MESNEVÎ-İ NURİYE – Onuncu Risale (266-297)

266

Onuncu Risale

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu âyet-i kerimenin yüksek semâsına çıkıp sırrını fehmetmek [anlamak] için yedi basamaklı bir merdiven kuruyoruz.

Birinci basamak: Semâvâtın, melâike [melek] ile tesmiye [isimlendirme] edilen münasip sakinleri vardır. Çünkü, küre-i arzın [yer küre, dünya] semâya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zevilhayatla [canlılar] dolu olması, semâvâtın o müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] burçları zevi’l-idrak [düşünebilen varlıklar, idrak sahipleri] ile dolu olmasını tasrih [açık şekilde bildirme] ediyor. Ve keza, semâvâtın bu kadar ziynetler ile tezyin [süsleme] edilmesi, behemehal [her durumda, ne olursa olsun, mutlaka] zevi’l-idrâkin takdir ve istihsan [beğenme, güzel bulma] ile nazar-ı hayretlerini celb [çekme] etmek içindir. Çünkü, hüsn-ü ziynet, âşıkların celbi içindir. Yemek ve taam [gıda, yiyecek] da aç olanlara yapılır. Maahaza, [bununla birlikte] ins ve cin o vazifeyi ifâya kâfi [yeterli] değillerdir. Ancak, gayr-ı mahdut, [sınırsız] oraya münasip melâike [melek] ve ruhânîler o vazifeyi ifâ edebilir.

İkinci basamak: Arzın semâvat ile alâkası, muamelesi olup aralarında çok büyük irtibat vardır. Evet, arza gelen ziya, hararet, bereket ve saire semâvattan geliyor. Arzdan da semâya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek, aralarında cereyan eden ticarî muameleden anlaşılıyor ki, arzın sakinleri için semâya çıkmaya bir yol vardır ki, enbiya, [nebiler, peygamberler] evliya, ervah, [ruhlar] cesetlerinden tecerrüd [sıyrılma] ile semâvâta uruç [yükseliş] ederler.

267

Üçüncü basamak: Semâvatta devam ile cereyan eden sükûn, sükût, nizam, intizam, ıttıraddan [düzenli olma, intizamlı] hissedildiğine nazaran, semâvat ehli, [semâda yaşayan varlıklar; melekler, ruhaniler] arz sakinleri gibi değildirler. Evet, arzda bulunan nifak, [ayrılık, dağılma] şikak, [ayrılık] ihtilâf, ezdâdın [zıtlar] içtimâı, hayır ve şerrin ihtilâtı [birbirine karışma] gibi şeyler, semâvatta yoktur. Bu sayede, semâvatta nizam ve intizamı bozacak bir hal yoktur. Sakinleri, verilen emirlere kemâl-i itaatle [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] imtisal [bağlanma, boyun eğme] ediyorlar.

Dördüncü basamak: Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] iktizâları, hükümleri mütegayir [değişik, birbirine zıt] bazı esmâları vardır. Meselâ, Bedir gibi bazı gazâlarda Ashab-ı Kirama [yüksek şeref sahibi Sahabeler; Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler] yardım etmek üzere, küffar ile muharebe etmek için melâikenin [melekler] semâdan inzâlini iktiza [bir şeyin gereği] eden ismi, melâike [melek] ile şeyâtin [şeytanlar] (yani semâvî olan ahyar [hayırlılar, iyiler] ile arzî eşrar) [şerli ve kötü kimseler] arasında muharebenin vukuunu istib’ad [akıldan uzak görme] değil, iktizâ eder. Evet, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] melâikeye [melekler] bildirmeksizin şeytanları def veya ihlâk edebilir. Fakat satvet [güç, ezici kuvvet] ve haşmetin iktizâsı üzerine, bu kabil [mümkün] mücâzâtın [ceza] müstehaklarına ilân ve teşhiri, azametine lâyıktır.

Beşinci basamak: Ruhânîlerin ahyârı [hayırlı kimseler] semâda bulunduklarından, eşrarı [şerli ve kötü kimseler] da letâfetlerine [hoşluk, gözellik] güvenerek onları takliden iltihak [karışma, katılma] etmek istediklerinde, ehl-i semâ, onları şerâretleri için kabul etmeyerek def ediyorlar. Maahaza, [bununla birlikte] bu gibi mânevî mübârezeleri [mücadele, karşı karşıya gelme] âlem-i şehadete, [görünen alem] bilhassa vazifesi şehadet ve müşahede olan insana ilân ve teşhirine recm-i nücum alâmet ve nişan kılınmıştır.

Altıncı basamak: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] nev-i beşeri itaate irşad, [doğru yol gösterme] isyandan zecr [sakındırma] ve men etmek üzere kullandığı üslûb-u âlisine [yüksek ifade tarzı] bak:

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ * 1

268

Yani, “Ey ins ve cin cemaati! Mülkümden hariç bir memlekete çıkıp kurtulmak için semâvat ve arzın aktarından [kuturlar, çaplar; her taraf] çıkmaya kuvvetiniz varsa çıkınız. Amma ancak bir sultan ile çıkarsınız.”

Kur’ân-ı Kerim bu âyet ile, pek geniş saltanat-ı rububiyete [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] karşı ins ve cinnin aczlerini ilân zımnında [iç] nidâ ediyor: “Ey insan-ı hakîr, sağîr, âciz! Ne suretle, şeytanları recmeden melâike [melek] ile necimlerin, [kısım, parça] şemslerin, kamerlerin [ay] itaat ettikleri Sultan-ı Ezele [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] isyan ediyorsun. Nasıl kocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen bir askere sahip olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaret ediyorsun?”

Yedinci basamak: Yıldızların pek küçük efradı [bireyler] olduğu gibi, pek büyükleri de vardır. Semânın veçhini, [yön] yüzünü ziyalandıran herşey yıldızdır. Bu neviden bir kısmı, semâya ziynet olmuştur. Bir kısmı da şeytanları recmetmek için semâvî mancınıklardır. Semâda yapılan bu recim, semâ gibi en vâsi [geniş] dâirelerde bile vukua gelen mübareze [karşı koyma] hâdisesini insanlara göstermekle, insanların mûtîlerini âsiler ile mübarezeye [karşı koyma] teşvik ile alıştırmaktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı hayvandan ayıran şeylerden,

Biri: Mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] ile alâkadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın [gerçek anlamıyla] düşünecek bir idrâke mâlik değildir.

İkincisi: Gerek enfüsî, [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] gerek âfâkî, [dış dünyaya ait] yani dahilî ve haricî şeylere taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden idrâki, küllî ve umumîdir.

Üçüncüsü: İnşaata lâzım olan mukaddemeleri [evvel, önce] keşif ve tertip etmektir: Meselâ, bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento misilli [benzer] lüzumlu mukaddemeleri [evvel, önce] ihzar [hazırlama] ve tertip etmek gibi.

Binaenaleyh, insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] Evvelâ mazi, [geçmiş] hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla,

269

sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in’amlar lisanıyla, sonra mahlûkatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] hamd ü senâ etmektir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] atâ, kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] ve kader namında üç kanunu vardır. Atâ, kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] kanununu; kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] da, kaderi bozar.

Meselâ: Birşey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazâdan [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] affetmek, atâ demektir. Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] kanununun kat’iyetini deler. Kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] da ok gibi kader kararlarını deler. Demek, atânın kazâya [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] nisbeti, kazânın [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] kadere nisbeti gibidir. Atâ, kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] kanununun şümulünden [kapsam] ihraçtır. Kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vakıf olan ârif, “Yâ İlâhî! [Allah tarafından olan] Hasenatım senin atândandır. Seyyiatım [günahlar] da senin kazândandır. [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] Eğer atân olmasaydı helâk olurdum” der.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] tazammun [içerme, içine alma] eden bazı fezlekeler [hülasa, öz] ile âyetlere hâtime [son] verilmekte ne gibi bir sır vardır?

Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] bazan âyât-ı kudreti âyetlerde basteder, sonra içerisinden esmâyı çıkarır. Bazan mensucat [dokumalar] toplar gibi açar, dağıtır; sonra toplar, esmâda tayyeder. Bazan da ef’âlini [fiiler, davranışlar] tafsil ettikten sonra, isimler ile icmal [kısaca, özet olarak] eder. Bazan da, halkın a’mâlini [ameller, işler] tehdidâne söyler; sonra rahmete işaret eden isimler ile tesellî eder. Bazan da bazı makasıd-ı cüz’iyeyi zikrettikten sonra, o makasıdı takdir ve ispat için, burhan [delil] olarak kavâid-i külliye [genel kaideler, herkes tarafından benimsenen temel kaideler] hükmünde olan isimleri zikrediyor. Bazan da maddî cüz’iyatı zikreder, sonra esmâ-i külliye [bütün varlık âleminde yansımaları görünen Allah’ın isimleri] ile icmal [kısaca, özet olarak] eder. Ve hâkezâ…

270

İ’lem eyyühe’l-aziz! Acz de aşk gibi Allah’a isal [ulaştırmak] eden yollardan biridir. Amma acz yolu, aşktan daha kısa ve daha selâmettir.

Ehl-i sülûk, [İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehber öncülüğünde mânevî yolculuğa çıkanlar] tarîk-i hafâda letâif-i aşere [insandaki on duygu] üzerine, tarîk-i cehirde nüfus-u seb’a üzerine sülûk [mânevî yol alma] etmişlerdir. Bu fakir, âciz ise dört hatveden ibâret, hem kısa, hem sehl [kolay] bir tarîki, Kur’ân’ın feyzinden istifade etmiştir.

Birinci hatveyi فَلاَ تُزَكُّۤوا اَنْفُسَكُمْ 1 âyetinden,

İkinci hatveyi وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ 2 âyetinden,

Üçüncü hatveyi مَۤا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ 3 âyetinden,

Dördüncü hatveyi كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ 4 âyetinden ahzetmiştir. Bunların izahı:

Birinci hatve: İnsan yaratılışında kendi nefsine muhib [Allah’ı seven] olarak yaratılmıştır. Hattâ bizzat nefsi kadar birşeye sevgisi yoktur. Kendisini, ancak mâbûda [ibadete layık olan Allah] lâyık senâlar ile medhediyor. Nefsini bütün ayıplardan, kusurlardan tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] etmekle—haklı olsun haksız olsun—kemâl-i şiddetle müdafaa ediyor. Hattâ Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hamd ü senâ için kendisinde yaratılan cihazatı, kendi nefsine hamd ve senâ için sarf ediyor ve مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ 5 ‘deki مَنْ 6 şümulüne [kapsam] dahil oluyor. Bu mertebede nefsin tezkiyesi, ancak adem-i tezkiyesiyle olur.

271

İkinci hatve: Nefis hizmet zamanında geri kaçar. Ücret vaktinde ileri safa [zevk, keyif] hücum ediyor. Bu mertebede onun tezkiyesi, yaptığı fiili aksetmekle olur. Yani işe, hizmete ileriye sevk edilmeli, ücret tevziinde [(sahiplerine) dağıtma] geriye bırakılmalıdır.

Üçüncü hatve: Kendi nefsinde, torbasında, kusur, naks, [eksiklik, noksanlık] acz, fakrdan mâadâ birşeyi bırakmamalıdır. Bütün mehâsin, [güzellikler] iyilikler, Fâtır-ı Hakîm [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] tarafından in’am [nimet verme] edilen nimetler olup hamdi iktiza [bir şeyin gereği] eder. Fahri [gurur, övünme] istilzam [gerektirme] etmediklerini itikad [inanç] ve telâkki [anlama, kabul etme] edilmelidir. Bu mertebede onun tezkiyesi, kemâlinin adem-i kemâlinde, kudretinin aczinde, gınasının fakrında olduğunu bilmekten ibarettir.

Dördüncü hatve: Kendisi istiklâliyet [bağımsızlık] halinde fâni, hâdis, mâdum [yok] olduğunu ve esmâ-i İlâhiyeye ayinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ettiği halde şahit, meşhud, [görünen] mevcut olduğunu bilmekten ibarettir. Bu mertebede onun tezkiyesi, vücudunda ademini, ademinde vücudunu bilmekle لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ 1 ‘yü kendisine vird [devamlı yapılan zikir] ittihaz [edinme, kabullenme] etmektir.

Ve keza, Vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] ehli, kâinatı nefyetmekle [gönderilme, sürgün] idam [hiçlik, yokluk] ediyorlar. Vahdetü’ş-şühud [Allah’ın birliği] halkı ise, bütün mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] kürek cezalıları gibi nisyan [unutkanlık] zindanında ebedî hapse mahkûm ediyorlar.

Kur’ân’ın ifham [(he ile) anlatma] ettiği tarik, [mânevî yol] kâinatı, mevcudatı [var edilenler, varlıklar] hem idamdan, hem hapisten kurtarır. Esmâ-i Hüsnâya [Allah’ın en güzel isimleri] mazhariyet ile ayinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] etmek gibi vazifelerde istihdam [çalıştırma] ediyor. Fakat kâinatı, istiklâliyetten [bağımsızlık] ve kendi hesabına çalışmaktan azlediyor.

Ve keza, insanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünkü, hem nebatîdir, [bitki] hem hayvanîdir, hem insanîdir, hem imanî. Tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] muamelesi bazan

272

tabaka-i imaniyede olur. Sonra tabaka-i nebatiyeye iner. Bazan da yirmi dört saat zarfında her dört tabakada muamele vaki olur. İnsanı hatâ ve galata atan, bu dört tabakadaki farkı riayet etmemektir.

خَلَقَ لَنَا مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا 1 ‘ya istinaden insaniyetin mide-i hayvaniye ve nebatiyeye [bitki] münhasır olduğunun zannıyla galat [hata] ediyor. Sonra bütün gayelerin nefsine ait olduğunun hasriyle galat [hata] ediyor. Sonra, herşeyin kıymeti, menfaati nisbetinde olduğunun takdiriyle galat [hata] ediyor. Hattâ Zühre [çiçek] yıldızını kokulu bir zühreye [çiçek] mukabil almaz. Çünkü kendisine menfaati dokunmuyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ubudiyet, [Allah’a kulluk] sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiyatıdır. Gelecek bir nimetin mükâfat mukaddemesi [evvel, önce] ve vesilesi değildir. Meselâ, insanın en güzel bir surette yaratılışı, ubudiyeti [Allah’a kulluk] iktizâ eden sâbık [önceki, geçmiş] bir nimet olduğu ve sonra da, imanın îtâsıyla kendisini sana tarif etmesi, ubudiyeti [Allah’a kulluk] iktiza [bir şeyin gereği] eden sabık [daha önceden geçen] nimetlerdir. Evet, nasıl ki midenin îtâsıyla bütün mat’ûmat [yiyecekler] îtâ edilmiş gibi telâkki [anlama, kabul etme] ediliyor; hayatın îtâsıyla da, âlem-i şehadet [görünen alem] müştemil [içine alan, kapsayan] bulunduğu nimetler ile beraber îtâ edilmiş gibi telâkki [anlama, kabul etme] ediliyor.

Ve keza, nefs-i insanînin îtâsıyla, bu mide için mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] âlemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] imanın îtâsıyla, mezkûr [adı geçen] sofralarla beraber, Esmâ-i Hüsnâda [Allah’ın en güzel isimleri] iddihar [biriktirme, depolama] edilen defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor. Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devam ile hizmete mülâzım [teğmen] olmak lâzımdır. Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler, mahzâ Onun fazlındandır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Envâın [tür] efradında, [bireyler] bilhassa haşerat ve hevâm [böcekler] kısmında görünen fevkalâde çoklukta müşahede edilen, hârikulâde gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] bir cûd [cömertlik] u sehâvet vardır. Kemâl-i ittikan ve intizamla bütün envâda bulunan şu kesret-i efrad, [fertlerin çokluğu] tecelliyat-ı İlâhiyenin gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] olduğuna ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah]

273

mâhiyeti herşeye mübâyin [farklı, birbirinin zıddı] olduğuna ve bütün eşya onun kudretine nisbeten mütesâvi olduğuna sarahaten [açıklık] delâlet eder.

Evet bu cûd-u icad Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücubundandır. [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın yaptığı san’atların suhulet [kolaylık] ve suubet [zorluk] dereceleri, onun ilim ve cehliyle ölçülür. Ne kadar san’atlarda, bilhassa ince ve lâtif [berrak, şirin, hoş] cihazatta ilmî mahareti çok olursa, o nisbette kolay olur. Cehli nisbetinde de zahmet olur. Binaenaleyh, eşyanın hilkatinde [yaratılış] sür’at-i mutlaka [sınırsız hız] ile vüs’at-i mutlaka [sınırsız genişlik] içinde görünen suhulet-i mutlaka, [sınırsız kolaylık] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ilmine nihayet olmadığına hads-i kat’î [doğru ve kesin sezgi] ile delâlet eder.

وَمَۤا اَمْرُنَۤا اِلاَّ وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ * 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin [kapsayıcılık] acâibindendir ki: Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] şu küçük cisimde gayr-ı mahdut [sınırsız] envâ-ı rahmeti [rahmet çeşitleri] tartmak için gayr-ı mâdut mizanlar [ölçü] vaz etmiştir. Ve Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] mahfî [gizli] definelerini fehmetmek [anlamak] için, gayr-ı mahsur [sınırlanmamış] cihâzat ve âlât [aletler] yaratmıştır. Meselâ, mesmûat, [dinlemeye değer, duyum, duyulmuş şey, söz, bilgi] mubsırat, me’kûlât âlemlerini ihata [herşeyi kuşatma] eden insandaki duygular, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] sıfât-ı mutlakasını [sınırsız sıfatlar, vasıflar, nitelikler] ve geniş şuûnatını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] fehmetmek [anlamak] içindir.

Ve keza, hardaleden daha küçük kuvve-i hâfızasında [hafıza duyusu, bellek] öyle bir lâtife-i müdrike bırakılmıştır ki, o hardalenin tazammun [içerme, içine alma] ettiği geniş âlemde o lâtife daimî seyir ve cevelân [akma, dolaşma] etmekte ise de, sahiline vâsıl olamaz. Maahaza, [bununla birlikte] bazan bu büyük

274

âlem o lâtifeye [berrak, şirin, hoş] o kadar darlaşır ki, âlem o lâtifenin [berrak, şirin, hoş] karnında bir zerre gibi olur. Ve o lâtifeyi, [berrak, şirin, hoş] bütün seyahat meydanlarıyla, mütalâa ettiği kitaplarıyla o hardale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz.

İşte, insanın mütefâvit [birbirinden farklı, çeşitli] mertebeleri bu sırdan anlaşılır.

Evet, bazı insanlar zerrede boğulurlar. Bazısında da dünya boğulur. Bazılar da, kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin [çokluk] en geniş bir âlemini açar, fakat içinde boğulur. Sahil-i vahdet ve tevhide zorla vasıl olur. Demek, insanın seyr-i ruhânîsinde çok tabakalar vardır. Bir tabakada, insanlara huzur-u tevhid pek suhuletle [kolaylıkla] nasip ve müyesser olur. Bir tabakasına da gaflet ve evham öyle istilâ eder ki, kesret [çokluk] içinde gark [boğma] olmakla, tam mânâsıyla tevhidi unutmuş olur. Sukutu [alçalış, düşüş] suûd, [yükseliş] tedennîyi [alçalma, gerileme] terakki, [ilerleme] cehl-i mürekkebi [bilmediği halde kendini bilmiş sayma] yakîn, uykunun son perdesini intibah [uyanış] zan ve tevehhüm [kuruntu] eden bir kısım medenîler, ikinci tabakadaki insanlardandır. Onlar, hakaik-i imâniyeyi [iman hakikatleri] derk [anlama, algılama] etmekte bedevîlerin bedevîleridir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İsm-i Celâl, [“Allah” ismi] alelekser [çoğunlukla] nevilerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemâl ise, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] cüz’iyatına tecellî eder. Bu itibarla, nevilerdeki cûd-u mutlak, [sınırsız cömertlik] celâlin tecellîsidir. Cüz’iyatın nakışları, [işleme] eşhasın [kişiler] güzellikleri cemâlin tecellîyatındandır.

Ve keza, celâl, vahidiyetin tecellîsinden, cemâl dahi ehadiyetin [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] tecellîsinden zahir olur. Bazan da cemâl, celâlden tecellî eder. Evet, cemâlin gözünde celâl ne kadar cemîldir; [bütün] celâlin gözünde dahi cemâl o kadar celîldir. [sonsuz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Basar [görme] masnua[san’at eseri] görüp de, basiret Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. Çünkü, o halde Sâniin [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] mânen, kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdânındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır. Veya pek dar

275

olduğundan, meseleyi azametiyle kavramadığındandır. Veya bir hızlandır. Ve illâ, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] inkârı, basarın [görme] şuhudunu [görme] inkârdan daha ziyade münkerdir. [kötülük]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir tarlaya zer edilen bir tohum, mânevî bir sur ve bir duvardır; o tarlayı tohum sahibine mal eder, başkasının tasarrufuna mâni olur. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] küre-i arz [yer küre, dünya] tarlasına zer edilen nebatat, [bitkiler] hayvanat tohumları, mânevî bir sur ve bir seddir ki, şirketi men ediyor; gayrı, müdahaleden tard [kovma] eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tabiatları lâtif, [berrak, şirin, hoş] ince ve lâtif [berrak, şirin, hoş] san’atlara meftun [aşık] bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevâri [geometri] bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letâfetin, [hoşluk, gözellik] o güzelliğin derecesini göstermek için, bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilâve ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla [düzensizlik] bahçenin güzelliği, letâfeti [hoşluk, gözellik] fazlaca parlasın. Çünkü, اِنَّمَا اْلاَشْيَۤاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا 1 Lâkin, müdakkik [dikkatli] bir kimse, o ezdadı [zıtlar] cem [toplama, bir araya gelme] eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin, kaba şeyler kasten yapılmıştır ki, güzellik, intizam, letâfet [hoşluk, gözellik] artsın. Zira, güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal [tamamlama] eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı [düzensizlik] nisbetinde bahçenin intizamı artar.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] dünya bahçesinde nizam ve intizamın son sisteminde bulunan mahlûkat ve masnuat [sanat eseri] arasında—hayvanlarda olsun, nebatatta [bitki] olsun, cemâdatta [cansız varlıklar] olsun—bazı çirkin, intizamdan hariç şeyler bulunur. Bunların çirkinliği, intizamsızlıkları, dünya bahçesinin güzelliğine, intizamına bir ziynet, bir süs olmak üzere Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] tarafından kasten yapılmış olduğunu, pek yüksek, geniş, şâirâne bir hayal ile dünyanın o bahçe manzarasını nazar altına alabilen adam, görebilir.

Maahaza, [bununla birlikte] o gibi şeyler kastî olmasaydı, şekillerinde hikmetli tehâlüf olmazdı.

276

Evet, tehâlüfte kast ve ihtiyar vardır. Her insanın bütün insanlara simâca muhalefeti buna delildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı fıtraten bütün hayvanlara tefevvuk [üstün gelme] ettiren câmiiyetinin [kapsayıcılık] meziyetlerinden biri, zevilhayatın [canlılar] Vâhibü’l-Hayata [hayatı veren Allah] olan tahiyye [selâm, hediye] ve tesbihlerini fehmetmektir. [anlamak] Yani, insan kendi kelâmını fehmettiği gibi, iman kulağıyla zevilhayatın [canlılar] da, belki cemâdâtın [cansız olan şeyler] da bütün tesbihlerini fehmeder. Demek, herşey sağır adam gibi yalnız kendi kelâmını anlar. İnsan ise, bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] lisanlarıyla tekellüm [konuşma] ettikleri Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] delillerini fehmeder. Binaenaleyh, herşeyin kıymeti kendisine göre cüz’îdir. [ferdî, küçük] İnsanın kıymeti ise küllîdir. Demek bir insan, bir fert iken, bir nevi gibi olur.

وَاللهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ * 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! Zâhir ile bâtın arasında müşabehet [benzeme] varsa da, hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır.

Meselâ, âmiyâne olan tevhid-i zâhirî, hiçbirşeyi Allah’ın gayrısına isnad etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy [inkâr] sehil [kolay] ve basittir. Ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] hakikî tevhidleri ise, herşeyi Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] isnad etmekle beraber, herşeyin üstünde bulunan mührünü, sikkesini [mühür] görüp okumaktan ibarettir. Bu huzuru ispat, gafleti nefyeder. [gönderilme, sürgün]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] kasten ve bizzat teveccüh [ilgi] edip bağlanan kâfirin, imhâl-i ikabında ve bilâkis terakkiyat-ı maddiyede [maddî ilerlemeler] muvaffakiyetindeki [başarı] hikmet nedir?

277

Evet, o kâfir, kendi terkibiyle, [birleşim, sentez] sıfâtıyla Cenâb-ı Hakça [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nev-i beşere takdir edilen nimetlerin tezâhürüne, şuuru olmaksızın hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlâhiyenin [Allah’ın san’atla yarattığı varlıklar] mehasinini [güzellikler] bilâ-şuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çıkartmakla garâbet-i [gariplik, hayret vericilik] san’at-ı İlâhiyeye [Allah’ın san’atı] nazarları celb [çekme] ediyor. Ne faide ki, farkında değildir. Demek, o kâfir, saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma, vakitleri bildirmek gibi nev-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır. Bu sırra binaen dünyada mükâfatını görür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i İlâhî [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] refiki [arkadaş, yoldaş, yardımcı] olan adam, tarikat berzahına [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat [asıl gaye] olan ilimlere ulûm-u âliyeyi [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] okumaksızın isâl edici bir yol buldum.

Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet [huzur] bir tarîki ihsan [bağış] etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı gaflete düşürtmekle Allah’a ubudiyetine [Allah’a kulluk] mâni olan, cüz’î [ferdî, küçük] nazarını cüz’î [ferdî, küçük] şeylere hasretmektir. [bir mesele üzerinde yoğunlaşmak] Evet, cüz’iyat içerisine düşüp cüz’îlere [ferdî, küçük] hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] eden, o cüz’î [ferdî, küçük] şeylerin esbabdan sudûruna [ortaya çıkma, meydana gelme] ihtimal verebilir. Amma başını kaldırıp nev’e ve umuma baktığı zaman, ednâ [basit, aşağı] bir cüz’înin [ferdî, küçük] en büyük bir sebepten sudûruna [ortaya çıkma, meydana gelme] cevaz veremez. Meselâ, cüz’î [ferdî, küçük] rızkını bazı esbaba isnat edebilir. Fakat menşe-i rızk olan arzın, kış mevsiminde kup kuru, kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızıkla dolu olduğuna baktığı vakit, arzı ihya [diriltme] etmekle bütün zevilhayatın [canlılar] rızıklarını veren Allah’tan maadâ kendi rızkını verecek birşey bulunmadığına kanaati hasıl olur. Ve keza, evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazı esbaba isnat edebilirsin. Amma, o ışığın, şemsin ziyasıyla, o nurun da Menbâü’l-Envârın nuruyla muttasıl [bitişik] olduğuna

278

vakıf olduğun zaman anlarsın ki, kalıbını ışıklandıran, kalbini tenvir [aydınlatma] eden, ancak leyl ve neharı [gündüz] birbirine kalb eden Fâtır-ı Hakîmdir. [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah]

Ve keza, senin vücudunun zuhur ve vuzuhça [açıklık] Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vücuduna nisbeti, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vücuduna delâlet edenlerin nisbeti gibidir. Çünkü, sen, bir vecihle [yön] kendi vücuduna delâlet ediyorsun. Amma Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vücuduna, bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] bütün zerratıyla [atomlar] delâlet ediyor. Öyleyse, onun vücudu senin vücudundan âlemin zerratı [atomlar] adedince zuhur dereceleri vardır.

Ve keza, seni nefsini sevmeye sevk eden esbab: [sebebler]

1. Bütün lezzetlerin mahzeni [depo] nefistir.

2. Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.

3. İnsana en karib [yakın] (yakın) nefistir” diyorsun. Pekâlâ. Fakat, o fâni lezzetlere mukabil, lezâiz-i bâkiyeyi veren Hâlıkı daha ziyade ubudiyetle [Allah’a kulluk] sevmek lâzım değil midir? Nefis vücuda merkez olduğundan muhabbete lâyık ise, o vücudu icad eden ve o vücudun kayyûmu [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] olan Hâlık, [her şeyi yaratan Allah] daha fazla muhabbete, ubudiyete [Allah’a kulluk] müstehak olmaz mı? Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu sebeb-i muhabbet [sevgi sebebi] olursa, bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nâfi’, Bâki ve daha karib [yakın] olan, daha ziyade muhabbete lâyık değil midir? Binaenaleyh, bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] eden muhabbetleri cem [toplama, bir araya gelme] ve muhabbetinle beraber mahbub-u hakikî [gerçek sevgili, Allah] olan Fâtır-ı Hâkîme ihdâ etmek [sunmak, hediye etmek] lâzımdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin önünde çok korkunç büyük meseleler vardır ki, insanı ihtiyata, [dikkat, tedbir] ihtimama mecbur eder.

Birisi: Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

İkincisi: Dehşetli, korkulu ebed memleketine yolculuktur.

Üçüncüsü: Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak [sınırsız güçsüzlük] gibi elîm elemlere mâruz kalmaktır. Öyleyse, bu gaflet ü nisyan [unutkanlık] nedir? Devekuşu gibi başını nisyan [unutkanlık] kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki

279

Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin. Ne vakte kadar zâilât-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat[bâkî şeyler, devamlı ve kalıcı olanlar] dâimeden tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] edeceksin?

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hamdler, şükürler olsun ki, mesâil-i nahviyeden isim ile harf arasındaki mânevî fark ile çok mühim meseleleri bana öğretmiştir. Şöyle ki:

Harf, gayrın mânâsını izah için bir âlet, bir hâdim [hizmetçi] olduğu gibi, şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] da Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] tecelliyatını izhar, [açığa çıkarma, gösterme] ifham, [(he ile) anlatma] izah için birtakım İlâhî [Allah tarafından olan] mektuplardır ki, içlerinde yazılı delâil, [deliller] berâhin, [deliller] havârık, [harikalar] mu’cize-i kudrettir. [Allah’ın kudret mu’cizesi] Mevcudat [var edilenler, varlıklar] bu vecihle [yön] nazara alınması, ilim, iman, hikmettir. Şayet isim gibi müstakil [bağımsız] ve maksud-u bizzat [asıl gaye] cihetiyle bakılırsa, küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] ve cehl-i mürekkep [bilmediğinden habersiz kimsenin cehaleti] olur.

Ve keza, mesâil-i mantıkıyeden “küllî” ile “küll” arasındaki fark ile rububiyete [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dair çok meseleleri öğrenmiş bulunuyorum. Cemâl ile ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] كُلِّىٌّ ذُو جُزْئِيَّاتٍ 1 şümulüne [kapsam] dahildir. Celâl ile Vâhidiyet [Allah’ın birliği] كُلٌّ ذُو اَجْزَۤاءٍ 2 unvanına dahildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünya, âlem-i âhirete [âhiret âlemi] bir fihriste hükmündedir. Bu fihristede âlem-i âhiretin [âhiret âlemi] mühim meselelerine olan işaretlerden biri, cismânî olan rızıklardaki lezzetlerdir. Bu fâni, rezil, zelil [aşağılanan] dünyada bu kadar nimetleri ihsas [hissettirme] ve ifaza [feyizlendirme] etmek için insanın vücudunda yaratılan havâs, hissiyat, cihazat, azâ gibi alât ve edevatından anlaşılır ki, âlem-i âhirette [âhiret âlemi] de تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ 3 kasırların [köşk, saray] altında, ebediyete lâyık cismanî ziyafetler olacaktır.

280

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın havf [korku] ve muhabbeti halka teveccüh [ilgi] ettiği takdirde, havf [korku] bir belâ, bir elem olur. Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez. Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez. Binaenaleyh, havfın [korku] ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fâtır-ı Hakîme [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] tevcih [yöneltme] et ki, havfın [korku] Onun merhamet kucağına—çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi—leziz bir tezellül [alçalma] olsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vesile olsun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sen şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] ya bir semeresi [meyve] veya bir çekirdeğisin. Cismin itibarıyla küçük, âciz, zayıf bir cüzsün. Lâkin Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] lütfu ile, lâtif [berrak, şirin, hoş] san’atı ile seni cüz’lükten küllîliğe çıkartmıştır.

Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duyguların ile âlem-i şehadet [görünen alem] üzerinde cevelân [akma, dolaşma] etmekle filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] cüz’iyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza, insaniyet itâsıyla bilkuvve [potansiyel olarak] “küll” hükmündesin. Ve keza, iman ve İslâmiyet ihsanıyla [bağış] bilkuvve [potansiyel olarak] “küllî” olmuşsun. Ve keza, mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve muhabbetin in’âmıyla [nimetlendirme] muhit bir nur olmuşsun.

Binaenaleyh, dünyaya ve cismanî lezâize [lezzetler] meyledersen, âciz, zelil [aşağılanan] bir “cüz’î[ferdî, küçük] olursun. Eğer cihazatını insaniyet-i kübrâ [büyük insanlık; İslâmiyetin hakikatleri] denilen İslâmiyet hesabına sarf edersen, bir “küllî” ve bir “küll” olursun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu kadar elîm firak [ayrılık] ve ayrılıklara mâruz kalmakla çektiğin elemlerin sebebi ve kabahati sendedir. Çünkü o muhabbetleri gayr yerinde sarf ediyorsun. Eğer o muhabbetleri cem’ [bir araya gelme] edip Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] tevcih [yöneltme] ve Onun hesabıyla, izniyle sarf edersen, bütün mahbuplarınla [sevgili] beraber bir anda birleşip sevinçlere, memnuniyetlere mazhar [erişme, nail olma] olacaksın.

Evet, bir sultana intisab [bağlanma, mensup olma] eden bir adam, o sultanın herşeyle alâkadar, her

281

mekânda herkes ile muhaberesi, alâkası zımnında, [iç] o adam da bir cihette, bir derece alâkadar olabilir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Meselâ, kamerin [ay] ahvaline [durumlar] veya istikbalin hakikatine dair itâ-i malûmat eden adama, bütün mâmelekini [sahip olunan herşey] ona feda etmeye hazırsın. Amma daire-i mülkünde [hükümetin sahip olduğu alan, vatan sınırları] bir arı hükmünde bulunan kamerin [ay] Hâlıkından [her şeyi yaratan Allah] haber getiren ve ezel, ebede, hayat-ı ebediyeye, [sonsuz âhiret hayatı] hakaik-i esasiyeye, [temel gerçekler, esas doğrular] azîm meselelere dair malûmat itâ eden ve seni mânevî perişaniyetlerden, dalâletlerden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kurtarıp kesretten [çokluk] vahdete [Allah’ın birliği] doğru yol gösteren ve hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] iman ile mâülhayatı sana içirtmekle firak [ayrılık] ve ayrılmak ateşlerinden kurtaran ve Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] marziyatını, metalibini [istenen şeyler, istekler, arzular] tarif eden ve Sultan-ı Ezel, [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] Ebedin muhaberesine tercümanlık yapan Resul-i Rahmân’ı dinlemeye ve o Muhbir-i Sadıka [doğru sözlü haber verici olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] iman ile teslim olmaya mâni olan nefsin hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve hevesini terk etmiyorsun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Görüyoruz ki, Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] kemâl-i hikmetiyle, [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] pek âdi şeylerden pek harika, mu’cize-i mensucat yapıyor. Ve keza, abesiyet [anlamsızlık] ve israfa mahal bırakılmamak üzere, bir ferdi envâen vazifelerle tavzif [görevlendirme] ediyor. Hattâ, insanın başında, insanın muvazzaf olduğu vazifeleri görmek için her vazifeye göre birer tırnak kadar maddî birşeyin bulunması icab etseydi, bir başın Cebel-i Tûr [Tûr Dağı] büyüklüğünde olması lâzım gelirdi ki, ashab-ı vezâife yer olsun.

Ve keza, lisan sair vezâifiyle [görevler] beraber, erzak hazinesine ve kudretin matbahında [mutfak] pişirilen bütün taamlara müfettiştir. Ve bütün taamların tatlarını yakîn eden, bilen bir ehl-i vukuftur. [bilirkişi]

İşte bu faaliyet-i hakîmiyeden anlaşılır ki, zamanın seyliyle [sel, akıntı] beraber gelip geçen eşya-yı seyyâleden ve geçen günlerden, senelerden, asırlardan, leyl ve

282

neharın [gündüz] takallübü ile pek çok mensucat-ı gaybiye ve uhreviye yapılmaktadır. Evet, âlemin fihristesi hükmünde olan insan fabrikasında dokunan mensucat o hakikati tenvir [aydınlatma] eder. Öyleyse, bu fani dünyada mevt, [ölüm] fena, devâir-i gaybiyede sâfi bir bekaya intikal ederek bâki kalır. Evet, rivâyetlerde vardır ki, “İnsanın ömür dakikaları insana avdet [geri dönme] ederler. Ya gaflet ile muzlim [karanlık] olarak gelirler veya hasenat-ı muzîe ile avdet [geri dönme] ederler.”

İ’lem eyyühe’l-aziz! Görüyoruz ki, Sâni-i Hakîmin, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] efrad [bireyler] ve cüz’iyatın tasvirinde büyük büyük tefennünleri vardır. Evet, hayvanların pek büyük ve pek küçükleri olduğu gibi, kuşlarda, balıklarda, meleklerde ve sair ecramda, [büyük cisimler] âlemlerde dahi pek küçük ve pek büyük fertleri vardır. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu tefennünde takip ettiği hikmet:

1. Tefekkür ve irşad [doğru yol gösterme] için bir lütuf, bir teshilattır. [kolaylaştırma]

2. Kudret mektupları okunup fehmetmekte [anlamak] bir kolaylıktır.

3. Kudretin kemâlini izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmektir.

4. Celâlî ve cemâlî her iki nevi san’atı ibraz etmektir.

Maahaza, [bununla birlikte] pek ince yazıları herkes okuyamaz ve pek büyük şeyler de nazar-ı ihataya alınamaz. İşte irşadı [doğru yol gösterme] teshil [kolaylaştırma] ve tâmim [genelleştirme, yayma] için bir kısmını küçük harflerle, bir kısmını da büyük harflerle yazmakla irşadın [doğru yol gösterme] iktizâsı yerine getirilmiştir.

Amma şeytanın talebesi olan nefs-i emmâre, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] cismin küçüklüğünü san’atın küçüklüğüne atfetmekle, esbabdan sudûrunu [ortaya çıkma, meydana gelme] tecviz [caiz görme, izin verme, cevaz verme] ediyor. Ve pek büyük cisimler dahi hikmetle yaratılmamış iddiasında bulunarak, bir nevi abesiyete [anlamsızlık] isnat ediyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Gerek vücutta, gerek rızıkta ifrat [aşırılık] derecesinde mebzuliyet [bolluk] vardır. Bu ise, hikmetten uzak, abesiyete [anlamsızlık] yakın görünür. Evet, eğer yaratılan şey

283

bir gaye için yaratılıyorsa hakkın var; amma gayeler pek çoktur. Binaenaleyh, bir gayeye nazaran abesiyet [anlamsızlık] hissedilse bile, gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ı hikmet [hikmetin kendisi] ve ayn-ı adalettir. [adaletin ta kendisi]

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın san’atıyla Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] san’atı arasındaki fark: İnsan kendi san’atının arkasında görünebilir; amma Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] masnuu [san’at eseri] arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] bütün masnua[san’at eseri] def’aten [âni, birden bire] bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayvanattan olsun, nebatattan [bitki] olsun, tevellüd [doğma] ile tenasül [üreme] şümulüne [kapsam] dahil olan her fert, veçh-i arzı istilâ ve tasallut [hükmetme, musallat olma] etmek niyetindedir ki, arzı kendisine ve zürriyetine has ve hâlis bir mescid yapmakla Fâtır-ı Hakîmin [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] esmâ-i hüsnâsını [Allah’ın en güzel isimleri] izharla [açığa çıkarma, gösterme] Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] bir ibadette bulunsun.

Evet, kuşların, balıkların, karıncaların, yumurtalarında, eşcar [ağaçlar] ve sebzevatın semeratında [meyve] ve o semeratın [meyve] tohumlarındaki ifrat [aşırılık] derecesini bulan kesret [çokluk] o vaziyeti tenvir [aydınlatma] eder. Lâkin âlem-i şehadetin [görünen alem] darlığına ve müstakbel [gelecek] ibadetlerin Allamü’l-Guyûbun ilminde mevcut olduğuna binaen, niyetten fiile henüz çıkmayan onların ibadetleri kabul edilmiştir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Kerim, bazan birşeyin müteaddit [bir çok] gayelerinden insanlara ait bir gayeyi zikre tahsis eder. Bu ihtar içindir, inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] için değildir. Yani, o şeyin gayeleri, zikredilen gayeye münhasır değildir. Ancak o şeyin nizam ve intizam ve sair faidelerine insanın nazar-ı dikkatini celbetmek [çekmek] için insanlara râci [ait] o faideyi zikrediyor. Meselâ:

وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ 1* لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ * 2

âyet-i kerimeyle zikredilen faide, takdir-i kamerin binlerce faidelerinden biridir.

284

Yoksa, takdir-i kamer bu faideye münhasır değildir. Yani, kamer yalnız bu gaye için değildir. Bu gaye onun gayelerinden biridir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mahsus taklidi mümkün olmayan en bâhir [açık] tevhid sikke [mühür] ve mühürlerinden biri, gayr-ı mâdud muhtelif eşyayı basit bir şeyden halk etmektir. Evet, pek basit olan şu topraktan binlerce envâ, [tür] muhtelif nebatat, [bitkiler] gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] bir kudretle, bir ilimle, pek büyük bir itkan, [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri yapmak] bir suhuletle [kolaylıkla] yaratılmakta olduğu tevhidin öyle bir burhanıdır [delil] ki, hem taklidi, hem tenkidi imkân haricidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayat-ı insaniyenin [insan hayatı] vezâifinden [görevler] biri de, kendi cüz’î [ferdî, küçük] sıfatlarını, şuûnatını, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] küllî sıfatlarını, şuûnatını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] fehmetmek [anlamak] için bir mikyas [ölçü] yapmaktır. Amma, âlem-i âhirette, [âhiret âlemi] haşirdeki şuûnat-ı azîmesini ve kıyamette emvatın [ölüler] ihyâsıyla [diriltme, hayat verme] ahvâl-i umumiyesini fehmetmek [anlamak] için, ancak güz mevsiminin kıyametiyle baharların haşri, haşir ve kıyamet-i kübrâda [büyük kıyamet] Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] şuûnatına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] mikyas [ölçü] olabilir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Müslümanları lehviyat[eğlenceler, oyunlar] nevmiye mesabesinde [derece] olan dünya hayatına davet etmekle, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] helâl ettiği tayyibat [iyi ve güzel işler, hareketler, ibadetler] dairesinden, haram ettiği habîsat mezbelesine [çöplük] teşvik eden adamın meseli öyle bir sarhoşa benzer ki:

Parçalayıcı arslan ile, ünsiyetli [cana yakın, dost] ehlî atı birbirinden tefrik edemiyor. Sehpa ağacıyla jimnastik ağacını birbirinden ayıramıyor. Kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemediği halde, kendisini mürşid bilerek irşad [doğru yol gösterme] ve nasihata çıkıyor.

Esnâ-yı irşadda bir adama rastgelir. Zavallı adamın arka tarafında korkunç bir arslan duruyor. Ön tarafında da sehpa ağacı kurulduğu gibi, her iki yanında da dehşetli yaralar var. Fakat adamcağızın elinde iki ilâç vardır. Ve lisanıyla

285

kalbinde iki tılsım vardır. Onları istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederse şifâyab olur. Ve o arslan ata inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Burak [Cennete mahsus bir binek] gibi bineği olur. O sehpa ağacı da daima teceddüd [yenileme] etmekte olan ahvâl-i âlemi, seyyal [akıcı] manzaraları seyretmeye âlet ve vasıta olur. O sarhoş herif, o zavallı adamcağıza diyor:

“Yâhu, nedir o ilâçları, tılsımları saklıyorsun? Onları at, keyfine bak.”

Adamcağız:

“Yok baba! Bu ilâçlar ve tılsımların hıfz ve himayelerindeyim. Onlardan almakta olduğum haz, lezzet, keyif bana kâfidir. Fakat o arslan gibi parçalayıcı ölümü öldürebilirsen ve sehpayı kırmakla kabir ağzını kapatabilirsen ve hayatımın mâruz kaldığı fenâ ve zeval [geçip gitme] yaralarını bir hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmekle tedavi edebilirsen, pekâlâ, seninle beraber dans oynayalım. Ve illâ gözümün önünden def ol, git. Sen ancak kendin gibi sarhoşları kandırabilirsin. Ben sarhoş değilim. Dünyanıza, keyfinize ihtiyacım yok. Çünkü, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 * نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ 2 bana yeter.”

İ’lem eyyühe’l-aziz! Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, [öğrenci] Müslümanları ecnebî âdetlerine ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ile şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] terk etmeye davet ettiklerinde, Kur’ân Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dünyadan zeval [geçip gitme] ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeâiri [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız. Bakınız arkamızda pençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdit ediyor. Eğer iman kulağıyla Kur’ân’ın sadâsını dinleyecek olursan, o ecel arslanı bir burak [Cennete mahsus bir binek] olur. Bizleri rahmet-i Rahmâna [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] ulaştıracaktır. Ve illâ o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleri parçalar. Bâtıl itikadınız [inanç] gibi, ebedî bir firak [ayrılık] ile dağıtacaktır. Ve keza, önümüzde idam [hiçlik, yokluk] sehpaları kurulmuştur. Eğer imân ile, îkanla [delil ve ispat üzerine inanma] Kur’ân’ın irşadını [doğru yol gösterme] dinlersen, o sehpa ağaçlarından, sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, [güvenli yer] yani âlem-i âhirete [âhiret âlemi] ulaştırıcı bir sefine [gemi] yapılacaktır.

286

Ve keza, sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ceriha[yara, hastalıklı uzuvlar] vardır. Eğer Kur’ân’ın ilâçlarıyla tedavi edersen, fakrımız rahmet-i Rahmân‘ın [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] ziyafetine şevk ve iştiyaka [arzu, istek] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edecektir. Acz ve zâfımız da Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] dergâh-ı izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.

Ve keza, bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümit yok. Ancak Kur’ân’ın güneşinden, Rahmân’ın hazinesinden tedarik edilebilir. Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa, pekâlâ. Ve illâ sükût ediniz. Kur’ân-ı dinleyelim, bakalım ne emrediyor:

فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلاَ يَغُرَّنَّكُمْ بِاللهِ الْغَرُورُ * 1

Hülâsa: [esas, öz] Ayık olan sana tâbi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiyeyle [insanın kendi cinsinden olana acıması] veya felsefenin dalâletiyle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] veya medeniyetin sefahetiyle [ahmaklık, beyinsizlik] sarhoş olanlar senin meşrep [hareket tarzı, metod] ve mesleğine tâbi olurlar. Fakat insanın başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar, onun sarhoşluğunu izâle ile ayıltacaktır.

Ve keza, insan hayvan gibi yalnız zaman-ı hal [şimdiki zaman] ile müptelâ [bağımlı] ve meşgul değildir. Belki müstakbelin [gelecek] korkusu ve mazinin hüzün ve kederiyle hal elemlerine mâruzdur. Fakat kendisini şakî, [eşkıya, haydut] dâll, ahmaklardan addetmeyen adam, Kur’ân’ın şu beşaretini [müjde] dinlesin:

اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَۤاءَ اللهِ لاَخَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ * اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ * لَهُمُ الْبُشْرٰى فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِى اْلاٰخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ * 2

287

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ * وَطُورِسِينِينَ * 1

ilâ âhir-i sûre…

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herbir masnuda tahakkuk [gerçekleşme] eden kemâl-i sanat, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] her mekânda ve her masnuun yanında bulunmasına delâlet ettiği gibi, hiçbir mekânda ve hiçbir masnuun yanında bulunmamasına da delâlet eder.

Ve keza, insan, herbir şeye muhtaç olduğu cihetle, herşeyin melekûtu [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] elinde ve herşeyin hazinesi yanında olan Zât-ı Akdesten [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] maadâ kimseye ibadet edemez.

Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef’al [fiiller, davranışlar] cihetiyle pek küçük, nâkıs [eksik] olmakla karıncadan, arıdan ednâ, [basit, aşağı] örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, [hiçlik, yokluk] tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden [dağlar] daha büyüktür. Meselâ, Hasenat yaptığı zaman, habbe [dane, tohum] habbe [dane, tohum] yapar. Seyyiat [günahlar] yaparsa kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi [günah] bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] tahkir [aşağılama] eder, kıymetten düşürür.

Ve keza, insanın bir cihetle kıl kadar bir ihtiyarı, zerre kadar bir iktidarı, şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] kadar bir hayatı, dakika kadar bir ömrü, cüz’î [ferdî, küçük] bir cüz kadar mevcudiyeti varsa da, diğer cihetle hadsiz bir acz ve fakrı da vardır. Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ve Ganiyy-i Mutlakın [sınırsız zenginliğe sahip olan Allah] tecelliyatına geniş bir mâkes [yansıma yeri] olur.

Ve keza, insan hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] cihetiyle bir çekirdek olup, pek büyük semere ve sümbüller vermek için kendisine tevdi edilen cihazatı, bazı maddeleri elde

288

etmek için tavuk gibi toprakları, gübreleri, necisleri [pis] eşmeye sarf eder, faidesiz tefessüh [bozulma] eder. Ve hayat-ı mâneviye [maddî olmayan hayat] cihetiyle emelleri ebede kadar uzanan bir şecere-i bâkıyedir.

Ve keza, insan fiil ve sa’yi [çalışma] cihetiyle zayıf bir hayvan olup dâire-i sa’yi pek dardır. İnfial, sual, dua cihetiyle Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] aziz bir misafiridir. Dairesi hayal kadar geniştir.

Ve keza, insanın hayat-ı hayvaniyeden [hayvan hayatı] aldığı lezzet bir serçe kuşunun lezzeti kadar değildir. Çünkü, insanda hüzün, keder, korku var, onda yoktur. Fakat cihazat, hissiyat, duygular, istidatlar [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] itibarıyla hayvanların en âlâsından fazla lezzet alır. İnsanın şu vaziyetine dikkat edilirse anlaşılır ki, bu kadar cihazat, bu hayat için olmayıp, ancak bir hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] için kendisine verilmiştir.

Ve keza, insan saltanat-ı rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] mehâsinine [güzellikler] nâzır ve esmâ-i kudsiyenin [Allah’ın kutsal isimleri] cilvelerine dellâl [davetçi, ilan edici] ve kalem-i kudretle [Allah’ın kudret kalemi] yazılan mektubat-ı İlâhiyeyi [İlahî mektuplar, mesajlar] mütalâa ile mütefekkir [düşünen] olduğu cihetle, eşref-i mahlûkat [yaratılmışların en şereflisi] ve halife-i arz [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] olmuştur.

يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَۤاءُ اِلَى اللهِ… *1

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur, kemâlât-ı Sübhâniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gınâ-i [zenginlik] rahmetin derecelerine bir mikyastır. [ölçü] İnsandaki acz, kudret ve

289

kibriyâsına [azamet, büyüklük] bir mizandır. [ölçü] İnsandaki tenevvü-ü hâcât, envâ-ı niam ve ihsanatına [bağış] bir merdivendir. Öyleyse fıtratından gaye ubudiyettir. [Allah’a kulluk] Ubudiyet [Allah’a kulluk] ise, dergâh-ı izzetine kusurlarını Estağfirullah ve Sübhânallah ile ilân etmektir.

ba

اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ * وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ * 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herbir insan için hayat seferinde iki yol vardır. Bu iki yolun uzunluğu, kısalığı birdir. Amma birisinde ehl-i şuhud [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] ve ehl-i vukufun [bilirkişi] şehadet ve tasdikleriyle, onda dokuz menfaat ihtimali var. İkinci yolda mesele mâkûsedir, onda dokuz zarar ihtimali vardır. İkinci yol ile gidenin ne silâhı var, ne zahiresi. Tabiî, yolda pek çok korkulara mâruz kalacağı gibi, ihtiyaçlarını def için çoklara minnet altında kalır. Fakat birinci yola sülûk [mânevî yol alma] edenin hem silâhı, hem erzakı beraberdir. Pek serbestâne gider. Birinci yol Kur’ân yoludur, ikinci yol ise dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yoludur.

Evet, ehl-i şuhudun, [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] ehl-i vukufun [bilirkişi] tasdik ve şehadetleriyle sabittir ki, iman yümnüyle [uğur, bereket] yürüyen emn ü eman [eminlik, korkusuzluk] içindedir. Ve bilâhare merkez-i hükûmete ulaştığında, onda dokuzu büyük mükâfatlara mazhar [erişme, nail olma] olacaklardır. Fakat, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] zulümatı içinde yürüyenler esnâ-yı seferde korkudan, açlıktan herşeye ve herkese tezellül [alçalma] ettikten sonra, mahall-i hükûmete vâsıl olduğunda, onda dokuzu ya idam [hiçlik, yokluk] veya ebedî hapse mahkûm olacaklardır. Binaenaleyh aklı olan, zararlı birşeyi, dünyevî, ednâ [basit, aşağı] bir hiffet [hafiflik] için tercih etmez.

Ehl-i şuhud [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] dediğimizden maksat, evliyaullahtır. Zira velâyet [velilik] sâhibi, avâmın itikad [inanç] ettiği şeyleri göz ile müşahede ediyor. Kur’ân yoluyla gidenlerin silâh ve

290

zahireleri ise, Kadîr-i Mutlaka, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] Ganiyy-i Kerîme [sonsuz cömertlik ve zenginlik sahibi olan Allah] olan tevekkül onları temin eder. Zira, tevekkül, istinad ve istimdad [yardım dileme] noktalarını tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Bu noktalar da kelime-i tevhidi [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] istilzam [gerektirme] ediyor. Kelime-i tevhid [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] de namazı iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Namaz dahi ubudiyetin [Allah’a kulluk] esas bir rüknüdür. [esas, şart] Ubudiyeti [Allah’a kulluk] emreden tekliftir. Mükellefiyetini [yükümlülük, sorumluluk] ifa edenin, mükellefiyet [yükümlülük, sorumluluk] müddetince, mükellefiyet-i [yükümlülük, sorumluluk] askeriye gibi yemekleri, libasları [elbise] ve sair hayat lâzimeleri hazine-i Rahmân’dan verilir. Mükellefiyet-i [yükümlülük, sorumluluk] askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i [yükümlülük, sorumluluk] ubudiyet, [Allah’a kulluk] müddet-i ömürdür. [ömür süresi]

ba

وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ * 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan bir yolcudur. Sabâvetten [çocukluk] gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] Mâlikü’l-Mülk [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye [geçici, ölümlü hayat] sarf ediyor. Halbuki, o levazımattan [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] lâakal [en az] onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarf etmek gerektir. Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmi dört lira harcırah alan bir memur, ilk dahil olduğu memlekette yirmi üç lirayı sarf ederse, öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevap verecektir? Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi? Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] her iki hayat levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmi üç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saati de beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lâzımdır ki, dünyada paşa, âhirette gedâ [fakir] olmasın!

291

İ’lem eyyühe’l-aziz! Gafil olan insan, kendi vazifesini terk eder, Allah’ın vazifesiyle meşgul olur. Evet, insan, gafletten dolayı, iktidarı dahilinde kolay olan ubudiyet [Allah’a kulluk] vazifesinin terkiyle, zayıf kalbiyle rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] vazife-i sakîlesinin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatini kaybetmekle âsi, şakî, [eşkıya, haydut] hâin adamların partisine dahil olur.

Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi tâlim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, erzakını, libasını, [elbise] silâhını vermektir. Binaenaleyh, erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip ticaretle-meselâ-iştigal eden bir asker, şakî [eşkıya, haydut] ve hâin olur. Bu itibarla, insanın Allah’a karşı ubudiyet, [Allah’a kulluk] vazifesidir. Terk-i kebâir, [büyük günahları terketmek] takvâsıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.

Amma gerek nefsine, gerek evlât ve taallûkatına [yakınlar, akrabalar] hayat malzemesini tedarik etmek Allah’ın vazifesidir. Evet, madem hayatı veren Odur. O hayatı koruyacak levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] da O verecektir. Yalnız, hükûmetin asker için ofislerde cem [toplama, bir araya gelme] ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttiği gibi, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] da hayat için lâzım olan levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] küre-i arz [yer küre, dünya] ofisinde yaratıp cem [toplama, bir araya gelme] ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini [durumlar] insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atâlet, [hareketsizlik] betâlet azabından kurtulsun.

Ey insan! Rahm-ı mâderde [ana rahmi] iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana: Her bahar mevsiminde sath-ı arzda [yeryüzü] yaratılan enva-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına getirip sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!

Hülâsa: [esas, öz] Allah’ı itham [suçlama] etmekle işini terk edip Allah’ın işine karışma ki, nankör âsiler defterine kaydolmayasın.

ba

292

اُدْعُونىِۤ اَسْتَجِبْ لَكُمْ * 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! “Bazı dualar icabete [cevap verme, kabul etme] iktiran etmez” diye iddiada bulunma. Çünkü dua bir ibadettir. İbadetin semeresi [meyve] âhirette görünür. Dünyevî maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler. Duaların semeresi [meyve] değillerdir.Meselâ, şemsin tutulması küsuf [güneş tutulması] namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.

Ve keza, zâlimlerin tasallutu [hükmetme, musallat olma] ve belâların nüzulü, bazı hususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî maksatlar hasıl olursa, zaten nurun alâ nur. [nur üstüne nur] Ve illâ, “İcabet duaya iktiran etmedi” diyemezsin. Ancak, “Henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır” diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların mukaddemesidir, [evvel, önce] neticesi değillerdir. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] duaların icabetine [cevap verme, kabul etme] vaad etmesi ise, icabet [cevap verme, kabul etme] ayn-ı kabul değildir. Yani, icabet [cevap verme, kabul etme] kabulü istilzam [gerektirme] etmez. Duaya herhalde cevap verilir. Cevapsız bırakılmaz. Matluba olan is’af ise, Mucîbin [isteyeni istediğine kavuşturan, yaratıklarının isteklerine cevap veren, Allah] hikmetine tâbidir. Meselâ, doktoru çağırdığın zaman, herhalde “Ne istersin?” diye cevap verir. Fakat “Bu yemeği veya bu ilâcı bana ver” dediğin vakit, bazan verir, bazan hastalığına, mizacına mülâyim olmadığından vermez.

Adem-i kabul [kabul etmeme] esbabından biri de, duayı ibadet kastıyla yapmayıp, matlubun [istek] tahsiline tahsis ettiğinden, aksülâmel [işin aksi, ters tepki] olur. O dua ibadetinde ihlâs kırılır, makbul olmaz.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule [meydana gelme] geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar [alâkalı, ilgili] köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat [büyük değişimler] cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, [ayrı ayrı] isimleri mütenevvi [çeşit çeşit] olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza [uyanıklık âlemi] ile âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] arasında bir köprüdür. Berzah, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] dünya ile

293

âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî [maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemi] arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın ba’delmevt, Hâlık-ı Rahmân [her şeyin yaratıcısı olan ve bütün varlıklara şefkat gösteren Allah] ve Rahime rücûu hakkında ilânat yapan şu;

اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ 1* وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 2* وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ 3* وَاِلَيْهِ الْمَاٰبُ * 4

gibi âyetlerde büyük bir beşâret ve tesellî olduğu gibi, ehl-i isyana [Allah’a isyan eden kimseler] da büyük tehditleri imâ vardır.

Evet, bu âyetlerin sarahatine [açıklık] göre, ölüm, zeval, [geçip gitme] firak, [ayrılık] adem [hiçlik, yokluk] kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp ancak Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin huzuruna girmek için bir medhaldir. Bu beşaretin [müjde] işaretiyle, kalb adem-i mutlak [sınırsız tam bir yokluk] korkusundan, eleminden kurtulur. Evet, küfrün [inançsızlık, inkâr] tazammun [içerme, içine alma] ettiği cehennem-i mâneviyeye bak:

اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بىِ 5 hadîs-i kudsîsi sırrınca, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kâfirin zan ve itikadını [inanç] daimî bir azab-ı elîme [acı veren azap] kalb eder. Sonra, iman ve yakîn ile, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] likasından [Allah’a kavuşma] sonra, rızasından sonra, rüyetinden [Allah’ın cemâlini görme] sonra mü’minler için hasıl

294

olan lezzetlerin derecelerine bak. Hattâ Cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için, âsiye kâfirin cehennem-i mânevîsine nisbeten cennet gibidir.

Arkadaş! Âlem-i bekaya [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] delâlet eden berâhinden [deliller] maadâ, arkasında saflar teşkil edip dualarına bir ağızdan “Âmin! Âmin!” söyleyen enbiya, [nebiler, peygamberler] evliya, sıddikîn imamları, Mahbub-u Ezelînin Habib-i Ekremi [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın tazarruatı, [dua, yakarış] duaları, âlem-i bekada [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] insanın bekasına pek büyük burhan [delil] ve kâfi [yeterli] bir vesiledir. Çünkü, kâinatı serâpâ [tepeden tırnağa, baştan aşağıya] istilâ eden şu hüsünler, [güzellik] güzellikler, cemâller, kemâller, o Habibin [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] tazarruatını [dua, yakarış] işitmemek veya kabul etmemek kadar çirkin, kabih, [çirkin] kusur, naks [eksiklik, noksanlık] addedilecek birşeye müsaade eder mi? Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bütün nekaisten, [eksiklikler, kusurlar] çirkin şeylerden münezzeh, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] müberrâ [arınmış, temiz] değil midir? Elbette münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu [alçakgönüllülük] kastıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh, ifrat [aşırılık] ve tefritten [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] kurtulmak için istikamet [doğru] mizanına [ölçü] müracaat edilmeli. Şöyle ki:

Herbir nimetin iki veçhi vardır. Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin [süsleme] eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür.

İkinci veçhi ise, in’am [nimet verme] edene bakar ki, keremini [cömertlik] izhar, [açığa çıkarma, gösterme] derece-i rahmetini ilân, in’âmını [nimetlendirme] ifşa, esmâsına şehadet eder. Binaenaleyh, tevazu, [alçakgönüllülük] ancak birinci vecihte [yön]

295

tevazu [alçakgönüllülük] olabilir. Ve illâ küfranı [inançsızlık, inkâr] tazammun [içerme, içine alma] etmiş olur. Tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] dahi, ikinci vecihle [yön] mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa, kibir ve gururu tazammun [içerme, içine alma] ettiğinden mezmumdur. [kınanmış] Tevazu [alçakgönüllülük] ile tahdis-i nimet, [ilahî nimeti şükrederek anlatma] şöylece bir içtimâları var:

Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama, başka bir adam “Ne kadar güzel oldun” dediğine karşı, “Güzellik paltonundur” dediği zaman, tevazu [alçakgönüllülük] ile tahdis-i nimeti [ilahî nimeti şükrederek anlatma] cem [toplama, bir araya gelme] etmiş olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzi [(sahiplerine) dağıtma] edildiği vakit, rekabet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor. Hattâ tembel olan adam çalışkanı sever. Zayıf olan, kavîyi [güçlü, kuvvetli] takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] eder. Fakat çalışmasını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.

Dünya da umur-u dîniyeye ve a’mâl-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibadetlerin semeresi [meyve] öteki âlemde göründüğüne nazaran, ibadetlerde rekabet edilmemelidir. Olduğu takdirde ihlâsı kaybolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünce ile amelini adem-i ihlâs ile iptal eder. Çünkü, sevap itâsında ve ücret aldığında, nâsı, Rabb-i Nâsa şerik yapar ve halkın nefretlerine hedef olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ile istidraç [Allah tarafından günahkâr kişilere verilen bir takım olağanüstü haller ve üstünlükler] mânen birbirine mübayindir. [farklı, aykırı] Zira keramet, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] mu’cize gibi, Allah’ın fiilidir. Ve o keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahibi de kerametin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Allah’tan olduğunu bilir ve Allah’ın kendisine hâmi [himaye eden, koruyan] ve rakîb [görüp gözeten, koruyan, yarattıklarından bir an bile gafil olmayan Allah] olduğunu da bilir. Tevekkül ve yakîni de fazlalaşır. Lâkin, bazan Allah’ın izniyle kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır.

İstidraç ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından [açığa çıkma] ve garip fiilleri izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekten ibarettir. Fakat, bu istidraç [Allah tarafından günahkâr kişilere verilen bir takım olağanüstü haller ve üstünlükler] sahibi, nefsine istinad ve iktidarına

296

isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki, اِنَّمَۤا اُوتِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ 1 okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, [açığa çıkma] tasfiye-i nefis ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidraç ile ehl-i keramet [Allah’ın bir ikramı olarak, olağanüstü hâl [çözüm] ve hareketler gösteren kimseler] arasında tabaka-i ûlâda [ilk tabaka] fark yoktur. Tam mânâsıyla fenaya mazhar [erişme, nail olma] olanlar ise, onlara da Allah’ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf [açığa çıkma] eder. Ve onlar da, o eşyayı fenâ fillâh olan havaslarıyla görürler. Bunun istidraçtan [Allah tarafından günahkâr kişilere verilen bir takım olağanüstü haller ve üstünlükler] farkı pek zahirdir. Zira, zahire çıkan bâtınlarının nurâniyeti, mürâîlerin zulümatıyla iltibas [karıştırma] olmaz.

ba

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tesbihat, ibâdât, [ibadetler] gayr-ı mahdud envâlarıyla herşeyde vardır. Fakat, herşeyin kendi tesbihat ve ibadetini bütün vecihlerini [yön] daima bilip şuur edinmesi lâzım değildir. Çünkü, husul [meydana gelme] huzuru istilzam [gerektirme] etmez. Tesbih ve ibadet edenler, yalnız yaptıkları amelin mahsus bir tesbih veya sıfatı malûm bir ibadet olduğunu bilirlerse kâfidir. Zaten Mâbud-u Mutlakın [ibadete layık tek varlık olan Allah] ilmi kâfidir. İnsandan maadâ mahlûkatta teklif olmadığından, onlara niyet lâzım değildir. Ve keza, amellerinin sıfâtını bilmek de lâzım değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan-ı mü’minin kıymeti, ihtiva ettiği san’at-ı âliye [yüksek san’at] ile Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] in’ikâs [yansıma] eden cilvelerin nakışları [işleme] nisbetindedir. İnsan-ı kâfirin kıymeti ise, et, kemikten ibaret fâni ve sâkıt maddesinin kıymetiyle ölçülür.

297

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] bu âlem de, eğer Kur’ân’ın tarif ettiği gibi mânâ-yı harfiyle, yani Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] azametine bir âlet nazarıyla bakılırsa, o nisbette kıymettar olur. Eğer felsefenin dediği gibi mânâ-yı ismiyle, yani hiçbir fâil, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ile bağlı olmayıp müstakil-i [bağımsız] bizzat nazarıyla bakılırsa, kıymeti câmide, mütegayyir [değişen] maddesinde münhasır kalır. Kur’ân’dan istifade edilen ilmin felsefe ilminden ne derece yüksek olduğu, şu misal ile tebârüz eder:

وَجَعَلْنَا الشَّمْسَ سِرَاجًا 1 Bu hükm-ü Kur’ânî, [Kur’ân’a dayalı hüküm, ilim] Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] cilvelerine bakmak için bir pencere açıyor. Şöyle ki:

Ey insan! Bu şems, azametiyle beraber size musahhardır. [boyun eğdirilmiş] Meskenlerinize nur veriyor. Yemeklerinizi hararetiyle pişirtiyor. Sizin öyle Azîm, Rahîm bir Mâlikiniz var ki, bu şems onun bir lâmbası olup, misafirhanesinde sakin misafirlerini ziyalandırıyor.

Felsefenin hikmetince, şems büyük bir ateştir, yerinde dönüyor. Arz ile seyyarat, [gezegenler] ondan uçan parçalardır; câzibe ile şemse merbut [bağlı] kalarak medarlarında [kaynak, dayanak] hareket ediyorlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hiçbir hakkı talep etmeye hakkı yoktur. Bilâkis, daima Ona şükretmeye medyundur. [borçlu] Çünkü, mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] Onundur, insan Onun memlûküdür. [köle, kul]