MESNEVÎ-İ NURİYE – Şule (306-315)

306

 Şûle

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bütün Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] ifâde ettiği mânâlar ile bütün sıfât-ı kemâliyeye, [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] olan Allah bil’iltizam [sıkıca sarılarak] delâlet eder. Sair ism-i haslar [özel isim] yalnız müsemmâlarına [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] delâlet eder, sıfatlara delâletleri yoktur. Çünkü sıfatlar müsemmâlarına [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] cüz olmadığı gibi, aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla, ne tazammunen [içerme, içine alma] ve ne iltizamen [taraftar olarak] sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl, [“Allah” kelimesi] bilmutabakat Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] delâlet eder. Zât-ı Akdes [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] ile sıfât-ı kemâliye [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil’iltizam [sıkıca sarılarak] delâlet eder.

Ve keza, ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ünvanı sıfât-ı kemâliyeyi [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] istilzam [gerektirme] etmesi, ism-i has [özel isim] olan Allah’ın da o sıfâtı istilzam [gerektirme] ettiğini istilzam [gerektirme] ediyor.

Ve keza, Allah kelimesi de, nefiyden [inkâr] sonra sıfatlarla beraber düşünülür. Binaenaleyh Lâ ilâhe illâllah kelâmı, Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] adedince kelâmları tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibarıyla bir kelâm iken bin kelâm oluyor: Lâ hâlıka illâllah, lâ fâtıra, lâ râzıka, [bütün mahlukatın rızkını veren Allah]kayyûme [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] illâllah gibi… Binaenaleyh, terakki [ilerleme] etmiş olan zâkir [zikreden] bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Madem ki herşeyin Allah’tan olduğunu bilirsin ve ona iz’ânın [kesin şekilde inanma] vardır. Zararlı, menfaatli herşeyi tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve hüsn-ü rızâyla kabul etmek

307

lâzımdır. Ve illâ, gaflete düşmeye mecbur olursun. Bunun için esbab-ı zahiriye [görünen sebepler] vaz edilmiş ve gözlere de gaflet perdesi örtülmüştür. Kâinat hâdiselerinden insanın heva ve hevesine muhalif olan kısım, muvafık olan kısımdan daha çoktur. Eğer heva sahibi, bu esbab-ı zahiriyeyi [görünen sebepler] görüp Müsebbibü’l-Esbabdan [sebep olan] gaflet etmese, itirazlarını tamamen Allah’a tevcih [yöneltme] eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dualar üç kısımdır.

Birisi: İnsanın lisanıyla yaptığı kavlî dualardır. [sözle yapılan dua] Savt [ses] ve sadalı hayvanatın, meselâ acıktıkları zaman kendi hususî lisanlarıyla çıkardıkları sadâlar dahi kavlî dualardandır. [sözle yapılan dua]

İkinci kısım: Nebatat, [bitkiler] eşcarın, [ağaçlar] bilhassa bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaç ile yaptıkları ihtiyacî dualardır.

Üçüncüsü: Tahavvül, [başka bir hâle geçme, dönüşme] tekemmül [mükemmelleşme] şe’ninde [belirleyici özellik] olan şeylerin, lisan-ı istidat [kabiliyet dili] ile hissedilen istidadî [kabiliyet] dualarıdır.

Evet, herşey Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla [kabiliyet] dahi Allah’a dua eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Çekirdek ağaç olmazdan evvel, yumurta kuş olmazdan evvel, habbe [dane, tohum] başak vermezden evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde ve binlerce suret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken, o eğri büğrü ihtimaller, yollar içinden çekilip doğru ve müstakim [doğru ve düzgün] müntic [netice veren, ortaya çıkaran] bir şekle, bir vaziyete sevk edilmelerinden anlaşılır ki, o tohumlar, evvelce de Allâmü’l-Guyûbun [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] terbiye, tedvir, [çekip çevirme] tedbiri altında imişler. Sanki o tohumların herbirisi, kudret kitaplarından istinsah [kopyasını çıkarma] edilmiş küçük bir tezkeredir. Yahut bir fihristedir, ilm-i ezelîden [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] alınmıştır. Yahut kader kitaplarından yazılmış bazı düsturlardır. [kâide, kural]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mü’min olan zât, mânâ-yı harfiyle, yani gayre bir hâdim [hizmetçi] ve bir âlet sıfatıyla kâinata bakıyor. Kâfir ise, mânâ-yı ismiyle, yani müstakil [bağımsız] bir

308

“ağa” nazarıyla âleme bakıyor. Bu itibarla herbir masnuda, iki cihet vardır. Bir ciheti, kendi zât ve sıfâtından ibarettir. Diğer ciheti, Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] kendisine olan tecelliyata bakar.

İkinci cihetin dairesi daha geniş ve mealce daha kâmildir. Zira, bir harf kendi zâtına bir harf miktarı—o da bir vecihle—delâlet [yön] eder. Kâtibine çok vecihlerle [yön] delâlet eder. Ve kâtibini, bakanlara tarif ve tavsif [bir sıfatla niteleme] eder.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] kudret-i ezelî [bir başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah’ın kudreti] kitabından olan bir masnu, [san’at eseri] kendi nefsine kendi cirmi [büyük cisim] kadar ve bir vecihle [yön] delâlet eder, ama Nakkaş-ı Ezelîye [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] pek çok vücuhla [vecihler, yönler] delâlet eder. Ve kendisine tecellî eden esmâdan uzun bir kasideyi [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] inşâd eder. Kavâid-i mukarreredendir [yerleşmiş kaideler, kurallar] ki, “Mânâ-yı harfî, [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] kastî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mânâ-yı harfînin [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] inceliklerine tetkikat yapılamaz. Fakat mânâ-yı ismi, sâdık, kâzip [yalan] her hükme mahal olur.” Bu sırra binaendir ki mânâ-yı ismîyle [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] kâinata bakan felâsifenin [filozoflar] kitaplarında kâinata âit hükümler, nefsülemirde [işin gerçeği, aslı] örümceğin nescinden [dokuma] zayıf ise de, zahire göre daha muhkem [değiştirilemez] görünüyor.

Ehl-i kelâm, felsefî meselelerde ve ulûm-u kevniyeye [kâinat ve dünya ile ilgili ilimler] mânâ-yı harfiyle, istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] için tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] bir nazar ile bakıyor. Hattâ şemsin sirac [kandil, lamba] olması, arzın beşik, cibâlin [dağlar] evtad [direkler, kazıklar] olması, ehl-i kelâmın müddealarını [iddia edilen şey] ispata kâfidir. Hattâ ehl-i kelâmın reyleri, [fikir, düşünce] hiss-i umumîye ve tearüf-ü âmme mutabık olduktan sonra, vakıa mutabık olmasa bile onların müddeâsına [dava, tez; iddia edilen şey] zarar vermez ve tekzibe [yalanlama] de müstehak olmazlar. Bunun içindir ki, ehl-i kelâmın reyleri [fikir, düşünce] mesâil-i felsefiyede ednâ [basit, aşağı] ve zayıf görünür. Amma mesâil-i İlâhiyede demirden daha metindir. [sağlam]

309

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] günahkârları affetmesi fazldır, tâzip [azap] etmesi adldir. Evet, zehiri içen adam, âdetullaha [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] nazaran hastalığa ölüme kesb-i istihkak [hak kazanma] eder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünkü cezasını çeker. Hasta olmadığı takdirde Allah’ın fazlına mazhar [erişme, nail olma] olur.

Mâsiyetle [günah] azap arasında kavî [güçlü, kuvvetli] bir münasebet vardır. Hattâ ehl-i itizâl, mâsiyet [günah] hakkında doğru yoldan udûl ile, mâsiyeti, [günah] şerri Allah’a isnad etmedikleri gibi, mâsiyet [günah] üzerine tâzibin [azap, eziyet] de vacip olduğuna zehab etmişlerdir. Şerrin azabı istilzam [gerektirme] ettiği, rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] münâfi [aykırı] değildir. Çünkü şer, nizam-ı âlemin [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] kanununa muhaliftir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan nisyandan [unutkanlık] alındığı için, nisyana [unutkanlık] müptelâdır. [bağımlı] Nisyanın [unutkanlık] en kötüsü de nefsin unutulmasıdır. Fakat, hizmet, sa’y, [çalışma] tefekkür zamanlarında, nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalâlettir. [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] Hizmetler görüldükten sonra, neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemâldir. Bu itibarla, ehl-i dalâl ile ehl-i kemâl, [kemâl sahibi olgun kimseler] nisyan [unutkanlık] ve tezekkürde müteâkistirler. Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibadet teklifinde başını havaya kaldırarak firavunlaşır. Lâkin mükâfatın, menfaatin tevziinde [(sahiplerine) dağıtma] bir zerreyi bile terk etmez. Amma nefsini unutan ehl-i kemâl, [kemâl sahibi olgun kimseler] sa’y, [çalışma] tefekkür, sülûk [mânevî yol alma] zamanlarında herşeyden evvel nefsini ileri sürüyor. Fakat neticelerde, faidelerde, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mü’minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki, herbir fert, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevap cemaatten kazanıyor. Ve herbir fert ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci [hatadan arındırma, temize çıkarma] olur—bilhassa Peygamber aleyhissalâtü vesselâma… Ve keza, herbir fert, arkadaşlarının

310

saadetinden zevk alır ve Hallâk-ı Kâinata [kâinatı ve içindeki herşeyi yaratan Allah] ubudiyet [Allah’a kulluk] etmeye ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] namzet [aday] olur.

İşte mü’minler arasında, cemaatler sayesinde husule [meydana gelme] gelen şu ulvî, mânevî teâvün [yardımlaşma] ve birbirine yardımlaşmakla hilâfete haml, [yüklenme] emanete mazhar [erişme, nail olma] olmakla beraber mahlûkat içerisinde mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] ünvanını almıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Birşeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvâli [haller] hakkında ihtilâfları olduğu zaman, yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh, Avrupa feylesofları, maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman, İslâm ve Kur’ân’ın hakaikinden [doğru gerçekler] pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü, yakından hakaik-i İslâmiyeye [İslâmın gerçekleri] vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Ben böyle gördüm; nefsülemir [işin gerçeği, aslı] de benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh, şimşek, buhar gibi fennî meseleleri keşfeden feylesoflar, Hakk’ın esrarını, Kur’ân nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz ise kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünkü kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet, o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sem’, [işitme] basar, [görme] hava, su gibi umumî nimetler daha ehemmiyetli, daha kıymetli olduklarına nazaran, hususî, şahsî nimetlerden kat kat fazla şükre istihkak [hak edilen pay] ve liyakatleri vardır. Binaenaleyh, o gibi umumî nimetlere karşı nankörlük edip şükran etmemek, en büyük küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] sayılır.

Hal bu merkezde iken, bazı insanlar şahıslarına âit hususî nimetlere karşı Allah’a şükrederlerse de, şu umumî nimetler onlara şümulü [kapsam] yokmuş gibi, fikirlerine bile gelmiyor. Halbuki, en büyük nimet, âmm [genel] ve dâimî olan nimetlerdir.

311

Umumiyet kemâl-i ehemmiyete [tam ve mükemmel bir özen] delil olduğu gibi, devam da ulviyet ve kıymete delâlet eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bazı âyetlerinin tekrarını iktiza [bir şeyin gereği] eden hikmetler, bazı ezkâr [zikirler] ve duaların da tekrarını iktiza [bir şeyin gereği] eder. Zira Kur’ân, hakikat ve şeriat, hikmet ve mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] kitabı olduğu gibi, zikir, dua ve dâvetin de kitabıdır. Duada tekrar, zikirde tezkâr, [anma, dile getirme] dâvette tekid [kuvvetlendirme] lâzımdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân’ın yüksek meziyetlerinden biri de şudur ki: Kesrete [çokluk] ait bahislerden sonra vahdet [Allah’ın birliği] tezkirelerini [hatırlatma] yazıyor. Tafsilden sonra icmal [kısaca, özet olarak] yapıyor. Cüz’iyatın bahislerinden sonra rububiyet-i mutlakanın [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] düsturlarını, [kâide, kural] sıfât-ı kemâliyenin [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] namuslarını fezlekelerle [hülasa, öz] zikrediyor. Bu gibi fezlekelerin, [hülasa, öz] âyetlerin sonundaki faideleri, âyetlerin ortalarında zikredilen mukaddemelere [evvel, önce] neticeler hükmündedirler. Veya illet [asıl sebep] olurlar, ta ki sâmiin [dinleyen, işiten] fikri âyetlerde zikredilen cüz’iyatla meşgul olup ulûhiyet-i mutlaka [hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık] mertebesinin azametini unutmasın ki, ubudiyet-i fikriyesine halel [eksik, kusur] gelmesin.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Velîlerin himmetleri, [ciddi gayret] imdatları, mânevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî [boş] veya fiilî bir duadır. Hâdî, Muğîs, Muîn, [yardımcı] ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle bir lâtife, [güzel ve ince mânâ] öyle bir hâlet [durum] vardır ki, o lâtife [güzel ve ince mânâ] lisanıyla her ne sual edilirse—velev ki fâsık [günahkâr] da olsun—Cenâb-ı Hak o lâtifeye [berrak, şirin, hoş] hürmeten o matlubu [istek] yerine getirir. O lâtife [güzel ve ince mânâ] pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İlim ve yakîn şümulüne [kapsam] dahil olan ahvâl-i mâziye ile şek [şüphe] perdesi altında kalan ahvâl-i istikbaliye arasında şöyle bir mukayese yap:

Silsile-i nesebin ortasında, bir dedenin yerinde kendini farz et, otur. Sonra, mevcudat-ı mâziye kafilesine dahil olan ecdadınla henüz istikbal rahminde kalıp

312

peyderpey [arka arkaya, ardı sıra] vücuda çıkan evlât ve ahfâdın [çok gizli] arasında bir tefâvüt var mıdır? İyice bak! Evvelki kısım ilim ve ittikan [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri] ile Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] masnuu [san’at eseri] olduğu gibi, ikinci kısım da aynen o Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] masnuu [san’at eseri] olacaktır. Her iki kısım da Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ilmi ve müşahedesi altındadır. Bu itibarla, ecdadın iâdeten ihyası, [diriltme] evlâdının icadından daha garip değildir. Belki daha ehvendir. İşte bu mukayeseden anlaşıldı ki, vukuat-ı mâziye, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bütün imkânat-ı istikbaliyeye kàdir olduğuna şehadet eden birtakım mu’cizelerdir.

Evet, kâinat bostanında görünen şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve ecram, [büyük cisimler] Hâlıklarının [her şeyi yaratan Allah] herşeye kadîr ve herşeye alîm olduğuna delâlet eden harikalardır.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] nebatat [bitkiler] ve hayvanat, envâıyla, [tür] efradıyla, [bireyler] Sânilerinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] herşeye kàdir olduğuna şehadet eden san’at harikalarıdır. Evet, kudretine nisbeten zerrat [atomlar] ile şümus [güneşler] mütesâvi olduğu gibi, yaprakların neşriyle beşerin haşri de birdir. Ve keza, ağaçların çürümüş, dağılmış yapraklarının iâdeten ihya[diriltme] arasında fark yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] büyük bir ölçüde tekrar ettiği ihyâ-yı arz [yeryüzünün diriltilmesi] ve toprak unsuruna nazar-ı dikkati celb [çekme] ettiğinden, kalbime şöyle bir feyiz damlamıştır ki:

Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, [alçakgönüllülük] mahviyet [alçakgönüllülük] gibi maksuda isal [ulaştırmak] eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek semâvattan Hâlık-ı Semâvata daha yakın bir yoldur. Zira, kâinatta tecellî-i rububiyet [Allah’ın rububiyetinin terbiye ve idare ediciliğinin görünümü] ve faaliyet-i kudrete [Allah’ın güç ve iktidarıyla faaliyette bulunması] ve makarr-ı hilâfete ve Hayy-u Kayyûm [her an diri olan ve herşeyi ayakta tutup varlığını devam ettiren Allah] isimlerinin cilvelerine en uygun, topraktır. Nasıl ki arş-ı rahmet [bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Allah’ın rahmetinin tasarruf dairesi, makamı] su üzerindedir; arş-ı hayat ve ihya [diriltme] da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat ve cilvelere en

313

yüksek bir ayinedir. Evet, kesif [katı] birşeyin ayinesi ne kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] olursa, o nisbette suretini vâzıh [açık] gösterir. Ve nurânî ve lâtif [berrak, şirin, hoş] birşeyin de ayinesi ne kadar kesif [katı] olursa, o nisbette esmânın cilvelerini cilâlı gösterir. Meselâ, hava ayinesinde, yalnız şemsin zayıf bir ziyası görünür. Su ayinesinde şems ziyasıyla görünürse de elvân-ı seb’a[yedi renk] görünmüyor. Fakat toprak ayinesi, çiçeklerinin renkleriyle, şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir. اَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ 1 olan Hadîs-i Şerif, bu sırra işareten şehadet eder. Öyleyse, arkadaş, topraktan ve toprağa inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmekten, kabirden ve kabre girip yatmaktan tevahhuş [korkma, çekinme] etme!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklım yürüyüş yaparken, bazan kalbim ile arkadaş olur. Kalb zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor. Akıl berveçh-i mutad, burhan [delil] şeklinde bir temsil ile ibraz ediyor. Meselâ:

Fâtır-ı Hakîmin [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] kâinattan sonsuz bir uzaklığı olduğu gibi, sonsuz bir kurbiyeti [yakın] de vardır. Evet, ilim ve kudretiyle bâtınların en bâtınında bulunduğu gibi, fevklerin de en fevkinde [üstünde] bulunuyor. Hiçbir şeyde dahil olmadığı gibi, hiçbir şeyden de hariç değildir.

Evet, âsâr-ı rahmetine [rahmet eserleri] mazhar [erişme, nail olma] olan sath-ı arzda [yeryüzü] mâmulât-ı kudrete bak ki, bir parça bu sırra vakıf olasın. Meselâ, biri arzda, diğeri semâda veya biri şarkta, diğeri garpta [batı] iki şeyi bir anda yaratan Sâniin, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o yaratılan şeylerin arasındaki uzaklık kadar uzaklığı lâzımdır. Ve keza herşeyin kayyûmu [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] olduğu cihetle de, herşeyin nefsinden daha ziyade bir kurbiyeti [yakın] de vardır. Bu sır, daire-i vücub, [hiç değişikliğe uğramayan varlığı zorunlu olan İlâhlık dairesi] tecerrüd [sıyrılma] ve ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] hasâisindendir. Ve fâil-i aslînin mâhiyetiyle, zıllî [gölge] olan münfail [fiilden etkilenen] arasındaki mübâyenet-i [farklılık] lâzimesidir. Meselâ, şems, timsallerine [görüntü] kayyûm [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] olduğu için, fevkalhad onlara bir kurbiyeti [yakın] vardır. Ayinedeki zıl ve gölge ile semâda bulunan asıl arasındaki mesafe kadar da bu’diyeti [uzaklık] vardır.

314

 Şûlenin Zeyli [ek]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bütün kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden bir nurdan hiçbirşey gizlenemez. Ve gayr-ı mütenahi [sonsuz] bir daire-i kudretten [Allah’ın kudret dairesi; yaratılmış olanlar] birşey hariç kalamaz. Ve illâ, gayr-ı mütenahinin [sonsuz] tenâhisi lâzım gelir.

Ve keza, hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] herşeye değeri nisbetinde feyiz veriyor. Ve herkes bardağına göre denizden su alabilir.

Ve keza, mukaddir [herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah] olan Kadîr-i Hakîmin [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] büyüğe olan teveccühü, [ilgi] küçüğe olan teveccühüne [ilgi] mâni olamaz

Ve keza, maddeden mücerred [bekar] zahir ve bâtın olan muhît [her şeyi kuşatan] bir nazara, en büyük şey gibi, en küçük birşeyi mazhar [erişme, nail olma] ve mahal olduğu san’at nisbetinde büyür. Ve küçük şeylerin nevileri büyük olurlar.

Ve keza, azamet-i mutlaka şirketi asla kabul etmez.

Ve keza, fevkalâde bir suhulet [kolaylık] ile, harika bir sür’atle, mu’ciz bir itkan [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri yapmak] ve intizam ile cûd-u mutlaktan [sınırsız cömertlik] akan âsârdan [eserler/asırlar] anlaşılıyor ki, mikrop gibi en küçük ve daha küçük havaî, mâî, türâbî [toprak] hayvanlar boş zannedilen âlemin yerlerini doldurmuşlardır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefsine olan muhabbeti icab ettiren nefsin sana olan kurbiyeti [yakın] ise, Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] muhabbetin daha fazla olmalıdır. Çünkü, nefsinden o daha karîbdir. [yakın] Evet, senin fikrin, ihtiyarın idrak edemedikleri sendeki mahfiyat, [gizlilikler, saklı olan şeyler] Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] nazarı ve ilmi altındadır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âlemde tesadüf yoktur. Evet, bilhassa bahar mevsiminde, küre-i arz [yer küre, dünya] bahçesinde, bütün ağaçların dallarında, çiçeklerin yapraklarında,

315

mezrûatın sümbüllerinde hikmet bülbülleri, hikmet âyetlerini tağannüm ve terennüm [dile getirme] ile inşad [şiir şeklinde okuma] ettikleri iman kulağıyla, basiret gözüyle dinlenilirse, tesadüf şeytanları bile kabul ile hayran olurlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevhid ile bütün eşyayı Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] isnad etmediğin takdirde, âlemde bulunan bütün efradın [bireyler] mazhar [erişme, nail olma] oldukları tecelliyat-ı İlâhiye adedince ilâhları kabul etmek mecburiyetindesin. Evet, gözünü şemsten yumduğun ve timsalleriyle [görüntü] irtibatını kestiğin zaman, timsallerine [görüntü] mâkes [yansıma yeri] olan şeylerin adedince hakikî şemslerin vücudunu kabul etmeye mecbur olursun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sen bazı vecihlerden [yön] fenâya gittiğin zaman, Hâlık-ı Rahmân[her şeyin yaratıcısı olan ve bütün varlıklara şefkat gösteren Allah] Rahîmin ilminde, meşhudunda, [görünen] malûmunda bâki kalmaklığın, senin bekan için kâfidir.

Yahu, herşeyi Sâhib-i Hakikîsine ver veya ona isnad et. Onun ismiyle al ki rahat edesin. Ve illâ, bu kadar eşyayı vücuda getirip nizam ve intizamlarını temin edecek o kadar ilâhları kabule muztar [çaresiz] kalacaksın.