SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ – Risale-i Nur’dan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar -2 (312-364)

312

 (Yirmi Sekizinci Mektuptan)

Yedinci Mesele

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

قُلْ بِفَضْلِ اللهِ وَبِرَحْمَتِه فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ * 1

Şu Mesele, Yedi İşarettir.

Evvelâ, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] suretinde birkaç sırr-ı inâyeti [İlâhî yardımın gizemi, esprisi] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden Yedi Sebebi beyan ederiz.

BİRİNCİ SEBEP: Eski Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] evvel ve evâilinde, [önceler, başlangıçlar] bir vakıa-i sadıkada [doğruluğundan şüphe edilmeyen olay, doğru rüya, keşif] görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk [şiddetli patlama] etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.”

Birden, o halette [hal, durum] iken, baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne diyor ki: “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.”

Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk [şiddetli patlama] olacak. O infilâk [şiddetli patlama] ve inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı [mu’cize oluş] onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın [mu’cize oluş] bir nev’ini şu zamanda izharına, [açığa çıkarma, gösterme] haddimin fevkinde [üstünde] olarak, benim gibi bir adam namzet [aday] olacak. Ve namzet [aday] olduğumu anladım.

Madem i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] bir derece beyan, Sözlerle oldu. Elbette, o i’câzın hesabına geçen ve onun reşehâtı [damlalar, sızıntılar] ve berekâtı nev’inden olan hizmetimizdeki inâyâtı [inâyetler, yardımlar] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, i’câza [mu’cize oluş] yardımdır ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek gerektir.

İKİNCİ SEBEP: Madem Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda [usuller, yollar] rehberimizdir. O kendi kendini methediyor. Biz de onun dersine ittibâen, [tâbi olma, bağlanma] onun tefsirini methedeceğiz.

313

Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir. Ve o risaleler ki, hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] malıdır ve hakikatleridir. Ve madem Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ekser sûrelerde, hususan الۤرٰ ‘larda, حٰمۤ ‘lerde kendi kendini kemâl-i haşmetle [büyüklük ve heybetteki mükemmellik] gösteriyor, kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] söylüyor, lâyık olduğu methi kendi kendine ediyor. Elbette, Sözlerde in’ikas [yansıma, aksetme] etmiş Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] lemeât-ı i’câziyesinden [mu’cizelik parıltıları] ve o hizmetin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] alâmet olan inâyât-ı Rabbâniyenin [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] izharına [açığa çıkarma, gösterme] mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.

ÜÇÜNCÜ SEBEP: Sözler hakkında, tevazu [alçakgönüllülük] suretinde demiyorum; belki bir hakikati beyan etmek için derim ki:

Sözlerdeki hakaik [doğru gerçekler] ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân ayetleri] süzülmüş bazı katarattır. [damlalar] Sair risaleler dahi umumen öyledir.

Madem ben öyle biliyorum. Ve madem ben fâniyim, gideceğim. Elbette bâki olacak birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur’ân‘ın [Kur’ân seması] yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta [itirazlar] ve tenkidâta [tenkitler, eleştiriler] medar [kaynak, dayanak] olabilen ve sukut [alçalış, düşüş] edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı.

Hem madem örf-ü nâsta, [insanlar arasında kabul görmüş, gelenek haline gelmiş hususlar] bir eserdeki mezâyâ, [meziyetler, üstün özellikler] o eserin masdarı [fiillerin asıl kökü] ve menbaı [kaynak] zannettikleri müellifinin [telif eden, kitap yazan] etvârında [haller, tavırlar] aranılıyor. Ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi [yüce hakikatler] ve o cevâhir-i gàliyeyi [kıymetli cevherler] kendim gibi bir müflise [iflas etmiş] ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsıma mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için, risaleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın reşehât-ı meziyâtına [meziyetlerin, güzel özelliklerin dışa yansımaları] mazhar [erişme, nail olma] olduklarını izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeye mecburum.

Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, [özellik] kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.

314

DÖRDÜNCÜ SEBEP: Bazan tevazu, [alçakgönüllülük] küfrân-ı nimeti [nimete karşı nankörlük] istilzam [gerektirme] ediyor; belki küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] olur. Bazan da tahdis-i nimet, [ilahî nimeti şükrederek anlatma] iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi—ki [tek çare] ne küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] çıksın, ne de iftihar olsun—meziyet ve kemâlâtları [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ikrar edip, fakat temellük [sahiplenme] etmeyerek, Mün’im-i Hakikînin [gerçek nimet verici olan Allah] eser-i in’âmı olarak göstermektir.

Meselâ, nasıl ki murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir elbise-i fâhireyi [değerli elbise] biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârâne [alçakgönüllülükle] desen, “Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] olur ve hulleyi [Cennet elbisesi] sana giydiren mahir san’atkâra [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] karşı hürmetsizlik olur.

Eğer müftehirâne [iftihar ederek] desen, “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurâne [gururlu bir şekilde] bir fahirdir. [övünme]

İşte, fahirden, [övünme] küfrandan [inançsızlık, inkâr] kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır [elbise] ve dolayısıyla libası [elbise] bana giydirenindir; benim değildir.”

İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza [yer küre, dünya] bağırarak derim ki:

Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakaikinden [doğru gerçekler] telemmu’ etmiş şualardır.

وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى * وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ * 1

düsturuyla [kâide, kural] derim ki:

وَمَا مَدَحْتُ الْقُرْاٰنَ بِكَلِمَاتِى*وَلٰكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْاٰنِ

Yani, “Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını [mucizeliğin hakikatleri, esasları] ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı [tabirler, ifadeler] da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.”

Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden inâyât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın yardımları] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, makbul bir tahdis-i nimettir. [ilahî nimeti şükrederek anlatma]

315

BEŞİNCİ SEBEP: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten [velâyet makamında olanlar, velî kullar] işittim ki: O zât, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç [çıkarma] etmiş ve kanaati gelmiş ki, “Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] zulümâtını dağıtacak.” Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar [bekleme] ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nuranî zâtlara zemin ihzar [hazırlama] ediyoruz.

Madem kendimize ait değil; elbette, Sözler namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın yardımları] beyan etmekte medar-ı fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] olur.

ALTINCI SEBEP: Sözlerin telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] vasıtasıyla Kur’ân’a hizmetimize bir mükâfât-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inâyât-ı Rabbâniye, [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] bir muvaffakiyettir. [başarı] Muvaffakiyet [başarı] ise izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilir.

Muvaffakiyetten [başarı] geçse, olsa olsa bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] olur. İkram-ı İlâhî ise, izharı [açığa çıkarma, gösterme] bir şükr-ü mânevîdir. [mânevî şükür]

Ondan dahi geçse, olsa olsa, hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olur. Biz mazhar [erişme, nail olma] olmuşuz. Bu nevi ihtiyarsız [irade dışı] ve habersiz gelen bir kerametin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izharı [açığa çıkarma, gösterme] zararsızdır.

Eğer âdi kerâmâtın [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] fevkine [üstüne] çıksa, o vakit, olsa olsa Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] şûleleri [gür ışık/alev] olur. Madem i’câz izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilir; elbette i’câza yardım edenin dahi izharı, [açığa çıkarma, gösterme] i’câz hesabına geçer. Hiç medar-ı fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükrandır.

YEDİNCİ SEBEP: Nev-i insanın [insan türü, insanlık] yüzde sekseni ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna [güzel düşünce] binaen, makbul ve mutemed [güvenilir] insanlardan işittikleri mesâili [meseleler] takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki [anlama, kabul etme] eder.

316

İşte, ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir biçarenin elindeki hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında [bakış açısı] düşürmemek için, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] ilân ediyorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam [çalıştırma] ediyor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inâyâta [inâyetler, yardımlar] ve teshilâta [kolaylaştırma] mazhar [erişme, nail olma] oluyoruz. Öyle ise, o inâyetleri bağırarak ilân etmeye mecburuz.

İşte, geçmiş yedi esbaba binaen, küllî birkaç inâyet-i Rabbâniyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] işaret edeceğiz.

BİRİNCİ İŞARET

Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Birinci Nüktesinde [derin anlamlı söz] beyan edilmiştir ki, tevafukattır. [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler]

Ezcümle, Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] Mektubatında, Üçüncü İşaretinden tâ On Sekizinci İşaretine kadar altmış sahife, habersiz, bilmeyerek, bir müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] nüshasında, iki sahife müstesna olmak üzere mütebâki [geri kalan] bütün sahifelerde, kemâl-i muvazenetle, [tam bir denge] iki yüzden ziyade Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insafla iki sahifeye dikkat etse, tesadüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki, tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli [çokluk] emsal kelimeleri bulunsa, yarı yarıya tevafuk olur, ancak bir iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesi, iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemâl-i mizanla [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] birbirinin yüzüne baksa, elbette tesadüf olması mümkün değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] bozamadığı bir tevafukun, kuvvetli bir işaret-i gaybiye, [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] içinde olduğunu gösterir.

Nasıl ki, ehl-i belâğatin [belâğat âlimleri] kitaplarında belâğatin derecâtı [dereceler] bulunduğu halde, Kur’ân-ı Hakîmdeki [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] belâğat, derece-i i’câza [mu’cizelik derecesi] çıkmış; kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de, mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] bir âyinesi [aynası] olan On Dokuzuncu Mektup ve mu’cizât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın mu’cizeleri] bir tercümanı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur’ân’ın

317

bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] umum kitapların fevkinde [üstünde] bir derece-i garabet [gariplik derecesi] gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki, mu’cizât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cizeleri] ve mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] bir nevi kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, o âyinelerde tecellî ve temessül [belirme, görünme] ediyor.

İKİNCİ İŞARET

Hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ait inâyât-ı Rabbâniyenin [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] ikincisi şudur ki:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] benim gibi kalemsiz, [okur yazar olmayan] yarım ümmî, diyar-ı gurbette [gurbet diyarı, yurdu] kimsesiz, ihtilâttan [birbirine karışma] men edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, [çok gayretli] fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan [bağış] etti. Zayıf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’âniyeyi, [Kur’ân vazifesi] o kuvvetli omuzlara bindirdi, kemâl-i kereminden [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] yükümü hafifleştirdi.

O mübarek cemaat ise, Hulusi’nin tabiriyle telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve Sabri’nin tabiriyle Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle [özellik] beraber, yine Sabri’nin tabiriyle bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak, şevk ve sa’y [çalışma] ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette, esrar-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’daki sırlar] ve envâr-ı imaniyeyi [iman nurları] etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye [iman nurları] muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur [usanç] verecek ve şevki kıracak çok esbab [sebebler] varken, bunların fütursuz, [usanmadan] kemâl-i şevk [tam bir istek ve arzu] ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] ve zâhir bir inâyet-i İlâhiyedir. [Allah’ın inayeti, yardımı]

Evet, velâyetin [velilik] kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu gibi, niyet-i hâlisanın [saf, temiz niyet] dahi kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] vardır. Samimiyetin dahi kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] vardır. Bahusus, [hususan, özellikle] lillâh için olan bir uhuvvet [kardeşlik]

318

dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün [dayanışma] çok kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir veliyy-i kâmil [kemâle ermiş veli] hükmüne geçebilir, inâyâta [inâyetler, yardımlar] mazhar [erişme, nail olma] olur.

İşte, ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bir kal’a[kale] fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de, şahs-ı mânevînizin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kuvvetiyle ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki [fetihler, yayılmalar] inâyâtı [inâyetler, yardımlar] benim gibi bir biçareye veremezsiniz. Elbette, böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.

ÜÇÜNCÜ İŞARET

Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeyi, hattâ en muannide [inatçı] karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ve bir inâyet-i İlâhiyedir. [Allah’ın inayeti, yardımı] Çünkü hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki [anlama, kabul etme] edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki, [doğru gerçekler] avâmlara da, çocuklara da bildiriyor.

Hem meselâ, sırr-ı kader [kader sırrı] ve cüz-i ihtiyarînin [insandaki az bir irade serbestliği] halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme, [büyük âlim] kırk elli sahifede, meşhur Mukaddemât-ı [evvel, önce] İsnâ Aşer namıyla telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] bildirdiği aynı mesâili, [meseleler] kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın [bahis, kısım] iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] olmazsa nedir?

Hem bütün ukulü [akıllar] hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem [âlemin yaratılış sırrı] ve tılsım-ı kâinat [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] denilen ve Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] i’câzıyla [mu’cize oluş] keşfedilen o tılsım-ı müşkülküşâ [açılması ve anlaşılması zor şeyleri çözüme kavuşturan sır] ve o muammâ-yı hayretnümâ, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] âhirindeki remizli [işaretli] nüktede [derin anlamlı söz] ve

319

Otuzuncu Sözün, tahavvülât-ı zerrâtın [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayretnümânın [hayret veren, hayranlık uyandıran faaliyet] tılsımını ve hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] ve âkıbetinin muammâsını ve tahavvülât-ı zerrattaki [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] harekâtın sırr-ı hikmetini [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] keşif ve beyan etmişlerdir; meydandadır, bakılabilir.

Hem sırr-ı ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] ile şeriksiz vahdet-i rububiyeti, [Allah’ın varlıkları terbiye ve idare etmesindeki birlik] hem nihayetsiz kurbiyet-i İlâhiye [Allah’a yakınlık] ile nihayetsiz bu’diyetimiz [uzaklık] olan hayret-engiz [hayret verici] hakikatleri, kemâl-i vuzuhla [mükemmel bir açıklık] On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi, kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] nisbeten zerrat [atomlar] ve seyyarat [gezegenler] müsavi [eşit] olduğunu ve haşr-i âzamda [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] umum zîruhun [ruh sahibi] ihyâsı, [diriltme, hayat verme] bir nefsin ihyâ[diriltme, hayat verme] kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâinatta [evrenin yaratılışı] müdahalesi imtinâ derecesinde akıldan uzak olduğunu kemâl-i vuzuhla [mükemmel bir açıklık] gösteren Yirminci Mektuptaki وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 1 kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi [içeren, içine alan] onun zeyli, [ek] şu azîm sırr-ı vahdeti [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] keşfetmiştir.

Hem hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyede öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-yı beşerî [insan zekası] ihata [herşeyi kuşatma] edemediği halde, benim gibi zihni müşevveş, [dağınık, karışık] vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve sür’atle yazan bir adamda, o hakaikin [doğru gerçekler] ekseriyet-i mutlaka[büyük çoğunluk] dekaikiyle [incelikler] zuhuru, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] eseri ve inâyet-i Rabbâniyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret]

DÖRDÜNCÜ İŞARET

Elli altmış risalelerHaşiye öyle bir tarzda ihsan [bağış] edilmiş ki, değil benim gibi az

320

düşünen ve zuhurata [görünümler, gelişmeler] tebaiyet [tabi olma, uyma] eden ve tetkike vakit bulamayan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir ehl-i tetkikin [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] sa’y [çalışma] ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, [kaleme alma] doğrudan doğruya bir eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, [doğru gerçekler] temsilât [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] vasıtasıyla, en âmi [basit, sıradan] ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin [doğru gerçekler] çoğunu, büyük âlimler “Tefhim [anlatma] edilmez” deyip, değil avâma, belki havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] da bildiremiyorlar.

İşte, en uzak hakikatleri en yakın bir tarzda, en âmi [basit, sıradan] bir adama ders verecek derecede, benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve bazen kısaca mücmel [kısa, kısaca] yazdığından “Zâhir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor” diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri kısmen o sû-i iştiharı [kötü şöhret] tasdik etmiş bir şahsın elinde bu harika teshilât [kolaylık] ve suhulet-i beyan, [açıklama kolaylığı] elbette, bilâşüphe, [hiç şüphesiz, kuşkusuz] bir eser-i inâyettir [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîmin i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın verdiği temsiller, misaller] bir temessülüdür [belirme, görünme] ve in’ikâsıdır. [yansıma]

BEŞİNCİ İŞARET

Risaleler umumiyetle pek çok intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmi [basit, sıradan] adama kadar ve ehl-i kalb [kalb ehli] büyük bir velîden tut, tâ en muannid [inatçı] dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs [insan sınıfları] ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde tenkit edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın yardım eseri, belirtisi] ve bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olduğu gibi, çok tetkikat ve taharriyâtın [araştırma] neticesiyle ancak husul [meydana gelme] bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir sür’atle, hem idrakimi ve fikrimi müşevveş [dağınık, karışık] eden sıkıntılı inkıbaz [tutulma, tutukluk] vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] ve bir ikram-ı Rabbânîdir.

Evet, ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler [el ile yazıp çoğaltan] biliyorlar ki, On Dokuzuncu Mektubun beş parçası, birkaç gün zarfında, hergün

321

iki üç saatte ve mecmuu on iki saatte, hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması, hattâ en mühim bir parça ve o parçada lâfz-ı Resul-i Ekrem [Resûl-i Ekrem (a.s.m.) lâfzı, sözü] aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde zâhir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç dört saatte, dağda, yağmur altında, ezber yazılmış. Ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik [derin ve ince] bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış. Ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman’ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi, ekser risaleler böyle olması; ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, teliften [kaleme alma] men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür’atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir ikram-ı Rabbânî ve bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olmazsa nedir?

Hem hangi kitap olursa olsun, böyle hakaik-i İlâhiyeden [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ve imaniyeden bahsetmişse, alâküllihal [her durumda] bir kısım mesâili, [meseleler] bir kısım insanlara zarar verir. Ve zarar verdikleri için, her mesele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise, şimdiye kadar hiç kimsede—çoklardan sorduğum halde—sû-i tesir ve aksülâmel [işin aksi, ters tepki] ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ve bir inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] olduğu bizce muhakkaktır.

ALTINCI İŞARET

Şimdi bence kat’iyet peydâ etmiştir ki, ekser hayatım, ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde, öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiş, tâ Kur’ân-ı Hakîme [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Adeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemât-ı [evvel, önce] ihzariye hükmüne geçmiş ve Sözlerle i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] izharı, [açığa çıkarma, gösterme] onun neticesi olacak bir surette olmuştur. Hattâ, şu yedi sene nefyimde [gönderilme, sürgün] ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm [sıyrılma] ve meşrebime [hareket tarzı, metod] muhalif, yalnız bir köyde imrar-ı hayat

322

etmekliğim; ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] çok rabıtalarından [bağ] ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır. Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat [baskılar] perdesi altında bir dest-i inâyet [koruyucu el] tarafından merhametkârâne, Kur’ân’ın esrarına hasr-ı fikir [fikir ve düşünceyi sadece bir şeye yöneltmek] ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ, eskiden mütalâaya çok müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğum halde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir men, bir mücanebet [kaçınma, uzak durma] ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli [teselli kaynağı] ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] olan mütalâayı bana terk ettiren, anladım ki, doğrudan doğruya âyât-ı Kur’âniyenin üstad-ı mutlak [ilimde üstünlüğü ve öğreticilği tartışmasız ve sınırsız olan üstad] olmaları içindir.

Hem yazılan eserler, risaleler—ekseriyet-i mutlakası—hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt [doğma] eden bir hâcete [ihtiyaç] binaen, âni ve def’î [bir anda, kısa zamanda] olarak ihsan [bağış] edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.

İşte, ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr [adı geçen] hâletler [durum] ve sergüzeşt-i hayatım [hayat serüveni] ve ulûmların [ilimler] envâlarındaki hilâf-ı âdet, [âdete aykırı, kural dışı] ihtiyarsız [irade dışı] tetebbuâtım, [araştırıp incelemeler] böyle bir netice-i kudsiyeye [kutsal sonuç] müncer olmak [sonuçlanmak] için kuvvetli bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir ikram-ı Rabbânî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.

YEDİNCİ İŞARET

Bu hizmetimiz zamanında, beş altı sene zarfında, bilâmübalâğa [abartısız] yüz eser-i ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramının eseri, sonucu] ve inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve keramet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın kerameti] gözümüzle gördük. Bir kısmını On Altıncı Mektupta işâret ettik. Bir kısmını Yirmi Altıncı Mektubun Dördüncü Mebhasının [bahis, kısım] mesâil-i müteferrikasında, [çeşitli meseleler] bir kısmını Yirmi Sekizinci Mektubun Üçüncü Meselesinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Daimî arkadaşım Barlalı Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan  

323

Sözlerin ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid [bir yazıyı karalama olarak yazmak] ve tebyizinde, [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] fevkalme’mul, [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] kerametkârâne [keramet göstererek] bir teshilâta [kolaylaştırma] mazhar [erişme, nail olma] oluyoruz; keramet-i Kur’âniyye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir.

Hem maişet [geçim] hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki, en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam [çalıştırma] eden Sahib-i İnâyet tatmin etmek için, fevkalme’mul [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] bir surette ihsan [bağış] ediyor, ve hâkezâ… İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ki, biz istihdam [çalıştırma] olunuyoruz. Hem rıza dairesinde, hem inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] altında bize hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] yaptırılıyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل يمُ الْحَكِيمُ * 2

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلٰوةً تَكُونُ لَكَ رِضَاۤءً وَلِحَقِّهِ اَدَاۤءً وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ تَسْلِيمًا كَثِيرًا اٰمِينَ * 3

اَللّٰهُمَّ بِسِرِّ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ اِجْعَلْ نَاشِرَ هٰذِهِ الرِّسَالَةِ مَظْهَرَ عِنَايَتِكَ وَكَرَامَاتِ فُرْقَانِكَ * اٰمِينَ * اٰمِينَ * اٰمِينَ * 4

ba

324

 Mahrem bir suale cevaptır

(Şu sırr-ı inâyet, [İlâhî yardımın gizemi, esprisi] eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Sözün âhirine ilhak [ekleme] edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler [el ile yazıp çoğaltan] unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burasıymış ki, gizli kalmış.)

Benden sual ediyorsun: “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazan bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor.”

Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ [korkmadan] derim:

Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] değil, şehadettir, şuhuddur. [görme] Taklit değil, tahkiktir. [araştırma, inceleme] İltizam değil, iz’andır. [kesin şekilde inanma] Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır. [delil] Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye [imanın esasları] mahfuzdu, [korunmuş] teslim kavî [güçlü, kuvvetli] idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri [Allah’ı bilme ve tanıma] delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi [yeterli] idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye [bilimden gelen sapıklık, dalâlet] elini esâsâta [esaslar] ve erkâna [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan [bağış] eden Hakîm-i Rahîm [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] olan Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] Kur’ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i’câzından olan temsilâtından [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] bir şulesini, [gür ışık/alev] acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ıma, [acizlik ve zayıflık] fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan [bağış] etti.

Felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] cihetü’l-vahdetiyle, [birlik yönü] en dağınık meseleler toplattırıldı.

325

Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] merdiveniyle, en yüksek hakaike [doğru gerçekler] kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] esâsât-ı İslâmiyeye, [İslâm dininin esasları] şuhuda [görme] yakın bir yakîn-i imanî hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] mecbur oldu.

Elhasıl, [kısaca, özetle] yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın verdiği temsiller, misaller] lemeâtındandır. [Lem’alar isimli eser] Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. [dua, yakarış] Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvela geçen mübarek leyle-i Beratınızı [Berat Gecesi] ve gelecek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ederiz. Bu sene, Berat Gecesini, Nurcular hakkında çok bereketli ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğuna bir emaresini hayretle gördük. Şöyle ki:

Ben, Berat gecesinden az evvel Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] tashihiyle meşgul iken, bir güvercin pencereye geldi, bana baktı. Ben dedim: “Müjde mi getirdin?” İçeriye girdi. Güya eskiden dost idik gibi hiç ürkmedi, Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] üstüne çıktı, üç saat oturdu. Ekmek, pirinç verdim, yemedi. Tâ akşama kaldı, sonra gitti. Tekrar geldi, tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi, Allahaısmarladık nev’inden başımı okşadı, sonra uçtu, gitti. İkinci gün ben teessüf [eseflenme, üzülme] ederken yine geldi, bir gece daha kaldı. Demek bu mübarek kuş, hem Asâ-yı Mûsâ, [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] hem Beratımızı tebrik etmek istedi.

Said Nursî

ba

326

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَائِمًا * 2

Evvela: Şimdi tam tahakkuk [gerçekleşme] etti ki, zelzele, Risalei’n-Nur ile alakadardır. [zigot; döllenmiş hücre] Hüsrev’in, müdafaatımda yazılan dört zelzele meselesini tasdik eden bu geceki şiddetli dört defa zelzele, bana ve Nurlara ve bu memlekete kat’î bir suikast eseri olarak hükûmet içerisinde hizmetçime bağırarak bana tahkirkârane [aşağılama] ihanet ve şetmedip [çirkin söz, kötü düşünce] “Git ona söyle!” diyen ve kaymakamın emr-i cebrî ile “Hasta da olsa buraya getiriniz” bekçilere ve jandarmalara emir veren ve Afyon’un perde altındaki büyük memura dayanan Emirdağ zabıtası, hem Nur şakirtlerinin [öğrenci] şevklerine, hem Nurların burada yazılmasına, hem bana ehemmiyetli sıkıntı vermesi, aynı vakitte böyle burada görülmeyen bu şiddetli zelzelenin gelmesi gösteriyor ki, Risale-i Nur bir vesile-i def-i belâdır; ta’tile [Cenâb-ı Hakkın sıfat ve isimlerini kabul etmeme, reddetme] uğradıkça belâ fırsat bulup gelir.

Said Nursî

ba

327

Zekâi’nin Bir Manzumesi [düzenli]

Bu Nur, eser-i tefsîridir o semavî kitabın,

İlân eder hakikati, emr-i hak[Allah’ın emri] bildirir.

İsyanlara, zulümlere mâruz olan cihanın,

Bu asırda gözyaşını nur saçarak dindirir.

Bu eserdir muztarip [çaresiz] gönüllere tesellî.

Bu kararsız âlemin her buhranında nur saçar.

Bu eserdir her zulmette selâmet [huzur] rehberi.

Ehl-i iman [Allah’a inanan] bu sayede, bu eserle hür yaşar.

Mâsumlara bir öğüttür, gençlerin de rehberi,

Her mazluma “Ağlama” der. “Güleceksin yarın sen.”

Tesellîsi çok yücedir, ibretlidir dersleri,

Beli bükük ihtiyara müjde verir derinden.

Bu nur eser her bilginin, her mü’minin sertacı,

Dertlilerin dermanıdır, her münkiri [Allah’a inanmayan] tokatlar.

Şirklerin hem hedîmidir, hem her kaygu ilâcı,

Zındık, zâlim ilişirse başında volkan patlar!

Bu eserdir insanları dehşetlerden dûr eden.

Kudret eli hâmisidir, hayret-efzâ hükmü var.

Muannidler [inatçı] teslim olur hükmüne, mağrur iken.

Her serseri feylesofu meftun [aşık] eden Nur’u var!

Ey güç yetmez dehşet veren hâletlerden [durum] ağlayan!

Fânilere aldanarak kırıldıkça bağırma.

Ey zâilden, âcizlerden medet umup bağlanan!

Gir bu Nurun âlemine, fânileri çağırma.

328

Ayıl artık gaflet sarhoşluğundan, durma, uyan!

Hevesatın bir ejderhadır, kalbini kemirecek.

Yarın mesut olacaktır yoklukta Hakkı bulan.

Nura ver nakd-i ömrü, yarın sana verilecek;

Huzuruna uhrâda ihtişamlar serilecek.

Risale-i Nur’un kusurlu hâdimi

Zekâi

ba

329

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَۤا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ * 1

âyetinin veraset-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in varisliği] (a.s.m.) cihetinde, mânâ-yı işarî [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] noktasında, bu asırda o Rahmeten li’l-Âlemînin [âlemlere rahmet olarak gönderilen] bir ayinesi ve hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] bir hakikî tefsiri olan Risale-i Nur, o küllî rahmetin bir cilvesi, bir nümunesi olmasından, hakikat-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) bir kısım evsafını, [vasıflar, nitelikler] mânâ-yı mecâzî ile cüz’î [ferdî, küçük] bir vârisine [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] verilebilir diye, bu parlak kasideye [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ilişmedim.

Yalnız hakikat-i Ahmediye (a.s.m.) ile âyinesinin farkına işareten bazı kelimeler ilâve edildi.

Said Nursî

Huzur bulur bugün seninle âlem,

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Sürur [mutluluk] bulur bugün seninle âdem,

Ey bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Bu hasta gönüller çoktan perişan,

Varsa sende eğer Lokman’dan nişan,

Bir şifa sun, gel, ey mahbub-u zişan,

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Gelmez mi sonu bu uzun hecenin,

Geçmez mi gamı bu yaslı gecenin?

Zâri arttı, sabrı bitti nicenin,

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

330

Fahr-i Âlem, [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Arştan bu yere indi,

Şâh-ı Velâyet [velîlik makamının şâhı, başı] gelip Düldül’e bindi,

Zülfikar‘a [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] bugün, artık nur dendi,

Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Yolumuz, bu Nurun bu nurlu yolu,

Olduk hepimiz o Nurun bir kulu,

Nur yolunda yürüyen hem ne mutlu

Ey nümune-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Nursun, nur çıkan nurlu dağında,

Bülbül öter bahçesinde bağında,

Tozu olsak onun pâk ayağında

Ey rahmet-i âlem cilvesi Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Dertlere dermansın, mahbub-u cansın,

Hem câmiü’l-esmâ ve’l-Kur’ân’sın,

Hem de nur-u Haktan bize ihsansın, [bağış]

Ey bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Bu âlemde madde değil, bir özsün,

Her zerreden bakan bütün bir gözsün,

Kâinatı hayran eden bütün bir yüzsün,

Ey misal-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Asl-ı evvelisin balın, şekerin,

Deryasısın cümle ilmin, hünerin,

Gelmedi cihana böyle eser benzerin

Ey mir’ât-ı rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Sen, aylardan, güneşlerden üstünsün,

Nihayetsiz, sonu gelmez bütünsün,

Nur cemâlin bütün bütün görünsün

Ey mazhar-ı rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

331

Boyun büküp acı acı melerdik,

Gözyaşını kanlar ile silerdik,

Görsek diye seni Haktan dilerdik

Ey bir temsil-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Çünkü sensin bu asırda Rahmeten li’l-Âleminin cilvesi,

Çünkü sensin şimdi Şefiü’l-Müznibînin vârisi. [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah]

“Ağisnâ yâ Gıyâse’l-Müstağîsîn” [yardım nidâsı] bir duası,

Ey şule-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Şifa bulsun şimdi biraz yaramız,

Revaç [değer, kıymet] bulsun geçmez olan paramız,

Saç nurunu, aka dönsün karamız,

Ey ziya-yı rahmet-i [rahmet ışığı] âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Cürmümüzle külhan gibi pürnârız,

Dert elinden hem hergün zâr u zârız.

Affet bizi madem sana hep yârız,

Ey nur-u rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Meylimiz yok yalancı bir dünyaya,

Son verdik biz bid’alara, [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] riyaya,

Kapılmayız öyle kuru hülyaya,

Ey bir hakikat-ı rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Yok bizde cemiyet kurma hülyası,

Yok başka bir yola gitme sevdası,

Olduk ancak nurun dertli şeydâsı,

Ey dertlilere rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Yollarda bıraktık geçtik dervişi,

Attık gönüllerden öyle teşvişi, [karıştırma, karmakarışık etme]

Kâfi [yeterli] bu parlayan nurun güneşi

Ey mâkes-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

332

Geçmişiz hep medihlerden, [övgü] senâdan,

Yüz çevirdik servetlerden, gınâdan, [zenginlik]

Nur isteriz, geçmeden bu fenadan,

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Nur elinden içeli biz şarabı,

Çevirmişiz tatlılığa azâbı,

Bir mahbûbun biz de olduk türâbı [toprak]

Ey bize rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Âşıkların Arşa çıkan feryadı

Ağlatıyor o pâk ruhlu ecdadı,

Allah için eyle bize imdadı,

Ey muhtaçlara rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Gökler saldı belâ, yer verdi belâ,

Sarstı âfâkı bir acı vaveylâ, [feryat, figan]

Rahmet et âleme, ey nur-u Mevlâ!

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Bir yanda sel var, bir yanda kan akar,

Bu belâ ateşi âlemi yakar,

Ağlayan bu beşer hep sana bakar,

Ey nümune-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Çevrildi ateşle bu koca dünya,

Bir cehennem gibi kaynadı derya.

Yetiş imdada ey şâh-ı evliya!

Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Her yangını senin nurun söndürür,

Herbir yeri bir gülşene senin nurun döndürür,

Deccalı da birgün gelir elbette öldürür

Ey nur-u rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

333

Zındıkaya, küfre [inançsızlık, inkâr] karşı saldırdın,

Gönüllerden kederleri kaldırdın,

Bizi nurun deryasına daldırdın,

Ey biçarelere rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Kaldıramaz sana asla kimse el,

Bağlıyoruz bizler sana candan bel,

Dünyalara sensin ümit ve emel,

Ey ziya-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Sen ordu kurmazsın erle, uşakla,

Savaşmazsın öyle, topla, bıçakla,

Nurunla şu asrı tutup kucakla,

Ey şimdi rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Bitsin de, bu korkunç tufan-ı şedid,

Açılsın yep yeni bir devr-i mes’ud,

On sekiz bin âlem eylesin hep îd,

Ey ehl-i Kur’ân‘a [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Geliyor şu karşıdan gerçi bir zulmet, [karanlık]

Fakat sensin bugün atâ-yı rahmet,

Boğacaksın onu nurunla elbet,

Ey bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Kızıl ejder yuvamıza girmesin,

Zehirli eli yakamıza ermesin,

Karşı durup nurun fırsat vermesin,

Ey seyf-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Kara duman üstümüzden dağılsın,

Kızıl alev sönüp âlem ayılsın,

Bu zaferin haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] kadar anılsın,

Ey zülfikar[Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

334

O soydandır nice canlar yakanlar,

O soydandır evler barklar yıkanlar,

O soydandır sana kinle bakanlar.

Ey hüccet-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Mâsumların kanlarını içerler,

Ebu Cehl’i, Nemrutları geçerler,

Ölümlerden ölümleri seçerler,

Ey şimdi bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Bir mikrop ki, ciğerleri dişliyor,

Kanımızla kendisini besliyor,

Temiz yurdu telvis edip pisliyor,

Ey bir eczahane-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Gazilerin, fatihlerin konağı,

Seyyidlerin, serverlerin [reis, baş] otağı,

Bu vatandır, şehitlerin yatağı,

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n Nur!

O şehidin ala dönmüş kefeni,

Miskler kokar, güle benzer bedeni.

Öper melekler de nurlu nâşını,

Ey nümune-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Kur’ân diyor, ölmemiştir, diridir,

Herbirisi Hakkın arslan eridir,

Türbeleri yürekleri titretir,

Ey âyine-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Armağansın çünkü asîl millete,

Düşmeyelim birgün bile zillete, [alçaklık]

Götür bizi şanlı büyük devlete,

Ey misal-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

335

Eyleyeler nurun ile hep savlet, [saldırı]

Zaferlerle şanlar bulur bu millet,

Şarka, garba ziya salsın bu devlet,

Ey bizlere rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Nurdan kanadın, hem sağlam kolun var,

Nurdan senin hakka giden yolun var.

Kabul et, bir kemter Feyzi kulun var,

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 1

Üstadım, Efendim Hazretleri, وَمَۤا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ 2 âyetinin nurlarından, Nur’un sayesinde alabildiğim bir zerreyi bu şekilde yazdım ve huzur-u irfanınıza sundum. Kabulünü rica [ümit] ederim. Selâmlarımızı sunar ve mübarek ellerinizi öperiz efendimiz.

 Bîçare talebeniz

 Hasan Feyzi

(Rahmetullahî aleyhi ebeden dâimâ)

ba

336

Üniversitedeki Nur şakirtlerinin, [öğrenci] Nur hakikatinin fen dairesinde fevkalâde kıymetini takdir ettiklerine bir nümunedir.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Şu kâinat semasının gurubu [batış] olmayan mânevî güneşi olan Kur’ân-ı Kerim; şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] kitab-ı kebirinin [büyük kitap, kâinat] âyât-ı tekvîniyesini [kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar] okutturmak, mahiyetini göstermek için şuaları hükmünde olan envarını [nurlar] neşrediyor. Ukul-ü beşeri [insanların akılları] tenvir [aydınlatma] ile sırat-ı müstakimi [dosdoğru yol] gösteriyor. Beşeriyet âleminde her fert, hilkatindeki [yaratılış] makasıdı ve fıtratındaki metâlibi ve istikametindeki [doğru] gayesini, o hidayet güneşinin nuru ile görür, anlar ve bilir. O hidayet nurunun tecellisine mazhar [erişme, nail olma] olanlar, kalb kabiliyeti nisbetinde ona ayinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ederek kurbiyet kesbeder. [elde etme, kazanma] Eşya ve hayatın mahiyeti o nur ile tezahür ederek, ancak o nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir. Şems-i Ezeliyenin mânevi hidayet nurlarını temsil eden Kur’ân-ı Kerîm, kalb gözüyle hak ve hakikati görmeyi temin eder. Onun için, onun nurundan uzakta kalanlar, zulümatta kalırlar. Zira herşey nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir. İşte şu kitab-ı kebirin mânevi ve sermedî [daimi, sürekli] güneşi olan Kur’ân-ı Kerîmin nur-u tecellîsine bu asrımızda “Nur” ismiyle müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] olan Risale-i Nur’un şahs-ı mânevisi [mânevî kişilik] mazhar [erişme, nail olma] olmuştur. O Nurlar ki, zulümattan ayrılmak istemeyen yarasa tabiatlı, gaflet

337

uykusuyla gündüzünü gece yapan sefahet-perest, [ahmaklık, beyinsizlik] aklı gözüne inmiş, zulümatta kalarak gözü görmez olanlara ve yolunu şaşıranlara karşı projeksiyon gibi nurlarını iman hakikatlerine tevcih [yöneltme] ederek sırat-ı müstakîmi [dosdoğru yol] büsbütün kör olmayanlara gösteriyor. Nur topuzunu ehl-i küfür [inançsızlar] ve münkirlerin [Allah’a inanmayan] başına vurup “Ya aklını başından çıkar at hayvan ol, yahut da aklını başına alarak insan ol!” diyor.

İlim bir nevi nur olduğuna göre, Risale-i Nur’un ilme olan en derin vukufunu gösterecek bir-iki deliline kısa işaret ederiz.

Evvelâ: Şunu hatırlatmalıyız ki: Risale-i Nur, başka kitapları değil, belki yalnız Kur’ân-ı Kerîmi üstad olarak tanıması ve ona hizmet etmesi itibarıyla; makbuliyeti [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] hakkında bizim bu mevzuda söz söylememize hâcet [ihtiyaç] bırakmıyor. Biz, ancak ilim erbabı mabeyninde [ara] Risale-i Nur’un değerini tebârüz ettirmek için ilâveten deriz ki:

Risale-i Nur, şimdiye kadar hiçbir ilim adamının tam bir vuzuhla [açıklık] ispat edemediği en muğlâk meseleleri, gayet basit bir şekilde, en âmi [basit, sıradan] avam [halk] tabakasından tut, tâ en âli [yüce] havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tabakasına kadar herkesin istidadı [kabiliyet] nisbetinde anlayabileceği bir tarzda, şüphesiz ikna edici ve yakinî bir şekilde izah ve ispat etmesidir. Bu hususiyet hemen hemen hiçbir ilim adamının eserinde yoktur.

İkincisi: Bütün Nur eserleri Kur’ân-ı Kerîmin bir kısım âyetlerinin hakiki tefsiri olup, onun mânevi i’câzının [mu’cize oluş] lem’aları [parıltı] olduğunu her hususta göstermesidir.

Üçüncüsü: İnsanların en derin ihtiyaçlarına kat’î delil ve burhanlarla [delil] ilmî mahiyette cevap vermesidir. Meselâ, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] varlığı ve âhiret ve sair imân rükünlerini, [esas, şart] bir zerrenin lisan-ı hal [beden dili] ve kâl suretinde tercümanlığını yaparak ispat etmesi. En meşhur İslâm feylesoflarından İbni Sina, Fârâbî, İbni Rüşd bu mesleklerde bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] delil olarak gösterdikleri halde, Risale-i Nur, o hakikatleri aynen bir zerre veya bir çekirdek lisanıyla ispat ediyor. Eğer Risale-i Nur’un ilmî kudretini şimdi onlara göstermek mümkün olsaydı, onlar hemen diz çöküp Risale-i Nur’dan ders alacaklardı.

338

Dördüncüsü: Risale-i Nur, insanın senelerce uğraşarak elde edemeyeceği bilgileri, komprime hülâsalar [esas, öz] nev’inden kısa bir zamanda temin etmesidir.

Beşincisi: Risale-i Nur, ilmin esas gayesi olan rıza-yı İlâhîyi [Allah rızası] tahsile sebep olması ve dünya menfaatine ilmi hiçbir cihetle âlet etmeyerek tam mânâsıyla insaniyete hizmet gibi en ulvî vazifeyi temsil etmesidir.

Altıncısı: Risale-i Nur, kuvvetli ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve imânî bir tefekkür semeresi [meyve] olup bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] lisan-ı hal [beden dili] ve kàl [dil, söz, kelâm] suretinde tercümanlığını yapar. Aynı zamanda imân hakikatlerini ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecelerinde inkişaf [açığa çıkma] ettirir.

Yedincisi: Risale-i Nur, bütün ilimleri câmi oluşudur. Adeta ilim iplikleriyle dokunmuş müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] kumaş gibidir. Ve şimdiye kadar hiçbir ilim erbabı tarafından söylenmemiş ve her ilme olan en derin vukufunu tebarüz ettiren vecizeler mecmuasıdır. Misal olarak birkaçını zikrederek, heyet-i mecmua[birşeyin geneli, bütün] hakkında bir fikir edinmek isteyenlere Risale-i Nur bahrine müracaat etmesini tavsiye ederiz.

“Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.”

“Bir kelebeğin midesini tanzim eden, Manzume-i Şemsiyeyi [güneş sistemi] dahi o tanzim etmiştir.”

“Bir zerreyi icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebîr-i kâinatın [büyük bir kitabı andıran kâinat] herbir harfinin, bâhusus [bilhassa, özellikle] zîhayat [canlı] herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih [yönelen] birer yüzü ve nâzır birer gözü vardır.”

“Tabiat, misalî bir matbaadır; tâbi’ [tab eden, yapan] değil. Nakıştır, [işleme] nakkaş [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] değil. Mistardır, [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] masdar [fiillerin asıl kökü] değil. Nizamdır, nâzım [düzenleyen] değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, [Cenâb-ı Hakkın iradesiyle oluşan şeriat, tabiat kanunları] hakikat-i hariciye [dış dünyaya ait gerçek] değil.”

339

“Sabit, daim, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kanunlar gibi, ruh dahi, âlem-i emirden, [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelmiş ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir, bir seyyâle-i lâtifeyi [akıcı özelliğe sahip mânevî varlık] o cevhere sadef [içinde inci bulunan kabuk] etmiştir…” Ve hâkezâ, binler vecizeler var.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Üniversite Nurcuları namına duanıza çok muhtaç

 Mustafa Ramazanoğlu

ba

 Halil İbrahim’in manzumesidir. [düzenli]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 3

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَۤائِمًا * 4

Zerremizi fart-ı şefkatinle şems-i envârına düşürdün,

Cehlimizle enaniyetimizi diyâr-ı irfanına düşürdün.

Mâden-i nühasımızı pota-i Furkana düşürdün,

Hayfâ ki, o potada zünnar[papazların beline bağladığı demir kuşak] inkârımızı düşürdün.

Sarây-ı Kâbe-i ulyâya erip tûl-ü emelimizi düşürdün,

Makam-ı nur-u tevhîde varıp hâb-ı hayâlimizi düşürdün.

Haremgâh-ı İlâhîde süveyda [kalbin siyah noktası; kalpteki basiret ve idrak merkezi, İlâhî aşkın tecelli ettiği yer] hücresine yükümüzü düşürdün,

Heyet-i suretinin derunundaki [içyüz] mânâya gönlümüzü düşürdün.

340

Tâ ezel sabahında vahdet [Allah’ın birliği] nağmesini işittin,

Leylâ-yı zaman, Kays ile bir demde görüştün,

Dost ikliminin lâlesinin bağlarına eriştin,

Vahdet-i sâki midadını 1 سَقٰيهُمْ kevserine [Cennette bulunan bir havuz] düşürdün.

Olmasaydın ey Risale-i Nur bize sen armağan;

Câh-ı mâsiva, nefs-i tâğutla bel’ ederdi bizi heman.

Dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] geçemez, küfür benliğinde kalırdık üryan, [çıplak]

Hamden lillâh, katremizi [damla] bahr-i envârına düşürdün.

Sendeki esrâr-ı Hak 2 سَوْفَ تَرٰينِى ‘yi söylesem,

Gül vechindeki [cihet, yön, taraf] Lâhut benini şerh ve beyan eylesem.

Nur-u Hudâ, mü’mine hedâ, dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] seyf-i hemta mı desem,

Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ile münkirleri [Allah’a inanmayan] girdaba düşürdün.

Âşina-yı bezm-i Haktır Risale-i Nur talebeleri,

Nur-u Yezdan, feyz-i Kur’ân‘dır [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] cümlesinin rehberi.

Bu âciz nâtüvan onların bir hakir kemteri,

Halil İbrahim’e “hâk-i der-i Âl-i Abâ” tam düşürdün.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Duanıza çok muhtaç günahkâr kardeşiniz

 Hâk-i der-i Âl-i Abâ

341

 Hüve Nüktesi [derin anlamlı söz]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Aziz ve sıddık kardeşlerim,

Kardeşlerim, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 3 ve قُلْ هُوَ اللهُ 4 deki ( هُو )”Hû” lâfzında, [ifade, kelime] yalnız maddî cihetinde bir seyahat-i hayaliye-i fikriyede, [hayalde ve düşüncede yapılan yolculuk] hava sahifesinin mütalâasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde, [Allah’ın birliğine dair ince bir mânâ] meslek-i imaniyenin [iman yolu] hadsiz derece kolay ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde suhuletli [kolay] bulunmasını ve şirk ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, [zor] mümteni [imkansız] binler muhal [bâtıl, boş söz] bulunduğunu müşahede ettim. Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi [derin anlamlı söz] beyan edeceğim.

Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında, eğer tabiata, esbaba havale edilse, lâzım gelir ki, ya o kapta küçük mikyasta [ölçü] yüzer, belki çiçekler adedince mânevî makineler, fabrikalar bulunsun; veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin, adeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun. Aynen öyle de, emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın herbir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan ( هُو ) “Hû” lâfzındaki [ifade, kelime] havada, küçücük mikyasta, [ölçü] bütün dünyada mevcut telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize [alıcı] ve nâkileleri [iletici] bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin; veyahut o ( هُو ) “Hû”daki havanın, belki unsur-u havanın [hava maddesi] herbir parçasının herbir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar

342

mânevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü, bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var. İşte, ehl-i küfrün ve tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] ve maddiyyunların mesleklerinde, değil bir muhal, [bâtıl, boş söz] belki zerreler adedince muhaller ve imtinâlar ve müşkilâtlar [zor] âşikâre görünüyor.

Eğer Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] verilse, hava bütün zerratıyla [atomlar] O’nun emirber [emre hazır] neferi olur. Birtek zerrenin muntazam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisap [bağlanma] ve istinad ile ve Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] cilve-i kudretiyle [Allah’ın kudretinin yansıması] ve bir anda, şimşek sür’atinde ve ( هُو )”Hû” telâffuzu ve havanın temevvücü [dalgalanma] suhuletinde [kolaylık] yapılır. Yani, kalem-i kudretin [Allah’ın kudret kalemi] hadsiz ve harika ve muntazam yazılarına bir sahife olur. Ve zerreleri, o kalemin uçları; ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin [kader kalemi] noktaları bulunur. Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır.

İşte, ben لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ 2 deki hareket-i fikriye [fikir hareketi, fikir akımı] ile seyahatimde hava âlemini temâşâ ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken, bu mücmel [kısa, kısaca] hakikati tam vazıh [açık, âşikar] ve mufassal, [ayrıntılı] aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] müşahede ettim. Ve ( هُو ) ” Hû”nun lâfzında, [ifade, kelime] havasında böyle parlak bir burhan [delil] ve bir lem’a-i Vâhidiyet [Allah’ın birliğini gösteren parıltı] bulunduğu gibi, mânâsında ve işaretinde gayet nuranî bir cilve-i Ehadiyet [Allah’ın birliğinin herbir şeyde görünmesi] ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren kesin delil] ve “( هُو ) ‘Hû’zamirinin mutlak ve müphem [belirsiz] işareti hangi Zâta bakıyor?” işaretine bir karine-i taayyün [belirtme işareti, “O” zamirinin Allah’a işaret etmesi] o hüccette [delil] bulunması içindir ki, hem

343

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] hem ehl-i zikir, [Allah’ı sürekli olarak zikredenler, ananlar] makam-ı tevhidde [tevhid makamı, kalben Allah’ın birliğinin hissedildiği hal] bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelimeyi çok tekrar ederler diye, ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile bildim.

Evet, meselâ bir nokta beyaz kâğıtta iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı; ve bir küçük zîhayata [canlı] çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddit [bir çok] kelimelerin beraber çıkması ve girmesi, intizamını bozup karışacağı halde, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] gördüm ki, ( هُوَ ) “Hüve“nin [“O”, Allah] anahtarıyla ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, herbir parçası, hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf [zayıflık, güçsüzlük] göstermeyerek, geri kalmayarak intizamla taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip o gayet incecik lisanlardan çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acip vazifeleri görmekle beraber, kemâl-i serbestiyetle, [tam serbestlik] cezbedârâne, [kendinden geçerek] hal diliyle ve mezkûr [adı geçen] hakikatin şehadeti ve lisanıyla لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2 deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk [şimşek] ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni olmuyor; ben aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] müşahede ettim.

Demek, ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün ilmi, iradesi ve nihayetsiz zerrâta [atomlar] hâkim-i mutlak [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] bir hassaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medar [kaynak, dayanak] olabilsin. Bu ise zerreler adedince muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez. Öyle ise, bu sahife-i havanın, [hava sayfası] hakkalyakin, [bizzat yaşamak suretiyle, kesin bilgiye ulaşma] aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] derecesinde bedahetle, [ap açık bir şekilde] Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] hadsiz, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] ilmi ve hikmetle çalıştırdığı

344

kalem-i kudret [Allah’ın kudret kalemi] ve kaderin mütebeddil [değişken] sahifesi ve bir Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] âlem-i tagayyürde [değişken âlem] ve mütebeddil [değişken] şuûnâtında [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bir Levh-i Mahv, İsbat [bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren manevî levha, yaz boz tahtası] namında yazar bozar tahtası hükmündedir.

İşte, hava unsuru yalnız nakl-i asvat [seslerin nakli, iletimi] vazifesinde mezkûr [adı geçen] cilve-i vahdâniyeti [Cenab-ı Allah’ın birlik görüntüsü] ve mezkûr [adı geçen] acaibi gösterdiği ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hadsiz muhaliyetini [imkansızlık] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği gibi; unsur-u havaînin [hava maddesi] sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, câzibe, dâfia, [def eden, uzaklaştıran] ziya gibi sair letâifin [duygular] naklinde şaşırmadan, muntazaman, asvat [sesler] naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebatat [bitkiler] ve hayvanata teneffüs ve telkih [aşılama] gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] yetiştiriyor. Emir ve irade-i İlâhiyenin [Allah’ın iradesi, dilemesi] bir arşı olduğunu kat’î bir surette ispat ediyor. Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab [sebebler] ve âciz, câmid, [cansız] cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin [hava sayfası] kitabetine [yazım] ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde ispat ettiğini kat’î kanaat getirdim. Ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hâl [hal dili] ile لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2 dediklerini bildim. Ve bu ( هُوَ ) “Hüve[“O”, Allah] anahtarıyla havanın maddî cihetindeki bu acaibi gördüğüm gibi, hava unsuru da bir ( هُو ) “Hû”olarak âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ve âlem-i mânâya [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] bir anahtar oldu.

Mütebâkîsi [geri kalan kısım] şimdilik yazdırılmadı. Umûma binler selâm.

Kardeşiniz

Said Nursî

345

Yirmi Dokuzuncu Mektubun

Beşinci Risale olan Beşinci Kısmı

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ…الخ 1

âyet-i pür-envârının çok envâr-ı esrarından [sırların nurları; bilinmeyen gizli şeylerin ışıkları] bir nurunu, Ramazan-ı Şerifte bir hâlet-i ruhaniyede hissettim, hayal meyal gördüm. Şöyle ki:

Veyse’l-Karânî’nin

اِلٰهِى اَنْتَ رَبِّى وَانَا الْعَبْدُ.. وَاَنْتَ الْخَالِقُ وََانَا الْمَخْلوُقُ.. وَاَنْتَ الرَّزَّاقُ وَاَناَ الْمَرْزُوقُ.. الخ * 2

münâcât-ı meşhuresi nev’inden, bütün mevcudat-ı zevilhayat, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı aynı münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] ettiklerini; ve on sekiz bin âlemin herbirinin ışığı birer ism-i İlâhî [Allah’ın ismi] olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:

Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açıldıkça diğer bir âlemi [âhiret, öteki dünya] görüyordum. O âlem ise, âyet-i Nur‘un [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] arkasındaki,

اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ اِذَاۤ اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ * 3

âyeti tasvir ettiği gibi, bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu. Birden, bir ism-i İlâhînin [Allah’ın ismi] cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp

346

ışıklandırıyordu. Hangi perde akla karşı açılmışsa, hayale karşı başka bir âlem (fakat gafletle, karanlıklı bir âlem) görünürken, güneş gibi bir ism-i İlâhî [Allah’ın ismi] tecellî eder, baştan başa o âlemi tenvir [aydınlatma] eder, ve hâkezâ… Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] çok devam etti. Ezcümle:

Rızka muhtaç hayvânat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazin gösterdi. Birden, Rahmân ismi Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] (yani mânâsında) bir şems-i tâbân [tavan güneşi, gök güneşi] gibi tulû [doğma] etti, o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı.

Sonra, o âlem-i hayvânât [hayvanlar âlemi] içinde, etfal [çocuklar] ve yavruların zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi rikkate [acıma] getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi [âhiret, öteki dünya] gördüm. Birden, Rahîm ismi şefkat burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki, şekvâ [şikayet] ve rikkat [acıma] ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura [mutluluk] ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı; âlem-i insanî [insanlık âlemi] bana göründü. O âlemi o kadar zulümatlı, o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki, dehşetimden feryad ettim, “Eyvah” dedim. Çünkü, gördüm ki, insanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden tasavvurat [düşünceler] ve efkârları [fikirler] ve ebedî bekà ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve Cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri [ciddi gayret] ve istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve hadsiz makàsıda [gayeler, istenilen şeyler] ve metâlibe müteveccih [yönelen] fakr ve ihtiyacatları ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczleriyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dâlarıyla [düşmanlar] beraber, gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı [karışık, gürültülü] bir hayat, gayet perişan bir maişet [geçim] içinde, kalbe en elîm ve en müthiş hâlet [durum] olan mütemâdi [aralıksız, devamlı] zeval [geçip gitme] ve firak [ayrılık] belâsı içinde,—ehl-i gaflet için—zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.

İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla bütün letâif-i insaniyem, [insandaki ince ve yüce duygular] belki bütün zerrât-ı vücudum [beden hücreleri] feryatla ağlamaya hazırken,

347

birden Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Âdil ismi Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahmân ismi Kerîm [cömert, ikram sahibi] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahîm ismi Gafûr [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] (yani mânâsında), Bâis [sebep, neden] ismi Vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ismi Muhsin [bağış ve iyiliklerde bulunan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rab ismi Mâlik burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] ettiler. O âlem-i insanî [insanlık âlemi] içindeki çok âlemleri tenvir [aydınlatma] ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.

Sonra bir muazzam perde daha açıldı, âlem-i arz [dünya âlemi] göründü. Felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri, [ilmin kanunları] hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli bir hareketle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstait ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz [yer küre, dünya] içinde, âlemin hadsiz fezasında [uzay] seyahat eden biçare nev-i insan [insan türü, insanlık] vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı.

Birden, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın [gökleri ve yeri yaratan Allah] Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz [göklerin ve yerin Rabbi] ve Musahhiru’ş-Şemsi ve’l-Kamer isimleri rahmet, azamet, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] etti. O âlemi öyle nurlandırdılar ki, o hâlette [durum] bana küre-i arz [yer küre, dünya] gayet muntazam, musahhar, [boyun eğdirilmiş] mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi, tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve keyif ve ticaret için müheyyâ [hazır] edilmiş bir şekilde gördüm.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bin bir ism-i İlâhînin, [Allah’ın ismi] kâinata müteveccih [yönelen] olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir [aydınlatma] eder bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu. Sonra, kalb her zulümat arkasında ayrı bir nuru gördüğü için, seyahate iştiha[arzu, istek] açılıyordu. Hayale binip semâya çıkmak istedi.

348

O vakit gayet geniş bir perde daha açıldı; kalb semâvat âlemine girdi. Gördüm ki, o nuranî, tebessüm eden suretinde görülen yıldızlar, küre-i arzdan [yer küre, dünya] daha büyük ve ondan daha sür’atli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa, başkasıyla müsademe [çarpışma] edecek; öyle bir patlak verecek ki, kâinatın ödü patlayıp âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar; tebessüm değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş, hâli, [boş] boş, dehşet, hayret zulümatı içinde semâvâtı gördüm. Geldiğime bin pişman oldum.

Birden, رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 1 رَبُّ الْمَلٰۤئِكَةِ وَالرُّوحِ 2 ‘un Esmâ-i Hüsnâsı, [Allah’ın en güzel isimleri] وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ * 3 وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ 4

burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] cilveleriyle zuhur ettiler. O mânâ cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envâr-ı azîmeden [büyük, nurlar, aydınlıklar] birer lem’a [parıltı] alıp, o yıldızlar adedince elektrik lâmbaları yakılmış gibi, o âlem-i semâvat nurlandı. O boş ve hâli [boş] tevehhüm [kuruntu] edilen semâvat dahi, melâikelerle, [melekler] ruhanîlerle doldu, şenlendi. Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin hadsiz ordularından bir ordu hükmünde hareket eden güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvî [yüksek manevra, büyük tatbikat] yapıyor tarzında, o Sultan-ı Zülcelâlin [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Sultan, Allah] haşmetini ve şâşaa-i rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan rablığının azameti, haşmeti] gösteriyor gibi gördüm. Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydı bütün zerrâtımla [atomlar] ve beni dinleselerdi bütün mahlûkatın lisanlarıyla diyecektim; hem umum onların namına dedim:

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّـهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ

349

وَلاَغَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض ِ ىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِ ى اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ * 1

âyetini okudum, döndüm, indim, ayıldım. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنْ 2 dedim.

Said Nursî

ba

350

( نَعْبُدُ 1 )Na’büdü Nüktesi [derin anlamlı söz]

Bu mânâyı tenvir [aydınlatma] için, kendi başımdan geçmiş nurlu bir hali ve hakikatli bir hayali söylüyorum. Şöyle ki:

Bir vakit اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 2 deki nun-u mütekellim-i maalgayri [birinci çoğul şahıs, “biz”] düşündüm ve mütekellim-i vahde [birinci tekil şahıs, “ben”] sıygasından [gr. kip fiillerde belirli bir zamanla konuşanın, dinleyenin ve konuşulanın teklik veya çokluk olarak belirtilmiş biçimi] نَعْبُدُ sıygasına [gr. kip fiillerde belirli bir zamanla konuşanın, dinleyenin ve konuşulanın teklik veya çokluk olarak belirtilmiş biçimi] intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun’dan inkişaf [açığa çıkma] etti.

Gördüm ki, namaz kıldığım o Bayezid Camiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatimde izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiğim hükümlere ve dâvâlara birer şahit ve birer müeyyid [destekleyici] gördüm. Nâkıs [eksik] ubûdiyetimi, [Allah’a kulluk] o cemaatin büyük ve kesretli [çokluk] ibâdâtı [ibadetler] içinde dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] takdime cesaret geldi.

Birden, bir perde daha inkişaf [açığa çıkma] etti. Yani, İstanbul’un bütün mescidleri ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] peydâ etti. O şehir, o Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine mânen bir nevi mazhariyet hissettim.

Onda dahi, rû-yi zemin [yeryüzü] mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. 3 اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedim, benim bu kadar şefaatçilerim var, benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar.

Madem hayalen bu perde açıldı, Kâbe-i Mükerreme mihrap [imamın cemaate namaz kıldırdığı yer] hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek, o safları işhad [şahid gösterme] edip, tahiyyatta [selamlar ve dualar] getirdiğim اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ 4 olan imanın tercümanını

351

mübarek Hacerü’l-Esvede [taş, kaya] tevdi edip emanet bırakıyorum derken, [anlama, algılama] birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki, dahil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı.

Birinci daire: Rû-yi zeminde [yeryüzü] mü’minler ve muvahhidîndeki [Allah’ın birliğine inanan] cemaat-i uzmâ. [büyük cemaat]

İkinci daire: Baktım, umum mevcudat, [var edilenler, varlıklar] bir salât-ı kübrâda, [büyük namaz] bir tesbihât-ı uzmâda, [büyük tesbihât; bütün varlıkların Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anmaları] her taife kendine mahsus salâvat [namazlar, dualar] ve tesbihatıyla meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezâif-i eşya[eşyanın vazifeleri] tabir edilen hidemât-ı meşhude, [görülen hizmetler] onların ubûdiyetlerinin [Allah’a kulluk] ünvanlarıdır. O halde Allahu ekber deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:

Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz, [hayret verici] zâhiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] büyük, bir küçük âlemi gördüm ki, zerrât-ı vücudiyemden [beden hücreleri] tâ havâss-ı zâhiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubûdiyetle [kulluk görevi] ve şükrâniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki lâtife-i Rabbâniyem, [insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım o iki cemaat-i uzmâ[büyük cemaat] niyet ederek demişti.

Elhasıl, [kısaca, özetle] نَعْبُدُ 2 nun’u şu üç cemaate işaret ediyor. İşte bu halette [hal, durum] iken, birden Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tercümanı ve mübelliği [tebliğ eden, bildiren] olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın—Medine-i Münevvere denilen mânevî minberinde—şahsiyet-i [câmide hutbe okunan yer] mâneviyesi haşmetiyle temessül [belirme, görünme] ederek,3 يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ hitabını, mânen herkes gibi ben de işitip, o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mu-

352

kabele ediyor tahayyül [hayal etme] ettim. اِذَا ثَبَتَ الشَّىْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهِ 1 kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki:

Madem bütün âlemlerin Rabbi, insanları muhatap ittihaz [edinme, kabullenme] edip umum mevcudatla [var edilenler, varlıklar] konuşur; ve şu Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev-i beşere, belki umum zîruha [ruh sahibi] ve zîşuura [akıl ve şuur sahibi] tebliğ ediyor. Elbette, bütün mâzi ve müstakbel, [gelecek] zaman-ı hazır [şimdiki zaman] hükmüne geçti; bütün nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak, o hitap, o suretle onlara ediliyor.

O vakit, herbir âyât-ı Kur’âniye, [Kur’ân ayetleri] gayet haşmetli ve vüs’atli [geniş] bir makamdan, gayet kesretli [çokluk] ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelîden [ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah] ve makam-ı mahbubiyet-i [Allah’ın sevgisini kazanma makamı] uzmâ sahibi tercüman-ı âlişanından aldığı bir kuvvet-i ulviyet, [ulvî, yüce, İlâhî kuvvet] cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] ve belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] içinde, parlak, hem pek parlak bir nur-u i’câzı [mu’cizelik nuru] içinde gördüm. O vakit, değil umum Kur’ân, ya bir sûre, veyahut bir âyet, belki herbir kelimesi birer mu’cize hükmüne geçti. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ 2 dedim; o ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olan hayalden, نَعْبُدُ 3 nun’una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki, Kur’ân’ın değil âyetleri, kelimeleri, belki nun-u نَعْبُدُ gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatlerin nurlu anahtarlarıdır.

Kalb ve hayal, o nun-u نَعْبُدُ ‘den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: “Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. [delil] Ayn-ı نَعْبُدُ ve نَسْتَعِينُ 4’de, Mâbud [ibadet edilen] ve Müsteân [kendisinden yardım istenen, yardım beklenen Allah] olan Hâlıka giden yolu göstermek lâzımdır ki, sizinle gelebileyim.”

353

O vakit kalbe şöyle geldi ki:

De o mütehayyir [hayrete düşen] akla: Bak, kâinattaki bütün mevcudata: [var edilenler, varlıklar] Zîhayat [canlı] olsun, câmid [cansız] olsun, kemâl-i itaat [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] ve intizamla vazife suretinde ubûdiyetleri [Allah’a kulluk] var. Bir kısmı, şuursuz, hissiz oldukları halde, gayet şuurkârâne, [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] intizamperverâne [düzenliliğe düşkün şekilde] ve ubûdiyetkârâne [kulluğa yakışır tarzda] vazife görüyorlar. Demek bir Mâbud-u Bilhak ve bir Âmir-i Mutlak [kesin emir sahibi olan, mutlak emredici Allah] vardır ki, bunları ibadete sevk edip istihdam [çalıştırma] ediyor.

Hem bak, bütün mevcudata, [var edilenler, varlıklar] hususan zîhayat [canlı] olanlara: Herbirinin gayet kesretli [çokluk] ve gayet mütenevvi [çeşit çeşit] ihtiyacatı var ve vücut ve bekàsına lâzım pek kesretli, [çokluk] muhtelif matlupları [istek] var; en küçüğüne elleri ulaşamaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlapları, [doğuş yeri] ummadığı yerden, vakt-i münasipte, [uygun zaman] muntazaman onların ellerine veriliyor ve bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görünüyor.

İşte, şu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bu hadsiz fakr ve ihtiyacatı ve bu fevkalâde iânât-ı gaybiye [gaybî yardımlar] ve imdâdât-ı Rahmâniye [sonsuz rahmet sahibi Allah’ın yardımları] bilbedâhe [açık bir şekilde] gösterir ki, bir Ganiyy-i Mutlak [sınırsız zenginliğe sahip olan Allah] ve Kerîm-i Mutlak [lütuf ve cömertliği sınırsız olan Allah] ve Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] olan bir hâmi [himaye eden, koruyan] ve râzıkları [bütün mahlukatın rızkını veren Allah] vardır ki, herşey ve her zîhayat [canlı] Ondan istiâne [yardım dileme] eder, medet bekliyor, mânen اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 der.

O vakit akıl, “Âmennâ [“iman ettik”] ve saddaknâ” dedi.

Said Nursî

ba

354

“Risale-i Nur nedir ve hakikatler muvacehesinde Risale-i Nur ve tercümanı ne mahiyettedirler?” diye bir takriznâmedir.

Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir [müjdeleme] edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas [icat etme, yaratma] etmezler, yeni ahkâm [hükümler] getirmezler. Esasat [esaslar] ve ahkâm-ı diniyeye [dinin hükümleri, esasları] ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ [tâbi olma, bağlanma] yoluyla dini takvim [program] ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini [asıl oluş] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ [kaldırma] ve iptal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evâmir-i Rabbâniyeyi [Allah’ın idare ve terbiyeye dair emirleri (r-b-b)] ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin [Allah’ın hükümleri] şerafet ve ulviyetini [yüce] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat [yöneltme] ve tafsilât [ayrıntılar] ile îfa-i vazife ederler.

Bu memurîn-i Rabbâniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı [tasdik edici, doğrulayıcı] olurlar. Salâbet-i imaniyelerinin [iman sağlamlığı; dinin emirlerini korumada ve uygulamada ciddiyet ve sağlamlık] ve ihlâslarının âyinedarlığını bizzat îfa ederler. Mertebe-i imanlarını [iman mertebesi, derecesi] fiilen izhar [açığa çıkarma, gösterme] ederler. Ve ahlâk-ı Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in ahlâkı] (a.s.m.) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin [Peygamberimizin sûret ve görünüşü] (a.s.m.) hakikî lâbisi [giyen, giyinen] olduklarını gösterirler. Hülâsa, [esas, öz] amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye [Peygamberimizin sünneti] (a.s.m.) ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ve temessük [sarılma] cihetinden ümmet-i Muhammed’e (a.s.m.) tam bir hüsn-ü misal [güzel örnek] olurlar ve nümune-i iktida [örnek alınıp uyulacak nümune, model] teşkil ederler. Bunların, Kitabullahın [Allah’ın kitabı] tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin [dinin hükümleri, esasları] izahı ve zamanın fehmine ve

355

mertebe-i ilmine [ilim mertebesi, derecesi] göre tarz-ı tevcihi [yöneltme şekli] sadedinde [asıl konu, esas mânâ] yazdıkları eserler kendi tilka-yı nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin [üstün ve yüksek zekâ, kàbiliyet] mahsulü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının [bilgi, anlayış] neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-ı vahy [vahyin kaynağı] olan Zât-ı Pâk-i Risaletin [Peygamberimiz, Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) pak ve temiz zâtı] mânevî ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve telkinatıdır. [telkinler] Celcelûtiye ve Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Şerîf ve Fütuhu’l-Gayb [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] ve emsali âsâr [eserler/asırlar] hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiye [kutsal eserler] o zevât-ı âlîşan [büyük, yüce zâtlar] ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevât-ı mukaddesenin, [yüce zâtlar] o âsâr-ı bergüzîdenin [değerli, kıymetli eserler] tanziminde ve tarz-ı beyanında [açıklama biçimi] bir hisseleri vardır; yani bu zevât-ı kudsiye, [kutsal, yüce zâtlar] o mânânın mazharı, mir’âtı [ayna] ve ma’kesi [akseden yer, bir şeyin yansıdığı yer, ayna] hükmündedirler.

Risale-i Nur ve tercümanına gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvî [yüksek, yüce feyiz] ve bir kemâl-i nâmütenahî [sonsuz mükemmellik] mevcut olduğundan ve hiçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meş’ale-i İlâhiye [İlâhî ışık, nur] ve şems-i hidayet [hak ve doğru yol güneşi] ve neyyir-i saadet [saadet, mutluluk ışığı, aydınlığı] olan Hazret-i Kur’ân’ın füyuzatına [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olduğu meşhud [görünen] olduğundan, onun esası nur-u mahz-ı Kur’ân [sadece Kur’ân nuru, ışığı] olduğu ve evliyaullahın âsârından [eserler/asırlar] ziyade feyz-i envâr-ı Muhammedîyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nurundan gelen ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve ilim] hâmil [taşıyan] bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risaletin [Peygamberimiz, Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) pak ve temiz zâtı] ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi [kudsî tasarruf; mânevî tesir, icraat] evliyaullahın âsârından [eserler/asırlar] ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ise o nisbette âlî [yüce] ve emsâlsiz olduğu güneş gibi âşikâr bir hakikattir.

Evet, o zât daha hal-i sabavette [çocukluk hâli] iken ve hiç tahsil yapmadan, zevâhiri kurtarmak [görünümü, durumu kurtarmak] üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhirîne [öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri] ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya [varlıkların hakikatı, içyüzü] ve esrar-ı kâinata [kâinatın sırları] ve hikmet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah]

356

kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya [yüce mazhariyet, yüksek şeref] kimse nail olmamıştır. Bu harika-i ilmiyenin [ilimdeki harikalığı, mükemmelliği] eşi asla mesbuk [geçmiş, geçen] değildir. Hiç şüphe edilemez ki, tercüman-ı Nur, [Nur’un tercümanı; Risale-i Nur’un yazarı] bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme [cisimleşmiş iffet, namus; edep ve haya timsali] [görüntü] ve şecaat-i harika [harika yiğitlik, cesurluk] ve istiğna-yı mutlak [Allah’ın sınırsız zenginliğe sahip olması] teşkil eden harikulâde metanet-i ahlâkiyesi [ahlâkî sağlamlık, dayanıklılık] ile bizzat bir mu’cize-i fıtrattır [yaratılış mu’cizesi] ve tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş bir inayettir [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve bir mevhibe-i mutlakadır. [mutlak Allah vergisi; Allah’ın sınırsız ihsan ve ikramı]

O zât-ı zîhavârık, [harikalar sahibi zât] daha hadd-i bülûğa [ergenlik çağı] ermeden bir allâme-i bîadîl [eşşiz, benzersiz büyük âlim] halinde bütün cihan-ı ilme [ilim dünyası] meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu [ilim sahipleri, âlimler] ilzam [susturma] ve iskat [düşürme] etmiş, her nerede olursa olsun vâki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla tereddüt etmeden cevap vermiş, on dört yaşından itibaren üstadlık pâyesini [mertebe, rütbe] taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim [ilimdeki bereket, bolluk] ve nur-u hikmet [ilim ve hikmet ışığı, aydınlığı] saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet [gayret, kararlılık] ve tevcihlerindeki [yöneltme] derin feraset [anlayışlılık, çabuk seziş] ve basiret ve nur-u hikmet, [ilim ve hikmet ışığı, aydınlığı] erbab-ı irfanı [ilim ve irfan sahipleri, âlimler] şaşırtmış ve hakkıyla “Bediüzzaman” ünvan-ı celîlini [yüksek, büyük unvan, lâkab] bahşettirmiştir. Mezâya-yı âliye [yüce, yüksek meziyetler, üstünlükler] ve fezâil-i ilmiyesiyle [ilmi faziletler, üstünlükler] de din-i Muhammedînin [Hz. Muhammed’in dini, İslâmiyet] (a.s.m.) neşrinde ve isbatında bir kemâl-i tam [tam bir mükemmellik, olgunluk] halinde rû-nümâ [görünme, meydana çıkma] olmuş olan böyle bir zât elbette Seyyidü’l-Enbiya [Peygamberlerin Efendisi, Hz. Muhammed] Hazretlerinin (a.s.m.) en yüksek iltifatına mazhar [erişme, nail olma] ve en âlî [yüce] himaye ve himmetine [ciddi gayret] nâildir. Ve şüphesiz o Nebiyy-i Akdesin [kusur ve noksandan yüce, mukaddes nebî, peygamber; Hz. Muhmmed] (a.s.m.) emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar [nurlar] ve hakaikına [doğru gerçekler] vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve mâkes [yansıma yeri] olan bir zât-ı kerîmü’s-sıfattır. [cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah]

357

Envâr-ı Muhammediyeyi [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) saçtığı nurlar, yaydığı ışıklar] (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi [Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) öğrettiği ilim, irfan, eğitim ve terbiye] (a.s.m.) ve füyuzât-ı şem’-i İlâhîyi [İlâhî ışığın feyizleri] en müşa’şa [parlak, şaşâlı, gösterişli] bir şekilde parlatması ve Kur’ânî ve hadîsî [hadise ait] olan işarât-ı riyaziyenin [matematiksel işaretler] kendisinde müntehî olması ve hitabât-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden âyât-ı celîlenin [yüce âyetler] riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât hizmet-i imaniye [iman hizmeti] noktasında risaletin [elçilik, peygamberlik] bir mir’ât-ı mücellâ[parlak ayna] ve şecere-i risaletin [peygamberlik ağacı, Hz. Âdem’den gelen peygamberlik zinciri] bir son meyve-i münevveri [nurlu meyve, netice] ve lisan-ı risaletin [peygamberlik dili] irsiyet [miras] noktasında son dehan-ı hakikatı [hakikat ve gerçekleri haykıran, konuşan ağız] ve şem-i İlâhînin [İlâhî ışık, nur] hizmet-i imaniye [iman hizmeti] cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur.

Üçüncü medrese-i Yusufiyenin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] el-Hüccetü’z-Zehrâ [Bediüzzaman Said Nursi’nin Afyon hapishanesinde iken kaleme aldığı ve iman hakikatlerinin anlatıldığı Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser] ve

 Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirtleri [öğrenci] namına:

 Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, [temiz, pak] Selahaddin,

 Zübeyir, Ceylan, Sungur, Tabancalı

Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risale-i Nur şâkirdlerinin [Allah’a şükreden] şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] namına kabul ettim.

Said Nursî

ba

358

Müellifin [telif eden, kitap yazan] vasiyetnamesi münasebetiyle Halil İbrahim’in Risale-i Nur hakkında Nur şakirdleri [talebe, öğrenci] namına yazdığı bir fıkrasının [bölüm] bir parçasıdır

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Risale-i Nur, nurdan bir ibrişimdir ki, kâinat ve kâinattaki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tesbihatları onda dizilmiştir.

Risale-i Nur âhize [alıcı] ve nâkile [iletici] ile mücehhez [cihazlanmış, donanmış] bir radyo-yu Kur’âniyedir ki, onun tel ve lâmbaları ve âyine [ayna] ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârane ve îcazdârâne [az sözle çok mânâlar anlatma] bast edilmiştir ki, yarın her ilim ve fen adamları ve her meşrep [hareket tarzı, metod] ve meslek sahipleri, ilim ve iktidarları miktarınca âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i şehadetten [görünen alem] ve ruhaniyat [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] âleminden ve kâinattaki cereyan eden her hâdisattan haberdar olabilir. Zira Risale-i Nur, menşur-u Kur’ân’dır.

Risale-i Nur mü’minlere; hedâyâ-yı hidâyet, vesile-i saadet, [mutluluk vesilesi] mazhar-ı şefaat ve feyz-i Rahmândır.

Risale-i Nur, kâinata nevbaharın feyzini veren bir âb-ı hayat [hayat suyu] ve ayn-ı rahmet [rahmetin tâ kendisi] ve mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] ve bir gülzar-ı gülistandır.

Risale-i Nur lütf-ü Yezdan, kemal-i iman, işârât-ı Kur’ân ve bereket-i ihsandır.

Risale-i Nur, kâfire hüsran, münkire [Allah’a inanmayan] tokat; dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşmandır.

Risale-i Nur bir kenz-i mahfî ve bir sandukça-i cevahir [cevherler sandığı] ve menba-ı envardır. [nurlar kaynağı]

Risale-i Nur hakikat-ı Kur’ân ve mirâc-ı imandır.

359

Risale-i Nur sertac-ı evliya, sultanü’l-eser ve zübdetü’l-meâni [en seçkin kısım, öz, tereyağı] ve atâyâ-yı İlâhî ve hedâyâ-yı Sübhânîdir.

Risale-i Nur bir bahr-i hakaik [gerçekler denizi] ve bir sırr-ı dekaik ve kenzü’l-maarif ve bahrü’l-mekârimdir.

Risale-i Nur hastalara şifahane-i hikmet ve mâ-i zemzem, [zemzem suyu] sağlara maişet-i hakikat ve rih-ı reyhan ve misk-i anberdir.

Risale-i Nur mev’id-i Ahmedî (a.s.m.) ve müeyyed-i [teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış] Haydarî (r.a.) ve teavün[yardımlaşma] Gavsî (k.s.) ve tavsiye-i Gazalî (k.s.) ve ihbar-ı Fârukîdir (k.s.).

Risale-i Nur şems-i Kur’ân[Kur’ân güneşi] Mu’cizü’l-Beyanın elvan-ı seb’ası, [yedi renk] Risale-i Nur’un menşur-u hakikatinde tam tecellî ettiğinden, hem bir kitab-ı şeriat, [din ve hukuk kitabı] hem bir kitab-ı dua, [dua kitabı] hem bir kitab-ı hikmet, [hikmet kitabı] hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve dâvet, [emir ve hakikate çağrı kitabı] hem bir kitab-ı zikir, [zikir kitabı] hem bir kitab-ı fikir, [fikir kitabı] hem bir kitab-ı ledünniyat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı mantık, hem bir kitab-ı ilm-i kelâm, hem bir kitab-ı ilm-i ilâhiyyat, hem bir kitab-ı teşvik-i san’at, hem bir kitab-ı belâğat, hem bir kitab-ı isbat-ı vahdaniyet ve muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] bir kitab-ı ilzam ve iskâttır. [susturma]

Risale-i Nur eczaları bir sema-yı mâneviyenin güneşleri, ayları ve yıldızlarıdır. Nasıl ki zahiren, perde-i esbab [sebepler perdesi] olan güneşten, kamerden [ay] ve kevâkibden bütün kâinat tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ve tezeyyün ve bütün eşya neşvünema [büyüyüp gelişme] ve hayat buluyor.

360

İşte Risale-i Nur dahi bu asırda bütün âlem-i beşeriyete [insanlık âlemi] hayat-ı câvidân ve âdeme, kâmil-i insan; ve kulûbe, [kalbler] neş’e-i iman; ve ukûle, [akıllar] yakînî itminan; [inanma, kalben tatmin olma] ve efkâra, [fikirler] inkişaf, [açığa çıkma] ve nüfusa, [nefisler] teslim-i rıza ve can şûalarını Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyândan [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] alıp saçmaktadır. O sema-yı mâneviyeyi bazan ve zahiren bihasbilhikmet âfâkî [dış dünyaya ait] bir bulut kütlesi kaplar. O celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] semadan öyle bir bârân-ı feyz ve rahmet takattur eder ki, tohumlar, çekirdekler, habbeler o sıkıcı ve dar âlemde gerçi biraz muztarip [çaresiz] olurlar, fakat tâ o sıkılmaktan üzerlerindeki kışırları [kabuk] çatlar ve yırtılır; o anda bulutlar da ufuklara çekilip nöbetçi vaziyetinde beklemesi bir imtihan-ı Rabbânî ve bir inkişaf-ı feyzânî ve bir rahmet-i nuranîdir ki, evvelce bir habbe, [dane, tohum] bir çekirdek yeniden taze bir hayata atılır iştiyakla [arzu, istek] ve neş’e-i inkişafla meyvedar koca bir ağaç suretini alır ve يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olurlar.

Evet, yirmi senedir devam eden şu mevsim-i şita, inşâallahu teâlâ nihayet bulmuş ola… Dünyaya yeni ve feyizli bir fasl-ı nev bahar gele ve âlemin yüzü nur ile güle…

Risale-i Nur Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] taht-ı tasarrufunda [tasarrufu altında] olduğundan, ona uzanan, ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur.

Umum Nur şâkirdleri [Allah’a şükreden] namına

Halil İbrahim (r.h.)

Medresetü’z-Zehra’nın erkânları [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] nâmına biz de iştirak ediyoruz.

Osman, Rüştü, Re’fet, Hüsrev, Said, Hilmi,
Muhammed, Halil İbrahim, Mehmed Nuri

ba

361

 Medine-i Münevvere’de bulunan ve Nur’un hakikatini tam anlayan

ve İslâmiyete hizmet eden bir âlimin mektubudur.

Gönüller fâtihi, pek muhterem ve mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] Üstadımız Hazretleri,

Mübarek ellerinizden öper, bütün aziz ve sadakatli talebelerinizle beraber sıhhat ve selâmette daim olmanızı bârigâh-ı Kibriyâdan niyaz eylerim.

Müslümanlar için en büyük bir bayram diye ancak vasıflandırılabilen beraatiniz, bütün Nurcuları şâd ve handan eylediği gibi, bendenizi de dünyalar kadar memnun ve mesrur [mutlu] eylemiştir. Nasıl memnun etmesin ki, sizin eserlerinizle birlikte beraatiniz demek, ruhun maddiyata, nurun zulmete, imânın küfre, [inançsızlık, inkâr] hakkın bâtıla, tevhidin şirke ve irfanın [bilgi, anlayış] cehle galip gelmesi demektir.

Yıllardan beri önüne sıradağlar gibi engeller, korkunç uçurumlar gibi mâniler konulan Nur çağlayanı, en sonunda mu’cizevî bir şekilde bütün sedleri yıkmış, mânileri aşmış, nur ile bütün zulmetleri târümar [dağınık, perişan] eylemiştir.

“Mu’cizevî harikalarla doğan İlâhî [Allah tarafından olan] tecellîlerin vasfında kalemler kırılır, fikirler gürülder, ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] yanar, kül olur” derlerdi. Hakikaten bendeniz, şimdi bu müstesna zaferin karşısında aynı aczi bütün varlığımla hissediyorum. Zira tefekkür ve ilhamıma [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] nihayetsiz bir ufuk açılıyor. Cihan, muhteşem bir Nur mâbedini [ibadet edilen yer] andırıyor. Civarımdaki herşey, her yer derin vecd [coşku] ve istiğraklarla [Allah aşkıyla kendinden geçme] gaşyolunmuş bir halde… Her zerrede, وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 1 sırr-ı Sübhânîsi tecelli ediyor…

Binaenaleyh bilmiyorum, bu mes’ut hadiseyi şanlı bir zafer, şahane bir fetih, İlâhî [Allah tarafından olan] bir kurtuluş, cihanşümul [dünya çapında, evrensel] bir bayram diye mi vasıflandırayım? Zira kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak]

362

dâvânın kazanmış olduğu bu İlâhî [Allah tarafından olan] zafer, bütün İslâm ve insanlık dünyasındaki mücahitlerin azimlerine kuvvet, ruhlarına can, imânlarına hız ve heyecan vermiştir.

Evet, azim ve imanları, aşk ve emelleri henüz kemale ermemiş olan birçok Müslümanlar, maalesef acıklı bir yeis [ümitsizlik] içinde idiler. Böyle bir zaferin tahakkukunu, [gerçekleşme] hayal ve muhal [bâtıl, boş söz] görüyorlardı. Fakat bütün feyiz ve nurunu insanlığı tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] için İlâhî [Allah tarafından olan] bir güneş halinde Arş-ı Âzamın [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] pürnur ufuklarından inen Kur’ân-ı Kerîmden alan Nur neşriyatı, durgun gölleri andıran gönülleri deryalar gibi coşturmuş, kasvet ve hicran yıllarının ümit ve emellere vurduğu müthiş zincirleri kırmıştır. O nur kaynağından fışkıran o serapa feyiz ve hikmetler saçan eserler, hislerin, fikirlerin ve bilhassa alevler içinde yanan ruh ve vicdanların ezelî ve ebedî ihtiyaçlarına cevap verdiği gibi, onları dalga dalga boğucu karanlıklar muhitinden, ter temiz ve pırıl pırıl nur ufuklarına çıkarmıştır.

Yıllarca devam eden uzun bir sükût, derin bir gaflet ve boğucu bir zulmetten sonra İlâhî [Allah tarafından olan] bir güneş halinde parlayan bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] zafer, nur için yol aramakta olan perişan beşeriyetin yakın bir gelecekte uyanacağını müjdelemektedir. Çünkü, din ihtiyacı sırf Müslümanların değil, bil’umum [genel olarak] insanların ezelî ve ebedî ihtiyacıdır.

Bugün bedbaht insanlık, din nimetinden mahrum olmanın sürekli hicran ve felâketlerini bağrı yanarak çekmektedir. Bu acıklı buhranın korkunç neticesidir ki, çeyrek asır zarfında iki büyük harbe girmiş ve üçüncüsünün de kapısını çalmak çılgınlığını göstermektedir.

Artık bütün insanları kardeş yaparak yemyeşil cennetlerin nurlu ufuklarından esen refah ve saadet, huzur ve âsâyiş rüzgârıyla dalgalanan âlem-şümûl bir bayrak altında toplayacak olan yegâne kuvvet, İslâmdır. Zira beşeriyetin bugünkü hali, tıpkı İslâmdan evvelki insan cemiyetlerinin acıklı halidir. Bunun için insanlığı o günkü ebedî felâketten kurtaran İslâm, bugün de kurtarabilir.

Evet, milyonların, milyarların kalbinde asırlardan beri kanamakta olan o derin yarayı saracak yegâne müşfik el, İslâmdır. Her ne kadar ufuklarda zaman zaman bazı uydurma ışıklar görülüyorsa da, müstakbel, [gelecek] bütün nur ve feyzini güneşlerden değil, bizzat Rabbü’l-Âlemînden [âlemlerin Rabbi olan Allah] alan ezelî ve ebedî yıldızındır. O yıldız,

363

dünyalar durdukça duracak ve onu söndürmek isteyenleri yerden yere vuracaktır.

Cihan-kıymet Üstadım,

Malûm-u fâzılâneleridir ki, son günlerde mukaddes dâvâya hizmet eden bazı tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] hareketleri doğmuş, fakat maalesef hiçbirisi Risale-i Nur Külliyatının gördüğü mühim işi görememiş ve ihraz [kazanma, elde etme] ettiği İlâhî [Allah tarafından olan] zaferi kazanamamıştır. Zira bu yol, peygamberlerin, velilerin, âriflerin, salihlerin ve bilhassa cânını cânana seve seve fedâ eden ve sayısı milyonlara sığmayan kahraman şehitlerin mukaddes yoludur. Artık bu çetin yolda yürümek isteyenler, her an karşılarına dikilecek olan müthiş mâniaları daima göz önünde tutmaları lâzımdır. Evet, bu yolda yürüyecek olanların, sizdeki sarsılmak bilmeyen imanla, yüksek ve İlâhî [Allah tarafından olan] irfanla [bilgi, anlayış] ve bilhassa harikulâde ihlâs ve feragatle mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olmaları gerektir. Çünkü, bu mühim vâdide Nur dâvâsının takip ettiği tebliğ, tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] usulü bambaşka hususiyetler taşımaktadır. Artık insanın his ve fikrine, ruh ve vicdanına bambaşka ufuklar açacak olan bu derin bahsi, dua buyurun da, müstakil [bağımsız] ve mufassal [ayrıntılı] bir eserde aziz din ve gönüldaşlarımıza arz etmek şerefine nâil olayım. Çünkü, bu nurlu bahis o kadar derin ve o derece mühimdir ki, böyle birkaç sahifelik mektup ve makalelerle asla ifade edilemez.

İman ve Kur’ân nuru ile ter temiz gönlünü fethettiğiniz gençlik, İlâhî [Allah tarafından olan] zaferinizin en parlak delilini teşkil eden en mühim varlık ve en kıymetli cevherdir. “Nurdan Sesler”in hemen her mısraında, asîl ve şuurlu ruhuna hitap ettiğim tertemiz gençlik, işte bu hak ve hakikatın bağrı yanık âşığı olan gençliktir.

Nurlu dâvânın kazanmış olduğu bu son zaferin verdiği vecdle [coşku] dolu bir ilhamla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] yazdığım şu manzumeyi1 [düzenli] takdim ediyorum. Kabulünü rica [ümit] ve istirham eylerim.

Tekrar tekrar ellerinizden öper, kıymetli dualarınızı beklerim, pek muhterem Üstadım Hazretleri.

Mânevi evlâtlarınızdan

 Ali Ulvi

ba

364

يَۤا اَللهُ * يَا رَحْمٰنُ * يَا رَح ِ يمُ * يَا فَرْدُ * يَا حَىُّ * يَا قَيُّومُ * يَا حَكَمُ * يَا عَدْلُ * يَا قُدُّوسُ

İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] hakkına ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hürmetine ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefine, bu mecmuayı bastıran Risale-i Nur talebelerini Cennetü’l-Firdevste [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] eyle. Âmin. Ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyede daima muvaffak eyle. Âmin. Ve defter-i hasenatlarına, [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nin herbir harfine mukabil, bin hasene yazdır. Âmin. Ve nurların neşrinde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve devam ve ihlâs ihsan [bağış] eyle. Âmin.

Yâ Erhamerrâhimîn! [ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] Umum Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] iki cihanda mes’ut eyle. Âmin. İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmin. Ve bu âciz ve biçare Said’in kusuratını [kusurlar] affeyle. Âmin.

 Umum Nur şakirtleri [öğrenci] namına Said Nursî