli olan şeyler, varlıklar] havale edilse, o vakit pek çok külfetle ve pek çok hareketlerle ancak o vaziyet alınır ve o netice istihsal [elde etme, ele geçirme] edilir.

Meselâ, Üçüncü Mektupta denildiği gibi, semâvât meydanında, şems ve kamer [ay] kumandası altında yıldızlar ordusunu harekete getirmekle, her gece ve her sene, şâşaalı, tesbihkârâne [tesbih edercesine] bir seyeran [gezi, seyretme] ve cereyan vermek demek olan cazibedar, sevimli vaziyet-i semâviye ve mevsimlerin değişmesi gibi büyük maslahatların [amaç, yarar] vücut bulması demek olan o ulvî, hikmetli netice-i arziye, [dünyanın dönmesiyle sebep olduğu sonuçlar] eğer vahdete [Allah’ın birliği] verilse, o Sultan-ı Ezel, [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] kolayca, küre-i arz [yer küre, dünya] gibi bir neferi o vaziyet ve o netice için

367

ecrâm-ı ulviyeye [gök cisimleri] kumandan tayin eder. O vakit, arz, emir aldıktan sonra, memuriyet neş’esinden, Mevlevî gibi zikir ve semâa kalkar, az bir masrafla o güzel vaziyet hâsıl olur, o mühim netice vücut bulur. Eğer arza “Sen dur, karışma” denilse ve o netice ve o vaziyetin istihsali [elde etme, ele geçirme] de semâvâta havale edilse ve vahdetten [Allah’ın birliği] kesrete [çokluk] ve şirke gidilse, her gün ve her sene, binler derece küre-i arzdan [yer küre, dünya] büyük olan milyonlar adedince yıldızlar hareket etmek, milyarlar sene mesafeyi yirmi dört saatte ve bir senede kestirmek lâzımdır.

Netice-i meram: [maksadın neticesi] Kur’ân ve ehl-i iman, [Allah’a inanan] hadsiz masnua[san’at eseri] bir Sâni-i Vâhide [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] verir, doğrudan doğruya her işi Ona isnad eder, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde suhuletli [kolay] bir yolda gider, sevk eder. Ve ehl-i şirk [Allah’a ortak koşanlar] ve tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] bir masnu-u vâhidi [tek bir elden çıkmış sanat eseri] hadsiz esbaba isnad ederek, imtinâ derecesinde suubetli [zorluk] bir yolda gider. Şu halde, Kur’ân yolunda bütün masnuat [sanat eseri] ile, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolunda bir masnu-u vâhid [tek bir elden çıkmış sanat eseri] beraberdirler. Hattâ, belki bütün eşyanın vâhidden suduru, [bir şeyden çıkma, olma] bir vâhidin hadsiz eşyadan sudurundan [bir şeyden çıkma, olma] çok derece eshel [daha kolay] ve kolaydır. Nasıl ki bir zabit, [subay] bin neferin [asker] tedbirini bir nefer [asker] gibi kolay yapar. Ve bir neferin [asker] tedbiri bin zabite [subay] havale edilse, bin nefer [asker] kadar müşkülâtlı olur, keşmekeşe sebebiyet verir.

İşte şu hakikati, şu âyet-i azîme, [büyük ve yüce âyet] ehl-i şirkin [Allah’a ortak koşanlar] başına vuruyor, dağıtıyor:

ضَرَبَ اللهُ مَثَلاً رَجُلاً فِيهِ شُرَكَۤاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلاً سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاً * اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لاَ يَعْلَمُون * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

368

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَۤائِنَاتِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ اٰمِينَ، وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 1

اَللّٰهُمَّ يَا اَحَدُ يَا وَاحِدُ يَا صَمَدُ يَا مَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ.. * يَا مَنْ لَهُ الْمُلْكُ وَلهُ الْحَمْدُ.. وَيَا مَنْ يُحْيِى وَيُمِيتُ.. يَا مَنْ بِيَدِهِ الْخَيْرُ.. * يَا مَنْ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ.. يَا مَنْ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ.. * بِحَقِّ اَسْرَارِ هٰذِهِ الْكَلِمَاتِ اِجْعَلْ نَاشِرَ هٰذِهِ الرِّسَالَةِ وَرُفَقَۤائَهُ وَصَاحِبَهَا سَعِيدًا مِنَ الْمُوَحِّدِينَ الْكَامِلِينَ وَمِنَ الصِّدِّيقِينَ الْمُحَقِّقِينَ وَمِنَ الْمُؤْمِنِينَ الْمُتَّقِينَ اٰمِينَ * اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ سِرِّ اَحَدِيَّتِكَ اِجْعَلْ نَاشِرَ هٰذَا الْكِتَابِ نَاشِرًا لاَسْرَارِ التَّوْحِيدِ وَقَلْبَهُ مَظْهَرًا ِلاَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَلِسَانَهُ نَاطِقًا بِحَقَۤائِقِ الْقُرْاٰنِ. اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ * 2