MESNEVÎ-İ NURİYE – Reşhalar (33-47)

33

 Reşhalar

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 Tenbih

Hâlık-ı Âlemi [âlemin yaratıcısı Allah] bize târif ve ilân eden deliller ve burhanlar, [delil] lâyüad ve lâyuhsâdır. O delillerin en büyükleri üçtür.

Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu kitab-ı kebir-i kâinattır. [büyük kâinat kitabı]

İkincisi: Bu kitabın âyetü’l-kübrâ[en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ve divan-ı nübüvvetin [peygamberlik divanı] hâtemi ve künûz-u mahfiyenin [gizli hazineler] miftahı [anahtar] olan Hazret-i Muhammed aleyhissalatü vesselâmdır.

Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] tefsiri ve mahlûkata karşı Allah’ın hücceti [delil] olan Kur’ân’dır.

Şimdi, birkaç reşha [sızıntı] zımnında [iç] ikinci burhanı [delil] tariften sonra sözlerini dinleyeceğiz.

BİRİNCİ REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] tarif eden, pek büyük bir şahsiyet-i mâneviyeye [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] mâlik, burhan-ı nâtık [konuşan delil] dediğimiz, “Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm kimdir?” diye yapılan suale cevaben deriz ki:

Hazret-i Muhammed (a.s.m.) öyle bir zâttır ki, azamet-i mâneviyesinden [mânevî büyüklük] dolayı sath-ı arz, [yeryüzü] o zâtın mescid-i aksâsıdır. [Kudüs’te Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mukaddes mescid] Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, [câmide cemaatle namaz kılarken imamın bulunduğu yer] Medine-i Münevvere onun minber-i [câmide hutbe okunan yer] fazl-ı kemâlidir. Cemaat-ı mü’minîne en son ve en âli imam ve nev-i beşerin hatîb-i şehîridir; saadet düsturlarını [kâide, kural]

34

beyan ediyor. Ve bütün enbiyânın [Kur’ân-ı Kerimin 21. sûresi] reisidir; onları tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] ve tasdik ediyor. Çünkü, dini bütün dinlerin esasatına [esaslar] câmidir. Ve bütün evliyânın başıdır; şems-i risaletiyle onları terbiye ve tenvir [aydınlatma] ediyor.

O zât (a.s.m.) öyle bir kutup [esas, önder, direk, eksen] ve nokta-i merkeziyedir ki, onun halka-i zikrinde [zikir halkası] bulunan bütün enbiyâ-i [Kur’ân-ı Kerimin 21. sûresi] ahyâr, ebrâr[iyi kimseler] sâdıkîn onun gelmesine müttefik ve kelâm-ı nutkuyla nâtıktırlar. [konuşan] Ve öyle bir şecere-i nuraniyedir [nurlu ağaç] ki, damar ve kökleri, enbiyânın [Kur’ân-ı Kerimin 21. sûresi] esasat-ı semâviyesidir. Dal ve budakları, evliyânın maarif-i ilhamiyesidir.

Bu itibarla, herhangi bir dâvâyı iddia etmiş ise, bütün enbiyâ [Kur’ân-ı Kerimin 21. sûresi] mu’cizelerine istinaden ve bütün evliyâ kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] müsteniden [dayanan] ona şehadet etmişlerdir. Evet, bütün dâvâlarının tasdiklerini iş’âr eden, bütün kâmillerin hâtem [mühür] ve mühürleri vardır. Ezcümle:

O zâtın (a.s.m.) dâvâlarından biri tevhiddir. Bu dâvâyı tasrih [açık şekilde bildirme] ve ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i mübârekesidir. O zâtın halka-i din ve zikrine giren bütün geçmiş ve gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-i [esas, şart] iman ve vird-i zeban [sürekli okunan zikir] etmişlerdir. Demek, o dâvânın hak ve hakikat olduğuna kanaat ve itmi’nan [huzur bulma] ve iz’anları [kesin şekilde inanma] hâsıl olmuş ki, zaman ve mekâna [içinde bulunulan yer ve zaman] şâmil [içine alan] bir tarzda, o kelime-i mübâreke, meşrepleri, [hareket tarzı, metod] meslekleri, an’aneleri mütehalif, [birbirinden farklı] mütebayin [ayrı ayrı] insanların ağızlarında Mevlevîler [Mevlevî tarikatına bağlı olanlar] gibi semâvî deveran ve cevelân [akma, dolaşma] ediyor.

Binaenaleyh, gayr-ı mütenahî [sonsuz] şahitlerin tasdikiyle hak ve hakkaniyeti tahakkuk [gerçekleşme] eden bir dâvâya, hiçbir vehmin haddi değildir ki, ona dest-i itirazı uzatabilsin!

35

İKİNCİ REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! Tevhidi ispat ve nev-i beşeri irşad [doğru yol gösterme] eden o nuranî burhan; [delil] biri sağında, diğeri solunda, biri mütevatir, [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] diğeri mecma-ı aleyh bulunan nübüvvet [peygamberlik] ve velâyetle [velilik] mücehhezdir. [cihazlanmış, donanmış] Ve aynı zamanda, irhasat denilen kablen-nübüvvet kendisinden zuhur eden harika hallerin rumuzatıyla [ince işaretler] ve kütüb-ü semâviyenin [vahye dayanan kutsal kitaplar] beşârâtıyla [müjdeler] ve hevâtif denilen, gayptan verilen tebşirat-ı [müjdeleme] müteaddide ile musaddaktır. [doğrulanan]

Ve keza, o burhan-ı nurânîden zuhur eden inşikak-ı kamer, [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] parmaklarından fışkıran sular, ağaçların onun dâvetine icabetleri, [cevap verme, kabul etme] duasının akabinde yağmurun nüzulü, pek az bir yemekten çokların yiyip doymaları ve kurt, ceylân, deve, taş ve sairenin konuşmaları gibi mu’cizelerinin delâlet ve şehadetiyle tasdik edilmiş bir zâttır (a.s.m.).

Ve keza, dünya ve âhiret saadetlerini temine kâfil ve kâfi olan şeriatı, nübüvvetini [peygamberlik] tasdik ve ispata kâfidir. Geçen derslerde, şems-i şeriatinden bazı şuaları gördük. Tatvil-i [uzatma] kelâmı mucip [gerektirici] tekrarları lâzım değildir.

ÜÇÜNCÜ REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! O zât (a.s.m.), delâil-i âfâkiye denilen haricî delillerle musaddak [doğrulanan] olduğu gibi, delâil-i enfüsiye denilen zâtında ve nefsinde sabit delil ve işaretlerle dahi musaddaktır. [doğrulanan] Çünkü o zât şems gibidir; zâtını, zâtıyla ziyalandırarak gösterir. Meselâ, bütün ahlâk-ı hamîdenin [övgüye değer huylar] en yüksekleri o zâtta içtimâ etmiş olduğuna bütün âlem şehadet ediyor. Ve keza, en nezih [temiz] hasletleri [huy, karakter] ve huyları ve en yüksek seciyeleri [huy, karakter] câmi bir şahsiyet-i mâneviye [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] sahibi olduğuna icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] vardır. Ve keza, o zâtın en yüksek derecede bulunan zühd [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve takvâ ve

36

ubudiyeti, [Allah’a kulluk] şehadetleriyle mâlik olduğu kuvvet-i imaniyeyle [iman gücü] musaddaktır. [doğrulanan] Ve keza, siyer-i nebeviyenin [Hz. Peygamberin (a.s.m.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitap] şehadetiyle derece-i vüsûku ve kemâl-i ciddiyet ve metaneti [gayret, kararlılık] ve bütün işlerinde ve harekâtında kuvvet-i emniyeti, hakka mütemessik ve hakikate sâlik [bir yolu ve yöntemi takip eden] olduğunu tasdik eden kat’î delillerdir. Evet, yaprakların yeşilliği, çiçeklerin tarâvet [tazelik] ve güzelliği ve semerelerin [meyve] tazeliği, ağacın canlı, hayatlı, hayy [diri, canlı] olduğuna sadık şahittirler.

DÖRDÜNCÜ REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu’d-i [uzaklık] mekânın muhâkemat[muhakemeler; bir karara varmak için bir meseleyi iki taraflı olarak bütün delileriyle beraber incelemek] akliyede tesiri çoktur. Maahaza, [bununla birlikte] لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعَيَانِ1 düsturuna [kâide, kural] ittibâen, [tâbi olma, bağlanma] şu zaman ve muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman [zamanın katlanması; çok uzun zamanı kısa bir zamanda yaşama] ve mekânla, hayalen Ceziretü’l-Araba [yarımada] gidelim ve Medine-i Münevverede nurânî ve yüksek minber-i [câmide hutbe okunan yer] saadetine çıkmış, nev-i beşere hitaben irşadatta [doğru yol gösterme] bulunan o zât-ı muallâyı bizzat görüp sözlerini dinlemeliyiz.

İşte, hayalen oraya gittik. Bak, harika bir surette hüsn-ü suret [dış görünüşün güzelliği] ile hüsn-ü sîreti [ahlâk güzelliği] cem [toplama, bir araya gelme] eden o mürşid-i umumî, o hatîb-i kudsî, cevâhir [cevherler, özler] dolu bir kitab-ı mu’cizülbeyan eline alarak, bütün insanlara mele-i âlâdan [en yüce mertebe] nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] okuyor. Ve bütün benî Âdemi [Âdemoğlu, insan] ve cinleri ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] dinletiyor. Evet, pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-i âlemin [âlemin yaratılışı] acip muammâsını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] dair tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere,

37

“Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?” diye irad [sunma, söyleme] ettiği akılları acz ve hayrette bırakan üç suale cevap veriyor.

BEŞİNCİ REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! Şu zât-ı nuranî [nûrânî zât, Hz. Peygamber] (a.s.m.), mürşid-i imânî, Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) bak, nasıl neşrettiği hakikatin nuruyla, hakkın ziyasıyla, nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek, âlemde yaptığı inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ile âlemin şeklini değiştirerek nuranî bir şekle sokmuştur. Evet, o zâtın nuranî güzelliğiyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumî içinde görünecekti. Bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] birbirine karşı ecnebî ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, [cansız varlıklar] birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval [geçip gitme] ve firakın [ayrılık] korkusundan vâveylâlara [çığlık, feryad] düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtıyla, tenevvüüyle [çeşitlenme] ve tagayyüratıyla, [başkalaşım, değişme] nukuşuyla [işlemeler] tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarıyla bakılacaktı. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil [aşağılanan] ve hakir olacaklardı.

İşte, o zâtın telkin ettiği iman nazarıyla kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görünecekti. Fakat o mürşid-i kâmilin [çok olgun yol gösterici] gözüyle ve iman gözlüğüyle bakılırsa, her taraf nurlu, ziyadar, [ışıklı] canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı dîdâr [kendini gösterme] edecektir.

Evet, kâinat iman nuruyla mâtem-i umumî yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki [anlama, kabul etme] edilen mevcudat, [var edilenler, varlıklar] birbirine ahbap ve kardeş olmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini gösteren cemâdat, [cansız varlıklar] ünsiyetli [cana yakın, dost] birer hayattar ve lisan-ı haliyle [beden dili] Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] âyâtını nâtık [konuşan] birer musahhar [boyun eğdirilmiş] memuru şekline giriyorlar. Ağlayan, müteşekkî ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetinde zâkir, [zikreden] Halıkına [her şeyi yaratan Allah] şâkir [Allah’a şükreden] sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüat, [çeşitlenmeler] tagayyürat [başkalaşmalar] ve nukuşu [işlemeler] abesiyetten [anlamsızlık] kurtuluyor. Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] mektuplar,

38

âyat-ı tekviniyeye sahifeler, esmâ-i İlâhiyeye ayineler suretine inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ederler.

Hülâsa: [esas, öz] İman nuruyla âlem öyle terakki [ilerleme] eder ki, “Hikmet-i Samedâniye Kitabı” namını alıyor. Ve insan, zelil [aşağılanan] ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar; zaafının [zayıflık, güçsüzlük] kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin [Allah’a kulluk] şevketiyle, [büyüklük, haşmet] kalbinin şuaıyle, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilâfet ve hâkimiyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna [alçalış, düşüş] esbab [sebebler] iken, suud [yükselme] ve yükselmesine sebep olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekber [çok büyük mezar] suretinde görünen zaman-ı mazi, [geçmiş zaman] enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyanın ziyasıyla ziyadar [ışıklı] ve nuranî görünmeye başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kur’ân’ın ziyasıyla tenevvür [aydınlanma, nurlanma] eder, Cennetin bostanları şekline girer. Buna binaen, o zât-ı nurânî olmasaydı, kâinat da, insan da, herşey de adem [hiçlik, yokluk] hükmünde kalır, ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.

Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı [kabul töreni, protokol] bir mürşid-i harika lâzımdır. “Eğer bu zât (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı” meâlinde لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ 1 olan hadis-i kudsî şu hakikatı tenvir [aydınlatma] ediyor.

ALTINCI REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! O hutbe-i ezeliyeyi [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] okuyan zât, kâinatın kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] keşfeden canlı bir güneştir; saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ihbar ve tebşir [müjdeleme] ediyor.

39

Nihayetsiz rahmeti keşfetmiş, ilân ediyor. Saltanat-ı Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] mehâsininin [güzellikler] dellâlı [davetçi, ilan edici] ve esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] gizli definelerinin keşşâfıdır. [keşfeden, açan (Kur’ân’ın belâgat sırlarının perdesini aralayan ve mu’cizeliğini ispat eden Zemahşerî’nin belâgat ilmine dair “Keşşâf” isimli eserine telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] vardır)]

Evet, o zât (a.s.m.) vazifesi itibarıyla, hakkın burhanı, [delil] hakikatın ziyası, hidayetin güneşi, saadetin vesilesidir. Şahsiyet ve hüviyet cihetiyle, muhabbet-i Rahmâniyenin [sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah’a duyulan sevgi] misali, rahmet-i Rabbâniyenin [Allah’ın rahmeti, merhameti] timsali, [görüntü] hakikat-i insaniyenin [insanın gerçek mahiyeti] şerefi, şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] en kıymettar ve kıymetli bahâdar bir semeresidir. [meyve] Tebliğ ettiği dini de harika bir sür’atle şark ve garbı [batı] ihata [herşeyi kuşatma] etmiş, nev-i beşerin beşte biri kabul etmiştir. Acaba böyle bir zâtın dâvâlarında nefis ve şeytanın münakaşa ve itirazlarına bir imkân var mıdır?

YEDİNCİ REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! O zâtı harekete getirip o inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. [kutsal duygu] Evet, bilhassa Ceziretü’l-Arabda [yarımada] yaptığı inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve icraata bak:

O sahralarda, o çöllerde, âdetlerini muhafazada çok mutaassıp ve asabiyetlerinde [duygusal bağlılık, akrabalık, taraftarlık, milliyetçilik] fevkalâde inatçı ve kasâvet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hattâ diri diri kızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] bile olmayan pek çok vahşî kavimler [insan topluluğu] oturmakta idiler. O zât-ı nuranî, [nûrânî zât, Hz. Peygamber] kısa bir zamanda, o kavimlerin [insan topluluğu] ahlâk-ı seyyielerini [kötü ahlâk] kaldırarak ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ile tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ettirdi. Hattâ, o zât-ı mürşidin (a.s.m.) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşî insanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında, medenîlere üstad oldular. O zâtın (a.s.m.) şu kadar geniş ve azîm saltanatı, yalnız zahirî bir

40

saltanat değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ı bâtıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb [çekme] ve celb [çekme] etmiştir. Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir [boyun eğdirme] etmiştir ki, kalblere mahbub, [sevimli/sevgili] akıllara muallim ve tenvir [aydınlatma] edici ve nefislere mürebbî [eğitici, terbiye edici] ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır.

SEKİZİNCİ REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, birşeyi tiryakisinden ref etmek [kaldırmak] pek zahmettir. Hattâ büyük bir hâkim, büyük bir azimle, küçük bir kavimde [insan topluluğu] itiyad edilen bir hasleti [huy, karakter] kaldırmakta büyük müşkilâta [zor] rastgelir. Halbuki bu zât-ı nuranî, [nûrânî zât, Hz. Peygamber] pek çok âdetleri, pek çok asabî, inatçı kavimlerden, [insan topluluğu] cüz’î [ferdî, küçük] bir kuvvetle, kısa bir zamanda kaldırarak, yerlerini yüksek, nezih [temiz] ahlâk ve âdetlerle doldurmuştur.

Evet, Hazret-i Ömer İbnü’l-Hattâb’ın (radıyallahü teâlâ anh) İslâmiyetten evvel ve sonraki halleri bu meseleye güzel bir misaldir. Bunun gibi, icraat-ı esasiyesinden binlerce harikalar vardır. O zâtın, o zamandaki icraatına harika diyoruz. Acaba bu zamanın yüzlerce feylesofları, o zamanda, o vahşet-âbâd cezireye [yarımada] gidip, pek uzun zamanlarda o vahşîleri ıslah için çalışsalar, o zât-ı mürşidin bir senede muvaffak olduğu kadar, onlar elli senede muvaffak olabilirler mi? Hâşâ!

DOKUZUNCU REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! Aklı başında olan bir adam münazaralı [tartışmalı] dâvâlarda yalan söyleyemez. Çünkü, bilâhare yalanının açığa çıkıp mahcup olmasından korkar. Ve keza, bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, [korku] lâübâli bir tarzda söyleyemez. Ve keza, serbest, heyecanlı söylenmesine girişemez velev âdi bir mesele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun. Acaba büyük bir vazifeyle vazifedar, pek büyük bir meselede, pek büyük bir şeref ve haysiyet sahibi, pek büyük bir cemaat içinde, pek şedit [çok şiddetli] hasımların karşısında iddia ettiği bir dâvâda yalan ve hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] söyleyebilir mi?

İşte, o zât-ı nurânî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] öyle bir tarzla okuyor; ne

41

tereddüdü var, ne hicabı, [örtü, perde] ne korkusu var, ne teessürü… [üzülme, etkilenme] Hem samimî bir safa-i [zevk, keyif] kalble, hâlis bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokundurmak üzere, akıllarını tezyif, [alay etme, küçük düşürme] nefislerini tahkir [aşağılama] edip izzetlerini [büyüklük, yücelik] kırıyor. Acaba böyle bir dâvâda, böyle bir makamda, böyle bir şahıstan zerre miskal bir hilenin bu meseleye karışmasına imkân var mıdır? Hâşâ!

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى 1 Evet, hak hileye muhtaç değil; hakkı söylemekte hile ve iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ihtimali yoktur. Hakikati gören bir nazar halkı iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] etmez, hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] söylemez, hayal ile hakikati temyiz eder; aralarında iltibas [karıştırma] olamaz.

ONUNCU REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! O zât-ı mürşid, nev-i beşeri korkutmak için pek müthiş hakikatlerden bahsediyor. Ve insanları tebşir [müjdeleme] için, kalbleri cezb [çekme] ve akılları celb [çekme] eden meselelerden haber veriyor.

Yahu! Hakaik [doğru gerçekler] ve garaibi [tuhaf, hayret verici şeyler] keşif için insanlarda öyle bir şevk, öyle bir merak vardır ki, garip bir hakikati keşif yolunda canlarını, mallarını feda ediyorlar. Bu zâtın (a.s.m.) keşf ve ihbar ettiği hakaike [doğru gerçekler] ne için ehemmiyet vermiyorlar? Halbuki, bütün enbiyâ [Kur’ân-ı Kerimin 21. sûresi] ve evliyâ ve sıddıkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] gibi ehl-i şuhud [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] ve ashab-ı ihtisas, bilittifak [ittifakla, fikir birliğiyle] o zâtı tasdik etmiş ve ediyorlar.

Bu zât (a.s.m.), öyle bir Sultanın şuûnundan [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bahsediyor ki, kamer [ay] Onun mülkünde bir sinek gibidir. Acip harikalardan bahsettiği gibi, pek müthiş infilâk [şiddetli patlama] ve inkılâplardan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] da haber veriyor. Bakınız: O hutbe-i ezeliyede, [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması]

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 2* اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ 3* اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا * 4

gibi tilâvet [okuma] ettiği âyetlere dikkat ediniz.

42

Ve beşer için öyle bir istikbalden haber veriyor ki, dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre [damla] hükmündedir. Ve öyle bir saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri ona nazaran rüyalar gibi olur. Evet, bu kâinatın perdesi altında çok acaip şeyler vardır, bizleri bekliyorlar. Biz de onları intizar [bekleme] ediyoruz. Binaenaleyh, o acaibi görüp bize keyfiyetlerini hikâye etmek için hârikulâde bir insan lâzımdır ki, o harika garaibi [tuhaf, hayret verici şeyler] görsün ve gördüğü gibi bize de söylesin.

Ve keza, o zât, Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] bizden talep ettiği şeylerden bahsediyor ve çok hakikatlerden, meselelerden haber veriyor ki, onlardan kurtuluş yoktur. Feyâ acaba! Ekser-i nâs neden böyle hak şeylerden göz yumuyorlar, hakikatlerden kulak tıkıyorlar?

ON BİRİNCİ REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! Şu minber-i [câmide hutbe okunan yer] âlide hutbe-i ezeliyeyi [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] okuyan ve şahsiyet-i mâneviyesiyle [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] bizlere meşhud [görünen] ve yüksek şuûnatıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] âlemde meşhur olan zât-ı nurânî, (a.s.m.) vahdaniyet-i [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] İlâhiyeye bir burhan-ı sâdık-ı nâtık ve tevhidin hakikat olduğuna bir delil-i hak ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] de vücuda gelmesine kat’î bir delil ve zahir bir burhandır. [delil]

Ve keza, o zât, insanları hidayete davet etmekle saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] husulüne [meydana gelme] sebep olduğu gibi, vüsulüne [kavuşma, erişme] de sebeptir.

Ve keza, o zât, duasıyla, ubudiyetiyle [Allah’a kulluk] o saadetin vücuduna ve icadına vesiledir. Evet, bak: O zât, nev-i beşere imamdır. Mescidi, yalnız Ceziretü’l-Arab [Arap yarımadası] değildir, küre-i arzdır. [yer küre, dünya] Cemaati de yalnız o zamanın insanları değildir. Belki Âdem zamanından kıyamete kadar herbir asrın halkı bir saf olup, bütün asırlar safları onun arkasında, onun duasına “Âmin” diyorlar.

Bilhassa o zât, o cemaat-ı uzmâda [büyük cemaat] umum zevilhayata [canlılar] şâmil [içine alan] pek şedit [çok şiddetli] bir ihtiyac-ı azîm için dua eder. Ve onun duasına, yalnız o cemaat değil, belki arz ve

43

semâ ve bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] “Âmin” söyler. Yani, “Yâ Rabbenâ! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] onun duasını kabul eyle. Biz de o duayı ediyoruz. Biz de onun talep ettiğini talep ediyoruz.”

Bilhassa, o cemaat-i uzmâ [büyük cemaat] önünde kıldırdığı namazda, öyle bir tazarru [dua, yakarış] ve tezellül [alçalma] ile, öyle bir iştiyakla, [arzu, istek] öyle bir hüzünle niyaz ve dua eder ki, kâinat bile heyecana gelir, o zâtın duasına iştirâk eder. Evet, öyle bir maksat için niyaz eder ki, eğer o maksat husule [meydana gelme] gelmezse, yalnız mahlûkat değil, âlem bile kıymetsiz kalır, esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] düşer. Çünkü, o zâtın matlubuyla [istek] mevcudat [var edilenler, varlıklar] yüksek kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] erişir.

Acaba o zât, o matlubu [istek] kimden istiyor? Evet, öyle bir Zâttan talep eder ki, en gizli ve en küçük bir hayvanın cüz’î [ferdî, küçük] bir ihtiyacı için lisan-ı haliyle [beden dili] yaptığı duayı işitir, kabul eder, ihtiyacını yerine getirir. Ve keza, en ednâ [basit, aşağı] bir emeli, en ednâ [basit, aşağı] bir gaye için, en ednâ [basit, aşağı] bir zîhayatta [canlı] görür ve onu ona yetiştirmekle ikram ve merhamet eder. Bu duaların neticesinde yapılan terbiye ve tedbirler öyle bir intizamla cereyan eder ki, o terbiyelerin ancak bir Semî’ [herşeyi duyan ve işiten Allah] ve Basîr, [gören] bir Alîm ve Hakîmden olduğuna şüphe bırakmaz.

Acaba o zât, o minberde [câmide hutbe okunan yer] Arşa müteveccihen [yönelen] ellerini kaldırarak yaptığı dua ile ne istiyor ki bütün mahlûkat “Âmin” söylüyor?

Evet, o zât, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rızasını ve Cennette mülâkat [buluşma, karşılaşma] ve rüyetiyle [Allah’ın cemâlini görme] saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] istiyor. Bu istenilen şeylerin icadına rahmet, hikmet, adalet gibi sayısız esbap [sebepler] olmadığı takdirde, o zât-ı nurânînin tek duası ve tazarru [dua, yakarış] ile niyaz etmesi, Cennetin icadına ve îtâsına kâfidir. Binaenaleyh, o zâtın risaleti, [elçilik, peygamberlik] imtihan ve ubudiyet [Allah’a kulluk] için şu dünyanın kurulmasına sebep olduğu gibi, o zâtın ubudiyetinde [Allah’a kulluk] yaptığı dua, mükâfat ve mücâzat [cezalandırma] için dâr-ı âhiretin [âhiret âlemi] îcadına sebep olur.

Evet, bu yüksek intizam ve geniş rahmet ve güzel san’at ve kusursuz cemâl ile zulüm ve çirkinlik arasında tezat vardır. İçtimaları mümkün değildir.

44

Evet, ednâ [basit, aşağı] bir sesi, ednâ [basit, aşağı] bir kimseden, âdi bir iş için işitip kabul etmekle, en yüksek bir savtı, [ses] en büyük bir iş için işitip kabul etmemek, emsalsiz bir kubh [çirkinlik] ve çirkinlik ve bir kusurdur. Bu ise mümkün değildir. Çünkü, hüsn-i zâtî, kubh-u zâtîye inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. İnkılâb-ı hakâik ise muhaldir.

ON İKİNCİ REŞHA: [sızıntı] Arkadaş! O hatib-i mürşidden gördüğün, işittiğin kâfidir. Çünkü ahvalini [durumlar] tamamıyla ihâta [kavrayış] etmek mümkün değildir. Öyleyse, ondan sonra gelen asırların o zâttan aldıkları feyizlere dikkat etmek üzere geri dönelim. Bak, arkadaş! Bütün bu asırlar o Asr-ı Saadetin [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] güneşinden Ebû Hânife, Şâfiî, Ebû Yezid, Cüneyd-i Bağdadî, Abdülkadir-i Geylânî, İmam-ı Gazâlî, Muhyiddin-i Arabî, Ebû Hasen-i Şâzelî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbânî (radiyallâhü anhüm ecmaîn) gibi binlerce nurânî ziyâdar yıldızlar ayrılıp âlem-i beşeri tenvir [aydınlatma] etmişlerdir.

Meşhudatımızın [görünen] tafsilâtını [ayrıntılar] başka vakte tehir ederek, mu’cizat sahibi o zât-ı nurânî aleyhissalâtü vesselâma bir salât ü selâm getirelim.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى هٰذَا الذَّاتِ النُّورَانِىِّ الَّذِى اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَعْنِى سَيِّدَنَا مُحَمَّدً اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ * عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَاةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبُورُ وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ وَاَوْلِيَاءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ.. سَيِّدِنَا وَمْوْلاَنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ * عَلٰى مَنْ جَاءَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ، وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ، وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ، وَشَبِعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰتٌ مِنَ الْبَشَرِ، وَنَبَعَ الْمَۤاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ

45

مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَسَبَّحَ فِى كَفَّيْهِ الْحَصَاةُ وَالْمَدَرُ، وَاَنْطَقَ اللهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالذِّئْبَ وَالْجِذْعَ وَالذِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالشَّجَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ… سَيِّدِنَا وَمَوْلاَنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَۤاءِ عِنْدَ قِرَۤاءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى اٰخِرِ الزَّماَنِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا يَۤا اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ. * 1

Arkadaş! Risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] ispat eden deliller pek büyük bir yekûn [bütün, toplam] teşkil ediyor. On Dokuzuncu Söz namındaki risalemde o delillerden bir kısmı zikredilmiştir. O zâtın izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği bine yakın mu’cizeleriyle Yirmi Beşinci Söz namındaki eserimde tafsil edilen kırk vech-i i’câza [mu’cizelik yönü] bâliğ [erişen, ulaşan] olan Kur’ân, risalet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) şehadet ettiği gibi, bu kâinat da âyâtıyla o zâtın nübüvvetine [peygamberlik] delâlet eder. Evet, kâinatta yazılan sayısız âyetler Zât-ı Ehadin [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] vahdaniyetine [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] şehadet ettikleri gibi, risalet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] de (a.s.m.) delâlet ve şehadet ederler.

46

Ezcümle: Kâinatta görünen hüsn-ü san’at [güzel san’at] dahi risalet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) delâlet ve şehadet eden kat’î bir delildir. Zira, şu ziynetli masnuatın [san’at eseri] cemâli, hüsn-i san’at ve ziyneti izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder. San’at ve suretin güzelliği, Sânide güzelleştirmek ve ziynetlendirmek [süslemek] isteği mevcut olduğuna delâlet eder. Güzelleştirmek ve zînetlendirmek sıfatları, Sâniin [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] san’atına olan muhabbetine delâlet eder. Bu muhabbet ise, masnuatın [san’at eseri] en ekmeli [daha mükemmel] insan olduğuna delildir. Çünkü o muhabbetin mazhar [erişme, nail olma] ve medarı [kaynak, dayanak] insandır. İnsan dahi masnuatın [san’at eseri] en câmi ve en garibi olduğundan, şecere-i hilkate [yaratılış ağacı] bir semere-i şuuriyedir. İnsan bir semere gibi olduğu cihetle kâinatın eczası arasında en câmi ve baîd [uzak] bir cüzdür. İnsan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve câmi olduğu cihetle, nazarı âmm, [genel] şuuru küllî [bilgi ve kavrayışı kapsamlı] olur. Nazarı âmm [genel] olduğundan şecere-i hilkati [yaratılış ağacı] tamamıyla görür, şuuru da küllî olduğundan, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] makasıdını bilir. Öyleyse, insan Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] muhatab-ı hâssıdır.

Evet, âmm [genel] ve şumul[kapsam] olan nazar ve şuurunu Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ibadetine ve muhabbetine sarf ve san’atını istihsan, [beğenme, güzel bulma] takdir ve teşhirine tevcih [yöneltme] ve nimetlerinin şükrüne istimal [çalıştırma, vazifelendirme] eden bir fert, verdiği nimetlere karşı şükür isteyen ve yarattığı mahlûkatı ibadete, şükre davet eden Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] has muhatap ve habibidir. [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)]

Ey insanlar! Zikredilen ahval [durumlar] ve şuûnatla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olan Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.), Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o ferd-i ferid dediğimiz muhatab-ı hassı olmamasına imkân var mıdır? Ve tarihinizin gösterdiği nev-i beşerden en büyük insanlar arasında, bu makama daha lâyık diğer bir şahıs var mıdır?

Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan âleminde iki daire ve iki levha vardır:

Birinci daire: Rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dairesidir.

İkinci daire: Ubudiyet [Allah’a kulluk] dairesidir.

47

Birinci levha: Hüsn-ü san’attır [güzel san’at]

İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır. [beğenme, güzel bulma]

Bu iki daire ile iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet [Allah’a kulluk] dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan [beğenme, güzel bulma] levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san’at [güzel san’at] ve nimet levhasına bakıyor.

Bu hakikati gözünle gördükten sonra, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve ubudiyet [Allah’a kulluk] dairelerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca imkân var mıdır? Ve Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] makasıdına kemâl-i ihlâsla hizmet eden ubudiyet [Allah’a kulluk] reisinin Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ile azîm bir münasebeti ve kavî [güçlü, kuvvetli] bir intisabı [bağlanma, mensup olma] ve o intisapla [bağlanma] her iki daire reisleri arasında bir muârefe ve mükâleme [karşılıklı konuşma] ve alışverişin olmamasına ihtimal var mıdır? Öyleyse, bilbedâhe [açık bir şekilde] tahakkuk [gerçekleşme] etti ki, ubudiyet [Allah’a kulluk] reisi, rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] has mahbup [sevgili] ve makbulüdür.

Ey insan! Bu süslü masnua[san’at eseri] envâ-ı mehasinle tezyin [süsleme] eden ve bütün zîhayat [canlı] olanların zevklerine, iştahlarına [şiddetli istek, arzu] göre bu kadar nimetleri in’âm [nimet verme] eden Sâni’in en kâmil, en cemîl [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] ve ibadetine kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] teveccüh [ilgi] eden ve Sâni’in mehasin-i san’atına takdir ve istihsanatıyla [beğenme, güzel bulma] arş ve ferşi [yer] taraba, sevinmeye getiren ve Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ihsanatına [bağış] yaptığı teşekkürat [teşekkürler] ve tekbirat ile berr [kara] ve bahri cezbeye getiren şu güzel mahlûk ve masnuuna iltifat edip sözünü nazar-ı itibara [dikkate alma] almaması ve teşekküratına [teşekkürler] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmemesi ve teveccüh [ilgi] edip, kendisiyle konuşmaması ve iktidarına göre bütün mahlûkata bir imam ve mürşid yapmaması imkânı var mıdır?