MESNEVÎ-İ NURİYE – Lem’alar (19-32)

19

 Lem’alar

Türkçe Risale-i Nur’un Yirmi İkinci Sözüyle aynı mealdedir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ 1* لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 2* فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ 3* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ 4* مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا * 5

Ey daire-i esbabdan [sebepler dairesi] zuhur eden işleri, hâdiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil! Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek, daire-i esbab, [sebepler dairesi] hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebliğatı o daireden yapılıyor. Çünkü, izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.

Evet, Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] memurları vardır, ama icraatçıları değillerdir ki, saltanat ve rububiyetinde [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ortak olsunlar. Ancak o memurların vazifesi dellâllıktır [davetçi, ilan edici] ki, kudretin icraatını ilân ediyorlar. Veya o memurlar, nâzır müşahitlerdir ki,

20

gördükleri evâmir-i tekviniyeye [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] karşı yaptıkları itaat ve inkıyad [boyun eğme] ile istidatlarına [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] göre bir nevi ibadet yapmış olurlar. Demek esbab, [sebebler] ancak ve ancak kudretin izzetini, [büyüklük, yücelik] rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetini izhar [açığa çıkarma, gösterme] için vaz edilmiş birtakım vasıtalardır. Yoksa, kudretin acz ve ihtiyacı için muavenet [yardım] eden yardımcı değillerdir. Beşer sultanlarının memurları ise, sultanların ihtiyaç ve aczlerini def için tayinlerine zaruret hasıl olan yardımcı ve ortaklarıdır. Binaenaleyh, Allah’ın memurlarıyla insanın memurları arasında münasebet yoktur. Yalnız gafil ve cahil olanlar hâdiselerde ve vukuattaki hikmetleri, güzellikleri göremediklerinden, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şekva ve şikâyetlere başlarlar. İşte o şekva ve şikâyetlerin hedefini değiştirmek için esbab [sebebler] vaz edilmiştir. Çünkü, kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i lâtif [güzel ve hoş bir örnek, suret, şekil] sûretinde bir temsil-i mânevî [mânevi örnek, benzetme] rivayet ediliyor ki:

Hazret-i Azrail aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] demiş ki:

Kabz-ı ervah [ruhları teslim alma] vazifesinde Senin ibâdın benden şekva edecekler. Benden küsecekler.”

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] lisan-ı hikmetle [hikmet dili] ona demiş ki:

“Seninle ibâdımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sana küsmesinler.”

Evet, nasıl ki hastalıklar perdedir, ecelde tevehhüm [kuruntu] olunan fenalıklara mercidirler. Ve kabz-ı ervahta [ruhları teslim alma] hakikî olarak hikmet ve güzellik, Hazret-i Azrail aleyhisselâm’ın vazifesine mütealliktir. [alakalı, ilgili] Öyle de, Hazret-i Azrail aleyhisselâm da bir perdedir. Kabz-ı ervahta [ruhları teslim alma] zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemâline münasip düşmeyen bazı hâlâta [durumlar, haller] merci olmak için o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlâhiyyeye bir perdedir.

Evet, izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet ister ki, esbab [sebebler] perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab [sebebler] ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. [gerçek tesir]

ba

21

 Tenbih

Arkadaş,

Tevhid iki çeşit olur:

Birisi âmiyâne tevhiddir ki, “Allah’ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür” der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşmeleri korkusu vardır.

İkincisi hakikî tevhiddir ki, “Allah birdir, mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] Onundur, vücut Onundur, herşey Onundur” der; lâyetezelzel [sarsılmaz] bir itikada [inanç] sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri, herşeyin üstünde Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sikkesini [mühür] görür ve herşeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi [alışkanlık] mâliki olurlar ki, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve evhamın taarruzundan kurtulurlar.

Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] istifade ettiğimiz ikinci kısım tevhidin birkaç mertebelerini birkaç lem’a [parıltı] zımnında [iç] izah edeceğiz:

BİRİNCİ LEM’A: [parıltı] Bakınız: Herbir masnûun yüzünde öyle bir sikke [mühür] vardır ki, ancak herşeyi halk eden Hâlıka mahsustur. Ve herbir mahlûkun cephesinde öyle bir hâtem [mühür] vurulmuştur ki, herşeyi yapan Sâniden [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] maada kimsede o hâtem [mühür] bulunmaz. Ve kudretin neşrettiği mektuplarından herbir mektubun âhirinde, taklidi kàbil [gibi] olamayan öyle bir turra [mühür, nişan] vardır ki, ancak Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebede hastır. O gibi sikkelerden [mühür] yalnız hayat üzerinde parlayan sikke-i i’câza [mu’cizelik damgası] bakınız ki, hayatla birşeyden pek çok şeyler husule [meydana gelme] gelir, icad edilir. Ve pek çok şeyler dahi bir şey-i vahide emr-i Rabbâniyle inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ederler. Meselâ, su, bir şey-i vahid iken pek çok uzuvlara, cihazlara Allah’ın izniyle menşe olur, icad edilirler. Ve mideye giren pek çok muhtelif yemekler ve meyvelerden Hâlık-ı Teâlâ tek bir cismi icad eder, tek bir cisim husule [meydana gelme] getirir.

22

İşte kalb, akıl, şuur sahibi olan bir adam, bu ciheti düşünürse anlar ki, bir şeyden çok şeyleri îcad edip çıkartmak ve çok şeyleri birşeye tahvil [değişme, dönüşme] etmek, ancak herşeyi halk eden ve herşeyi yapan Sânia [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mahsus bir sikkedir. [mühür]

İKİNCİ LEM’A: [parıltı] Sayısız hâtemlerden canlı mahlûkata vaz’ [koyma, yerleştirme] edilen hayat hâtemine bakınız. Evet, canlı bir mahlûk, câmiiyeti [kapsayıcılık] itibarıyla, kâinata küçük bir misaldir, şecere-i âleme güzel ve tatlı bir meyvedir, kevn [varlık, âlem, kâinat] ve vücuda bir nüvedir [çekirdek] ki, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o nüvede [çekirdek] pek çok âlemlerin örneklerini derc [yerleştirme] etmiştir. Sanki, o zîhayat [canlı] gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] muayyen nizamlarla bütün vücutlardan sağılmış bir katre [damla] veya bir noktadır. Bu itibarla, bir zîhayatı [canlı] halk etmek, bütün kâinatı yed-i tasarrufuna alan Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] maada hiçbirşeye isnad edilemez.

Evet, aklı bozulmayan bir şahıs, teemmülü [düşünme, inceden inceye araştırma] neticesinde anlar ki, meselâ balarısını pek çok şeylere fihriste yapan ve kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] ekser mesâilini [meseleler] insanın mahiyetinde yazan ve incir nüvesinde [çekirdek] incir ağacının programını derc [yerleştirme] eden ve insanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan ve beşerin kuvve-i hafızasında [bellek, hafıza duyusu] tarih-i hayatını [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] taallûkatıyla [yakınlar, akrabalar] beraber yazan, ancak ve ancak herşeyi yaratan Hâlık [her şeyi yaratan Allah] olabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnız ve yalnız Rabbü’l-Âlemîne [âlemlerin Rabbi olan Allah] mahsus bir hâtemdir.

ÜÇÜNCÜ LEM’A: [parıltı] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] canlı mahlûkata bastığı hayat hâteminin gayr-ı mütenâhî nakış [işleme] ve keyfiyetlerinden bir nümuneyi göstereceğiz. Şöyle ki:

Nasıl ki suyun katrelerinden, [damla] şişenin parçalarından tut, seyyar yıldızlara kadar şeffaf veya şeffaf gibi herşeyde şemsin cilvelerinden şemse mahsus bir turra, [mühür, nişan] bir cilve bulunur. Kezalik, [böylece, bunun gibi] Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] de bütün canlı mahlûkatta “ihya [diriltme] ve nefh-i hayat” cihetiyle bir tecellî-i ehadiyeti [Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi] vardır ki, bütün esbab [sebebler] iktidar ve

23

ihtiyar sahibi oldukları farz edilse dahi, o sikkenin [mühür] ne mislini [benzer] ve ne taklidini, ne münferiden ve ne müçtemian [toplamış] yapmaktan acizdirler. Buna binaen, şeffaf şeylerde görünen o timsaller [görüntü] şemsin timsali [görüntü] olup, şemsten o şeffaf şeylere in’ikâs [yansıma] etmiş olduklarına hükmedilmediği takdirde, o sayısız katrelerde [damla] ve zerrelerde, herbirisinde hakikî bir şemsin maddesiyle mevcut bulunduğuna hükmetmek lâzım gelir.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] şualar menzilesinde olan tecellî-i esmasının nokta-i merkeziyesi olan hayat, Şems-i Ezelîye [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] isnad edilmediği takdirde, bir sineğe, bir çiçeğe varıncaya kadar herbir zîhayatta [canlı] nihayetsiz bir kudret, muhit bir ilim, mutlak bir irade gibi, Vacibü’l-Vücuddan [varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah] maada hiçbirşeyde vücudu mümkün olmayan sair sıfatların mevcut olmasına cahilâne, [cahilce, bilgisizce] ahmakane, gülünç bir batıl hüküm lâzım gelir. Ve aynı zamanda, şu batıl hükümle, herbir zerreye ve herbir sebebe bir ulûhiyet-i mutlaka[hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık] isnad etmekle sayısız şerikleri ispat etmek mecburiyeti hasıl olur.

Maahaza, [bununla birlikte] tohum olacak bir habbe [dane, tohum] veya bir çekirdekteki garip, acip, muntazam vaziyete bakınız ki, o habbe, [dane, tohum] tohumu olacak cismin bütün eczasıyla münasebettar [alâkalı, ilgili] olduğu gibi, nev’iyle, yani ebnâ-yı cinsiyle [aynı cins ve türden gelenler] de ve bütün mevcudatla [var edilenler, varlıklar] da münasebetleri vardır. Ve onlara karşı o münasebetleri nisbetinde vazifeleri vardır. Eğer o tohumcuk habbenin Kadir-i Mutlaktan [herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] nisbeti kesilip kendi nefsine isnad edilirse, yani kendi kendine olmuştur denilirse, herbir tohumda, herşeyi görecek bir gözün ve herşeye muhit bir ilmin bulunmasını itikad [inanç] etmek lâzım gelir. Bu ise, sabık [daha önceden geçen] temsilde, herbir şeffaf zerrede hakikî bir şemsin vücudunu iddia etmek gibi gülünç bir hamakattir. [ahmaklık]

24

DÖRDÜNCÜ LEM’A: [parıltı] Bir kitap el yazısıyla yazılırsa, yalnız bir adama ve bir kaleme ihtiyaç vardır. Fakat matbaada basılırsa, kalem işini gören pek çok demir kalemler lâzımdır. Ve o demir harfleri yapmak için ustalar ve âlât [aletler] ve edevat ve mürettipler gibi çok şeylere ihtiyaç olur. Kezalik, [böylece, bunun gibi] şu kitab-ı kâinatta [kâinat kitabı] yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vahid-i Ehadin kalem-i kudretiyle [Allah’ın kudret kalemi] yazılmış olduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve mâkul bir yola sülûk [mânevî yol alma] etmiş olur. Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina [imkansızlık] ve muhalin en suubetli [zorluk] ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. Çünkü, bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın [canlı] tab’ [baskı basma] ve bastırılması için ekser kâinatın tab’ına [baskı basma] lâzım olan teçhizat lâzımdır. Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir.

Ve keza, toprağın, suyun, havanın herbir cüz’ünde, nebatat [bitkiler] adedince mânevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif [birbirinden farklı] sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilâtını yapabilsinler. Veyahut o nebatatı [bitki] o kadar ziynet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun herbir cüz’ünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hassalarını, cihazlarını ve mizanlarını [ölçü] bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır. Çünkü, bu üç unsurun herbir cüz’ü, herbir nebatın [bitki] teşkiline medar [kaynak, dayanak] ve menşe olabilir. Evet, bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın [bitki] tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh, ikinci yola zehab edenlerce, o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki, hurafeciler dahi bundan utanıyorlar.

BEŞİNCİ LEM’A: [parıltı] Bir kitapta yazılı bir harf, yalnız bir cihetle kendisini gösterir ve kendisine delâlet eder. Fakat o harf, kâtibine çok cihetlerle delâlet eder ve nakkaşını [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] târif eder.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] kitab-ı kâinatta [kâinat kitabı] mücessem [cisimleşmiş] olarak yazılan herbir kelime, kendi miktarınca kendini gösterirse de, pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian [toplamış] Sâniini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] gösterir, esmâsını izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder. Ve kendi evsafıyla, [vasıflar, nitelikler] eşkâliyle, nakışlarıyla, [işleme]

25

âdeta Sâniini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] medih [övgü] için yazılmış bir kasidedir. [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] Buna binaen, meşhur Hebenneka gibi ahmaklaşan bir adam dahi Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] inkârına gitmemek gerektir.

ALTINCI LEM’A: [parıltı] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bütün cüz ve cüz’îlerde [ferdî, küçük] sikke-i mahsusasını [özel mühür] ve bütün küll [bütün] ve küllîlerde has hâtemini vaz’ [koyma, yerleştirme] ettiği gibi, aktar-ı semâvat ve arzı, hâtem-i vahidiyetle [Allah’ın birlik mührü] ve mecmu-u kâinatı sikke-i ehadiyetle [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] mühürlemiştir. Mezkûr [adı geçen] sikke [mühür] ve hâtemlerden, meselâ,

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْىِ الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

âyetinin işaret ettiği ihya [diriltme] ve nefh-i ruh keyfiyetindeki hâtem-i İlâhîye bakınız ki, pek çok garip garip haşirleri, acip acip neşirleri göresiniz!

Evet, bilhassa arzın ihyasında, [diriltme] her sene üç yüz binden fazla saha-i vücuda [varlık sahası, alanı] getirilen mahlûkatın nevilerinde haşir ve neşirler [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] vardır. Lâkin, bilinmez bir hikmete binaen, şu haşir ve neşirlerin [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] ekserîsinde, iade edilen emsal aralarındaki misliyet [benzer] o kadar ayniyete [aynılık, aynı oluş] karibdir [yakın] ki, hemen hemen, dirilen evvelkinin ne aynı ve ne gayrıdır denilebilir. Her ne ise, misliyet, [benzer] ayniyet [aynılık, aynı oluş] mevzuu bahis değildir. Her nasıl olursa olsun, o haşir neşirler beşerin suhulet-i haşrine delâlet ettikleri gibi, beşerin haşrine birer misal ve birer örnek olabilirler.

İşte, birbirine muhalif, nihayet derecede karışık olan o envâ-ı kesireyi kemâl-i imtiyazla ihya [diriltme] etmek ve hatasız, haltsız, galatsız [hatasız, yanlışsız] olarak mümtazâne [seçkin] iade etmek,

26

nihayetsiz bir kudrete ve muhit bir ilme sahip olan Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] hâtem-i has ve sikke-i mahsusasıdır. [özel mühür]

Ve keza, sath-ı arz [yeryüzü] sahifesinde kusursuz, noksansız, sehivsiz, [hatasız] kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] üç yüz binden fazla risaleleri yazmak, öyle bir Zâtın sikke-i mahsusasıdır [özel mühür] ki, herşeyin içyüzü, herşeyin kilidi onun elindedir. Ve hiçbirşey onun teveccühünü [ilgi] başkasından çevirip kendisine hasredemez.

Hülâsa: [esas, öz] Sath-ı arzda, [yeryüzü] altı ay zarfında, beşerin haşrini [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] temsil eden o sayısız haşir ve neşirlerde [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] görünen rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] o tasarruf-u azîminde pek yüksek, büyük ve ince nakış[işleme] bir hâtemi vardır. Mahlûkatın icadında görünen şu intizamlar, suhuletler, [kolaylık] sür’atler, imtiyazlar hep o hâtemin parıltısından meydana geliyorlar. Evet, her bahar mevsiminde pek hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] basîrâne, [görerek] kerîmâne [çok cömert bir şekilde] faaliyetler başlar ve harikulâde san’atlar yapılır. Ve bütün bu ameliyat, kemâl-i sür’atle, [çok hızlı] suhuletle, [kolaylıkla] muntazaman cereyan etmekte olduğu görünür.

İşte, bu harikulâde faaliyetler öyle bir Zâtın hâtemidir ki, hiçbir mekânda olmadığı halde, her mekânda ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırdır.

YEDİNCİ LEM’A: [parıltı] Bakınız, aktar-ı semavat ve arz sahifeleri üstünde hâtem-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] göründüğü gibi, kâinatın heyet-i mecmuasının [birşeyin geneli, bütün] büyük sahifesi üzerinde de pek vazıh [açık, âşikar] bir surette hâtem-i tevhid görünmektedir.

Evet, bu âlem pek muhteşem bir saray veya muntazam bir fabrika veya mükemmel bir şehirdir. Bu fabrika-i kâinatın [bir fabrika gibi işleyen kâinat, evren] eczası, efradı [bireyler] ve envâı, [tür] âlât [aletler] ve edevatı arasında hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] bir muarefe [karşılıklı görüşme, tanışma] ve tanışmak ve dostâne bir mükâleme [karşılıklı konuşma] ve konuşmak ve pek kerîmâne [çok cömert bir şekilde] bir muavenet [yardım] ve yardımlaşmak vardır ki, kemâl-i sür’atle [çok hızlı] pek uzun mesafelerden birbirinin savtını [ses] işitir ve ihtiyacını görür gibi derhal imdadına yetişir, ihtiyacını def eder. Evet, semadaki ecram [büyük cisimler] ve yıldızların birbirine

27

ve arza verdikleri ziya, hararet, bilhassa arza yaptıkları sair yardımlarını görüyorsunuz. Ve keza, bulutla arz arasında cereyan eden su alışverişine bakınız ki, arz, suyu buhar şeklinde buluta veriyor, bulut da kendi fabrikalarında lâzım gelen ameliyatı yaptıktan sonra buz, kar, yağmur şeklinde iade ediyor. Sanki o camid [cansız] cirimler, [büyük cisim] lisan-ı halleriyle [beden dili] telsiz telgraf gibi birbiriyle konuşur ve yekdiğerine [bir diğer şey] arz-ı ihtiyaç ediyorlar. Bilhassa bütün o ecram [büyük cisimler] âdeta el ele vermiş gibi, kemâl-i ciddiyetle [çok ciddî olarak] zevilhayata [canlılar] lâzım olan şeyleri tedarik etmek hizmetinde sa’y [çalışma] ediyorlar ve bir Müdebbirin [idare eden, çekip çeviren] emrine bağlı olup bir gayeye teveccüh [ilgi] ediyorlar.

Evet, şu teavün [yardımlaşma] kanununa ittibaen, [tabi olma, uyma] şems, kamer, [ay] gece ve gündüz, yaz ve kış taraflarından yapılan yardımlar sayesinde, şu hayvanların erzakını yetiştiren nebatat [bitkiler] izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile meydana gelir. Hayvanat da emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile beşerin ihtiyacatını yerine getirir. Balarısıyla ipekböceğinin insanlara yaptıkları yardımlar, bu dâvâyı ispat eder.

Evet, bu gibi eşya-yı camidenin yekdiğerine [bir diğer şey] yaptıkları şu yardımlar, pek âşikâr bir delildir ki, onlar kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Müdebbirin [idare eden, çekip çeviren] hademesi ve amelesi olup Onun emriyle, izniyle iş görürler.

SEKİZİNCİ LEM’A: [parıltı] Gıda olarak mahlûkata, bilhassa hayvanata taksim edilen rızıklara dikkat lâzımdır ki, bu rızık vakt-i muayyeninde yetişir, vakt-i ihtiyaçta sevk edilir. Ve derece-i ihtiyaç [ihtiyaç derecesi] nisbetinde yapılan sevkiyatta büyük bir intizam vardır. İşte, bu umumî rızık hakkında görünen geniş ve muntazam rahmet ve inayetler, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ancak herşeyin mürebbîsi [eğitici, terbiye edici] ve herşeyin müdebbiri [idare eden, çekip çeviren] ve herşey yed-i teshîrinde bulunan bir Zâtın hâtem-i hassı olabilir.

DOKUZUNCU LEM’A:Bakınız, [parıltı] âlem-i arz [dünya âlemi] ve bütün cüz’iyat üstünde hâtem-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] bulunduğu gibi, dağınık neviler ve muhit unsurlar üstünde de aynen o hâtem-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] bulunur.

28

Evet, bir tarlaya tohum ekilmesinden anlaşılıyor ki, o tarla tohum sahibinin mülküdür. Ve o tohum da, o tarla sahibinin malıdır. Yani, o buna, bu da ona şehadet ediyorlar.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] kâinattaki masnuat, [sanat eseri] tohum gibidir. Âlem ve anasır [unsurlar, elementler] da tarla gibidir. Her iki tarafın lisan-ı halleriyle [beden dili] ettikleri şehadete göre, masnua[san’at eseri] ile âlem-i anasır, [unsurlar âlemi; elementler, atomlar dünyası] yani tohum ile tarla ve muhit ile muhat, hep bir Sâni-i Vâhidin [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] yed-i tasarrufundadır. Demek ednâ [basit, aşağı] bir mahlûka yapılan tasarruf-u hakikî [gerçek anlamda dilediği gibi kullanma ve yönetme] ve zayıf bir mevcuda edilen tevcih-i [yöneltme] rububiyet, âlem ve anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] bulunan Zâta mahsus olduğu gibi, herhangi bir unsurun da tedvir [çekip çevirme] ve tedbiri, bütün hayvanat ve nebatatı [bitki] kabza-i rububiyetinde [rububiyet eli] tutup terbiye eden aynen o Zâta mahsustur. İşte, hâtem-i tevhid dediğimiz budur. Eğer birşeye temellük [sahiplenme] etmeye niyetin varsa, meydana çık, kendini tecrübe et, bak ne söylüyorlar: En cüz’î [ferdî, küçük] bir fert, “Ancak nev’imi yaratan beni yaratabilir” diyor. Çünkü efrad [bireyler] arasında misliyet [benzer] vardır. Ve arzın her tarafında dağınık bir surette bulunan en küçük bir nevi, “Beni yaratabilen ancak arzı yaratandır” söylüyor.

Arza bak, ne söylüyor: Sema ile aralarında alışverişi bulunduğu için, “Beni halk edebilen, ancak mecmû-u kâinatı halk eden Zâttır” diyor. Çünkü aralarında tesanüt [dayanışma] vardır.

ONUNCU LEM’A: [parıltı] Arkadaş! Hayat ve ihya [diriltme] ve zevilhayatla [canlılar] herbir cüz ve cüz’îye [ferdî, küçük] ve herbir küll [bütün] ve küllîye ve kâinatın heyet-i mecmuasına [birşeyin geneli, bütün] darb edilen tevhid hâtemlerinden bir kısım misalleri, mezkûr [adı geçen] beyanattan anlaşıldı. Şimdi dinle: Envâ [tür] ve külliyat üstüne vaz edilen vahdaniyet [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] sikkelerinden [mühür] bir taneyi zikredeceğiz. Şöyle ki:

Tek bir semere ile semeredar şecerenin [ağaç] yaratılışlarındaki suubet [zorluk] ve suhulet [kolaylık]

29

birdir. Çünkü ikisi de bir merkeze bakar, bir kanuna bağlıdır, terbiye ve keyfiyetleri birdir. Malûmdur ki, merkezin ittihadı, [birleşme] kanunun vahdeti, [Allah’ın birliği] terbiyenin vahdaniyeti [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] sayesinde külfet, meşakkat, masraf azalır ve öyle bir kolaylık hasıl olur ki, pek çok semereleri [meyve] olan bir ağaç yed-i vâhide, tek bir semerenin [meyve] yapılışı da eyâdi-i kesireye tevdi edildiği zaman, her iki tarafın yapılışları suhuletçe [kolaylık] bir olur. Ve aralarında yaratılışça fark yoktur. Çok adamlar tarafından yapılan bir semerenin [meyve] terbiyesi için lâzım olan cihazat ve âlat ve edevat ve saire, bir adam tarafından yapılan semeredar [meyve] şecerenin [ağaç] terbiye ve yapılması için de aynen o kadar malzeme lâzımdır. Yalnız keyfiyetçe fark olabilir.

Meselâ: Bir ordu askere yapılan elbise tedariki için ne kadar âlât, [aletler] edevat ve makine lâzımdır; bir neferin [asker] elbisesi için de o kadar âlât [aletler] ve edevat lâzımdır. Ve keza, bir kitabın bin nüshasıyla bir nüshasının ücreti matbaaca birdir. Bazan da tek bir nüshanın tab’ı, [baskı basma] daha fazla bir ücrete tâbi tutulur. Buna kıyasen, bir matbaayı bırakıp çok matbaalara başvurulursa, bir kaç kat fazla ücretlerin verilmesi lâzım gelir.

Evet, kesret [çokluk] vahdete [Allah’ın birliği] isnad edilmediği takdirde, vahdeti [Allah’ın birliği] kesrete [çokluk] isnad etmek mecburiyeti hasıl olur. Demek, dağınık bir nev’in icadındaki suhulet-i harika, vahdet [Allah’ın birliği] ve tevhid sırrına bağlıdır.

ON BİRİNCİ LEM’A: [parıltı] Arkadaş! Bir nev’in efradı [bireyler] arasındaki tevafuk ve bir cinsin envâı [tür] arasında âzâ-yı esasiyede [temel organlar] bulunan müşabehet, [benzeme] sikkenin [mühür] ittihadına, [birleşme] kalemin vahdetine [Allah’ın birliği] delâlet ettiklerinden anlaşılıyor ki, bütün mütevafık ve müteşabihler, [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] yani birbirine benzeyen çokluk, bir Zât-ı Vâhidin [bir ve tek olan Zât, Allah] eser-i san’atıdır. [san’at eseri]

Kezalik, [böylece, bunun gibi] inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve icadlarda görünen şu suhulet-i mutlaka, [sınırsız kolaylık] bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bir Sâni-i Vâhidin [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] eseri olduğunu, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde istilzam [gerektirme] ediyor. Aksi halde, suubet, [zorluk] güçlük öyle bir derece-i imtinâ ve muhaliyete [imkansızlık] çıkacaktır ki, o cins ve nevilerin ademden vücuda çıkmalarına bir sed çekilmiş olur. Binaenaleyh,

30

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zâtında şeriki olmadığı gibi—çünkü intizam bozulur, âlem fesada gider—fiilinde de şeriki yoktur. Çünkü, suubetten, [zorluk] güçlükten dolayı âlemin ademden çıkmamasına sebep olur.

ON İKİNCİ LEM’A: [parıltı] Arkadaş! Hayat, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] burhan [delil] olduğu gibi, mevt [ölüm] de devam ve bekasına bir delildir.

Evet, nasıl akan nehirlerin, dalgalanan denizlerin kabarcıkları ve yeryüzünde bulunan sair şeffaflar, şemsin ziyâ ve timsallerini [görüntü] göstermekle şemsin vücuduna şehadet ettikleri gibi, o kabarcık gibi şeffaflar ölüp söndükten sonra yerlerine müteselsilen [zincirleme bir şekilde] gelip geçen emsalleri, yine şemsin ziyâ ve timsallerini [görüntü] gösterdiklerinden, şemsin devam ve bekasına ve bütün o şuâat, celevat ve timsallerin [görüntü] bir şems-i vâhidin eseri olduklarına şehadet ediyorlar. İşte o şeffaflar, vücutlarıyla şemsin vücuduna ve ademleri ve ölümleriyle de şemsin devam ve bekasına delâlet ediyorlar.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] mevcudat, [var edilenler, varlıklar] vücuduyla Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve ölüm ve zevaliyle, [geçip gitme] teceddüdî [yenileme] bir teselsülle [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] yerlerine gelen emsali, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ezelî ve ebedî vâhidiyetine [Allah’ın birliği] şehadet ediyorlar.

Evet, leyl ve neharın [gündüz] ihtilâfı, fusul-i erbaanın tahavvülü [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve unsurların tebeddülü hengâmlarında [ân, zaman] meydana çıkan şu güzel mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve bu lâtif [berrak, şirin, hoş] masnuatta [san’at eseri] devam ile cereyan eden mübadele [değiş tokuş] ve devr ü teslim muamelesi kat’î bir şehadetle, sermedî, [daimi, sürekli] âlî, [yüce] dâimüttecellî bir Sahib-i Cemâlin vücuduna ve bekasına ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eden kat’î bir burhandır. [delil]

Ve keza, senevî [yıllık] inkılâplarda, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] müsebbebatla [netice, eser, sebebin sonucu] esbabın birlikte ölüm ve zevali [geçip gitme] ve sonradan ikisinin yine birlikte iâdeleri, esbabın da müsebbebat [sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar] gibi âciz masnu [san’at eseri]

31

ve mahlûklardan [varlıklar] olduğuna delâlet ettiği gibi, bu masnuat [sanat eseri] ve mevcudatın, [var edilenler, varlıklar] bir Zât-ı Vâhidin [bir ve tek olan Zât, Allah] müteceddid [yenilenen, tazelenen] bir san’atı olduğuna da şehadet eder.

ON ÜÇÜNCÜ LEM’A: [parıltı] Arkadaş! Zerrelerden tut, seyyarelere [gezegen] kadar ve nakışlardan [işleme] şemslere varıncaya kadar herşey, zâtında, hakikatinde sabit olan acz ve fakrın lisan-ı haliyle [beden dili] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ilân eder.

Ve keza, acziyle beraber, nizam-ı umumînin [genel düzen] bozulmaması için, hâmil [taşıyan] bulunduğu acip ve mühim vazifeler cihetiyle Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] delâlet eder. Binaenaleyh, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vâcip ve vâhid [bir] olduğuna herşeyde iki şahit olduğu gibi, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] ehad [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve samed [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] olduğuna da herbir zîhayatta [canlı] iki âyet vardır.1

ON DÖRDÜNCÜ LEM’A: [parıltı] Arkadaş! Mevcudat, [var edilenler, varlıklar] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ettiği gibi, celâlî, cemâlî, kemâlî olan cemî [bütün] sıfâtına da delâlet etmekle, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] zâtında naks [eksiklik, noksanlık] ve kusur olmadığını ve şuûnatında, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] sıfâtında ve esmâsında ve ef’âlinde [fiiler, davranışlar] de naks [eksiklik, noksanlık] ve kusur bulunmadığını ilân ediyor.

Zira, eserin kemâli bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] fiilin kemâline, fiilin kemâli bilbedâhe [açık bir şekilde] ismin kemâline, ismin kemâli bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] sıfatın kemâline, sıfatın kemâli hads-i yakîn ile şuûnatın [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] kemâline delâlet eder. Şe’nin [belirleyici özellik] kemâli ise, hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] bir sûretle Zâtın kemâlini gösterir.

32

Binaenaleyh, bir kasrın [köşk, saray] ve bir sarayın nukuş [işlemeler] ve tezyinatındaki [süslemeler] mükemmeliyet, sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve mühendisin yaptıkları o nakışlar [işleme] üstünde ve tezyinat [süslemeler] altında görünen ef’âlin [fiiler, davranışlar] mükemmeliyetine delâlet eder.

Ef’âlin [fiiler, davranışlar] mükemmeliyeti dahi, o sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] taktığı isim ve lâkapların mükemmeliyetini gösterir. Esmânın mükemmeliyeti, sıfâtın mükemmeliyetine delâlet eder. Sıfâtın mükemmeliyeti, şuûnatın [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] mükemmeliyetini tasrih [açık şekilde bildirme] eder. Şuûnatın [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] mükemmeliyeti dahi, o nakkaşın [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] mükemmeliyet-i zâtına delâlet eder.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] kâinatta görünen âsârın [eserler/asırlar] kemâli, hadsî bir müşahedeyle, ef’âlin [fiiler, davranışlar] mükemmeliyetine, ef’âlin [fiiler, davranışlar] kemâli de fâilin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] kemâl-i esmâsına, [isimlerin mükemmelliği] esmânın kemâli sıfâtın kemâline, sıfâtın kemâli şuûnat-ı zâtiyenin kemâline, şuunatın kemâli Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kemâline delâlet eder.