SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ – Birinci Şuâ (92-139)

92

Birinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

(İki acîp suale karşı def’aten [âni, birden bire] hatıra gelen garip cevaptır.)

Birinci sual: Denildi ki: “Fâtiha [başlangıç] ve Yâsin ve hatm-i Kur’ânî [Kur’ân’ın tamamını okumak, hatim yapmak] gibi okunan virdler, [devamlı yapılan zikir] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] şeyler, bazan hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Halbuki böyle cüz’î [ferdî, küçük] birtek hediye ân-ı vâhidde [bir an, bir vakit] hadsiz zâtlara yetişmek ve herbirisine aynı hediye düşmek, tavr-ı aklın [akıl ölçüsü, akıl çizgisi] haricindedir.”

Elcevap: Fâtır-ı Hakîm [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] nasıl ki unsur-u hava[hava maddesi] kelimelerin berk [şimşek] gibi intişarlarına [açığa çıkma, yayılma] ve tekessürlerine [çoğalma] bir mezraa [tarla] ve bir vasıta yapmış. Ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (a.s.m.) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi; öyle de, okunan bir Fâtiha [başlangıç] dahi, meselâ; umum ehl-i iman [Allah’a inanan] emvâtına [ölüler] aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle mânevî âlemde, mânevî havada çok mânevî elektrikleri, mânevî radyoları sermiş, serpmiş, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] telsiz telefonlarda istihdam [çalıştırma] ediyor, çalıştırıyor. Hem nasıl ki bir lâmba yansa, mukàbilindeki binler âyineye, herbirine tam bir lâmba girer. Aynen öyle de, bir Yâsin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, herbirine tam bir Yâsin-i Şerif düşer.

İkinci sual: Şiddetle ve âmirâne denildi ki: “Sen Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] dair Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.) gibi zâtların kasidelerinden [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] şahitler gösteriyorsun. Halbuki, asıl söz sahibi Kur’ân’dır. Risale-i Nur, Kur’ân’ın

93

hakikî bir tefsiri ve hakikatinin bir tercümanı ve meselelerinin burhanıdır. [delil] Kur’ân ise, sair kelâmlar gibi kışırlı, [kabuk] kemikli ve şuuru hususî ve cüz’î [ferdî, küçük] değildir. Belki Kur’ân, umum işârâtıyla [işaretler] ve eczasıyla ayn-ı şuurdur, [saf bilinç, şuurun ta kendisi] kışırsızdır; [kabuk] fuzulî, [lüzumsuz] lüzumsuz maddeleri yoktur. Âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] tercümanıdır. Sözler hakkında söz onundur. Görelim o ne diyor?”

Elcevap: Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir [açık] bir burhanı [delil] ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevîsi [mânevî mu’cizelik parıltısı, ışığı] ve o bahrin bir reşha[sızıntı] ve o güneşin bir şuâı ve o mâden-i ilm-i hakikatten [hakikat ilminin kaynağı] mülhem [ilham olunmuş] ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesi [mânevî tercüme] olduğundan, onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur’ân’ın şerefine ve hesabına ve senâsına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza [bir şeyin gereği] eder ve hakikat ister, Kur’ân izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, [gurur, övünme] temeddühe, [böbürlenme] gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek âyetlerin işârâtına [işaretler] bu nokta-i nazarla [bakış açısı] bakmak gerektir. Yoksa beni hodbinlikle [bencil] ittiham [suçlama] edenlere hakkımı helâl etmem.

Bu çok ehemmiyetli suale karşı iki-üç saat zarfında birden Kur’ân’ın âyât-ı meşhuresinden [meşhur âyetler] Sözler adedince otuz üç âyetin hem mânâsıyla, hem cifirle Risale-i Nur’a işaretleri uzaktan uzağa icmalen [kısaca, özet olarak] görüldü. Ayrı ayrı tarzlarda otuz üç âyet müttefikan [birleşerek] Risale-i Nur’u remizleriyle [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] gösterdiği, hayal meyal görüldü.

 İHTAR

En evvel yirmi dördüncü âyetin başında zikredilen ihtara dikkat etmek lâzımdır. O ihtarın yeri başta idi. Fakat orada hatıra geldi, oraya girdi.

İKİNCİ BİR İHTAR

 Tevafukla işaretler, eğer münasebât-ı mâneviyeye [mânevî bağlantı] istinad etmezse, ehemmiyeti azdır. Eğer münasebet-i mâneviyesi [mânevi bağlantı, ilişki] kuvvetli ise, bu onun bir ferdi, bir mâsadakı [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] hükmünde olsa ve müstesna bir liyakati bulunsa, o vakit tevafuk ehemmiyetlidir. Ve o kelâmdan bunun iradesine bir emâre olur. Ve ondan o ferdin hususî bir surette dahil olduğuna ya remiz, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ya işaret, ya delâlet hükmünde onu gösterir.

94

İşte, gelecek âyât-ı Kur’âniyenin Risale-i Nur’a işaretleri ve tevafukları ekseriyetle kuvvetli bir münasebet-i mâneviyeye [mânevi bağlantı, ilişki] istinad ederler. Evet, bu gelecek âyât-ı meşhure [meşhur âyetler] müttefikan [birleşerek] on üçüncü asrın âhirine ve on dördüncü asrın evveline cifirce bakıyorlar ve Kur’ân ve iman hesabına bir hakikate işaret ediyorlar. Ve medâr-ı teselli bir Nurdan haber veriyorlar. Ve o zamanın dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fitnesinden gelen şübehatı [şüpheler, tereddütler] izale [giderme] edecek Kur’ânî bir burhanı [delil] müjde veriyorlar. Ve o işaretlere ve remizlere [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] tam mazhar [erişme, nail olma] ve o vazifeleri bihakkın [gerçek anlamıyla] görecek, Risale-i Nur gibi bir tefsir-i Kur’ânî [Kur’ân’ı yorumlayan tefsir eseri, kitabı] olacak. Halbuki Risale-i Nur bu mezkûr [adı geçen] noktada ileri olduğu, onu okuyanlarca şüphesiz olmasıyla delâlet eder ki, o âyetler bilhassa Risale-i Nur’a bakıp ona işaret ediyorlar.

BİRİNCİSİ

Sûre-i Nur’dan Âyetü’n-Nur‘dur [Kur’ân-ı Kerim’in 24. sûresi olan Nur Sûresinin 35. âyeti] ki, Risale-i Nur’un Resâilü’n-Nur [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] ve Risalei’n-Nur ve Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] namlarıyla sebeb-i tesmiyesinin on altı sebebinden bir sebep olduğundan, birinci olarak onu beyan etmek gerektir. Bu Âyeti’n-Nur:

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَشَرْقِيَّةٍ وَلاَغَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤىءُ وَلَوْلَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَيَضْرِبُ اللهُ اْلاَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ * 1

Şu âyet-i nuriyenin [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] mânâca çok tabakatı ve vücûh-u kesiresi vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden [yön] işârî ve remzî bir vechi, mânâca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risalei’n-Nur ve Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] dört-beş cümlesiyle on cihetten

95

bakıyor. Ve o tabakalardan ve o vecihlerden [yön] bir tabaka ve bir perde dahi, mu’cizâne elektrikten haber veriyor.

Risale-i Nur’a bakan birinci cümlesi: مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ 1 ‘dur. Yani, nur-u İlâhînin [Allah’ın nuru] veya nur-u Kur’ânînin [Kur’ân nuru] veya nur-u Muhammedînin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] (a.s.m.) misali, şu مِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ ‘dur. Makam-ı cifrîsi dokuz yüz doksan sekiz (998) olarak, aynen Risaletü’n-Nur—şeddeli [elçilik, peygamberlik] ن , iki ن sayılmak cihetiyle—tam tamına tevafukla ona işaret eder.

İkinci cümlesi: اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ 2 ‘dur. Yirmi Sekizinci Lem’a‘da [parıltı] tafsilen beyan edildiği gibi, İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i Celcelûtiye’sinde sarahat [açıklık] derecesinde Risalei’n-Nur’a bakarak ve ona işaret ederek demiş: اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا 3 Ben tahmin ediyorum ki, İmam-ı Ali’nin (r.a.) bu işareti, bu cümle-i nuriyenin [nurlu cümle, nurdan söz eden cümle] remzinden [ince işaret] mülhemdir. [ilham olunmuş] Bu cümle-i âyetin [âyet cümlesi] makamı, beş yüz kırk altı (546) edip, Risale-i Nur’un adedi olan beş yüz kırk sekiz (548)’e gayet cüz’î [ferdî, küçük] ve sırlı iki farkla tevafuk noktasından işaret ettiği gibi, remzî bir mânâsıyla tam bakıyor.

Üçüncü cümlesi: مِنْ شَجَرَةٍ ‘dir. Eğer مِنْ شَجَرَةٍ ‘deki ة vakıflarda gibi ﻫ sayılsa beş yüz doksan sekiz (598) ederek tam tamına Resâili’n-Nur ve Risalei’n-Nur adedi olan beş yüz doksan sekiz (598)’e tevafukla beraber, مِنْ فُرْقَانٍ حَكِيمٍ 4 ‘in adedine yine sırlı birtek farkla tevafuk-u remzî [işaretlerin birbirine denk gelmesi, uygun düşmesi] ile, hem Resâili’n-Nur’u [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] efradına [bireyler] dahil eder, hem yine Risalei’n-Nur’un şecere-i mübareki [mübarek ağaç; Kur’an-ı Kerim ağacı (ki, Risale-i Nur onun bu asra uzanan bir dalıdır)] Furkan-ı Hakîm [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] olduğunu gösterir.

96

Eğer مِنْ شَجَرَةٍ ‘deki ة , ة kalsa, o vakit makam-ı cifrîsi dokuz yüz doksan üç (993) eder, tevafuka zarar vermeyen cüz’î [ferdî, küçük] ve sırlı beş farkla Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] adedi olan 998’e tevafukla mânâsının dahi muvafakatine binaen ona işaret eder.

Dördüncü cümlesi: نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللهُ لِنُورِهِ 1 ‘dir ki, dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek sırlı birtek farkla Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] adedi olan dokuz yüz doksan sekiz (998)’e tevâfukla mânâsının kuvvetli münasebetine binaen işaret derecesinde remzeder. [ince işaret]

Beşinci cümlesi: مَنْ يَشَۤاءُ cümlesi gayet cüz’î [ferdî, küçük] bir farkla Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] Müellifinin [telif eden, kitap yazan] ismiyle meşhur bir lâkabına tevafukla mânâsı baktığı gibi bakıyor. Eğer يَشَۤاءُ daki mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] zamir izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilirse مَنْ يَشَۤاؤُهُ olur, tam tamına tevafuk eder.

Bu âyet nasıl ki Risalei’n-Nur’a ismiyle bakıyor; öyle de tarih-i telifine [bir eserin yazılma tarihi] ve tekemmülüne [mükemmelleşme] tam tamına tevafukla remzen [ince işaret] bakıyor.

 كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ * 2

cümlesi كَمِشْكٰوةٍ ‘daki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] vakıf yeri olmadığından nun sayılmak ve فِى زُجَاجَةٍ vakıf yeri olduğundan ة , ﻫ olmak cihetiyle bin üç yüz kırk dokuz (1349) ederek, Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] en nuranî cüzlerinin telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] hengâmı [ân, zaman] ve tekemmül [mükemmelleşme] zamanı olan bin üç yüz kırk dokuz (1349) tarihine tam tamına tevafukla işaret eder.

Hem اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ 3 cümlesi bin üç yüz kırk beş (1345) ederek Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve iştiha[arzu, istek] ve parlaması tarihine tam tamına tevafuk eder. Çünkü şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ر , iki ر ; şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , iki ن ; şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret]

97

ز , aslı itibariyle bir ل , bir ز ve birinci زُجَاجَةٍ vakıf cihetiyle ﻫ , ikinci vakıf olmadığından ت sayılır.

Eğer şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ز , iki ز sayılsa, o vakit bin üç yüz yirmi iki (1322) eder ki, yine Risalei’n-Nur Müellifi, mukaddemat-ı Nuriyeye [Risale-i Nur’un ilk olarak yazılmaya başlandığı dönemler] başladığı aynı tarihe tam tamına tevafuk eder.

Hem مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ cümlesi; tâ-i evvel [birinci “tâ” harfi] ت , ikinci ت ise, vakıf yeri olduğundan ﻫ olmak ve شَجَرَةٍ deki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن sayılmak cihetiyle bin üç yüz on bir (1311) eder ki, o tarihte Resâili’n-Nur Müellifi Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] mübarek şecere-i kudsiyesi [kutsal ağaç] olan Kur’ân’ın basamakları olan ulûm-u Arabiyeyi [Arap dili ve edebiyatına ait ilimler] tedrise [öğrenim, eğitim] başladığı aynı tarihe tam tamına tevafuk ederek remzen [ince işaret] bakar.

İşte bu kadar mânidar ve müteaddit [bir çok] tevâfukat-ı Kur’âniyenin [Kur’ân-ı Kerim’deki tevafuklar, uygunluklar] ittifakı yalnız bir emâre, bir işaret değil, belki kuvvetli bir delâlettir. Belki elektrikle beraber Resâili’n-Nur’a [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] münasebet-i mâneviyesiyle [mânevi bağlantı, ilişki] bir tasrihtir. [açık şekilde bildirme] Bu âyetin münasebet-i mâneviyesinin [mânevi bağlantı, ilişki] letafetlerinden [güzellik, hoşluk] bir letafeti [güzellik, hoşluk] şudur ki: İhbar-ı gayb nev’inden mu’cizâne hem elektriğe, hem Risalei’n-Nur’a işaret ettiği gibi, ikisinin zuhurlarına ve zaman-ı zuhurlarından [ortaya çıkma zamanı] sonraki tekemmül [mükemmelleşme] zamanlarına ve hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] vaziyetlerini çok güzel gösteriyor.

Meselâ, زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ cümlesi der: “Nasıl ki elektriğin kıymettar metâı, ne şarktan, ne de garptan [batı] celb [çekme] edilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, cevv-i havada [gökyüzü, atmosfer] rahmet hazinesinden, semâvât tarafından iniyor. Her yerin malıdır. Başka yerden aramaya lüzum yoktur” der. Öyle de, mânevî bir elektrik olan

98

Resâili’n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan [ilimler] ve ne de garbın [batı] felsefe ve fünunundan [fenler, bilimler] gelmiş bir mal ve onlardan iktibas [alıntı] edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur’ân’ın şark ve garbın [batı] fevkindeki [üstünde] yüksek mertebe-i arşîsinden [arşa ait mertebe, Kur’ân’ın indiği Allah’ın yüce katı] iktibas [alıntı] edilmiştir.

Hem meselâ, يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤىءُ وَلَوْلَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ cümlesi, mânâ-yı remziyle [işaret mânâsı] diyor ki: “On üçüncü ve on dördüncü asırda semâvî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır.” Yani, bin iki yüz seksen (1280) tarihine yakındır. İşte, bu cümle ile nasılki elektriğin hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] keyfiyetini ve geleceğini remzen [ince işaret] beyan eder. Aynen öyle de, mânevî bir elektrik olan Resâili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm [öğrenme] edilmeye ve müderrisînin [medrese âlimi, hoca, profesör] ağzından iktibas [alıntı] olmaya muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] bir âlim olabilir. Hem işaret eder ki, Resâili’n-Nur Müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.

Evet, bu cümlenin bu mu’cizâne üç işârâtı [işaretler] elektrik ve Resâili’n-Nur hakkında hak olduğu gibi, müellif [telif eden, kitap yazan] hakkında dahi ayn-ı hakikattir. [hakkın ta kendisi] Tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] okuyanlar ve hemşehrileri bilirler ki, İzhar kitabından sonraki medrese usulünce on beş sene ders almakla okunan kitapları Resâili’n-Nur Müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş.

Hem, nasıl ki bu cümlenin mânevî münasebet cihetinde kuvvetli ve letafetli [hoş, güzel] işareti var; öyle de, cifrî ve ebcedî tevafukuyla hem elektriğin zaman-ı zuhurunun [ortaya çıkma zamanı] kurbiyetini, [yakın] hem Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] meydana çıkması, hem de müellifinin [telif eden, kitap yazan] velâdetini [doğum] remzen [ince işaret] haber veriyor; bir lem’a-i i’caz [mu’cizelik parıltısı] daha gösterir. Şöyle ki:

يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤىءُ 1 ‘nun makamı bin iki yüz yetmiş dokuz (1279) olup

99

وَلَوْلَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ 1 kısmı ise, iki tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] iki nun sayılmak cihetiyle 1284 ederek, hem elektriğin taammümünün [yayılma, genelleşme] kurbiyetini, [yakın] hem Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] yakınlığını, hem on dört sene sonra müellifinin [telif eden, kitap yazan] velâdetini [doğum] يَكَادُ kelime-i kudsiyesiyle [kutsal cümle] mânen işaret ettiği gibi, cifirle de tam tamına aynı tarihe tevafukla işaret eder. Mâlumdur ki, zayıf ve ince ipler içtima [bir araya gelme, toplanma] ettikçe kuvvetleşir, kopmaz bir halat olur. Bu sırra binaen, bu âyetin bu işaretleri birbirine kuvvet verir, teyid eder. Tevafuk tam olmazsa da tam hükmünde olur ve işareti, delâlet derecesine çıkar.

TENBİH: Ben bu âyet-i nuriyenin [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] işaretlerini elektrik ve Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] hatırı için beyan etmedim. Belki bu âyetin i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] bir şubesinden bir lem’asını [parıltı] göstermek istedim.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bu âyet-i kudsiye [kutsal âyet] sarîh [açık] mânâsıyla nur-u İlâhî [Allah’ın nuru] ve nur-u Kur’ânî [Kur’ân’ın nuru] ve nur-u Muhammedîyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] (a.s.m.) ders verdiği gibi, mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] de her asra baktığı gibi, on üçüncü asrın âhirine ve on dördüncü asrın evveline dahi bakar ve dikkatle baktırır. Ve bu iki asrın âhir ve evvellerinde en ziyade nazara çarpan ve en ziyade münasebet-i mâneviyesi [mânevi bağlantı, ilişki] bulunan ve bu âyetin umum cümlelerinin muvafakatlerini ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrikle Resâili’n-Nur olduğundan, doğrudan doğruya mânâ-yı remziyle [işaret mânâsı] bakar diye bana kanaat-i kat’iye [kesin düşünce] verdiğinden, çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmişsem, Erhamürrâhimînden [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum. Resâil‘in-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] bu âyetin iltifatına liyakatini anlamak isteyen zâtlar hangi risaleye dikkatle baksalar anlarlar. Hiç olmazsa Eskişehir Hapishanesi’nin bir meyvesi olan Otuzuncu Lem’a [parıltı] namındaki altı esmâ-i İlâhiyeye dair altı nükte [derin anlamlı söz] risalesine, hiç olmazsa o Lem’adan [parıltı]

100

İsm-i Hayy [Allah’ın gerçek hayat sahibi olduğunu bildiren ismi] ve Kayyûm‘a [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] dair Beşinci ve Altıncı Nüktelere [derin anlamlı söz] dikkatle baksa, elbette tasdik eder.

RESAİLİ’N-NUR’A İŞARET EDEN İKİNCİ ÂYET

فَاسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ 1 âyet-i meşhuresidir ki, شَيَّبَتْنِى سُورَةُ هُودٍ 2 hadîsinin vürûduna sebep olmuş. اِسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ ‘nin işareti Sekizinci Lem’a‘da [parıltı] tafsilen beyan edildiği gibi, Sûre-i Hûd’da فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعِيدٌ 3 (ilâ âhirihi) âyetinin iki kuvvetli işaret veren sahifesinin mukàbilindeki gayet meşhur bir âyetidir. Makam-ı cifrîsi bin üç yüz üç (1303) ederek, hem Sûre-i Şûrâ’nın ikinci sahifesinde وَاسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ 4 ise, bin üç yüz dokuz (1309) ederek o tarihte umum muhatapları içinde birisine, hususan Kur’ân hesabına iltifat edip istikametle [doğru] emreder ki, birinci tarih ise, Resâili’n-Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] Risale-i Nur’u netice veren ulûmun [ilimler] tahsiline başladığı tarihtir. Ve ikinci âyetin tarihi ise, o müellifin [telif eden, kitap yazan] harika bir surette, pek az bir zamanda ilimce tekemmül [mükemmelleşme] etmesi, tahsilden tedrise [öğrenim, eğitim] başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde, on beş senede medresece okunan yüz kitaptan ziyade okuduğu ve o zamanın o muhitte en meşhur ulemasının yanında, o üç ayın mahsulü on beş senesinin mahsulü kadar netice verdiği çok mükerrer imtihanlarlaHaşiye ve hangi ilimden olursa olsun sorulan her suale karşı cevab-ı savab [doğru cevap] vermekle isbat ettiği aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen [ince işaret] Risale-i Nur’un istikametine [doğru] bir işarettir.

101

ÜÇÜNCÜ ÂYET-İ MEŞHURE

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا 1 âyeti, kuvvetli münasebet-i mâneviyesiyle [mânevi bağlantı, ilişki] beraber, cifirce bin üç yüz kırk dört (1344) eder ki, o tarihte Risale-i Nur’un şakirtleri [öğrenci] gibi bu âyetin mânâsına daha ziyade mazhar [erişme, nail olma] olanlar zâhiren görülmüyor. Demek bu âyet, mânâsının müteaddit [bir çok] tabakalarından işârî bir tabakadan ve remzî bir perdeden Kur’ân’ın parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’a bakıyor ve en evvel nâzil olan Sûre-i Alâk’ta اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغٰى 2 âyeti gibi mânâsıyla ve makam-ı cifrî ile ifade ediyor ki, 1344’te, nev-i insan [insan türü, insanlık] içinde firavunâne emsalsiz bir tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] bir inkâr çıkacak. وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا 3 âyeti ise, o tuğyana [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] karşı mücahede [Allah yolunda cihad etme] edenleri senâ ediyor. Evet, Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] neticelerinden hem âlem-i insaniyet, [insanlık âlemi] hem âlem-i İslâmiyet [İslâm âlemi] çok zarar gördüler. Nev-i insanın, [insan türü, insanlık] hususan Avrupa’nın mağrur ve cebbarları, [zorba] bilhassa birisi, kuvvet ve gınâya [zenginlik] ve paraya istinad ederek firavunâne bir tuğyana [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] girdiklerinden, o hususî insanlar nev-i beşeri mes’ul ediyor, diye “insan” ism-i umumîsiyle tabir edilmiş.

Eğer لَنَهْدِيَنَّهُمْ deki şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , bir ن sayılsa bin iki yüz doksan dört (1294)4 eder ki, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] Müellifinin [telif eden, kitap yazan] besmele-i hayatıdır ve tarih-i velâdetinin birinci senesidir. Eğer şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ل , iki ل ve ن bir sayılsa, o vakit bin üç yüz yirmi dört (1324)’te Hürriyetin ilânı hengâmında [ân, zaman] mücahede-i mâneviye [mânevi mücadele, cihad etme] ile tezahür eden Risalei’n-Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] görünmesi tarihidir.

102

DÖRDÜNCÜ ÂYET-İ MEŞHURE

وَلَقَدْ اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانِى 1 âyetidir. Şu cümle Kur’ân-ı Azîmüşşanı [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] ve Fâtiha [başlangıç] Sûresini müsennâ senâsıyla ifade ettiği gibi, Kur’ân’ın müsennâ vasfına lâyık bir burhanı [delil] ve altı erkân-ı imaniye [iman esasları] ile beraber hakikat-i İslâmiyet [İslâm hakikatleri, gerçekleri] olan yedi esası, Kur’ân’ın seb’a-i meşhuresini parlak bir surette ispat eden ve

سَبْعًا مِنَ الْمَثَانِى 2 nuruna mazhar [erişme, nail olma] bir âyinesi [aynası] olan Risalei’n-Nur’a cifirce dahi işaret eder. Çünkü اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانِى 3 makam-ı ebcedîsi [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] bin üç yüz otuz beş (1335) adediyle Risalei’n-Nur’un fâtiha[başlangıç] olan İşarâtü’l-İ’caz tefsirinin Fâtiha [başlangıç] Sûresiyle el-Bakara [inek, dişi sığır] Sûresinin başına ait kısmı basmakla intişar [açığa çıkma, yayılma] tarihi olan bin üç yüz otuz beş (1335) veya altı (6)’ya tevafukla remzî bir perdeden ona baktığına bir emâredir.

BEŞİNCİ ÂYET

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ 4 ‘dir. Bu âyetin remzi [ince işaret] lâtiftir. [berrak, şirin, hoş] Çünkü hem kuvvetli münasebet-i mâneviye [mânevi bağlantı, ilişki] ile, hem cifirle efrad-ı kesiresi içinde hususî bir surette Risalei’n-Nur ve Müellifine [telif eden, kitap yazan] bakıyor. Şöyle ki: مَيْتًا kelimesi tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن sayılmak cihetiyle beş yüz (500) ederek “Saidü’n-Nursî” adedi olan 500’e tevafukla, işaret ediyor ki, “Saidü’n-Nursî dahi meyyit [ölü] hükmünde idi. Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ile ihyâ [diriltme, hayat verme] edildi, onunla hayat buldu.”

Evet, اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا 5 ‘deki iki tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن ‘durlar; bin üç yüz otuz dört (1334) eder ki, o aynı zamanda (Arabî tarihle) Said, umumî

103

harpte, maddî ve dehşetli bir mevtten [ölüm] dahi harika bir tarzda kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen mânevî ve şiddetli bir ölümden necat [kurtuluş] bulması ve Kur’ân’ın âb-ı hayatıyla [hayat suyu] taze bir hayata girmesi tarihidir. Bu tevafuk-u mânevî ve muvafakat-ı cifrîye delâlet derecesinde bir işarettir. Hem فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ 1 ‘de tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن ; ve şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن iki ن , ve بِهِ de telâffuz edilen ى sayılmak cihetiyle bin iki yüz doksan dört (1294) eder ki, velâdetinin [doğum] ve hayatının birinci senesidir. Demek bu cümle ile hayat-ı maddiyesine, [maddî hayat] evvelki cümle ile de hayat-ı mâneviyesine [maddî olmayan hayat] işaret eder.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bu âyet, müteaddit [bir çok] ve çok tabakalarından, bir işârî tabakadan hem Risaletü’n-Nur’a, [elçilik, peygamberlik] hem müellifine, [telif eden, kitap yazan] hem bu on dördüncü asrın iptidasına, [başlangıç] hem iptidasındaki [başlangıç] Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] mebde‘ine [başlangıç] remzen, [ince işaret] belki işareten, belki delâleten bakar.

ba

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا * 2 âyetinin tetimmesi [ek]

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا * 3

âyetinin kuvvetli işaretini hem teyid, hem letafetlendiren [güzellik, hoşluk] üç münasebet birden Ramazan’da kalbime geldi. Kat’î bir kanaat verdi ki, مَيِّتْ kelimesine tam münasip Said’dir. Bu âyet Risale-i Nur tercümanı olan Said’i مَيْتًا unvanıyla göstermesinin bir hikmeti budur ki:

104

Mevtin [ölüm] muammasını ve tılsımını Risale-i Nur ile o açmış, o dehşetli yüzün altında ehl-i imana [Allah’a inanan] çok ünsiyetli, [cana yakın, dost] sürurlu, [mutluluk] nurlu bir hakikat keşfedip ispat etmiş. Ve mevt-âlûd [ölümcül, ölümle karışık] hayat-ı fâniyede [geçici, ölümlü hayat] boğulan ehl-i ilhada [dinsizler] karşı, bâkiyâne, [daimî, kalıcı bir şekilde] hayat-âlûd, [hayattar, hayat dolu] muvakkat [geçici] bir mevt-i zâhirî [görünürdeki ölüm] ile galibâne mukabele [karşılama; karşılık verme] eder.

كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olan ehl-i ilhad, [dinsizler] gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] müştehiyâtının [hoşa giden lezzetli şeyler] ibâhasıyla [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] süslendirmesine mukàbil, Risale-i Nur, mevti o aldatıcı, fâni hayata karşı çıkarıp lezzet ve zînetini zir ü zeber [darmadağınık, alt üst] eder. Ve der ve ispat eder ki: “Mevt [ölüm] ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için idam-ı ebedîdir. [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] Ve o dehşetli darağacından kurtaran ve mevti mübarek bir terhis teskeresine çeviren yalnız Kur’ân ve imandır.” İşte bunun içindir ki, bu hakikat-i muazzama-i mevtiye, [ölümün ardındaki çok büyük hakikat] Risale-i Nur’da gayet mühim ve geniş bir mevki almış; hattâ ekser hücumunda mevti elinde tutup ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] başına vurur, aklını başına getirmeye çalışır.

İkincisi: Ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar] ve bilhassa Nakşîlerin dört esasından biri ve en müessiri olan râbıta-i mevt [ölümü her an hatırlama ve hayatını buna göre şekillendirme] Eski Said’i Yeni Said’e (r.a.) çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede [fikir hareketi, fikir akımı] Yeni Said’e yoldaş olmuş. Başta İhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde o rabıta, [bağ] keşfiyatı [keşifler] göstere göstere tâ ehl-i iman [Allah’a inanan] hakkında mevtin [ölüm] nuranî ve hayattar ve güzel hakikatini görüp gösterdi.

Üçüncüsü: Bu âyet, cifir ve ebced hesabıyla, her tarafta Said’e hücum eden üç çeşit mevtin [ölüm] temas zamanını ve tarihini aynen gösterip tevafuk eder. Demek, âyetteki مَيِّتْ kelimesinin efradından [bireyler] medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] bir ferdi ve cifirce onun

105

ismi مَيِّتْ adedine tam tevâfukla hususi işarete mazhar [erişme, nail olma] bir mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] Saidü’n-Nursî’dir.

(Sabri’nin sadâkatinin bir kerametidir.) [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik]

Ben namazdan sonra bu tetimmeyi [ek] yazarken Sıddık Süleyman’ın halefi Emin, Sabri’nin اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا 1 âyetine dair parçayı aldığını ve Ramazan’ın feyzinden onun izahı gibi nurlar istediğini gördüm. Ne yazdığımı Emin’e gösterdim. Hayretle dedi: “Bu hem Sabri’nin, hem Risale-i Nur’un bir kerametidir.” [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik]

Bu âyetteki esrarlı muvazene-i Kur’âniyeyi düşünürken, Sûre-i Hûd’daki فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا 2 fıkrasına [bölüm] karşı وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ 3 ‘deki muvazene [karşılaştırma/denge] hatıra geldi ve bildirdi ki: Nasıl ki bu ikinci âyet ve birinci fıkra [bölüm] Risale-i Nur’un mesleğine, şakirtlerine [öğrenci] tam tamına mânen ve cifirce bakıyor. Öyle de,

فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا فَفِى النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ * 4

âyeti dahi, Risale-i Nur’un muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebde‘ine [başlangıç] ve faaliyet devresine ve müntehâsına [bir şeyin en uç noktası] cifirle, tevafukla işaret eder. Şöyle ki: يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ 5 gibi âyetlerin bahsinde Birinci Şuâ’da yedi, sekiz âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri bin üç yüz on altı (1316) ve yedi (7) tarihi—ki Kur’ân’a karşı olan su-i kasdın mebde‘idir— [başlangıç] فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا cifirce aynı tarihi gösteriyor. Eğer şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] م , iki م sayılsa bin üç yüz elli yedi (1357), eğer şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ل ,iki ل sayılsa bin üç yüz kırk yedi (1347) ki, bu

106

asrın tâğiyâne [azgınca] faaliyet tarihidir. Her iki şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ikişer sayılsa bin üç yüz seksen yedi (1387) ki, لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1 dehşetli bir cereyanın müntehâ[bir şeyin en uç noktası] tarihi olmak ihtimali var. فَفِى النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ 2 ise bin üç yüz altmış bir (1361), eğer فَفِى النَّارِ ‘deki okunmayan ى sayılmazsa bin üç yüz elli bir (1351) tarihini, eğer şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , asıl itibariyle bir , ل bir ن sayılsa yine bin üç yüz otuz bir (1331) tarihini ve Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] âfetinin feryad u fîzar [ağlayıp inleme] içindeki yangınını göstererek Cehennem ateşinde zefir ve şehîk eden ehl-i şekavetin azabını haber verip, ehl-i imanı [Allah’a inanan] fitnelere düşüren şakîlerin [eşkıya, haydut] hem dünyada, hem âhirette cezalarına işaret eder. Aynen öyle de, bu asra da zâhiren bakan, esrarlı olan Sûre-i وَالسَّمَۤاءِ ذَاتِ الْبُرُوجِ 3 den şu âyetin

اِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ * 4

ifadesi gibi hem İstanbul’un iki harîk-ı kebîri, hem Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] dehşetli yangınını Cehennem azabı gibi o fitnenin bir cezasıdır diye işaret eder.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bu âyet her asra baktığı gibi bu asra daha ziyade nazar-ı dikkati celb [çekme] etmek için cifirce bu asrın üç dört devresinin tarihlerine ve hâdiselerine işaret ve mânâsının suretiyle ve tarz-ı ifadesiyle [ifade etme tarzı] iki cereyanın keyfiyetlerine ve vaziyetlerine ima eder. Sabri’nin mektubu yolda iken ve gelmeden evvel o mektubun mânevî tesiriyle bu âyeti ve اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا 5 âyetiyle beraber düşünürken hatırıma geldi. Risale-i Nur bu derece kuvvetli işaret-i Kur’âniyeye ve şakirtleri [öğrenci] bu

107

kadar kıymetli beşaret-i Furkaniyeye ve aktâbların iltifatına mazhariyetin sırrı ve hikmeti, musibetin azameti ve dehşetidir ki, hiçbir eserin mazhar olmadığı bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] almış. Demek ehemmiyet onun fevkalâde büyüklüğünden değil, belki musibetin fevkalâde dehşetine ve tahribatına karşı mücahedesi [Allah yolunda cihad etme] cüz’î [ferdî, küçük] ve az olduğu halde gayet büyük öyle bir ehemmiyet kesb [elde etme, kazanma] etmiş ki, bu âyette işaret ve beşaret-i Kur’âniyede [Kur’ân’ın müjdelemesi] ifade eder ki, “Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler” diye müjde veriyorlar. Evet, bazı vakit olur ki, bir nefer [asker] gördüğü hizmet için bir müşirin [mareşal] fevkine [üstüne] çıkar, binler derece kıymet alır.

İHTAR: Geçmiş ve gelecek âyetlerin işaretleri yalnız tevafukla değil, belki herbir âyetin mânâ-yı küllîsindeki [geniş kapsamlı mânâ] cüz’iyat-ı kesiresinden bir cüz’î [ferdî, küçük] ferdi Risale-i Nur olduğuna îmaen, münasebet-i mâneviyeye [mânevi bağlantı, ilişki] göre cifrî ve ebcedî bir tevafukla o münasebeti te’yiden ve ona binaen hususî ona bakar demektir.

ALTINCI ÂYET

Sûre-i Hadid’de وَيَجْعَلْ لَكُمْ نُورًا تَمْشُونَ بِهِ 1 yani, “Karanlıklar içinde size bir nur ihsan [bağış] edeceğim, ki o nur ile doğru yolu bulup onda gidesiniz.” Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Risale-i Nur bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve küllî mânâsının parlak bir ferdi olduğu gibi, نُورًا deki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن sayılmak cihetiyle bin üç yüz on sekiz (1318) adediyle Resâilü’n-Nur [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] Müellifi tedristen [öğrenim, eğitim] telif [kaleme alma] vazifesine ve mücahidâne [cihad edercesine] seyahate başladığı zamanın beş sene evvelki zamanına ve çok âyetlerin işaret ettikleri bin üç yüz on altı (1316) tarihindeki mühim bir inkılâb-ı fikrîden iki sene sonraki zamana tevafuk eder ki, o zaman istihzarat-ı [alay etme] Nuriyeye başladığı aynı tarihtir. İşte şu nurlu âyet,

108

hem mânâca, hem cifirce tevafuku ise, umum vücuhu [vecihler, yönler] ayn-ı şuur [saf bilinç, şuurun ta kendisi] olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanda [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] elbette ittifakı tesadüfî olamaz.

YEDİNCİ ÂYET:

1 وَيُحِقُّ اللهُ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ şu âyet-i meşhurenin küllî mânâsının bu zamanda zâhir bir mâsadakı [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] olduğu gibi, lâfzullahdaki [ifade, kelime] şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ل , bir ل ; ve بِكَلِمَاتِهِ ‘deki melfuz ى sayılmak şartıyla dokuz yüz doksan sekiz (998) adediyle Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] dokuz yüz doksan sekiz (998) adedine tamtamına tevafukla münasebet-i mâneviyeye [mânevi bağlantı, ilişki] binaen remzen [ince işaret] ona bakar. Ve bu remzi [ince işaret] lâtifleştiren [berrak, şirin, hoş] ve kuvvet veren münasebetlerin birisi şudur ki, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] eczaları “Sözler” namıyla iştihar etmişler. Sözler ise Arapça “Kelimat“tır [ifadeler, sözler] ve o kelimat [ifadeler, sözler] ile Kur’ân’ın hakaikini [doğru gerçekler] o derece mahz-ı hak [hakkın, doğru ve gerçeğin ta kendisi] ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olduğunu ispat etmiş ki, bu zamanın dinsiz feylesoflarını tam susturuyor.

SEKİZİNCİ ÂYET

قُلْ اِنَّنِى هَدٰينِى رَبِّى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 2 dir. Şu âyet-i meşhure küllî mânâsının bu asırda muvafık ve münasip bir ferdi Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] olduğu gibi, cifirle صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 3 kelimesi, صِرَاطٍ deki tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن sayılmak cihetiyle Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] adedi olan 998’e yine iki sırlıHaşiye fark ile baktığı gibi, هَدٰينِى رَبِّى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 4cümlesinin makam-ı ebcedîsi [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] ile bin üç yüz on altı

109

(1316) ederek Risale-i Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] tedrisiyle [öğrenim, eğitim] istihzarat-ı [alay etme] Nuriyede bulunduğu en hararetli tarihi olan bin üç yüz on altı (1316) adedine tam tamına tevafuk eder.

DOKUZUNCU ÂYET

Hem el-Bakara [inek, dişi sığır] Sûresinde, hem Lokman Sûresinde  فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى 1 cümlesidir. Yani, “Allah’a iman eden, hiç kopmayacak bir zincir-i nuranîye yapışır, temessük [sarılma] eder.” Risale-i Nur ise, iman-ı billâhın [Allah’a iman] Kur’ânî burhanlarından [delil] bu zamanda en nuranîsi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk [gerçekleşme] ettiğinden, bu بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى 2 külliyetinde hususî dahil olduğuna teyiden, makam-ı cifrîsi 1347 ederek Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] intişarının [açığa çıkma, yayılma] fevkalâde parlaması tarihine tam tamına tevafukla bakar ve bu on dördüncü asırda Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinden [mânevî mu’cizelik] neş’et [doğma] eden bir urvetü’l-vüska [kopmaz sağlam kulp] ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risale-i Nur olduğunu remzen [ince işaret] bildirir.

ONUNCU ÂYET يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَۤاءُ 3

ON BİRİNCİ ÂYET وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ 4

ON İKİNCİ ÂYET وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ 5 âyetleridir. Meâl-i icmalîleri der ki: “Kur’ân hikmet-i kudsiyeyi [mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet] size bildiriyor, sizi mânevî kirlerden temizlendiriyor.”

Bu üç âyetin küllî ve umumî mânâlarında Risalei’n-Nur kastî bir surette dahil olduğuna iki kuvvetli emâre var.

110

Birisi şudur ki: Risalei’n-Nur’un müstesna bir hassası ism-i Hakem [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] ve Hakîmin mazharı olup bütün safahatında, [zevk, keyif] mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın [kâinatın düzeni] ayinesinde ism-i Hakem [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] ve Hakîmin cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi [mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet] ve hikemiyat-ı [hikmetler] Kur’âniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi hikmet-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın hikmeti]

İkinci emâre: Birinci âyet, bin üç yüz yirmi iki (1322) ederek makam-ı ebcedî [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] ile Risalei’n-Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] doğrudan doğruya ulûm-u âliyeden [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] اٰلِيَه )) başını kaldırıp hikmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hikmeti] müteveccih [yönelen] olarak hâdimü’l-Kur’ân vaziyetini aldığı tarihtir ki, bir sene sonra İstanbul’a gitmiş, mânevî mücahedesine [Allah yolunda cihad etme] başlamış.

İkinci âyet ise, makam-ı cifrîsi bin üç yüz iki (1302) ederek Risale-i Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] Kur’ân dersini aldığı tarihe tam tamına tevafukla remzen [ince işaret] Kur’ân’ın bâhir [açık] bir burhanı [delil] olan Resâili’n-Nur’a [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] bakar.

Üçüncü âyet ise, bin üç yüz otuz sekiz (1338) olduğundan, hikmet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hikmeti] Avrupa hükemasına [âlimler, filozoflar] karşı parlak bir surette gösterebilen ve gösteren Risalei’n-Nur Müellifi Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] hikmet-i Kur’ânîyeyi [Kur’ân’ın hikmeti] müdafaa etmekle, hattâ İngilizin Başpapazı sual ettiği ve altı yüz (600) kelimeyle cevap istediği altı sualine altı kelimeyle cevap vermekle beraber inzivaya [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] girip bütün gayretiyle Kur’ân’ın ilhamatından [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Risale-i Nur’un meselelerini iktibasa [alıntı] başladığı aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen [ince işaret] bakar.

ON ÜÇÜNCÜ ÂYET

Sûre-i Âl-i İmrân’da وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُۤ اِلاَّ اللهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ 1

ON DÖRDÜNCÜ ÂYET

Sûre-i Nisâ’da لٰكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ 2

111

Bu iki âyet bu asra da hususî bakarlar.

Birincisinin meâli gösteriyor ki: Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] müteşabihat-ı Kur’âniyeyi [Kur’an’da hükmü açık olmayan, yorumlanması gereken âyetler] yanlış te’vilât ile tahrifine ve şüpheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda ilimde rüsuhu [kökleşme, sağlamlaşma] bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur’âniyenin [Kur’an’da hükmü açık olmayan, yorumlanması gereken âyetler] hakikî te’villerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı [şüpheler, tereddütler] izale [giderme] eder. Bu küllî mânânın her asırda mâsadakları [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] ve cüz’iyatları var. Harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’ân aleyhinde terâküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm [İslâm âlemi] içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın [şüpheler, tereddütler] bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı [şüpheler, tereddütler] ve itirazları bu zamanda def eden, başta Risalei’n-Nur ve şakirtleri [öğrenci] göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından, Risalei’n-Nur ve şakirtlerine [öğrenci] remzen [ince işaret] bakmakla beraber, ulema-i müteahhirînin mezhebine göre اِلاَّ اللهُ 1 ‘da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغٰى 2 ‘nın makamı gibi bin üç yüz kırk dört (1344) ederek Resâili’n-Nur ve şakirtlerinin [öğrenci] meydan-ı mücahede-i mâneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor. Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir burhanı [delil] olan Onuncu Sözün etrafa yayılması tarihine ve Kur’ân’ın kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize olduğunu beyan eden Yirmi Beşinci Sözün iştiha[arzu, istek] hengâmına, [ân, zaman] hem اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغٰى adedine tam tamına tevafukla bakar. Eğer mezheb-i selef gibi اِلاَّ اللهُ ‘da vakıf olsa, o halde اَلرَّاسِخُونَ 3 ‘deki şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ر , iki ر sayılsa bin üç yüz altmış küsur ederek Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtlerinin [öğrenci] bundan on beş yirmi sene sonraki râsihâne [sağlam, yerleşmiş]

112

ve muhakkikane [bir bilgiyi en ince ayrıntılarına kadar araştırarak elde etme] olan ilimlerine ve imanlarına remzen [ince işaret] baktığı gibi, şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ر , asıl itibarıyla bir ل , bir ر sayılsa bin iki yüz on iki (1212) ederek, bundan bir buçuk asır evvel Mevlânâ Hâlid Zülcenâheyn‘in [iki kanatlı (burada Peygamberimizin hem halktan Hakka, hem de Haktan halka olan iki yönlü elçiliği kastedilmiştir)] Hindistan’dan getirdiği parlak bir ilm-i hakikat [hakikat ilmi] rusuhuyla o zamanda meydan alan te’vilât-ı fâsideyi [bozuk ve yanlış te’viller, yorumlar] ve şübehatı [şüpheler, tereddütler] dağıtarak yüz senede elli milyondan ziyade insanları daire-i irşadına aldığı ve tenvir [aydınlatma] ettiği zamanın tarihine tam tamına tevafukla bakar.

İkinci âyet olan, اَلرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ 1 şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ر , aslına nazaran bir ل , bir ر sayılmak cihetiyle, makam-ı ebcedîsi [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] bin üç yüz kırk dört (1344) etmekle her asra baktığı gibi, bu asra da hususî remzen [ince işaret] bakar. Ve ilm-i hakikatte [hakikat ilmi] râsihâne [sağlam, yerleşmiş] çalışan ve kuvvetli iman eden bir taifeye işaret eder. Ve çok âyetlerin ehemmiyetle gösterdikleri bu bin üç yüz kırk dört (1344)’te Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve şakirtlerinden [öğrenci] daha ziyade bu vazifeyi müşkül [zorluk] şerait içinde sebatkârâne [sebat ederek, kararlı bir şekilde] yapan zâhirde görülmüyor. Demek bu âyet onları dahi daire-i harîmine [hususî, özel daire] hususî dahil ediyor.

ON BEŞİNCİ ÂYET

يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَۤاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَۤا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا * 2

Şuâyet bu zamana dahi hitap eder. Çünkü tamam- مُبِينًا hariç kalsa-bin üç yüz altmış (1360) küsur eder. Eğer قَدْ جَۤاءَكُمْ ‘den sonraki olsa بُرْهَانٌ ve نُورًا kelimelerindeki tenvinler, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن sayılsa bin üç yüz on (1310) eder. Demek bu asra da hitap eder. Hem قَدْ جَۤاءَكُمْ بُرْهَانٌ 3 cümlesi yalnız dört farkla Furkan [ayırt edici; hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur’ân] adedine tevafukla sarîhan [açık]

113

baktığı gibi, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] burhan-ı İlâhînin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir burhanı olan Resâili’n-Nur’a [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] dahi, ikinci cümlesi olan اَنْزَلْنَۤا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا 1 adedi, iki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] vakıfta iki elif( ا ) sayılmak cihetiyle beş yüz doksan sekiz (598) ederek aynen tam tamına Resâili’n-Nur’a [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] ve Risale-i Nur adedine tevafukla o semâvî burhan-ı kudsînin yerde bir burhanı, Resâili’n-Nur olduğunu remzen [ince işaret] haber veriyor.

İHTAR: Sözlerin üç ismi olan Risalei’n-Nur veya Resâili’n-Nur veya Risaleti’n-Nurdaki [elçilik, peygamberlik] şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , iki ن sayılmak, cifirce ağlebî [çoğunlukla] bir kaidedir. Şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] harf bazan bir, bazan iki sayılabilir.

ON ALTINCI ÂYET

لِلَّذِينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَۤاءٌ 2 ‘dur. Şu şifalı âyet çok zamandır benim dertlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] hane-i kübrâ-yı İlâhiye olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tiryakî ilâçlarından, Risalei’n-Nur eczalarının kavanozlarından alarak, belki bin mânevî dertlerime bin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] şifayı buldum ve Resâili’n-Nur şakirtleri [öğrenci] dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkül [zorluk] olan ve zındıka hastalığına müptelâ [bağımlı] olanlardan çokları onunla şifalarını buldular.

İşte her derde şifa olan Kur’ân’ın ilâçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resâili’n-Nur dahi bu şifadar âyetin bir medar-ı nazarı [bakışları üzerinde toplayan] olduğuna kuvvetli bir emâre şudur ki: Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk altı (1346) adedi Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] bin üç yüz kırk altı (1346)’da şifadarâne etrafa intişarının [açığa çıkma, yayılma] tarihine ve Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] aleyhissalâtü vesselâm nâmında olan risale-i harikanın [harika kitap] zaman-ı telifine tam tamına tevafukudur. Şu tevafuk hem münasebet-i mâneviyeyi [mânevi bağlantı, ilişki] teyid ve onunla teeyyüd eder, hem remizden [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] işaret derecesine çıkarıyor.

114

ON YEDİNCİ ÂYET

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ 1 ‘deki قُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ 2 ‘nün makam-ı cifrîsi şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ل ‘lar birer ل ve şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ق bir ق sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dokuz (1329) ederek, Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] başlangıcı zamanında Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] başlangıcı olan İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirinin tarih-i telifine [bir eserin yazılma tarihi] tam tamına tevafukla beraber, şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ك iki ك sayılmak cihetiyle 1349 ederek, Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] verdiği sarsıntılar zamanında Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] حَسْبِىَ اللهُ 3 diyerek ehl-i dünyadan [dünyada yaşayanlar] hiçbir yerde himaye görmeden, belki tehacüme [her taraftan hücum etme] hedef olmakla beraber çekinmeyerek yalnız başlarıyla müşkülât içinde envâr-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın nurları] neşrettikleri aynı tarihe tam tamına tevafuku ise, her cihetiyle ayn-ı şuur [saf bilinç, şuurun ta kendisi] olan âyâtta elbette tesadüfî olamaz. Belki bu gibi âyetler, en müşkül [zorluk] zaman olan bu asra dahi hususî bakarlar ve o âyâtı kendilerine rehber ittihaz [edinme, kabullenme] eden bir kısım şakirtlerine [öğrenci] hususî iltifat edip iltifatlarıyla teşci [cesaretlendirme] ederler.

Bu âyet, sâbık [önceki, geçmiş] âyetler gibi münasebet-i mâneviyesi [mânevi bağlantı, ilişki] gerçi zâhiren görünmüyor; fakat bir cihetle Resâili’n-Nur ile bir nevi münasebeti vardır. Şöyle ki:

On üç senedirHaşiye bu âyet Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] Müellifinin [telif eden, kitap yazan] ve sonra has şakirtlerinin [öğrenci] mağripten [akşam/batı] sonra bir vird-i hususîleridir. Hem bu âyetin mânâsına bu zamanda tam mazhar [erişme, nail olma] ve herkes onlardan çekinmesinden fütur [usanç] getirmeyerek حَسْبِىَ اللهُ deyip mütevekkilâne [Allah’a güvenip ve Onu vekil kabul eder bir şekilde] müşkülât-ı azîme [büyük zorluklar] içinde envâr-ı imaniyeyi [iman nurları] ve

115

esrar-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’daki sırlar] neşreden, ehl-i imanı [Allah’a inanan] meyusiyetten [ümitsiz] kurtaran, başta Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve şakirtleridir. [öğrenci]

ON SEKİZİNCİ ÂYET

اِنَّ حِزْبَ اللهِ هُمُ الْغَالِبُونَ 1 ‘dir. Bu âyet meâliyle hizbullahın [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] zâhirî mağlûbiyetinden gelen meyusiyeti [ümitsiz] izale [giderme] için kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir teselli verir ve hizbullah [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] olan hizb-i Kur’ânînin [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] hakikatte ve akibette galebesini [üstün gelme] haber verir ve bu asırda hizb-i Kur’ânînin [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] hadsiz efradından [bireyler] Resâili’n-Nur şakirtleri [öğrenci] tezahür ettiklerinden, bu âyetin küllî mânâsında hususî dahil olmalarına bir emâre olarak, makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz elli (1350) adedi ile Resâili’n-Nur şakirtlerinin [öğrenci] zâhirî mağlûbiyetleri ve bir sene sonra mahpusiyetleri içinde mânevî galebeleri [üstün gelme] ve metanetleri [gayret, kararlılık] ve haklarında yapılan müthiş imha plânını akîm [neticesiz] bırakan ihlâsları ve kuvve-i mâneviyeleri [mânevî güç] tezahür etmesinin Rûmî tarihi olan bin üç yüz elli (1350) ve elli bir (51) ve elli iki (52) adedine tam tamına tevafuku elbette şefkatkârâne, [şefkat dolu] teselliyettârâne bir remz-i Kur’ânîdir.

ON DOKUZUNCU ÂYET

وَالَّذِينَ اٰمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعٰى بَيْنَ اَيْدِيهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَۤا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَا * 2

Şu âyetin umum mânâsındaki tabakalarından bir tabaka-i işariyesi bu asra dahi bakıyor. Çünkü يَقُولُونَ رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا 3 hem mânâca kuvvetli münasebeti var; hem cifirce bin üç yüz yirmi altı (1326) ederek, o tarihteki hürriyet in-

116

kılâbından neş’et [doğma] eden fırtınaların hengâmında [ân, zaman] herşeyi sarsan o fırtınaların ve harplerin zulümatından kurtulmak için nur arayan mü’minler içinde, Resâili’n-Nur şakirtleri [öğrenci] az bir zaman sonra tezahür ettiklerinden, bu âyetin efrad-ı kesiresinden bu asırda bir mâsadakı [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] onlar olduğuna bir emaredir. وَاغْفِرْ لَنَا cümlesi bin üç yüz altmış (1360)’a bakıyor. Demek bundan beş altı sene sonra istiğfar [af dileme] devresidir. Resâili’n-Nur şakirtleri [öğrenci] o zamanda istiğfar [af dileme] dersini vereceğini remzen [ince işaret] bir îmadır.

YİRMİNCİ ÂYET

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ 1 Şu âyet-i azîme [büyük ve yüce âyet] sarîhan [açık] Asr-ı Saadette [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] nüzûl-ü Kur’ân’a baktığı gibi sair asırlara dahi mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] bakar. Ve Kur’ân’ın semasından ilhâmî [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] bir surette gelen şifadar nurlara işaret eder. İşte, doğrudan doğruya tabib-i kulûb olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzinden ve ziyasından iktibas [alıntı] olunan Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] benim çok tecrübelerimle umum mânevî dertlerime şifa olduğu gibi, Resâili’n-Nur şakirtleri [öğrenci] dahi tecrübeleriyle beni tasdik ediyorlar. Demek Resâili’n-Nur bu âyetin bir mânâ-yı işârîsinde [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] dahildir. Ve bu duhulüne [girme] bir emare olarak, مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ 2 ‘nin makam-ı cifrisî 1339 ederek, aynı tarihte Kur’ân’dan ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] olunan Resâili’n-Nur bu asrın mânevî ve müthiş hastalıklarına şifa olmakla meydana çıkmaya başlamasından, bu âyet ona hususî remzettiğine [ince işaret] bana kanaat veriyor. Ben kendi kanaatimi yazdım; kanaate itiraz edilmez.

YİRMİ BİRİNCİ ÂYET VEYA ÂYETLER

قُلْ اِنَّنِى هَدٰينِى رَبِّى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ * 3

117

وَهَدٰيهُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ * 1

sekiz-dokuz âyetlerde sırat-ı müstakime [dosdoğru yol] nazarı çeviriyorlar. Ve bu doğru, istikametli [doğru] yolu bulmak için daima Kur’ân’ın nurundan her asırda o asrın zulmetlerini dağıtacak ve istikamet [doğru] yolunu tenvir [aydınlatma] edecek, Kur’ân’dan gelen nurlar olmakla ve bu dehşetli ve fırtınalı asırda o doğru yolu şaşırtmayacak bir surette gösteren başta şimdilik Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] tezahür ettiğinden, hem bu “sırat-ı müstakîm[dosdoğru yol] kelimesinin makam-ı cifrîsi—tenvin, ن sayılmak cihetiyle—bin eder. Medde olmazsa dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek, yalnız bir veya iki farklaHaşiye Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] adedi olan dokuz yüz doksan sekiz (998)’e tevafukla, sekiz-dokuz âyetlerde “sırat-ı müstakîm[dosdoğru yol] kelimeleri bu mezkûr [adı geçen] iki âyet gibi Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] sırat-ı müstakîmin [dosdoğru yol] efradına [bireyler] hususî idhal [dahil etme, içine alma] edip remzen [ince işaret] ona baktırır ve istikametine [doğru] işaret eder. Eğer صِرَاطٍ ‘daki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılmazsa, اَلنُّورُ ‘daki şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , bir ن sayılır, yine tevafuk eder.

Hem nasıl ki bu âyet Risalei’n-Nur’a ismiyle bakıyor; öyle de, onun istihzarat [alay etme] zamanına da bakar. Çünkü هَدٰينِى رَبِّى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 2 ‘in makam-ı cifrîsi bin üç yüz on altı (1316) ederek, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] Müellifinin [telif eden, kitap yazan] ihtiyarsız [irade dışı] olarak istihzarat-ı [alay etme] Nuriyede bulunduğu ve umum malûmatını Kur’ân’ın fehmine basamaklar yaptığı en hararetli tarihi olan bin üç yüz on altı (1316) adedine tam tamına tevafuku elbette evvelki işârâtı [işaretler] teyid ve onunla teeyyüd ederek Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] daire-i harîmine [hususî, özel daire] remzen, [ince işaret] belki işareten dahil ediyor.

Câ-yı dikkat [dikkat çekici] ve ehemmiyetli bir tevafuktur ki, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] Müellifi bin üç on altı (1316) sıralarında mühim bir inkılâb-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:

O tarihe kadar ulûm-u mütenevviayı, [çeşitli ilimler] yalnız ilimle tenevvür [aydınlanma, nurlanma] için merak ederdi,

118

okurdu, okuturdu. Fakat birden o tarihte merhum vali Tahir Paşa vasıtasıyla Avrupa’nın Kur’ân’a karşı müthiş bir suikastları var olduğunu bildi. Hattâ bir gazetede İngiliz’in bir Müstemlekât [sömürgeler] Nâzırı demiş:

“Bu Kur’ân, İslâm elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun sukutuna [alçalış, düşüş] çalışmalıyız” dediğini işitti, gayrete geldi. Birden, makam-ı cifrîsi bin üç yüz on altı (1316) olan فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ 1 fermanını mânen dinleyerek bir inkılâb-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-u mütenevvia[çeşitli ilimler] Kur’ân’ın fehmine ve hakikatlerinin ıspatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını [hayatın neticesi, gayesi] yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsi [mânevî mu’cizelik] ona rehber ve mürşid ve üstad oldu. Fakat maatteessüf [ne yazık ki] o gençlik zamanında çok aldatıcı ârızalar yüzünden bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir zaman sonra Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] tarraka ve gürültüsüyle uyandı. O sabit fikir canlandı, bilkuvveden [potansiyel olarak] bilfiile çıkmaya başladı.

İşte hem ona, hem Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] çok alâkası bulunan bu bin üç yüz on altı (1316) tarihine çok âyetler müttefikan [birleşerek] bakarlar. Meselâ, nasıl ki, هَدٰينِى رَبِّى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 2 âyeti tam tamına tevafukla işaret eder. Aynen öyle de, bir âyet-i meşhure olan اِنَّ رَبِّى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 3 makam-ı cifrîsi şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , bir ن sayılsa ve tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılmazsa bin üç yüz on altı (1316) ederek aynen tam tamına o tarihe işaret eder.

Hem nasıl ki yedi-sekiz sûrelerde gelen âyetler ve o âyetlerde gelen “sırat-ı müstakîm[dosdoğru yol] cümleleri, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ismine tevafukla beraber, bu mezkûr [adı geçen] iki âyet gibi bir kısmı Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] telifinin [kaleme alma] tarihini de gösterir. Aynen öyle de, yedi adet sûrelerin başlarında yedi defa تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ 4 cümle-i kudsiyesi, makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz on altı (1316) veya yedi (7) ederek aynen tam

119

tamına o bin üç yüz on altı (1316) tarihine tevafukla işaret ettiği gibi, 1 طٰسۤ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ âyeti dahi aynen bin üç yüz on altı (1316) ederek o bin üç yüz on altı (1316) tarihine tevafukla işaret eder. Güya nasılki Asr-ı Saadette [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] Kur’ân’daki iman hakikatlerine alâmetler, deliller ve o Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] dâvâlarına burhanları [delil] ve hüccetleri [delil] gözlere de göstermek mânâsında tekrarla تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ *2 تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ * تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ 3 fermanlarıyla Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ilânat yapıyor. Öyle de, bu dehşetli asırda dahi bir mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] o âyât-ı Furkaniyenin [Hak ile batılı ayıran Kur’ân’ın ayetleri] burhanları [delil] ve hakkaniyetinin alâmetleri ve hakikatlerinin hüccetleri [delil] ve hak kelâmullah [Allah kelâmı] olduğuna delilleri olan Resaili’n-Nur’a mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] alâmet ve burhan [delil] ve emare ve delil mânâsıyla âyâtın âyetleri diye tekrarla تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ferman ederek nazar-ı dikkati Kur’ân hesabına bu asra ve bu asırdaki Resâili’n-Nur’a [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] çeviriyor, itikad [inanç] ediyorum.

Evet, herbir cihetle ayn-ı şuur [saf bilinç, şuurun ta kendisi] olan âyât-ı Kur’âniyenin böyle yirmi vech [cihet, yön, taraf] ile ve yirmi parmakla aynı şeye müttefikan [birleşerek] işaretleri tasrih [açık şekilde bildirme] derecesinde bana kanaat veriyor. Benim kanaatime iştirak etmeyen, bu ittifaka ne diyecek? Ve ne diyebilir? Hangi kuvvet bu ittifakı bozar? Resâili’n-Nur bu asra gelen işârât-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın işaretleri] hususî bir medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] olduğuna kimin şüphesi varsa, Kur’ân’ın kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cizesini ispat eden Mu’cizat-ı Kur’âniye namındaki Yirmi Beşinci Söz ve Yirminci Sözün İkinci Makamına ve haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözlere [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] baksın. Şüphesi izale [giderme] olmazsa, gelsin, parmağını gözüme soksun!

YİRMİ İKİNCİ ÂYET VE ÂYETLER

Hem Yunus, hem Yusuf, hem Ra’d, [gök gürültüsü] hem Hicr, [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] hem Şuârâ, hem Kasas, [kıssalar] hem

120

Lokman sûrelerinin başlarında bulunan تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ 1 ilân-ı kudsîsidir. Yirmi birinci âyetin hâtimesinde [son] bunun münasebet-i mâneviyesi [mânevi bağlantı, ilişki] bir derece beyan edilmiş. Cifrîsi ise, bu âyette üç ت bin iki yüz (1200) ve iki ك , iki ل , 100 eder; yekûnu [bütün, toplam] bin üç yüz (1300). Bir ى , bir ب , dört veya beş elif( ا ), mecmuu bin üç yüz on altı (1316) veya on yedi (17) ederek Resâili’n-Nur Müellifi bir inkılâb-ı fikrî ile ulûm-u mütenevviayı, [çeşitli ilimler] Kur’ân’ın hakaikine [doğru gerçekler] çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam tamına tevafuku münasebet-i mâneviyesinin [mânevi bağlantı, ilişki] kuvvetine istinaden deriz:

O tevafuk remzeder [ince işaret] ki, “Bu asırda Resâili’n-Nur denilen otuz üç adet Söz ve otuz üç adet Mektup ve otuz bir adet Lem’alar, [parıltılar] bu zamanda, Kitab-ı Mübîndeki [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikinin [doğru gerçekler] alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun burhanlarıdır. [delil] Ve o âyetlerdeki hakaik-ı imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir. [delil] Ve تِلْكَ kelime-i kudsiyesinin [kutsal cümle] işaret-i hissiyesiyle [hislere, duygulara hitap eden işaret. Somut işaret] gözlere dahi görünecek derecede zâhir olduğunu ifade eden böyle işarete lâyık delilleridir” diye remzen [ince işaret] Resâili’n-Nuru, [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] bir işârî mânâsının küllî dairesine hususî ve medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] bir ferdi olarak dahil ediyor.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Nasıl ki bu âyette bulunan işârî mânâ yedi sûrede yedi işaret hükmünde olup delâlet, belki sarahat [açıklık] derecesine çıkıyor. Aynen öyle de, صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 2 ‘deki remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] dahi, yedi-sekiz sûrelerde bulunmakla yedi-sekiz remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] hükmünde olarak o remzi [ince işaret] işaret, belki delâlet, belki sarahat [açıklık] derecesine çıkarıyor.

İHTAR: Külfetsiz olmak üzere birden hatıra gelen işarat [işaretler] kaydedildi. Tekellüfe [külfet, zahmet] girmemek için işaretli otuz üç âyetin çok işârâtı [işaretler] kaydedilmedi.

121

YİRMİ ÜÇÜNCÜ ÂYET

عَسٰۤى رَبُّنَا اَنْ يُبْدِ لَنَا خَيْرًا 1 Şu âyet her asra baktığı gibi, bu asra da bakıyor ve bu asırda kâbuslu bir rüya gibi musibetlere düşen ve Rabb-i Rahîminden [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] onu hayra tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmesini rica [ümit] edenler içinde Resâili’n-Nur şakirtlerine [öğrenci] hususî remzettiğine [ince işaret] bir emaresi şudur ki:

Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk beş (1345)’te ehemmiyetli risaleler telif [kaleme alma] ile beraber, fevkalâde hâdiseler vukua gelmeye hazırlandılar. Ve o Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] merkez-i intişarı olan Barla karyesinde [köy] ziyade sıkıntı müellifine [telif eden, kitap yazan] verildi. Ve hususan küçük mescidine ilişildiği zaman, Resâili’n-Nur şakirtleri [öğrenci] kuvvetli bir rica [ümit] ile dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] iltica edip, “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] bu müthiş rüyayı hayra tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eyle” deyip yalvardılar. Herkesin meyusiyetlerine [ümitsiz] mukàbil pek kuvvetli bir ümit ve rica [ümit] ile Müslümanların kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] takviye ettiler. Bu âyetin birden külfetsiz hatıra geleni bu kadardır. Yoksa esrarı çoktur. Tekellüf [külfet, zahmet] olmasın diye kısa kestim.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ ÂYET VE ÂYETLER

Hem Sûre-i Zümer, hem Sûre-i Câsiye, hem Sûre-i Ahkâf’ın başlarında bulunan تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ 2 âyât-ı azîmeleridir. Şu âyetler dahi yirmi ikincideki âyetler gibi Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] ismine ve zâtına, hem telif [kaleme alma] ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] bir mânâ-yı remziyle [işaret mânâsı] bakıyorlar.

İzahtan evvel mühim bir ihtar

(Lüzumlu dört-beş nokta beyan edilecek.)

Birinci nokta: Hadîste vârid [söylenen] olduğu gibi, “Herbir âyetin mânâ mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı [çıkış, doğuş noktası; ıttıla olunacak mahal] vardır. Bu dört tabakadan

122

herbirisinin [hadîsçe شُجُونٍ وَغُسُونٍ 1 tâbir edilen] fürûatı, [dallar, kollar] işârâtı, [işaretler] dal ve budakları vardır” meâlindeki hadîsin hükmüyle, Kur’ân hakkında nazil olan bu âyet-i kudsiye [kutsal âyet] fer’î bir tabakadan ve bir mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] de Kur’ân ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe’nine [belirleyici özellik] bir nakîse [eksiklik, noksanlık] değil, belki o lisanü’l-gaybdaki [gayb âleminin dili, terminolojisi] i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

İkinci nokta: Bir tabakanın mânâ-yı işârîsinin [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyetindeki efradının [bireyler] bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Evet, ben Risaletü’n-Nur‘un [Risale-i Nur] has şakirtlerini [öğrenci] işhad [şahid gösterme] ederek derim:

Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] sair telifat [kitap olarak kaleme alınan eserler] gibi ulûm [ilimler] ve fünundan [fenler, bilimler] ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı [kaynak] yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif [kaleme alma] olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin [telif eden, kitap yazan] yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir [ilham olunmuş] ve semâ-i Kur’âniden [Kur’an’ın semâsı, yüceliği] ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.

Üçüncü nokta: Resâili’n-Nur baştan başa ism-i Hakîm [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] ve Rahîmin mazharı olduğundan, bu üç âyetin âhirleri ism-i Hakîm [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] ile ve gelecek yirmi beşinci dahi Rahmân ve Rahîm ile bağlamaları münasebet-i mâneviyeyi [mânevi bağlantı, ilişki] cidden kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli münasebet-i mâneviyeye [mânevi bağlantı, ilişki] binaen deriz ki: تَنْزِيلُ الْكِتَابِ cümlesinin sarîh [açık] bir mânâsı; Asr-ı Saadette [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] vahiy suretiyle Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] nüzulü olduğu gibi, mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] de, her asırda o Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap]

123

mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i mâneviyesinden [mânevî mu’cize] feyiz ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] tarikiyle onun gizli hakikatleri ve hakikatlerinin burhanları [delil] iniyor, nüzul ediyor diyerek, şu asırda bir şakirdini [talebe, öğrenci] ve bir lem’asını [parıltı] cenah-ı himayetine [koruma kanadı] ve daire-i harîmine [hususî, özel daire] bir hususî iltifat ile alıyor.

Dördüncü nokta: İşte bu risalede mezkûr [adı geçen] otuz üç âyet-i meşhurenin bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] tekellüfsüz, [zahmetsiz] mânâca ve cifirce Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] başına parmak basmaları ve başta Âyetü’n-Nur [Kur’ân-ı Kerim’in 24. sûresi olan Nur Sûresinin 35. âyeti] on parmakla ona işaret etmesi, eskiden beri ulema ortasında ve edipler mâbeyninde [ara] meşhur bir düstur [kâide, kural] ve hakikatli bir medâr-ı istihracat [bir şeyden bir mânâ çıkarma sebebi, kaynağı] ve hattâ hususî tarihlerde ve mezar taşlarında ediplerin istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettikleri mâruf [bilinen] bir kanun-u ilmî [ilmî kanun] iledir. Eğer o kanuna tasannu [yapmacık] karışmazsa, işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] olabilir. Eğer sun’î [gerçek olmayan] ve kastî yapılsa, yalnız bir letafet, [güzellik, hoşluk] bir zarâfet, bir cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] olur.

Evet, edipler hususî ve şahsî tarihlerde onun taklidini yapmakla kelâmlarını güzelleştirdikleri, hem cifir ilminin en esaslı bir kaidesi ve mühim bir anahtarı olan makam-ı ebcedî [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] ile işaret ise, her cihetle ayn-ı şuur [saf bilinç, şuurun ta kendisi] ve nefs-i ilim [ilmin içinde olan şey, ilmin kendisi] ve mahz-ı irade [tam bir irade, saf kasıt] ve tesadüfî halleri olmayan ve lüzumsuz maddeleri bulunmayan Kur’ân’ın bu kadar âyât-ı meşhuresi [meşhur âyetler] icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile ve ittifakla Risalei’n-Nur’a işaret ve tevafukları, sarahat [açıklık] derecesinde onun makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir şehadettir. Ve hak olduğuna bir imzadır ve şakirtlerine [öğrenci] bir beşarettir. [müjde]

Beşinci nokta: Bu hesab-ı ebcedî, [ebced hesabı] makbul ve umumî bir düstur-u ilmî [ilme dayalı kural] ve bir kanun-u edebî [edebiyatta geçerli olan kanun] olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini numune için beyan edeceğiz.

Birincisi: Bir zaman Benî İsrail [İsrailoğulları] âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, [Peygamber Efendimizin hazır bulunduğu mekân]

124

sûrelerin başlarındaki الۤمۤ * كۤهٰيٰعۤصۤ gibi mukattaat[bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler] hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî [cifir hesabı] ile dediler:

“Ya Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır.”

Onlara mukàbil dedi: “Az değil.” Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı [bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler] okudu ve ferman etti: “Daha var.” Onlar sustular…1

İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî [ebced hesabı] ve cifir ile telif [kaleme alma] edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.

Üçüncüsü: Cafer-i Sadık Radıyallahu Anh ve Muhyiddin-i Arabî (r.a.) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zâtlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi [Arap alfabesindeki herbir harfe sayısal değer verilerek yapılan bir yorum şekli] gaybî bir düstur [kâide, kural] ve bir anahtar kabul etmişler.

Dördüncüsü: Yüksek edipler, bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmişler. Hattâ letafetin [güzellik, hoşluk] hatırı için iradî ve sun’î [gerçek olmayan] ve taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] olmamak lâzım gelirken, sun’î [gerçek olmayan] ve kastî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar.

Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en lâtif [berrak, şirin, hoş] düsturları [kâide, kural] ve avamca harika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet [birlik kanunu] ve insicam [uyum] ve bir medâr-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak [yan yana dizilme, sıralanma] yapmış. Meselâ, nasıl ki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri, hattâ hüceyratları, [hücrecikler] mesâmatları hesapça birbirine tevafuk ederler. Öyle de, bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk

125

ve istikbal baharları dahi mâzi baharlarına, ihtiyar ve irade-i İlâhiyeyi [Allah’ın iradesi, dilemesi] gösteren sırlı ve az farkla muvafakatleri, Sâni-i Hakîm-i Zülcemâlin [her şeyi san’atla yaratan güzellik ve hikmet sahibi Allah] vahdetini [Allah’ın birliği] gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdâniyettir. [Allah’ın bir ve tek oluşunu gösteren şahid, delil]

İşte madem bu tevafuk-u cifrî [cifir hesabıyla ortaya çıkan uyum] ve ebcedî, bir kanun-u ilmî [ilmî kanun] ve bir düstur-u riyazî [matematiksel kaide] ve bir namus-u fıtrî [yaratılıştan gelen kanun] ve bir usul-ü edebî [edebiyat kuralı] ve bir anahtar-ı gaybî [görünmeyen âlemlerdeki sırları açan anahtar] oluyor. Elbette, menba-ı ulûm [ilimlerin kaynağı] ve maden-i esrar [sırların madeni] ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi [kâinatta Allah’ın varlığının birer delili olan maddî ayetleri insanlara tercüme eden, rehber] ve edebiyatın mu’cize-i kübrâ[büyük mu’cize] ve lisanü’l-gayb [gayb âleminin dili, terminolojisi] olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] o kanun-u tevafukîyi, [tevafuk ve denklik şeklinde oluşan kanun] işârâtında [işaretler] istihdam, [çalıştırma] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmesi i’câzının [mu’cize oluş] muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

İhtar bitti, şimdi sadede [asıl konu, esas mânâ] geliyoruz.

Sûre-i Zümer, Câsiye, Ahkaf’ın başlarındaki تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ 1 olan âyetler, sabık [daha önceden geçen] ihtarın ikinci noktasında münasebet-i mâneviyesi [mânevi bağlantı, ilişki] beyan edildiğinden burada yalnız cifrî remzini [ince işaret] beyan edeceğiz. Şöyle ki: İki ت sekiz yüz (800), iki ن yüz (100), iki م seksen (80), iki ك kırk (40), üç ز yirmi bir (21), üç ى otuz (30), bir ب , bir ح on (10), Lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] ( اللهُ ) altmış yedi (67), bir ع yetmiş (70), dört ل , dört elif( ا ) yüz yirmi dört (124) olup yekûnu [bütün, toplam] bin üç yüz kırk iki (1342) ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celb [çekme] etmekle beraber, Kur’ân’ın tenziliyle [indirme] çok alâkadar bir nura parmak basıyor. Ve o tarihten az sonra Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) Risalesi ve Yirminci ve Yirmi Dördüncü Mektuplar gibi Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] en nuranî cüzleri meydan-ı intişara [yayılma alanı] çıkmaları ve Kur’ân’ın kırk vech [cihet, yön, taraf] ile i’câzını [mu’cize oluş] ispat eden

126

Mu’cizat-ı Kur’âniye risalesiyle haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair Onuncu Sözün ikisinin “kırk iki (42)”de intişarları [açığa çıkma, yayılma] ve “kırk altı (46)”da fevkalâde iştiharları [arzu, istek] aynı tarihte olması bir kuvvetli emaredir ki, bu âyet ona hususî bir iltifatı var.

Hem nasıl ki bu âyetler telif [kaleme alma] ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] işaret ederler; öyle de, yalnız تَنْزِيلُ الْكِتَابِ kelimesi Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] ismine (şeddeli ن , bir ن sayılmak cihetiyle) gayet cüz’î [ferdî, küçük] bir farkla tevafuk edip remzen [ince işaret] bakar, kendine kabul eder. Çünkü تَنْزِيلُ الْكِتَابِ kelimesi dokuz yüz elli bir (951) ederek Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] makamı olan dokuz yüz kırk sekiz (948)’e sırlı üç farkla tevafuk noktasından bakar.

Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] değil, belki ekseriyetle Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] ve istihracat-ı [çıkarma] Kur’âniyedir. Câ-yı dikkattir [dikkat çekici] ki, birinci حٰمۤ olan Sûre-i Mü’min’de تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللهِ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ 1 makam-ı cifrîsi, bazı mühim âyetler gibi bin üç yüz yetmiş (1370)’e bakıyor. Acaba on beş-yirmi sene sonra başka bir nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] zuhur mu edecek, yahut Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] bir inkişaf-ı fevkalâde ile bir fütuhatı [fetihler, yayılmalar] mı olacak, bilmediğimden o kapıyı açamıyorum.

YİRMİ BEŞİNCİ ÂYET

حٰمۤ * تَنْزِيلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 2 âyet-i kudsiyesidir. [kutsal âyet] Bu âyetin mânâ-yı işârîsi, [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] Resâili’n-Nur ile münasebeti çok kuvvetlidir. Bir ciheti şudur ki:

Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] ve şakirtlerinin [öğrenci] mesleği, dört esas üzerine gidiyor.

127

Birincisi tefekkürdür; Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismine bakıyor.

Biri de şefkattir, hadsiz olan fakrını hissetmektir ki, Rahmân ve Rahîm isimlerine bakıyor.

Hem şu âyet nasıl ki Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] telif [kaleme alma] ve tekemmül [mükemmelleşme] tarihine tevafukla parmak basıyor; öyle de, تَنْزِيلٌ kelimesiyle (vakıf mahalli olmadığından, tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن sayılmak cihetiyle) makamı beş yüz kırk yedi (547) olarak Sözler’in ikinci ve üçüncü ismi olan Resâili’n-Nur ve Risale-i Nur’un adedi olan beş yüz kırk sekiz (548) veya kırk dokuz (49)’a, şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , bir ن sayılmak cihetiyle pek cüz’î [ferdî, küçük] ve sırlı bir veya iki farkla tevafuk ederek remzen [ince işaret] ona bakar, dairesine alır.

Hem حٰمۤ * تَنْزِيلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1 ‘in makam-ı cifrîsi, bir vech [cihet, yön, taraf] ile, yani tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن sayılsa ve şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] iki ر deki lâm-ı aslî [kelimenin aslında olan Arapça “lam” harfi] hesap edilse, حَامِيمْ ,حٰمۤ telâffuzda olduğu gibi olsa, bin üç yüz elli dört (1354) veya beş (5) eder. Ve diğer bir vecihte, [yön] yani tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılmazsa, bin üç yüz dört (1304) eder. Üçüncü vecihte, [yön] yani telâffuzda bulunmayan iki ل hesaba girmezse, bin iki yüz doksan dört (1294) eder.

Birinci vecihte, [yön] tam tamına Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] telifçe [kaleme alma] bir derece tekemmülü [mükemmelleşme] ve fevkalâde ehemmiyet kesb [elde etme, kazanma] etmesi ve fırtınalara tutulması ve şakirtleri [öğrenci] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir teselliye muhtaç oldukları Arabî tarihiyle, şu bin üç yüz elli beş (1355) ve elli dört (54) tarihine, hem otuz bir adet Lem’alardan [parıltı] ibaret olan Otuz Birinci Mektubun telif [kaleme alma] zamanına, hem o mektubun Otuz Birinci Lem’asının [parıltı] vakt-i zuhuruna [ortaya çıkma vakti] ve o lem’adan [parıltı] Birinci Şuânın telifine [kaleme alma] ve o Şuâ’ın yirmi dokuz makamında otuz üç adet âyâtın Risale-i Nur’a işaretleri istihraç [çıkarma] edildiği hengâmına [ân, zaman] ve yirmi beşinci âyetin Risale-i Nur’a îmaları yazıldığı şu zamana, şu dakikaya, şu hale tam tamına tevafuku ise, Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsine [mânevî mu’cizelik] yakışıyor, gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] ve müjdeli bir tevâfuktur.

128

İkinci vecihte, [yön] yani bin üç yüz dört (1304) makamıyla, Risale-i Nur’un tercümanı, Risale-i Nur’un basamakları olan mebâdi-i ulûma besmele-keş olduğu ve fütuhat-ı Nuriyede [Nur risaleleriyle gerçekleştirilen fetihler] besmelesini çektiği ve fâtiha-i [başlangıç] hayat-ı ilmiyede بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ okuduğu zamanına tam tamına tevafukla parmak basıyor, arkasını sıvatıyor, “Haydi git, selâmetle çalış” remzen [ince işaret] diyor.

Üçüncü vecihte, [yön] yani bin iki yüz doksan üç (1293)1 veya dört (4) olan makam-ı cifrîsiyle, o tercümanın besmele-i hayat-ı dünyeviyesinin iptidasına [başlangıç] tam tamına tevafuk sırrıyla îma eder ki, onun hayatı çok dehşetli dağdağaları [gürültü, dehşet verici] ve fırtınaları görmek ve çekmekle beraber, daima Rahmân ve Rahîm isimlerinin mazharı olarak rahmetle muhafaza ve şefkatle terbiye edileceğini remzen [ince işaret] mün’imâne [gerçek nimet verici olan Allah] haber veriyor. Bu suretle, Kur’ân’ın mânevî i’câzından [mu’cize oluş] ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] nev’inin bir şuâını gösteriyor.

YİRMİ ALTINCI ÂYET

Sûre-i Hûd’da فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعِيدٌ 2 âyetinin iki satır sonra gelen وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ 3 âyetidir. Şu âyetin şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] م ve şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ل ve şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن ikişer sayılmak ve الْجَنَّةِ deki ت vakıfta olduğundan ﻫ olmak cihetiyle makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli iki (1352) olmakla, tam tamına Resâili’n-Nur şakirtlerinin [öğrenci] en meyusiyetli [ümitsiz] ve musibetli zamanları olan bin üç yüz elli iki (1352) tarihine tam tamına tevafukla, o acınacak hallerinde kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve semâvî bir teselli, bir beşarettir. [müjde] Ve âyetin münasebet-i mâneviyesi [mânevi bağlantı, ilişki] bir iki risalede, yani Keramât[kerametler] Aleviyede ve Gavsiyede beyan edilmiştir. وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا 4

129

deki سُعِدُوا kelimesi فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعِيدٌ 1 deki سَعِيدٌ kelimesine Kur’ân sahifesinde tam müvâzi [denk, eşit] ve mukàbil gelmesi, bu tevafuka bir letafet [güzellik, hoşluk] daha katar. Bu âyetin küllî ve çok geniş mânâ-yı kudsîsinin [kutsal mânâ] cüz’iyatından Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] gibi teselliye çok muhtaç bir cüz’îsi [ferdî, küçük] bu asırda bin üç yüz elli iki (1352)’de bulunduğuna tam tamına tevafukla işaret ederek başına parmak basıyor.

Eğer فَفِى الْجَنَّةِ kelimesinde vakfedilmezse ve خَالِدِينَ kelimesiyle raptedilse, [bağlama] o vakit ﻫ ,ت olmaz. Fakat daha lâtif [berrak, şirin, hoş] tesellikâr [teselli veren] bir tevafuk olur. Çünkü وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا 2 kaide-i nahviyece [Arapça dilbilgisi kuralı olarak] müptedâdır. [Arap dilbilgisinde isimle başlayan cümledeki isim; özne] فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ 3 onun haberidir. Bu haber ise, makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk dokuz (1349) adediyle, bin üç yüz kırk dokuz (1349) tarihinden beşaretle [müjde] remzen [ince işaret] haber verir. Ve o tarihte bulunan Kur’ân hizmetkârlarından bir taifenin ashab-ı Cennet [Cennet ehli insanlar] ve ehl-i saadet [âhirette sonsuz Cennet mutluluğuna ulaşanlar] olduğunu mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve tevafuk-u cifrî [cifir hesabıyla ortaya çıkan uyum] ile ihbar eder ve bu tarihte Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] Kur’ân hesabına fevkalâde hizmetleri ve tenevvürleri [çeşitlenme] ve çok mühim risalelerin te’lifleri ve başlarına gelen şimdiki musibetin, düşmanları tarafından ihzarâtı [hazırlama] tezahür ettiğinden, elbette bu tarihe müteveccih [yönelen] ve işârî, tesellikâr [teselli veren] bir beşaret-i Kur’âniye [Kur’ân’ın müjdelemesi] en evvel onlara baktığını gösterir.

Evet فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ de şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , bir ن sayılmak cihetiyle ت dört yüz (400), خ altı yüz (600); bin (1000) eder. İki ن yüz (100); bir ى , iki ف , bir ل iki yüz (200); diğer ل otuz (30), ikinci ى on (10), iki elif( ا ) iki (2), bir ج üç (3), bir د dört (4), kırk dokuz (49) eder ki; yekûnu [bütün, toplam] bin üç yüz kırk dokuz (1349) eder.

130

Bu müjde-i Kur’âniyenin binden bir vechi bize teması, bin hazineden ziyade kıymettardır. Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rüya-yı sadıkadır. [doğru olan rüya] Şöyle ki:

Isparta’da başımıza gelen bu hâdiseden bir ay evvel bir zâta, rüyada ona deniliyor ki, “Resâili’n-Nur şakirtleri [öğrenci] imanla kabre girecekler, imansız vefat etmezler.”

Biz o vakit o rüyaya çok sevindik. Demek o müjde, bu müjde-i Kur’âniyenin bir müjdecisi imiş.Haşiye [dipnot]

YİRMİ YEDİNCİ ÂYET

Sûre-i Saf’ta

يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ * 1

dur. Bu âyetteki نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ 2 cümlesinin makam-ı cifrîsi, bin üç yüz on altı (1316) veya yedi (7)’dir. Ve bu tarih ise, sabıkan [bundan önce] yirmi birinci âyetin hâtimesinde [son] zikredilen inkılâb-ı fikrî sadedinde, [asıl konu, esas mânâ] Avrupa’nın bir müstemlekât [sömürgeler] nâzırı, Kur’ân’ın nurunu söndürmesine çalışması tarihine ve Resâili’n-Nur Müellifi dahi ona karşı o inkılâb-ı fikrî sayesinde o nuru parlatmaya çalışması aynı tarihe, hem yedi sûrede yedi defa تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ 3 aynı tarihe, hem

طٰسۤ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ 4 dahi aynı tarihe, hem

هَدٰينِى رَبِّى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 5 dahi aynı tarihe, hem

اِنَّ رَبِّى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 6 dahi şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , bir ن sayılmak ve tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılmamak

131

cihetiyle aynı tarihe, hem فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ 1 fermanı dahi aynı tarihe, hem نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ 2 dahi aynı tarihe bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] muvafakatları elbette remizden, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] işaretten, delâletten ziyade bir sarahattir [açıklık] ki, Risale-i Nur o nur-u İlâhînin [Allah’ın nuru] bir lem’ası olacağını ve düşmanları tarafından gelen şübehat [şüpheler, tereddütler] zulümatını dağıtacağını mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] müjdeliyor. Hem bu cifrî ve müteaddit [bir çok] ve mânidar tevafuklar ise, kuvvetli bir münasebet-i mânevîyeye istinad ederler.

Evet, Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] yüz yirmi dokuz (129) risaleleri, yüz yirmi dokuz (129) elektrik lâmbalarının şişeleri misillü, [benzer] Kur’ân nur-u âzamından [çok büyük nur, ışık] uzanan tellerin başlarına takılıp o nuru neşrettikleri meydandadır. Risale-i Nur’un yarı ismi iki defa bu cümle-i âyette [âyet cümlesi] bulunmasıyla o münasebeti pek letafetlendiriyor. [güzellik, hoşluk]

YİRMİ SEKİZİNCİ ÂYET

Sûre-i Tevbe’de

يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبىَ اللهُ إِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ * 3

âyetindeki نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبىَ اللهُ إِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ 4 cümlesi, kuvvetli ve letafetli [hoş, güzel] münasebet-i mâneviyesiyle [mânevi bağlantı, ilişki] beraber şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] lâm’lar, birer ل ve şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] م asıl kelimeden olduğundan, iki م sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dört (1324) ederek, Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin [İslâm devleti] nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir suikast plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti]

132

hürriyeti “yirmi dört (24)”te ilânıyla o plânı akîm [neticesiz] bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf, [ne yazık ki] altı-yedi sene sonra, harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] neticesinde yine o suikast niyetiyle, Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] Muahedesinde [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] Kur’ân’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini yine icrâ etmek olan plânlarını akîm [neticesiz] bırakmak için Türk milliyetperverleri [milliyetçi, milletini seven] cumhuriyeti ilânla mukabeleye [karşılama; karşılık verme] çalıştıkları tarihi olan bin üç yüz yirmi dört (1324)’e, tâ “dört (34)”te, tâ “elli dört (54)”te tam tamına tevâfukla, o herc ü merc [karışıklık, dağınıklık] içinde Kur’ân’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resâili’n-Nur Müellifi “yirmi dört (24)”te ve Resâili’n-Nur’un mukaddematı [evvel, önce] “otuz dört (34)”te ve Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] nuranî cüzleri ve fedakâr şakirtleri [öğrenci] “elli dört (54)”te mukabeleye [karşılama; karşılık verme] çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-i hali [bir şeyin gerçek durumu] bilmeyen bir kısım ehl-i siyaseti [siyaset adamları, politikacılar] telâşa sevk ettiler ve bu itfâ [söndürme] suikastine karşı tenvir [aydınlatma] vazifesini tam îfa ettiklerinden, bu âyetin mânâ-yı işârîsi [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] cihetinde bir medâr-ı nazarı [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde nur-u Kur’ân‘a [Kur’ân nuru] muhalif hâletlerin [durum] ekserîsi o suikastlerin ve Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] Muahedesi [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] gibi gaddarâne muahedelerin [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] vahim neticeleridir.

Eğer şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] م dahi şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] lâm’lar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin [İslâm devleti] nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un “doksan üç (93)” muharebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] parlak nuruna muvakkat [geçici] bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili’n-Nur şakirtleri [öğrenci] yerinde Mevlânâ Hâlid’in (k.s.) şakirtleri [öğrenci] o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen [ince işaret] parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] lâm’lar ve م ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdinin şakirtleri [öğrenci] olabilir. Her ne ise… Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri [derin anlamlı söz] var.

اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ 1 sırrıyla kısa kestik.

133

YİRMİ DOKUZUNCU ÂYET

Sûre-i İbrahim’in başında

الۤرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلٰى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ * 1

âyetidir. Şu âyetin dört beş cümlesinde dört beş îma var. Mecmuu bir işaret hükmüne geçer.

Birincisi: اِلٰى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ 2 cümlesi ifade eder ki: “Kitab-ı Mübîn [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] vasıtasıyla, on dördüncü asırdaki zulümattan, insanlar biiznillâh [Allah’ın izni ile] Kur’ân’dan gelen bir nura çıkarlar.” Bu meâl ve hususan نُورْ lâfzı, Resâili’n-Nur’a [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] mutabık olduğu gibi, makam-ı cifrîsi şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , iki ن olmak üzere bin üç yüz otuz sekiz (1338) veya dokuz (9) ederek, Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] zulümatında telif [kaleme alma] edilen Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] fâtiha[başlangıç] olan İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsiri, o zulmetler içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki nur kelimesi, Risale-i Nur’daki Nur lâfzına [ifade, kelime] îma ile bakıyor.

İkincisi: اِلٰى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ 3 cümlesi evvelki cümledeki Nuru târif ederek der: O nur Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] izzet [büyüklük, yücelik] ve mahmudiyetini [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] gösteren yoldur. Bu cümlenin makam-ı ebcedîsi [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] beş yüz kırk sekiz (548) veya elli (50) olarak, Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , bir ن olmak üzere adedi olan beş yüz kırk sekiz (548)’e tam tamına tevafuk eder. Eğer okunmayan iki elif( ا ) sayılsa, mertebesine işaret eden iki farkla yine tam tamına tevafuk eder. Bu îmayı teyid eden, hem letafetlendiren [güzellik, hoşluk] bir münasebet var. Şöyle ki:

134

Âlem-i İslâm [İslâm âlemi] için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle, bu cümle makam-ı ebcedî [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] ile altıncı asra ve evvelki cümle gibi الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.

Hem, sabık [daha önceden geçen] âyetlerde ise, Resâili’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] ikinci ismine tevafukla işaret eden umum o âyetler, dehşetli asır olan Hülâgu ve Cengiz asrına dahi îma ederler. Hattâ o âyetlerin hem o asra, hem bu asra îmaları içindir ki, Hazret-i Ali (r.a.) Ercûze’sinde ve Gavs-ı Âzam (k.s.) Kasîde’sinde Resâili’n-Nur’a [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] kerametkârâne [keramet göstererek] işaret ettikleri vakit hem o asra, hem şu asra bakıp hiddetle işaret etmişler.

Üçüncüsü: مِنَ الظُّلُمَاتِ kelimesindeki الظُّلُمَاتِ ‘ın adedi bin üç yüz yetmiş iki (1372) ederek bu asrın zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini, o zulmetlerin içinde bir nur daima tenvire [aydınlatma] çalışacağını îma ile Risale-i Nur’un tenvirine [aydınlatma] remzen [ince işaret] bakar.

Dördüncüsü: لِتُخْرِجَ النَّاسَ cümlesi diyor ki: “Bin üç yüz kırk beş (1345)’te Kur’ân’dan gelen bir nur ile insanlar karanlıklardan ışıklara çıkarılacak.” Bu meâl ise, bin üç yüz kırk beş (1345)’te fevkalâde tenvire [aydınlatma] başlayan Resâili’n-Nur’a [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] tam tamına cifirce, hem mealce muvafık ve mutabık olmakla, Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] îma, belki remzediyor. [ince işaret]

Beşincisi: الۤرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ 1 ‘deki اِلَيْكَ kelimesi Kur’ân’a has baktığı için hariç kalmak üzere, الۤرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ cümlesinin makamı Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] birinci ismine tam tamına tevafuk etmesi, Risaletü’n-Nur’un, [elçilik, peygamberlik] Kitab-ı Münzelin tam bir tefsiri ve mânâsı olduğunu ve ondan yabani olmadığını remzen [ince işaret] ifade eder. Çünkü الۤرٰ üç yüz seksen iki (382), كِتَابٌ dört yüz yirmi üç (423), اَنْزَلْنَاهُ yüz kırk dört (144), yekûnu [bütün, toplam] dokuz yüz kırk dokuz (949); eğer tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن sayılsa

135

dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] (eğer şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , bir ن sayılsa) adedi olan dokuz yüz kırk sekiz (948) (eğer şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن , iki ن olsa) dokuz yüz doksan sekiz (998) sırlı, (yani vahiy olmadığını ifade için) birtek farkla tevafuk edip ona îma eder.

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] Bu birtek âyette mezkûr [adı geçen] beş cümlenin münasebet-i mâneviyeyi [mânevi bağlantı, ilişki] gözeterek beş adet îmaları bir kuvvetli işaret, belki bir delâlet hükmüne geçebilir kanaati bana bunu yazdırdı. Hatâ etmişsem, Kitab-ı Mübîni [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] şefaatçi edip Erhamürrahimînden kusurumun affını niyaz ederim.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

ba

136

Yirmi dokuzuncu âyetin sehvine [yanlış, hata] dair tafsilât [ayrıntılar]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Küçük bir sehivden [hata, yanılgı] kuvvetli bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] gördüm. Ondan bildim ki, o sehiv [hata, yanılgı] bunun içinmiş. Şöyle ki:

Birinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan İşârât-ı Kur’âniyenin, yirmi dokuzuncu âyet Sûre-i İbrahim’in başında,

الۤرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ * 1

içinde اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ 2 cümlesine makam-ı cifrîsi sehven [yanlışlıkla, yanılarak] “Bin üç yüz otuz dört (1334) ederek Risale-i Nur’un fâtiha[başlangıç] olan İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirinin zuhuru ve tab’ı [baskı basma] tarihine tevafukla bakar” denilmiş. Halbuki, melfuz harflerinin makamı bin üç yüz otuz dokuz (1339) olup o tefsirin fevkalâde iştiha[arzu, istek] ve Dârü’l-Hikmet [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] tarafından ekser müftülere gönderilen nüshalar, müteaddit [bir çok] ve maddî ve mânevî inkılâpların [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] sarsıntılarından vikaye [koruma] noktasında—çok emâreler ve müftülerin itirafıyla—birer kal’a [kale] ve ekser müftülerin ellerinde birer elmas kılıç hükmüne geçmeleri tarihine tevafukla takdirkârâne [övgüyle] bakar. Okunmayan iki elif ( ا ) sayılsa, bin üç yüz kırk bir (1341) edip Risale-i Nur’un mebde‘-i [başlangıç] zuhuruna tam tamına tevafukla bakar.

Bu küçük sehiv [hata, yanılgı] şöyle bir mânâyı birden kuvvetli ihtar etti ki: O Sûre-i İbrahim’in (a.s.) başındaki âyetin Risale-i Nur’a remzen [ince işaret] bakan yalnız onun dört cümlesi değil, belki o birinci sahife âhirine kadar münasebât-ı mâneviye [mânevî bağlantı] cihetinde bir mânâ-yı remziyle, [işaret mânâsı] efrad-ı kesiresi içinde Risale-i Nur’a gizli bir hususiyetle îma eder, remzen [ince işaret] bakar. Ben şimdilik o hakikat-i remziyeyi beyan edemem. Yalnız kısa bir işaret edilecek.

137

Evet, Risale-i Nur’un mayası ve meşrebi [hareket tarzı, metod] tefekkür ve şefkat olduğu cihetle, Hazret-i İbrahim’in (a.s.) hususî meşrebi [hareket tarzı, metod] olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk etmek sırrıyla şu sûrede daha ziyade Risale-i Nur’u kucağına alıyor. Baştaki âyet, dört cümle ile en karanlık bir asrın kara kara içinde, zulmet [karanlık] zulmet [karanlık] içinde insanları nura çıkaran ve Kur’ân’dan çıkan bir nura parmak bastığı gibi, en karanlık içinde bulunan ve Risale-i Nur’un cereyanına muhalif gidenleri tarif eder.

ÜÇÜNCÜ ÂYET:

اَلَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا اُولٰۤئِكَ فِى ضَلاَلٍ بَعِيدٍ * 1

Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebât-ı mâneviye [mânevî bağlantı] ve muvafakat-ı mefhumiye [sözden çıkarılan meallerin uygunluğu] cihetinde ve hem Risale-i Nur’un mesleğine, hem mülhidlerin [dinsiz] mesleğine îmaen bakar ve birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın [Allah’a inanan] (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin [ilim ehli, âlimler] (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak [karışma, katılma] delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, [hayattaki dinen yasaklanmış olan zevk ve eğlencelere düşkünlük] dinî hissiyata muannidâne [inat edercesine] tercih edip dinsizlikle iftihar ederler.”

Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.

Ve ikinci cümlesi olan وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللهِ ile der ki: “O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan [hayata olan bağlılık, sevgi] ve temerrüdden [inat etme] neş’et [doğma] ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adavetkârâne, [düşmanlık] menbalarını kurutmak ve esasatını [esaslar] bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”

138

Ve üçüncü cümlesi olan وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا ile der ki: “Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir firavunluk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî [Allah tarafından olan] kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin [doğru gerçekler] düsturlarını [kâide, kural] süflî [alçak] hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden—hâşâ hâşâ!—eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.” İşte bu âyet, üç cümlesiyle mânen bu asırda acip bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u mânevî ile, mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] çok efradı [bireyler] içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle [cifir hesabıyla ortaya çıkan uyum] dahi başlarına parmak basıyor.

Evet, evvelki cümle olan اَلَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ ‘nin makamı bin üç yüz yirmi yedi (1327); eğer şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ل ve ب ikişer sayılsa Arabî tarihiyle bin üç yüz elli dokuz (1359) edip o tuğyan[azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] taifenin savletli [saldırı] zamanını göstererek tam tevafukla bakar. وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا ‘nin makamı; tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن olmak cihetiyle bin iki yüz dokuz (1209) ederek şeriat-ı İslâmiyeye [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] suikast olarak ecnebî kanunlarını adliyeye sokmak fikri ve teşebbüsü tarihine tam tamına tevafukla bakar. Ve bu emareler gibi çok îmalarla baştaki âyetin kuvvetli işaret ettiği Risale-i Nur’un muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] zâhir bir surette baktığı gibi, mefhum-u muhalifi [bir sözün ters mânâsı, zıt anlam] delâletiyle dahi Risale-i Nur’a tam bakar. Hattâ dördüncü âyette Risale-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] eder ve beşincide Arabî ve Türkçeyi tam bilmeyen ve mürşidleri ve âlimleri perişan olan vilayat-ı Şarkiyede Risale-i Nur imdatlarına ve her taifeden ziyade başlarına gelen hâdiseler ve âyette بِاَيَّامِ اللهِ 1 tâbir edilen elîm vakıaları hatırlarına getirmekle ikaz ve irşad [doğru yol gösterme] etmelerine bir mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve remzî ile emrediyor. Bu âhirki ehemmiyetli işareti beyan etmeme şimdilik izin olmadığından, yalnız herbirinin birtek remzi [ince işaret] gayet kısa beyan edilecek. Şöyle ki:

139

DÖRDÜNCÜ ÂYETİN:

وَمَۤا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ * 1

cümlesi makam-ı cifrîsiyle ve baştaki âyetin işaretleri karinesiyle, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] risalet [elçilik, peygamberlik] ve nübüvvetin [peygamberlik] her asırda veraset noktasında naipleri, [bir kimsenin yerini tutan] vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mânâ-yı remzî [işaret edilen mânâ] cihetinde, vazife-i ırsiyeti [varis olma görevi] yapan Risale-i Nur’u efradı [bireyler] içine hususî bir iltifatla dahil edip lisan-ı Kur’ân [Kur’ân dili] olan Arabî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor. Evet, bunun makamı رَسُولٍ deki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن sayılmak ve şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ل iki sayılsa ve şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ى bir sayılsa bin üç yüz elli sekiz (1358), her ikisi bir ر sayılsa bin üç yüz yirmi sekiz (1328); şeddeliler [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] iki sayılsa, tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılmazsa, bin üç yüz on sekiz (1318), hem tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] hem şeddeliler [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılsa bin üç yüz altmış sekiz (1368) ederek Risale-i Nur’un beş devresine ve beş vaziyetine remzen [ince işaret] ve îmaen bakar.

BEŞİNCİ ÂYETTE:

اَنْ اَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللهِ * 2

اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللهِ cümlesinde makam-ı cifrîsi, şeddeliler [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] birer sayılmak cihetinde bin üç yüz elli bir (1351) ederek Risale-i Nur’un şimdilik beyanına iznim olmayan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evâmir-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın emirleri] imtisalinin [bağlanma, boyun eğme] tarihine tam tamına tevafuk-u cifrî [cifir hesabıyla ortaya çıkan uyum] ve muvafakat-ı mâneviye [mânevi uygunluk, denklik] karinesiyle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve kıssadan hisse [anlatılan bir şeyden ders çıkarma] almak münasebât-ı mefhumiye [bir ifadenin mealleri arasındaki münasebetler] remzi [ince işaret] ile Risale-i Nur’a îmaen bakar. Daha yazılacak çok gaybî işaretler var; fakat izin verilmedi, şimdilik kaldı.