MESNEVÎ-İ NURİYE – Tenvir, Münderecat Hakkında (335-337)

335

 Tenvir

Meselâ, küre-i arz [yer küre, dünya] rengârenk muhtelif ve küçük küçük cam parçalarından farz olunursa, herbiri başka hasiyetle levnine [renk] ve cirmine [büyük cisim] ve şekline nispetle şemsden bir feyiz alacaktır. Şu hayalî feyiz ise, ne güneşin zâtı ve ne de ayn-ı ziyasıdır. [ışığın kendisi, bizzat ışık] Hem de ziyanın temâsili [timsaller, yansımalar] ve elvân-ı seb’asının [yedi renk] tesâviri ve güneşin tecellîsi olan şu gûna-gûn [tarz, çeşit] ve rengârenk çiçeklerin elvânı faraza lisana gelseler, herbiri “Güneş benim gibidir” veyahut “Güneş benim” diyeceklerdir.

آنْ خَياَلاَتِى كِه دَامِ اَوْلِياسْت * عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتاَنِ خُدَاسْت 1

Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhudun [varlık ve çokluk âlemindeki herşeyi Cenâb-ı Hakkın tecellîleri olarak gören, varlıkları Allah’ın zâtı yanında unutkanlık perdesine saran mutasavvıflar] [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] meşrebi [hareket tarzı, metod] fark ve sahvdır. [doğruyu fark etme ve uyanık olma] Ehl-i vahdetü’l-vücudun [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında inanan tasavvufçular] meşrebi [hareket tarzı, metod] mahv ve sekirdir. [mânâ alemindeki sarhoşluk] Sâfi meşrep [hareket tarzı, metod] ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır. [fark ve sahv ehlinin gittiği yol]

تَفَكَّرُوا فِى اٰلاَءِ اللهِ وَلاَ تَفَكَّرُوا فِى ذَاتِهِ فَاِنَّكُمْ لَنْ تَقْدِرُوا * 2

حَقِيقَةُ الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْءُ يُدْرِكُهَا فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ * هُوَ الَّذِى اَبْدَعُ اْلاَشْيَاءَ وَاَنْشَأَهَا فَكَيْفَ يُدْرِكُهُ مُسْتَحْدَثُ النَّسَمِ * 3

336

Nokta’nın ikinci kısmı, haşir ve melâike [melek] ve beka-yı ruha ait olduğundan, bu hakikatleri kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Yirmi Dokuzuncu Söz [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ve Onuncu Söz gayet parlak bir surette izah ettiğinden, onlara havale edilerek buraya derc [yerleştirme] edilmedi. Üçüncü kısım ise, on dört dersten ibaret Nurun İlk Kapısı namıyla ayrıca neşredildi.

Said Nursî

ba

337

 Münderecât hakkında

Bu mühim mecmuanın cümle-i mukaddematından olan bir “İ’lem” de:

“Bu risale, bazı âyât-ı Kur’âniyenin şuhudî bir nevi tefsiridir. Ve ondaki meseleler Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bahçesinden koparılmış çiçeklerdir. Bu risalenin ibaresindeki icmal [kısaca, özet olarak] ve îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ve fehmindeki zahirî müşkilât, [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] sana tevahhuş [korkma, çekinme] vermesin. Tekrar tekrar mütalâa et, tâ ki لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 ve emsali tekrarat-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’daki tekrarlar] sırrı sana açılsın.

Ey kàri! Bu mecmuadaki tevhidin burhanları [delil] ve mazharları, birbirine ihtiyaç bırakmıyor zannetme. Çünkü, ben herbir burhana, [delil] herbir makam-ı mahsusta ihtiyaç hissettim. Harekât-ı cihâdiyem beni öyle bir mevkie ilcâ ediyordu ki, o mevkide, o anda bir kapı açmaya mecbur kalıyordum. Çünkü, o dehşetli anda diğer açık kapılara dönmek müyesser olmuyordu. Hem o seyahat-ı acibede rastgeldiğim nurlara, delâlet etmek için değil, belki hatırlamak için işaretler koydum. Bazan büyük bir nura bir işaret koyuyordum.”

“İlâ ahir” diye ne kadar güzel bir mukaddemeyi [evvel, önce] ve bir hülâsayı, [esas, öz] bu mecmua, adeta şifre gibi bir anahtarı karilerine takdim ediyor.

ba

Bu Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Nuriye’deki risalelerin isimleri Reşhalar, [sızıntı] Katre, [damla] Hubab, Habbe [dane, tohum] şeklinde gidiyor. Eğer Katre [damla] risalesinin âhirinde merhum Şeyh Safvet [arılık, berraklık] Efendinin yazdığı gibi, herbir risaleye bir takriz yazılsaydı, o merhumun “Bu bir katre [damla] değil, bir bahrdır” dediği gibi biz de derdik:

“O bir lem’a [parıltı] değil, bir şemstir. O bir reşha [sızıntı] değil, bir bahrdır. O bir zühre [çiçek] değil, bir cinandır. [cennetler, bahçeler (üniversiteler, mektepler, zikirhaneler vs.)] O bir hubab değil, bir ummandır.”