MESNEVÎ-İ NURİYE – Zerre (235-250)

235

 Zerre

 Hidayet-i Kur’âniyenin şuâından

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nâzır ve Ona vasıl olan yollar, kapılar, âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn [bütün, toplam] teşkil etmektedir. Âdi bir yol kapandığı zaman bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm [kuruntu] etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi [içeren, içine alan] büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herşeyin bâtını zahirinden daha âli, [yüce] daha kâmil, daha lâtif, [berrak, şirin, hoş] daha güzel, daha müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] olduğu gibi, hayatça daha kavî, [güçlü, kuvvetli] şuurca daha tamdır. Ve zahirde görünen hayat, şuur, kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve saire, ancak bâtından zahire süzülen zayıf bir tereşşuhtur. Yoksa bâtın câmid, [cansız] meyyit [ölü] olup da ilim ve hayatı dışarıya vermiş olduğuna zehaba ihtimal yoktur.

Evet, karnın (miden) evinden, cildin gömleğinden ve kuvve-i hâfızan [hafıza duyusu, bellek] senin kitabından, nakış [işleme] ve intizamca daha yüksek ve daha gariptir. Binaenaleyh, âlem-i melekût [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] âlem-i şehadetten, [görünen alem] âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] dünya ve âhiretten daha âli [yüce] ve daha yüksektir.

236

Maalesef, nefs-i emmâre, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] hevâ-i nefisle baktığı için, zahiri, hayatlı, ünsiyetli [cana yakın, dost] bir perde gibi meyyit [ölü] ve zulmetli ve vahşetli zannettiği bâtın üstüne serilmiş olduğunu görüyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin yüzün, veçhin [yön] o kadar küçüklüğüyle beraber, geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alâmetleri hâvi [içeren, içine alan] olduğu gibi, yüzünü teşkil eden esas ve erkânında [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] da bütün insanlar ittifaktadır. Bütün insanlarda, biri tevafuk, diğeri tehalüf [birbirine zıt olma] olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf [birbirine zıt olma] ciheti Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Vahid-i Ehad olduğuna delâlet ederler. Bu iki cihetin bir Kasıdın kasdıyla, bir Muhtarın ihtiyarıyla, bir Mürîdin iradesiyle, bir Alîmin ilmiyle olmadığını tevehhüm [kuruntu] etmek, muhâlâtın en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahifesinde nasıl gayr-ı mütenahi [sonsuz] nişanlar derc [yerleştirme] edilmiştir ki, gözle okunur da nazarla, yani akılla görünmez.

İnsan nevinde şu tehalüf [birbirine zıt olma] ile beraber buğday, üzüm, arı, karınca nevilerindeki tevafuk, kör tesadüfün işi olmadığı güneş gibi âşikârdır. Madem ki kesretin [çokluk] böyle uzak, ince, geniş ahval [durumlar] ve etvarında [tavırlar, davranışlar] da tesadüfün müdahalesine imkân yoktur. Ve tesadüfün elinden mahfuzdur. [korunmuş] Ve ancak bir Hakîmin kasdı ve bir Muhtarın ihtiyarı ve Semî, [her şeyi işiten Allah] Basîr [gören] bir Mürîdin iradesinin dâire-i tasarrufundadır.

Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül [kendi kendine oluşma] eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan [İslâm âlemi] nefiy [inkâr] ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir.

237

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şeytanın ilka [bırakma, kalbe bırakılma] etmekte olduğu vesveselerden biri:

“Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelînin [herşeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan ve ilminin başlangıcı olmayan sonsuz ilim sahibi Allah] nakşı, mülkü olmuş olsaydı, bu kadar miskin, biçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kalemi çalışmış olsaydı, bu kadar câhil, yetim, miskin olmazlardı” diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytân-ı insî! Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] herşeye lâyıkını veriyor. Ve maslahata [amaç, yarar] göre veriyor. Eğer atâsı, in’âmı [nimetlendirme] bu kaideden hariç olsaydı, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı. Ve senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı. Demek herşeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir. [kayıtlı]

Kader, herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki, dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] mizanıyla, [ölçü] ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle [birbirine karşılık olma, yerini tutma] feyz alınabilir. Maahaza, [bununla birlikte] şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, hikmetle yapılmış bir masnûdur. Ve Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] gayet hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] olduğuna, yaptığı vuzuh-u delâletle, [çok açık bir şekilde delil olma] sanki mücessem [cisimleşmiş] bir hikmet-i nakkaşedir. Tecessüd [ceset şekline girme, cesetleşme] etmiş bir ilm-i muhtardır. İncimad etmiş bir kudret-i basîre olduğu gibi, öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı [kabiliyet] irade ettiği şeyi kendisine veriyor.

238

Öyle bir in’âm [nimet verme] ve ihsanın [bağış] kesîfidir ki, bütün hâcâtına vakıftır. Öyle bir kaderin tersim ettiği bir surettir ki, bünyesine lâzım ve münasip şeyleri bilir, bu malûmatla herşeyin mâliki olan Mâlikinden nasıl tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] eder? Ve bütün cinayetlerini bilen, hâcâtını gören, vâveylâlarını [çığlık, feryad] işiten Semî, [her şeyi işiten Allah] Basîr, [gören] Alîm, Mücîb [bütün dualara cevap veren Allah] olarak üstünde bir Rakîbin [görüp gözeten, koruyan, yarattıklarından bir an bile gafil olmayan Allah] bulunmamasını nasıl tevehhüm [kuruntu] edebilir?

Ey nefs-i emmâre! [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] Ne için kendini hariç tevehhüm [kuruntu] ediyorsun? Eğer evâmire [emirler] imtisal [bağlanma, boyun eğme] dairesinden çıkarsan, ya herkesin ayağını öpercesine müraat [gözetme, riayet etme] ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] etmeye mecbur olursun. Veya ehemmiyet vermeyerek zâlim-i ale’l-küll olacaksın. Bu yük ağırdır, taşıyamayacaksın, en iyisi, ecnebî olan şirki terk ile mülküllahın dairesine gir ki, rahat edesin. Ve illâ, sefineye [gemi] binip yükünü arkasına alan ebleh [ahmak] adam gibi olacaksın.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir insanı yaratan Hâlıkın, [her şeyi yaratan Allah] âlemi müştemilâtıyla [içindekiler] beraber yaratmasında bir bu’d, [uzaklık] bir garabet [gariplik, hayret vericilik] yoktur. Zira, bir insanın yaratılışı, içerisinde bulunan eşyanın yaratılmasından ibaret olduğu gibi, âlemin de yaratılışı müştemilâtının [içindekiler] yaratılışından ibarettir. Ve keza, insan, âleme bir enmuzec [nümune, örnek] ve küçük bir fihristedir. Çünkü kavunun hâlıkı, çekirdeğinin hâlıkından başkası olması mümtenidir. [imkansız]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin iktidarın kısa, bekan az, hayatın mahdut, [sınırlanmış] ömrünün günleri mâdud [addedilen, sayılan] ve herşeyin fânidir. Öyleyse, şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarf etme ki, fâni olmasın. Bâki şeylere sarf et ki, bâki kalsın.

Evet, yaşadığın ömürden dünyada göreceğin istifade ancak yüz sene olur. Bu yüz sene ömrünü yüz tane hurma çekirdeği farz edelim. Bu çekirdekler iska edilip

239

muhafaza edilirse, ilâ-mâşaallah semere verecek yüz tane ağaç olur. Aksi takdirde, ateşe atıp yakmaktan başka bir istifadeyi temin etmez. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] senin o yüz senelik ömrün de, şeriat suyu ile iska ve âhirete sarf edilirse, âlem-i bekada [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] ilelebed semerelerinden [meyve] istifade edeceksin. Binaenaleyh, semeredar [meyve] yüz tane hurma ağacını terk ve yüz tane çekirdeklerine kanaat ile aldanırsa, o adam, hutameye [balık] (Cehenneme) hatab olmaya lâyıktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz!Evham, şübehat, [şüpheler, tereddütler] dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] menşe’ ve mahzenlerinden [depo] biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin [Allah’ın sıfatları] tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar [erişme, nail olma] olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder, onda fenâ olur. Sonra, başlar, bazı tevillerle o şeyi de Allah’ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye [gizli şirk] girdirir. Ve şirk-i hafîden [gizli şirk] aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir.

Hülâsa: [esas, öz] Nefs-i emmâre, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] devekuşu gibi aleyhine olan şeyi lehine zanneder. Veya Sofestâî [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] gibi münakaşa edenleridir ki, vekilleri birbirini reddeder. Teâruzan, tesâkutan kabilinden, [gibisinden, türünden] “Hiçbirisi de hak değildir” diye hükmeder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Gafil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünya ile bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval [geçip gitme] ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümitvar olur. Âhiret için lâzım olan a’mâl [ameller, işler] külfetine gelince, gaflet veya tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] ile ondan da kendisini kurtarır. Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak, sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor. Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi [hile, aldatma] de vardır ki, “Matluplarımın [istek] dünyada semereleri [meyve] olmasa da esasları âhiretle muttasıl [bitişik] ve âhirette faideleri vardır” diye mütesellî [teselli bulan] oluyor. Meselâ, ilim gibi,

240

“Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faidesi vardır” diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur.

Hülâsa: [esas, öz] Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestâî, [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] da Bektâşîdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Halk-ı eşya hakkında mûcibe-i külliye sadık olmadığı takdirde, sâlibe-i külliye sadık olur. Yani, ya bütün eşyanın hâlıkı Allah’tır veya Allah hiçbir şeyin hâlıkı değildir. Çünkü, eşyanın arasında muntazam tesanütle [dayanışma] halk ve yaratmak, tecezzîyi [bölünme, parçalanma] kabul etmez bir külldür, bazıyet yoktur. Ya mûcibe-i külliye olacaktır veya sâlibe-i külliye olacaktır. Başka ihtimal yok. Herşeyde illetin [asıl sebep] ademini tevehhüm [kuruntu] eden vehmin vâhi [zayıf, önemsiz] hükmünde bir kıymeti yok. Binaenaleyh, ednâ [basit, aşağı] birşeyde hâlıkıyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk [gerçekleşme] eder.

Ve keza, Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ya birdir veya gayr-ı mütenahidir, [sonsuz] evsat yoktur. Zira, Sâni, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vahid-i hakikî olmazsa, kesîr-i [çok, çeşitli] hakikî olacaktır. Kesîr-i [çok, çeşitli] hakikî ise gayr-ı mütenahidir. [sonsuz]

Maahaza, [bununla birlikte] nuru neşredenin nursuz, icad edenin vücudsuz, icab ettirenin vücubsuz [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] olması muhaldir.

Ve keza, ilim sıfatını ihsan [bağış] edenin ilimsiz, şuuru ihsan [bağış] edenin şuursuz, ihtiyarı verenin ihtiyarsız, [irade dışı] iradeyi verenin iradesiz, kâmil şeylerin sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] gayr-ı kâmil olduğunu telâkki [anlama, kabul etme] etmek muhaldir.

Ve keza, ayn’ı tersim, basarı [görme] tasvir ve nazarı tenvir [aydınlatma] edenin basarsız [görme] olduğunu düşünmek, ancak basar [görme] ve basiretten mahrum olan adamın işidir. Maahaza, [bununla birlikte]

241

masnûdaki kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tamamen Sânideki [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kemâlden akan bir feyizdir. Fakat kuşlardan yalnız sineği gören, tanıyan bir mikrop, kartalı gördüğü zaman, “Bu kuş değildir” der. Çünkü sinekteki şeyler onda yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu [istek] devam ve bekadır. Hattâ vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] bir devam ile kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. Öyleyse, ey devamı isteyen nefis! Daimî olan bir Zâtın zikrine devam eyle ki, devam bulasın. Ondan nur al ki sönmeyesin. Onun cevherine sadef [içinde inci bulunan kabuk] ve zarf ol ki kıymetli olasın. Onun nesim-i zikrine beden ol ki, hayattar olasın. Esmâ-i İlâhiyeden [Allah’ın isimleri] birisinin hayt-ı şuaıyla temessük [sarılma] et ki, adem [hiçlik, yokluk] deryâsına düşmeyesin.

Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zât-ı Kayyûma dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksan dokuz parça Onun uhdesindedir. Senin elinde yalnız bir parça kalır. En iyisi o parçayı da Onun hazinesine at ki rahat olasın.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sen kendi vücudunu yapmaya kadir değilsin. Ve elin onu icad etmekten kasırdır. [köşk, saray] Başkaları dahi o işten âciz ve kasırdırlar. [köşk, saray] İstersen tecrübe et bakalım. Şecere-i kelimat denilen bir lisanı veya muhaberat ve ezvak [mânevî zevkler] santralı olarak bir ağzı yap. Elbette yapamayacaksın. Öyleyse Allah’a şirk yapma!

اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ * 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu görünen âlem, İlâhî [Allah tarafından olan] bir dükkân ve bir mahzendir. [depo] İçerisinde envâen türlü türlü mensucat [dokumalar] kumaşlar, mekûlât yemekler, meşrubat şerbetler vardır. Bir kısmı kesif, [katı] bir kısmı lâtif, [berrak, şirin, hoş] bir kısmı zâil, [geçici, yok olucu] bir kısmı dâimî, bir kısmı katı bir lüb, [öz, iç] bir kısmı mâyi [sıvı] ve hâkezâ, her çeşit bulunur. Lâkin bir kısmı

242

icadî bir nescdir. [dokuma] Bir kısmı da tecellîyata bir nakıştır. [işleme] Felâsifenin [filozoflar] dalâletince, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] icad ile nakış [işleme] birdir. Ve o dükkân sahibi de mûcib-i bizzattır. [her şeyi yapmaya bizzat mecbur olan, Cenâb-ı Hakkın iradesini inkâr eden felsefî görüş]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Enâniyetten neş’et [doğma] eden şirk-i hafî [gizli şirk] katılaştığı zaman esbab [sebebler] şirkine inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Bu da devam ederse küfre [inançsızlık, inkâr] tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] eder. Bu dahi devam ederse, tàtile, yani hâlıksızlığa [her şeyi yaratan Allah] incirar eder. El-iyâzü billâh! [Allah korusun]

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın hilkatinden [yaratılış] maksat, mahfî [gizli] hazine-i İlâhiyeyi keşif ile göstermek ve Kadîr-i Ezelîye [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] bir burhan, [delil] bir delil, bir mâkes-i nurânî olmakla Cemâl-i Ezelînin [başlangıcı ve sonu olmayan güzellik] tecellîsi için şeffaf bir mir’at, [ayna] bir ayine olmaktır. Hakikaten, semâvat, arz ve cibâlin [dağlar] hamlinden âciz kaldıkları emâneti insan haml ettiği cihetle cilâlanmış, cilvelenmiş bir şekle girmiştir. Çünkü, o emânetin mazmunlarından [mânâ, kavram] biri de, insanın sıfât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın sıfatları] fehmetmek [anlamak] için bir vâhid-i kıyasî [ölçü birimi] vazifesini görmektir. İnsanın hilkatinden [yaratılış] maksat bu gibi şeyler olduğu halde, kısm-ı ekserîsi [büyük kısım] perde olurlar, sed olurlar. Vazifesi fetih ve açmak iken kapatıyor, bağlıyor. Ziya ve ışığı neşir iken söndürüyor. Allah’ı tevhid etmek yerine şirk yapıyor. Ve keza, nur-u iman [iman aydınlığı] ile Allah’a bakıp mülkü ona teslim etmekle—îtikaden—mükellef iken, ene [benlik] rasadıyla halka bakarak Allah’ın mülkünü onlara taksim ediyor. Hakikaten   اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ جَهُولٌ 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ey nefis! Eğer takvâ ve amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] ile Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] razı ettiysen,

243

halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. Eğer halk da Allah’ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse, iyidir. Şayet onlarınki dünya hesabına olursa, kıymeti yoktur. Çünkü onlar da senin gibi âciz kullardır. Maahaza, [bununla birlikte] ikinci şıkkı takip etmekte şirk-i hafî [gizli şirk] olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet, bir maslahat [amaç, yarar] için sultana müracaat eden adam sultanı irzâ etmiş ise, o iş görülür. Etmemişse, halkın iltimasıyla [istirham, rica] [ümit] çok zahmet olur. Maamâfih, yine sultanın izni lâzımdır. İzni de rızasına mütevakkıftır. [bağlı]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Vâcibü’l-Vücud, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] zâtında, mahiyetinde mümkine [varlığı ile yokluğu imkan dahilinde olan] benzemediği gibi, ef’âlinde [fiiler, davranışlar] de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev’, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ef’âlini [fiiler, davranışlar] fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte [anlamak] akıl mütehayyir [hayrete düşen] kalıyor. Fiili fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] zannediyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Arslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa, iftiras ve parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, meselâ, letafetine [güzellik, hoşluk] dikkat edilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] insanın da istidadına [kabiliyet] bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin [yaratılıştan gelen görev] ubudiyet [Allah’a kulluk] olduğu anlaşıldığı gibi, ruhânî ulviyyetine ve ebediyete olan derece-i iştiyakına da dikkat edilirse, en evvel insan bu âlemden daha lâtif [berrak, şirin, hoş] bir âlemde ruhen yaratılmış da teçhizat almak üzere muvakkaten [geçici] bu âleme gönderilmiş olduğu anlaşılır.

Ve keza, insan, hilkat [yaratılış] semeresi [meyve] olduğundan anlaşılır ki: İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şecere-i hilkati [yaratılış ağacı] o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemâlin [kemâl sahibi olgun kimseler] ve belki nev-i beşerin nısfının [yarı]

244

ittifakıyla efdalü’l-halk, seyyidü’l-enâm Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Siyah ve beyaz nakışlar [işleme] ile nakış[işleme] bir imâme ile küre-i arzın [yer küre, dünya] kafasını saran semâvat ve arzın Nâzım [düzenleyen] ve Hâlıkı olan Allah’ın ulûhiyetine [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] lâyık mıdır ki, âlemin bazı safahatını [zevk, keyif] miskin bir mümkine [varlığı ile yokluğu imkan dahilinde olan] tevdi ve tefvîz etsin? Arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] Sahibinden maadâ arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] altındaki şeylere bizzat tasarruf eden imkân dairesinde kimse var mıdır? Kellâ! Çünkü o kudret kısa ve kasır [köşk, saray] olmayıp muhit bir kudret olduğundan, açık bir yer, bir delik kalmıyor ki, gayr müdahale etsin. Maahaza, [bununla birlikte] ceberûtiyet ve istiklâliyetin [bağımsızlık] izzeti [büyüklük, yücelik] ve kendini sevdirmek ve tanıttırmak muhabbeti, gayre müsaade etmiyor ki, arada ibâdullahın [Allah’ın kulları] enzarını [bakışlar, dikkatler] kendine celb [çekme] eden ismî bir vasıta bulunsun. Maahaza, [bununla birlikte] küll [bütün] ile cüzde, nev’ ile fertte yapılan tasarrufat, [dilediği gibi kullanma ve idare etme] birbirinin içinde mütedahil [birbiri içinde] ve yekdiğerine [bir diğer şey] mütesanit [birbirini destekleyen] olduğundan, o tasarrufları ayrı ayrı faillere vermek mümkün değildir. Meselâ, âlemin nizam, intizam ve tasarrufunda arzın tedbiri dahildir. Arzın tedbirinde insanın da tedbiri dahildir. Ve aynı zamanda bu tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] yapılırken, başka nevilerin de şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bakılır. Ve hüceyrat[hücrecikler] bedeniye ile zerrat [atomlar] dahi yaratılıyor. Ve hakezâ, bütün bu tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] bütün safahata [zevk, keyif] aynı kudret ile yapılır. Nasıl ki şemsin nurundan, katre [damla] ve kabarcıklara varıncaya kadar hiçbir şey hariç kalmıyor. Bütün eşya o nur ile tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ediyor.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] bütün tasarrufat, [dilediği gibi kullanma ve idare etme] kudret-i ezeliyeye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] âittir. Başka birşeyin müdahalesi yoktur. Küreden zerreye varıncaya kadar o kudretin tasarrufundan hariç değildir.

245

Hülâsa: [esas, öz] Arının dimağını, [akıl, beyin] mikrobun gözünü tanzim eden Zât, senin ef’âl [fiiler, davranışlar] ve a’mâlini [ameller, işler] mühmel, [başıboş, ihmal edilmiş] başıboş, hesapsız, kitapsız bırakmayarak İmam-ı Mübînde yazar. Ona göre muhaseben olacaktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herbir masnûda, herbir zerrede görünen tasarruf-u mutlak, kudret-i muhîta ve hikmet-i basîrenin delâlet ve şehadetleriyle sabittir ki, bütün eşyânın Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] vahiddir, şeriki yoktur. Ne kudretinde inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] var, ne iktidar ve ihtiyarında tecezzî [bölünme, parçalanma] vardır. Binaenaleyh, Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ancak Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] olacaktır ki, kaderin mizanıyla [ölçü] yürüyen kudretine bir nihayet yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sinek, örümcek, pire gibi küçük hayvanlar fil, camus, [manda] deve gibi büyük hayvanlardan daha zeki, hilkatçe daha güzel, san’atça daha tam oldukları halde, bunların ömrü kısa, onlarınki uzun, bunların zahiren menfaatleri yok, onlarınki var. İşte bu hal, hilkat-i eşyada Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] külfeti olmadığına ve herşeyin vücuda gelmesi ancak “Kün” emriyle olduğuna bâhir [açık] bir burhandır. [delil]

يَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَۤاءُ 1* لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ * 2

İ’lem eyyühe’l-aziz! وَاللهُ مِنْ وَرَۤائِهِمْ مُحِيطٌ 3 Evet, Allah, ilmi, iradesi, kudreti ve sair sıfâtıyla muhittir. Daire-i ihâtasından hariç birşey yoktur. Fakat, insan cüz’î [ferdî, küçük] ve kısa zihniyle Allah’ın azametine ve şemsin etrafında seyyârâtı [gezegenler] tedvir [çekip çevirme] ettiğine bakarken, meselâ arı gibi küçük hayvanlarla iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmesini uzak görüyor. Çünkü Vâcibü’l-Vücudu, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mümkine [varlığı ile yokluğu imkan dahilinde olan] kıyas ediyor. Halbuki, bu kıyasa

246

göre küçük hayvanlara büyük bir zulüm olur. Çünkü onlar da وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 1 kaziyesince [hüküm, önerme] Hâlıklarını [her şeyi yaratan Allah] tesbih etmekle, Allah’tan maadâ kimseyi Rab tanımıyorlar. Binaenaleyh, büyüğün küçüğe tekebbür [büyüklenme] etmeye hakkı yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Umumî olan bir in’âm [nimet verme] ile inâyet-i şahsiye arasında münâfat [zıtlık, terslik] yok. Meselâ, bir ziyafete yapılan umumî bir davet altında şahıslar da davet edilmiş olur. Yani, bu ziyafet umumî olduğundan davet umumiyette kalır; şahıslar nazara alınmıyor, denilemez. Binaenaleyh, Allah’ın nimetleri vakıf malı veya nehir suyu gibi umumî olup, in’âmında [nimetlendirme] şahıslar kast edilmemiş değildir. Ancak o umumiyette hususiyet de maksuddur. Binaenaleyh, eşhas [kişiler] o umumî in’âmda [nimetlendirme] kast edilmediklerinden, o nimetlere karşı şükretmeye mükellef olmadıklarına zehab etmek hatâdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Yarın seni zillet [alçaklık] ve rezaletlere mâruz bırakmakla terk edecek olan dünyanın sefahetini [ahmaklık, beyinsizlik] bugün kemâl-i izzet ve şerefle terk edersen, pek aziz ve yüksek olursun. Çünkü, o seni terk etmeden evvel sen onu terk edersen, hayrını alır, şerrinden kurtulursun. Fakat vaziyet mâkûse olursa, kaziye [hüküm, önerme] de mâkûse olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Fısk [günah] çamuruyla mülevves [kirli, pis] olan medeniyet, insanları da o çamur ile telvis ediyor. Ezcümle: Riyâyı şan ve şeref ile iltibas [karıştırma] etmiş. İnsanları da o pis ahlâka sevk ediyor. Hakikaten insanlar o riyâya öyle alışmışlar ki, şahıslara yaptıkları gibi, milletlere, hattâ unsurlara bile yapıyorlar. Gazeteleri o riyâya dellâl, [davetçi, ilan edici] tarihleri de alkışçı yapmışlardır. Bu yüzden şahsî hayatlar “hamiyet-i cahiliye” ünvanı altında unsurî hayatlara fedâ edilmektedir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nübüvvet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ispat eden delillerden

247

biri de tevhiddir. Evet, merâtibiyle [mertebeler] tevhid bayrağını kâinatın en üst tepesi üstünde dikmiş olan ve enzâr-ı âleme karşı makamlarıyla beraber tevhide dellâllık [davetçi, ilan edici] eden ve enbiyanın [nebiler, peygamberler] mücmel [kısa, kısaca] bıraktıkları hakaiki [doğru gerçekler] tafsilâtıyla [ayrıntılar] beyan eden ve açıklayan, ancak ve ancak Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Binaenaleyh, tevhidin hakikat ve kuvveti nisbetinde nübüvvet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) hak ve hakikattir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-yi İlâhîde teşhir edilen tezyinâta, kemâlâta, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] güzel manzaralara ve rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetiyle ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] azametine bir müşahit, bir mütenezzih, bir mütehayyir, [hayrete düşen] bir mütefekkir [düşünen] lâzımdır ki, o güzellikleri görsün, o manzaralar arasında tenezzüh [ferahlama, rahatlama] etsin, o harika nakışlara, [işleme] ziynetlere tefekkürle hayran olsun. Sonra o sergiden Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] celâline, Mâlikinin iktidar ve kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] intikal ile Onun azametine secde-i hayret [hayret secdesi] etsin. Bu vazifeyi ifa edecek, insandır. Çünkü, insan gerçi cahil, zulmetli birşeydir, amma öyle bir istidadı [kabiliyet] vardır ki, âleme bir enmuzeç ve bir nümune olmaya liyâkatı vardır. Hem o insanda öyle bir emânet vedia [emanet] bırakılmıştır ki, onunla gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdit edilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen, küllî bir nevi şuur sâhibi olur ki, Sultan-ı Ezelin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] azamet ve haşmetinin şâşaasını idrak ediyor.

Evet, mâşukun [aşık olunan, sevgili] hüsnü, [güzellik] âşıkın nazarını istilzam [gerektirme] ettiği gibi, Nakkaş-ı Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah]

248

rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] de insanın nazarını iktizâ eder ki, hayret ve tefekkür ile takdir ve tahsinlerde [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] bulunsun.

Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zât, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan [beğenme, güzel bulma] âşıkları icad etmesin? Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları [arzulu, aşırı istekli] da yaratır.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] bu âlemi şu kadar ziynetlerle, nakışlarla [işleme] tezyin [süsleme] eden Mâlikü’l-Mülk, [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] elbette ve elbette o harika, antika, mu’cize manzaraları, ziynetleri, seyircilerden, müşahitlerden, âşık ve müştaklardan, [arzulu, aşırı istekli] ârif dellâllardan [davetçi, ilan edici] hâli [boş] bırakmayacaktır. İşte, câmiiyeti [kapsayıcılık] dolayısıyla insan-ı kâmil, [insanın Allah’ın fiilleri, isimleri ve sıfatlarının en parlak aynası olma seviyesine ulaşması] halk-ı eflâke ille-i gaiye [asıl hedef, gerçek sebep] olduğu gibi, halk-ı kâinata da semere ve netice olmuştur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşya arasındaki tevafuk, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Vâhid, [bir] Ehad [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] olduğuna delâlet ettiği gibi, aralarında bulunan muntazam tehalüf [birbirine zıt olma] de, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Muhtar ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] olduğuna şehadet eder. Meselâ, hayvanların, bilhassa insanların esas âzâlarındaki tevafuk, bilhassa çift âzâlardaki temasül, [birbirinin aynısı olma] Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] burhan [delil] olduğu gibi, keyfiyetler ve şekillerdeki tehalüf [birbirine zıt olma] de Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] ihtiyar ve hikmetine delâlet eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mahlûkatın en zâlimi insandır. İnsan kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymet verir. Semeresinden [meyve] istifade gördüğü şeylere abd [köle] ve köle olur.

249

Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir. Ve keza, hayatın icadında ille-i gaiyenin [asıl hedef, gerçek sebep] yalnız hayat olduğunu bilir.Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] icad ettiği hayylarda hedef ittihaz [edinme, kabullenme] ettiği binlerce hikmetlerinden haberi yok. Acaba imkân ve ihtimalden hariç midir ki, âlemde görünen şu eşya-yı harika daha garip, daha harika ve daha mu’cize, melekûtî, [birşeyin aslına, içyüzüne âit] berzâhî, misalî şeylere bazı nümune ve bazı esaslar olmasın?

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kâinatı teşkil eden zerrâtı [atomlar] şeriat-ı fıtriyesine [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] musahhar [boyun eğdirilmiş] ve mûtî ve evâmir-i tekviniyesine [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] de münkad [boyun eğen] ve mümessil [temsilci] kılmıştır. Bir arı, “Kün” emrine imtisalen [bağlanma, boyun eğme] matlup [istek] bir şekle girdiği gibi, herhangi bir hayvan da aynı emre imtisalen, [bağlanma, boyun eğme] irade edilen vaziyetlere girer.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şems, kamer, [ay] yıldız, arz gibi ecrâmı [büyük varlıklar, gök cisimleri] kabzasında [avuç] tutan kudret, o ecrâmı [büyük varlıklar, gök cisimleri] öyle bir suhuletle [kolaylıkla] tanzim etmiştir ki, dağılan tesbih tanelerini ipe dizen adam gibi, ne bir acz görmüştür ve ne başkasının yardımına ihtiyaç olmuştur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir katre [damla] su, bir deniz suyu ile müttehiddir. [aynı noktada birleşen] Çünkü ikisi de sudur. [bir şeyden çıkma, olma] Nehir suyu ile de müttehiddir. [aynı noktada birleşen] Çünkü, ikisinin de menşeleri semâdır.

Ve keza, bir küçük balık, balina balığı ile müttehiddir. [aynı noktada birleşen] Çünkü ünvanları birdir.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] esmâ-i İlâhiyeden [Allah’ın isimleri] bir hüceyreye [hücre] veya bir mikroba tecellî eden bir isim, kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden isim ile müttehiddir. [aynı noktada birleşen] Çünkü müsemmâları [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] birdir. Meselâ: Bütün kâinata taalluk ve tecellî eden Alîm ismiyle bir zerreye taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ismi, müsemmâda [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] müttehiddirler. [aynı noktada birleşen] Hurma ağacına taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden Musavvir [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah] ismiyle de, semeresine [meyve] taallûk [ait olma, ilgilendirme] ve tecellî eden Münşi ismi, müsemmâda [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] müttehiddirler. [aynı noktada birleşen]  

250

Zaten en büyük şeye tecellî eden isim ile en küçük birşeye de tecellî etmemesi muhaldir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mümkün ünvanı altındaki eşyanın vücudunda tagayyür [başkalaşım, değişme] var. Yani keyfiyetleri, halleri değişir. Binaenaleyh, mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf [durağan olma] ve sükût etmekle atâlette [hareketsizlik] kalması, o şeyin ahval [durumlar] ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbal halleri ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır. [kötülüğün ta kendisi] Binaenaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval [durumlar] ve şuûnatta [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] da bir tebeddül [başkalaşma, değişme] olup, bu tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve tebeddülden neş’et [doğma] eden teessürat, [üzülme, etkilenme] teellümat, [elemler, acılar] bir cihetten çirkin ise de birkaç cihetten de güzeldir.

Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim sırasına gidenler müteessir, [etkileme, tesiri altında bırakma] gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi [saflaşma, arınma] eder, temizlenir. Vücut da teceddüd [yenileme] eder.