SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ – On Sekizinci Lem’a (190-202)

190

On Sekizinci Lem’a [parıltı]

 Mahremdir, herkese gösterilmez

Otuz Birinci Mektubun On Sekizinci Lem’ası

Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] işaret eden Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir keramet-i gaybiyesidir. [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi]

Cay-ı dikkat: Şu acip lem’anın [parıltı] ehemmiyeti üç noktadan geliyor.

Birincisi ve en mühimi: Gizli kalmış gaybî mühim bir mu’cize-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.)Haşiye beyan eder ki, cevamiu’l-kelim nev’inden iki cümleden ibaret bir hadis-i şerifi iki sayfa kadar hakaik-i tarihiyeyi [tarihî gerçekler; tarih ilminin ulaştığı sonuçlar] ve iki devlet-i azime-i İslâmiyenin hatimelerini ifade ediyor.

İkincisi: Keramet-i evliya hak olduğuna kat’i bir burhan [delil] gösteren Hazret-i Ali’nin (r.a.), latin hurufunun [harfler] kabulünü tam tarihiyle ve tarz-ı tatbikini iki kelimeyle göstermesidir.

Üçüncüsü: Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] ve naşirlerine [yayınlayan] karşı Hazret-i Ali’nin (r.a.) irşadkârane [doğru yol gösterme] ve teveccühkârane [ilgi] bakması ve işaret etmesidir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh-i Geylânî’nin (r.a.), sarahat [açıklık] derecesindeki keramet-i gaybiyesini [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] teyid ve takviye eden

191

Hazreti Esedullahü’l-Galib [Allah’ın arslanı; Hz. Ali’nin (r.a.) bir lâkabı] Ali İbni Ebu Talib (r.a.) ve kerremallahu vechehû [cihet, yön, taraf] kaside-i ercüze-i meşhuresinde aynen ihbarat-ı gavsiyeyi tasdik edip işaret ediyor.

Mecmuatü’l-Ahzab’ın beş yüz seksen ikinci sahifesinden, beş yüz doksan yedinci sahifesine kadar o Ercüzedir. O Ercüze’nin mevzuu ve içinde maksad-ı aslı İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] tazammum eden altı ismin ehemiyetini beyan etmek, hem o münasebetle istikbaldeki bir kısım umur-u gaybiyeye [gayb âlemine ait, bilinmeyen şeyler] ve tesis-i İslâmiyette [İslamiyetin tesisi, kuruluşu] bir kısım mücahedatına [mücadeleler] işaret etmektir.

Evet, Hz. İmam (r.a.), üstadı olan Habibullah [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmdan aldığı dersin bir kısmını işarî bir surette zikrediyor. Feth-i Hayber’deki hem mu’cize-i Nebeviye, [Peygamberimize ait mu’cize] hem keramet-i Aleviye olan harika vakıayı bahsettiği gibi, tesis-i İslâmiyete [İslamiyetin tesisi, kuruluşu] temas eden mühim noktaları da bahsediyor. Sonra istikbale bakıyor. Peygamber-i Zişandan (a.s.m.) aldığı dersle bir kısım Arabın ona karşı isyanlarından hiddet ederek demiş:

فِى عِلْمِ تِسْعِينَ حِسَابِ الْفَارِسِى * مِنْ بَعْدِ قَرْنٍ تَاسِعِ الْمَعَاصِى * سَتَظْهَرُ الْفُرْسُ عَلَى اْلاَعْرَابِ * تَقْتُلُهُمْ كَقَتْلَةِ الدَّوَاب * تَكُونُ مَبْدَاُ فِتَنٍ عَوَابِس * مُظْلِمَةً كَظُلْمَةِ الْحَنَادِيسِ

Yani, “Dokuz karn [asır] sonra Furs, yani akvam-ı Şarkiye, Arap üzerine hücum edecek, galebe [üstün gelme] edip hayvan gibi Arabı kesecek. Öyle müthiş fitneler, karanlıklı musibetler ki, en karanlıklı gecelerden daha ziyade karanlık olacak.”

İşte Hz. Ali’nin (r.a.) bir keramet-i bahiresi ki kendinden beş yüz sene sonra gelen ve Arap Devlet-i Abbasiyesini mahveden ve hadsiz kütüb-ü İslâmiyeyi [İslâmiyetle ilgili kitaplar] nehr-i Fırat’a döken ve Arabı gayet zalimane katleden Hülâgu vakıa-i meşhuresini

192

haber veriyor. Çünkü, meşhur olan karn [asır] kırk sene değil o zaman istilahınca ağleb-i ömür olan altmış seneden ibarettir. Çünkü bir devir altmış senede değişir. Bu suretle İmam-ı Ali’nin (r.a.) hicretten [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] otuz sene sonra Kûfe’de yazdığı bu Ercüze’deki dokuz defa altmış, otuza ilâve edilse beş yüz yetmiş oluyor ki, Cengiz’in ve Hülâgu’nun hücum ve tahribat zamanıdır. Sonra Hazret-i Cebrail’in, Âlâ Nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm huzur-u Nebevîde [Hz. Peygamberin hazır bulunduğu ortam] getirip Hz. Ali’ye Sekine namıyla bir sahifede yazılı İsm-i Âzam, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] Hz. Ali’nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: “Ben Cebrail’in şahsını yalnız alâimü’s-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sahifeyi aldım, bu isimleri içinde buldum” diyerek bu İsm-i Âzamdan [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] suretinde diyor ki:

فَكُلُّ مَعْنًى مِنْ عُلُومٍ فَاخِرَةٍ * مِنْ مَبْدَإِ الدُّنْيَا لِيَوْمِ اْلاٰخِرَةِ * قَدْ صَارَ كَشْفًا عِنْدَنَا عَيَانًا * وَكُلُّ ذِى شَكٍّ غَدَا مُهَانًا

yani “Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum ve esrar-ı mühimme [önemli sırlar] bize meşhud [görünen] derecesinde inkişaf [açığa çıkma] etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil [aşağılanan] olur.” Sonra yine İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] içinde bulunan o altı Esma-i [Allah’ın isimleri] Hüsna’dan [güzellik] bahsedip birdenbire aynen Gavs-ı Geylânî’nin ihbar-ı gaybisi [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] gibi Hülâgu asrından bu asrımıza bakıyor. İkinci bir keramet-i gaybiyeyi [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyor. Ve diyor ki:

اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطِيرَا Haşiye [dipnot] بِتّ بِهَا اْلاَمِيرُ وَالْفَقِيرَا

193

Yani, “On dördüncü asr-ı Muhammedîde (a.s.m.) bin üç yüz kırk dokuz (1349) ve Rûmice bin üç yüz kırk yedide (1347) Arabî hurufunu [harfler] terk edip, ecnebî ve acemî [Arap milletinden olmayan başka milletler] hurufuna [harfler] İslâm içinde başlanacak. Hem umum, hem fakir ve zengin emir ve işçi, çoluk ve çocuk gece dersleri ile o hurufu [harfler] cebren öğrenecekler.” Çünkü bir nüshada بَاتَ ‘dir. بَاتَ ise gece çalışmasıdır. بِتَّ ise kat’i ve cebri ifade ediyor:

اَحْرُفُ عُجْمٍ fıkrasındaki [bölüm] عُجْمٍ ise o zamanın ıstılahınca Arabın gayri, Lâtince ve Frengî huruf [harfler] demektir. Sonra diyor:

فَمَنْ اَرَادَ اللهُ اَنْ يُعِينَهُ اَتْحَفَهُ بِهٰذِهِ السَّكِينَةِ

Yani, “Kim inayet-i İlâhiyeye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] mazhar [erişme, nail olma] ise Hz. Cebrail’in tabiri ile bu Sekine-i Kudsiye olan İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ona hediye eder. Onunla o zamanın şer ve fitnelerinden kurtarır.” Bu sözden dört sahife evvel yine demiş:

فَكُلُّ مَنْ لاَحَتْ لَهُ السَّعَادَةُ * كَانَ لَهُ فِى الْجِيدِ كَالْقِلاَدَةِ

Yani, “Kim saadete mazhar [erişme, nail olma] ise… said ise… şaki değilse… o İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] onun boynunda mübarek bir gerdanlık hükmünde bir nüsha olur.” Sonra diyor:

ثُمَّ اعْلَمُوا مَعَاشِرَ اْلاَخْوَانِ * اَنَّ غُوَاةَ اٰخِرِ الزَّمَانِ * هُمْ عُلَمَاءٌ زَوَّقُوا اَفْوَاهَهُمْ * ثُمَّ انْثَنَوْا وَاتَّبَعُۤوا اَهْوَۤائَهُمْ

Yani, “O bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve acemî [Arap milletinden olmayan başka milletler] ve ecnebî hurufunun [harfler] intişarı [açığa çıkma, yayılma] zamanı olan o âhirzamanın fena adamları bir kısım ulemaü’s-su’dur ki; hırs sebebiyle batınlarını

194

haramla doldurmak için bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] yardım ve fetva verenlerdir.” Sonra bir kısım ülemaü’s-su’u tokatlamak için de birisiyle konuşuyor. Der:

فَاسْئَلْ لِمَوْلاَكَ الْعَظِيمِ الشَّانِ * يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ * بِاَنْ يَقِيكَ شَرَّ تِلْكَ الْفِتْنَةِ * وَشَرَّ كُلِّ كُرْبَةٍ وَمِحْنَةِ

yani, “Ey o zamana yetişen ve âlimlerden olan insan! Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o fitnenin şerrinden muhafaza için sana ders verdiğim İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ile dua et.”

فَاِنَّمَا نَحْنُ عَلَى التَّحْقِيقِ * غَوْثٌ لِكُلِّ كُرْبَةٍ وَضِيقِ

yani “Biz Âl-i Beyt’ten her kûrbet ve şiddet zamanında birer Gavs çıkıp imdat ediyoruz.” Esedullahü’l-Galib [Allah’ın arslanı; Hz. Ali’nin (r.a.) bir lâkabı] Hz. Ali (r.a.), İbni Ebu Talib kerremallahü vechehü [cihet, yön, taraf] ihbarat-ı gaybiyeye ait şu kasidesinin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] bir kısmında Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] bilhassa baktığına müteaddit [bir çok] emareler var. O da Gavs-ı Geylânî gibi Risale-i Nur’un makbuliyetini [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] imza ediyor ve alkışlıyor.

Birinci emare: Latin hurufunun [harfler] İslâmlar içinde cebren kabul ettirildiğini teessüfle [eseflenme, üzülme] bahsedip ve ulemaü’s-su’u tokatladığı yerde birdenbire birisiyle irşadkârane [doğru yol gösterme] konuşuyor ve diyor ki: يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ “Sana verdiğim ders ile hıfz duasını et.” İşte bu “müdrik[idrak eden, kavrayan, anlayan] aynen Hz. Gavs’ın kaside-i meşhuresinde “mürîdî” dediği adamın aynıdır. Çünkü ikisi de aynı fitneden bahsedip umum içinde hususi bir adama iltifat gösteriyorlar. Kaside-i Gavsiyede “mürîdî” ilm-i cifr [harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim] ve on yedi emare ile “Molla Said”dir. Hem “el-Kürdî[Kürt milletinden olan] olduğu tahakkuk [gerçekleşme] etmiş.

195

Risale-i Nur’un bir vasıta-i naşiri olan Üstadımızın hem ismi hem lakabı “mürîdî” lafzında olduğu gibi aynen Hz. Ali’nin (r.a.) يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ 1 Haşiye [dipnot] ilm-i cifirle ve hesab-ı ebcedle [Arap alfabesindeki herbir harfe sayısal değer verilerek yapılan bir yorum şekli] aynen hem مُلاَّ سَعِيدْ hem اَلْكُرْدِى oluyor. Her birisi iki yüz altmış beş (265) ediyor. مُدْرِكًا üstündeki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] vakfta elif’e inkılap [değişim, dönüşüm] ettiği için اَلْفٌ oluyor. مُدْرِكًا lafzı mim’siz yukarıdan okunmasıyla “kürd” olduğu gibi اَلزَّمَانْ lafzı da بَدِيعُ الزَّمَانْ ‘ın bir parçasını okumakla bu emareyi letafetlendiriyor. [güzellik, hoşluk] Demek o zamana yetişenlerin arasında ve Hz. Ali’nin (r.a.) hitabına mazhar [erişme, nail olma] çok efrad [bireyler] içinde Risale-i Nur naşirine [yayınlayan] hususi bir iltifatı var.

İkinci emare: Hz. Ali (r.a.) hırs ve tama’ [aşırı arzu, açgözlülük] yolunda bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] tâbi olan bir kısım ulemaü’s-su’u tokatladığı vakit ulema içinde birisiyle merhametkârane konuşmaya başladı. Üstadımızı bilenlere malumdur ki Ankara rüesa[reisler, başkanlar] İstanbul’da onun İngilizlere karşı mücahedatını [mücadeleler] takdir ederek onu istediler. Ankara’ya gitti. Van’da Medresetü’z-Zehra namında kendi darü’l-funununa yüz elli bin banknot, iki yüz meb’ustan yüz altmış üçünün imzasıyla i’tası kararlaştırılan layiha-ı kanuniye kabul edilmekle beraber Şeyh Sinûsî makamında vilayat-ı Şarkiyeye

196

vaiz-i umumiliği ve hem Darü’l-Hikmetin azaları orada Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] azaları olmakla, o da içinde bulunmakla beraber meb’us olmak ve daha ne isterse yapılacak diye teklif ettikleri halde sırf sünnet-i seniyeye muhalif hareket etmemek için o teklifleri kabul etmeyip—şimdi—yirmi beş sene işkenceli bir esareti kabul eden Üstadımıza elbette Hz. Ali’nin (r.a.) ulemaü’s-su’a hiddet ettiği zaman ona karşı hususi iltifatı olacak ve o mânevî mecliste onu okşayacak. Onun için bu hal bir emaredir ki Hz. Ali (r.a.), Hz. Gavs-ı Geylânî (r.a.) gibi umum muhatapları içinde bu Risale-i Nur’un bir vasıtası olan Hocamıza işareten iltifat ediyor.

نَحْنُ عَلَى التَّحْقِيقِ غَوْثٌ لِكُلِّ كُرْبَةٍ 1 fıkrasında [bölüm] gavs lafzıyla Gavs-ı Geylânî’nin müridine şefkatle bakmasına, Hz. Ali’nin (r.a.) baktığını ima ediyor.

Üçüncü emare: Ulema bahsinin evvelki satırında diyor.

فَمَنْ اَرَادَ اللهُ اَنْ يُعِينَهُ Haşiye [dipnot] 1 * اَتْحَفَهُ بِهٰذِهِ السَّكِينَةِ – 2 – Haşiye [dipnot] 2

197

İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] bahsinde

فَكُلُّ مَنْ لاَحَتْ لَهُ السَّعَادَةُ * كَانَ لَهُ فِى الْجِيدِ كَالْقِلاَدَةِ

Yani, “Kim inayete [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve saadete mazhar [erişme, nail olma] ise o âhirzaman fitnelerinden bu altı ismi verdiğim ders tarzında vird [devamlı yapılan zikir] edenler mahfuz [korunmuş] kalır.”

Hz. Ali (r.a.) huruf-u ecnebiyi İslâmlar içinde cebren kabul ettirmek hadisesi ile ulemaü’s-su’un bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] yardımlarından teessüfle [eseflenme, üzülme] bahsedip o iki hâdise ortasında irşadkârane [doğru yol gösterme] bazılarından bahsediyor ki, o Sekine olan İsm-i Âzamla [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ecnebi hurufuna [harfler] karşı mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyor ve hem ulemaü’s-su’a muhalefet ediyor. İşte bu zamanda o adamların, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] ve naşirleri [yayınlayan] oldukları şüphesizdir. Çünkü onlardır ki hatt-ı Kur’ân’ı muhafaza ediyorlar ve bid’akâr [aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışan] bir kısım ulemalara karşı da mukavemet ediyorlar.

Evet biz Hocamızdan anlamışız ki, On üç sene evvel Hz. Ali’nin (r.a.) bu kasidesinin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] sırrını bilmeden yedi sene evvel bu altı ismi İmam-ı Gazâlî’den ders alarak ve kendine daima vird [devamlı yapılan zikir] ederek bütün evradları [okunması âdet olan dualar] tebeddül [başkalaşma, değişme] ve tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ettiği halde bu Sekine tabir edilen altı isme Hz. Ali’nin (r.a.) verdiği ders tarzında mütemadiyen terk ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmeden devam etmiş. Bu tarzda devam edenleri işitmemişiz. Hem hilaf-ı âdet bir tarzda yirmi sene zarfında yirmi fitne-i azimeye düştüğü gibi ve tesirli bir surette hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye [İslâmın sosyal hayatı] karıştığı halde harika bir mahfuziyet [korunmuş] altında olduğunu gözümüzle gördüğümüzden Hz. Ali’nin (r.a.) âhirzamandaki hitap ettiği dostları içinde bilhassa ona ruy-i iltifatı olduğunu hissediyoruz.

198

Hem لاَحَتْ لَهُ السَّعَادَةُ 1 lafzıyla, yani, Said olmak ve ulema bahsine muttasıl [bitişik] birisine inayete [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] mazhar [erişme, nail olma] olduğunu ve يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ 2 fıkra[bölüm] hesab-ı ebcedle [Arap alfabesindeki herbir harfe sayısal değer verilerek yapılan bir yorum şekli] on üçüncü asrı gösterip o asırda dünyaya gelen ulemadan Said (r.a.) isminde birisine lâtifane [berrak, şirin, hoş] bir îma bu emareyi zînetlendiriyor.Haşiye [dipnot]

Dördüncü emare: Hz. Gavs-ı Geylânî fitne-i âhirzamanda [âhirzaman fitnesi] sünnet-i seniyeyi ve esrar-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’daki sırlar] muhafazaya ve neşre çalışan bir mürîdine on beş emare ile iltifat eder. Ve onunla konuşursa, elbette İslâmiyetin tesisinde Esedullah [Allah’ın arslanı; Hz. Ali’nin (r.a.) bir lâkabı] ünvanını alan ve ulûm-u esrariyede اَنَا مَدِينَةُ الْعِلْمِ وَعَلِىٌّ بَابُهَا 3 hadîsine mazhar [erişme, nail olma] bulunan ve keramat-ı harika ile iştihar eden [meşhur olan] ve Vehhâbîlerin ecdadı olan Hâricîleri kılıçtan geçiren ve Gavs-ı Âzam’ın ceddi ve üstadı olan Hz. Ali (r.a.) elbette Al-i Beytine bir cihette düşman olan Vehhâbîlerin Haremeyn-i Şerifeyni [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] istilası hengâmında [ân, zaman] ve Hâricîlerden daha berbat bir tarzda sünnet-i seniyeye muhalefet eden bir kısım ulemaü’s-su’ ve zalimlerin istilası zamanında Risale-i Nur vasıtası ile Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] bütün kuvvetleriyle sünnet-i seniyenin muhafazasına ve Al-i Beytin hürmetine ve meveddetine [sevgi] çalışmaları ve o müthiş mehalike karşı sarsılmadıkları halde imdad-ı ruhaniye ve kuvve-i maneviyenin takviyesine pek çok muhtaç oldukları bir zamanda o ulûm-u evvelîn ve ahirîni bildiğini müftehirane iddia eden Hz. Ali (r.a.) hiç mümkün müdür ki, evladından olan

199

Gavs-ı Geylânî’den geri kalsın. Şeceat-ı Haydaranesiyle Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] imdadına yetişmesin. Elbette bu suretle yetişir ve yetişti.

Malumdur ki: Meselâ, umum bir cemaat içinde biri hareket etse, biri dese: “Ey insan bana bak.” O insan lafz-ı umumisinde karine-i hal ile o muayyen adama hitaptır. Madem mukteza-yı hal [hâlin gereği, durumun gerektirdiği şekil] ve karine-i hal ile Hz. Ali’nin (r.a.) umum muhatapları içinde en ziyade muhtaç ve en ziyade Hz. Ali’nin (r.a.) maksadı lehinde [tarafında] hareket eden Risale-i Nur şakirtleridir. [öğrenci] Elbette o zât istikbale bakıp ve يَا اَيُّهَا اْلاِخْوَانُ 1 tabiriyle konuştuğu cemaat içinde en ziyade müteharrik [hareket eden] ve kuvve-i maneviyenin takviyesine muhtaç olanlara hususiyetle bakar.

Beşinci emare: Ecnebi hurufatını [harfler] ehl-i İslâmın [Müslümanlar] en mühim hükümeti resmi bir surette kabul ve neşir ve cebrettiği halde Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’âniyeyi harika bir surette neşir ve tamim ile ve muhafazasına çalıştıkları bir zamanda Hz. Ali (r.a.) aynı tarihiyle ondan haber vermekle gaybî kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] beyan ettiği yerde ulema içinde birisine iltifat gösteriyor. Elbette bu iltifatın gerçi çok efradı [bireyler] olabilir. Fakat bu karine-i hal gösteriyor ki Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] bir hususiyet kesbetmiş [elde etme, kazanma] ki Hz. Ali (r.a.) iltifatıyla Risale-i Nur’u alkışlıyor.

Altıncı emare:… Kuvvetlidir, fakat yazamayız.

Yedinci emare:… Zahirdir, fakat gösteremiyoruz.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hz. Ali (r.a.) kerremallahü vechehü [cihet, yön, taraf] ecnebi hurufuna [harfler] karşı şiddetli teessüf [eseflenme, üzülme] ve hiddet ettiği ve bid’aya [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftarlık eden bir kısım ulemaü’s-su’a karşı şiddetli nefret ve hiddet ettiği yerde irşadkârâne [doğru yol gösterme] bazılarla konuşuyor. Ve Hz. Cibril’in tabiriyle Sekine ismi verilen ve İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] sandukça[küçük sandık] olan Esma[Allah’ın isimleri] Sitteye devam edeni irşad [doğru yol gösterme] ediyor, taltif [güzellikle muamele etmek] ediyor. İşte o Esma-i [Allah’ın isimleri] Sittenin devamından tereşşüh eden ve o Esmanın [Allah’ın isimleri] lemeatı [parıltılar] olan Risale-i Nur, ve o Risale-i Nur kendi şakirtleri [öğrenci] ile lâakal [en az] yüzer kalemle yüz parça Risale-i Nur’un eczalarıyla ve

200

intişar [açığa çıkma, yayılma] eden yirmi bin nüshasıyla lâakal [en az] yüz bin adamı huruf-u Kur’âniye [Kur’ân harfleri] lehine ve sünnet-i seniyeye ittibaa [tabi olma, uyma] ve imanlarının takviyesine ve Hz. Ali’nin (r.a.) hiddet ettiği iki cereyana karşı tamamıyla mukavemet ettiklerinden elbette Hz. Ali’nin (r.a.) يَا اَيُّهَا اْلاِخْوَانُ 1 tabir ettiği ihvanları [kardeş] içinde hususî bir surette onlara bakıyor.

Evet, Hz. Ali’nin (r.a.) bu zahir keramet-i gaybiyesi [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Hz. Peygamberin (a.s.m.) irşadıyla [doğru yol gösterme] olduğu için başka şekilde bir mu’cize-i Peygamberiye olduğu münasebetiyle aynı keramet-i Gavsiye ve işarat[işaretler] harika-i Aleviye gibi beşinci asırla, on dördüncü asrın fitnelerine işaret eden ve gizli kalıp mânâsı anlaşılmayan bir mu’cize-i gaybiye-i [gaybî olarak haber verilen ve zamanı gelince ortaya çıkan mu’cize] Nebeviyeyi [haber] beyan etmeye münasebet geliyor.

Şöyle ki: Hadis-i sahihte [hakkında şüphe edilmeyen ve doğruluğu kesin olarak bilinen Peygamberimizin sözleri] vardır ki Resul-i Ekrem (a.s.m.) ferman etmiş:

اِنِ اسْتَقَامَتْ اُمَّتِى فَلَهَا يَوْمٌ وَاِلاَّ فَنِصْفُ يَوْمٍ 2 evkemakâl…

Şu hadis-i şerife her nasılsa kıyamete işaret suretinde mânâ verilmiş, mu’cize-i Nebeviye [Peygamberimize ait mu’cize] gizlenmiş, anlaşılmamış. Hem Şeyh-i Geylânî, hem Hz. Ali’nin (r.a.) irşad-ı Nebevî [Peygamberin doğru yolu göstermesi] ile beşinci ve altıncı ve on dördüncü asırların fitnelerinden kerametkârane [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bahisleri gösteriyor ki, bu hadis-i şerif onların bu zamana bakmak için bir teleskoplarıdır ki bu iki asra bakıyorlar.

Evet hadiste يَوْمٌ 3 tabiri اِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ 4 âyetinin delaletiyle bin seneden ibarettir. Hilafet-i İslamiye ve hükümet-i Arabiye hadîs mûcibince [gereğince] tam istikâmetle gitmediği için tam nısf-ı yevm olan beş yüz küsur

201

senedeHaşiye Hülâgu hücumuyla hâtime [son] verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten [fetret dönemi, insanlara peygamber gönderilmeyen mânevî buhran zamanı] sonra يَاْتِ اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ 1 âyetinin sırrına mazhar [erişme, nail olma] olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer’i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular.

Hadîsin ikinci ciheti ki فَلَهُمْ يَوْمٌ 2 de tahakkuk [gerçekleşme] ediyor. Ve İstanbul’un fethinden takriben [yaklaştırma] yirmi sene evvel yine hilafet-i İslâmiyeye zemin ihzar [hazırlama] ve tam umum âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] merkez-i hükümeti olacak bir vaziyet almaya ve müjde ve sena-i Nebevîye mazhar [erişme, nail olma] olan Sultan Fatih’in vasıtasıyla İstanbul’un fethi tarihinden fetret [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] zamanını tayyedip, Abbasiler nereden bırakmışlarsa oradan başlayarak âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bil-istihkak başına geçtiler. Yine hadis-i şerifin hükmüyle, eğer istikâmetle gitse bin seneden ibaret olan bir gün, yoksa yarım gün devam edecek. İşte aynen Abbasiler gibi tam yarım gün, yani beş yüz sene devam etti.

Bu mu’cize-i Nebeviye [Peygamberimize ait mu’cize] pek parlak bir surette tezahür ediyor. İşte hilafet-i Arabiye tam istikâmete mazhar [erişme, nail olma] olmadığından yalnız yarım günü aldı. Osmanlı Devleti dahi tek başıyla ahirlerinde ecnebilerin ve münafıkların müdahaleleri yüzünden tam istikameti [doğru] muhafaza edemediği için o da yarım gün olan beş yüz seneyi aldı. Bu iki kardeş olan iki unsurun ittihadlarından [birleşme] tam istikâmete mazhariyet sırrı vardır ki, bin sene olan bir günü tamam aldılar.

202

Sual: Rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] vasıtasıyla veya hakikî keşif cihetiyle, Hz. Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.) gibi zevat-ı kudsiye cüz’î [ferdî, küçük] işlere dair âmi [basit, sıradan] adamlarla da temas edebilirler ve bazı şeyleri haber veriyorlar. Nedendir ki bunların bir işaret-i gaybiyelerini [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] gayet ehemmiyetle bin keşif ve binler rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] kadar tutuyorsunuz, ehemmiyet veriyorsunuz?

Elcevap: Sekiz yüz ve bin üç yüz sene mesafede veraset-i Nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] makamında âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] istikbali nokta-i nazarında [bakış açısı] küllî bir nazara o uzun mesafede görünen hadisatın elbette çok ehemmiyeti olacak. Dağ gibi bir büyüklüğü olacak ki o uzun mesafede ve o küllî nazarda âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] menfaati nokta-i nazarında [bakış açısı] uzakta görünsün ve ona dikkat edilsin ve vücuda gelmeden evvel ondan haber verilsin. Rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] ve keşif ise cüz’î [ferdî, küçük] ve hususîdir. Vücuda geldikten sonra yakından bakmaktır. Elbette böyle keşif cihetinde ruhanî temessül [belirme, görünme] itibariyle yakından bakıldığı vakit zerreler dahi görünebilir. Âmî [cahil, sıradan] adamlar da onların ruhanî misalleri ile görüşebilirler. Ve gayet ehemmiyetsiz şeyler de medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] olabilir.

Evet, bir âyinede misâlî güneşle münasebettar [alâkalı, ilgili] olmak ve sohbet etmek nerede, hakikî semadaki güneşle münasebettar [alâkalı, ilgili] olmak nerede? Âyinedeki güneşi herkes eline alabilir. İltifatına mazhar [erişme, nail olma] olabilir. Konuşabilse belki konuşturabilir. Fakat semadaki güneşin iltifatını celbeden ve kendisi ile konuşturan kimse kamere [ay] çıkmalı veya makamı kamerde [ay] olmalı veya kamer [ay] gibi bir vazife görmeli, yoksa o Sultan-ı Semâvînin haşmetli nazarı altında hiç görünmeyecek derecede gizlenecektir.

Risale-i Nur Şakirtleri [öğrenci] namına

 Hüsrev, Hafız Ali, Galip, Re’fet, Süleyman, Sabri, Hulûsi,
Mes’ud, Zekâi, Küçük Zühtü, Süleyman Rüştü, Keçeci Mustafa,
Mustafa, Küçük Ali, Kürd Bekir, Şamlı Tevfik, [başarı] Asım,
Babacan, Yakup Cemal, Hüseyin, Küçük Lütfi, Abdülbaki.