SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ – Risale-i Nur’dan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar (42-91)

42

Yirmi Yedinci Mektubun Lâhikasından Alınmış

Mühim Parçalar

BİRİNCİ MESELE: Birinci Şuada bir-iki âyetin işaretinde, Risale-i Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gireceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir müjde ve kuvvetli bir beşaret [müjde] bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işârata [işaretler] tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim, çoktan beri muntazırdım. [bekleyen, hazır] Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] iki emâre birden kalbime geldi:

Birinci emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] hakkalyakîne [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] yakınlaştıkça daha selb [ortadan kaldırma] edilmeyeceğine ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve tahkik [araştırma, inceleme] hükmetmişler ve demişler ki: “Sekerat [can çekişme/ölüm anı] vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.” Bu nevi iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife [duygular] sirayet [bulaşma] ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden [geçip gitme] mahfuz [korunmuş] kalıyor.”

Bu iman-ı tahkikînin [araştırma ve incelemeye dayanan iman] vusulüne [kavuşma, erişme] vesile olan bir yolu, velâyet-i kâmile [mükemmel velilik; kulluk noktasında mânevî mertebeleri aşarak Allah’ın yakınlığını ve dostluğunu elde etme mükemmelliği] ile keşf ve şuhud [görme] ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa [en seçkin şahsiyetler] mahsustur, iman-ı şuhûdîdir.

İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî [delil] ve Kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, [bileşim, karışım] hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet [açıklık] derecesine gelen bir ilmelyakînle [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] tasdik etmektir.

Bu ikinci yol, Risale-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkaları dahi insafla baksalar, Risale-i Nur’un hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni [imkansız] derecesinde gösterdiğini görecekler.

43

İkinci emare: Risale-i Nur’un sadık şakirtlerinin, [öğrenci] hüsn-ü âkıbetlerine ve iman-ı kâmil [mükemmel iman] kazanmalarına o derece kesretli [çokluk] ve makbul ve samimî dualar oluyor ki, o duaların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor.

Ezcümle: Risale-i Nur’un bir hâdimi ve birtek şakirdi, [talebe, öğrenci] yirmi dört saatte, lâakal [en az] Risale-i Nur talebelerinin hüsn-ü âkıbetlerine ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] olmalarına yüz defa Risale-i Nur talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi otuz defa selâmet-i imanlarına ve hususî hüsn-ü âkıbetlerine ve imanla kabre girmelerine, aynı duayı, en ziyade kabule medar [kaynak, dayanak] olan şerait içinde ediyor.

Hem Risale-i Nur talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma mâruz olan iman hususunda, birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî, mâsum lisanlarıyla dualarının yekûnu [bütün, toplam] öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmez. Faraza, mecmuu itibarıyla reddedilse de, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i imanla kabre gireceğine kâfi [yeterli] geliyor. Çünkü herbir dua umuma bakar.

Said Nursî

ba

44

Risale-i Nur’un kerametinin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bu havalide zuhur edençok tereşşuhatından [belirti] bir-iki hâdise beyan ediyorum

Birincisi: Hatip Mehmed namında ciddî bir ihtiyar talebe, İhtiyarlar Risalesini yazıyordu. Tâ On Birinci Ricanın [ümit] âhirlerinde ve merhum Abdurrahman’ın vefatının tam mukabilinde kalemi, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 yazıp ve lisanı dahi اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 2 diyerek hüsn-ü hâtimenin [güzel son] hâtemiyle sahife-i hayatını [hayat sayfası] mühürleyip, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] talebelerinin imanla kabre gireceklerine dair olan işarî beşaret-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın müjdelemesi] vefatıyla imza etmiş. (Rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten.) [geniş] Amin!

İkincisi: Sizin telifiniz [kaleme alma] olan Fihristenin tashihinde, bir müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] noksan bıraktığı bir sahifeyi, Tahsin‘e [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] dedim: “Yaz” O da yazmaya başladı. Simsiyah mürekkepten [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] ve temiz kalemle birden yazdığınız ikinci cilt fihristesinin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] hüccet [delil] olarak o siyah mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] güzel bir kırmızı suretini aldı. Tâ yarım sahife kadar biz bu garip hâdiseye taaccüp ederek bakarken, o mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] simsiyaha döndü. Sahifenin öteki yarısı, aynı kalem, aynı hokka tam siyah yazıldı. Bir zaman Barla’da, bağlardaki köşkte, Şamlı Hafız, Mes’ud ve Süleyman’ın müşahedesiyle aynı hâdiseyi başka şekilde gördük. Şöyle ki:

Ben, sevmediğim için siyah bir mürekkebi [yazı için kullanılan sıvı] kısmen döktüm. Birden, mütebakisi, [geri kalan kısım] çok beğendiğim güzel bir kırmızıya tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] etti. Risale-i Nur kâtiplerini şevklendirdi. Gözümüze silsile-i kerametin [kerametlerin zincirleme birbirini takibi] bir ucunu ve tereşşuhunu gösterdi.

Said Nursî

ba

45

Bugünlerde mânevî bir muhaverede [karşılıklı konuşma] bir sual ve cevabı dinledim. Size bir kısa hülâsasını [esas, öz] beyan edeyim.

Biri dedi:

Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları [kuvvetlendirme, destekleme] ve küllî techizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid [inatçı] bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi [yeterli] iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yapıyor?

Ona cevaben dediler:

Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î [ferdî, küçük] tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’a[kale] tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit [bozguncu] âletlerle dehşetli rahnelenen [yara] kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] ve umumun ve bâhusus [bilhassa, özellikle] avâm-ı mü’minînin istinadgâhları [dayanak, sığınak] olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’ân’ın i’câzıyla [mu’cize oluş] ve geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.

Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere [yara] ve yaralara hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, [delil] cihazlar ve bin tiryak [derman, ilaç] hâsiyetinde [özellik] mücerrep ilâçlar, hadsiz edviyeler [devâlar, çareler] bulunmak gerektir ki, bu zamanda, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’câz-ı mânevîsinden [mânevî mu’cizelik] çıkan Risale-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] ve inkişafata [açığa çıkma] medardır, [kaynak, dayanak] diye uzun bir mükâleme [karşılıklı konuşma] cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim.

ba

46

Bu hâdise münasebetiyle yine bugünlerdehatırıma gelen bir vâkıayı beyan ediyorum.

Ben, namaz tesbihatının âhirinde otuz üç defa kelime-i tevhidi [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] zikrederken, birden kalbime geldi ki: Hadis-i şerifte, “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer.” 1Risaletü’n-Nur’da o saat var; çalış, o saati bul, ihtar edildi. Âdetâ ihtiyarsız [irade dışı] bir surette, Kur’ân’ın âyetü’l-kübrâsının [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] iki tefsiri olan iki Âyet-i Kübrâ [en büyük delil] risalelerinden mülâhhas tefekkürî [düşünme ve ibret alma şeklinde] bir tekellüm, [konuşma] tam bir saat devam etti. Baktım, size gönderdiğim Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinin Birinci Makamının hülâsasından [esas, öz] müntehap [seçilmiş] güzel bir sırrını hülâsa [esas, öz] ile, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiyeden müstahreç nurlu, tatlı fıkralardan [bölüm] terekküp [birleşme] ediyor.

Ben, kemâl-i lezzetle, [tam bir lezzet alarak] her gün tefekkürle okumaya başladım. Birkaç gün sonra hatırıma geldi ki: Madem Risale-i Nur bu zamanın bir mürşididir, talebelerine bir vird-i ekber olabilir diye kaleme aldım. Ve bütün risalelerin hususî menbaları, madenleri olan binden ziyade âyât-ı Kur’âniyeyi, [Kur’ân ayetleri] kendi Kur’ânımda, evvelce işaretler koyup bir Hizb-i Âzam-ı Kur’ânî yapmak niyet ettim. Şimdi bu Hizb-i Âzam ve bu vird-i ekber, Risale-i Nur mensuplarına bazı eyyam-ı mübarekede [Cuma ve kandil geceleri gibi mübarek günler] okunması için bir zaman size de göndermek hakkınız var. İnşaallah bir zaman sonra size gönderilecek. Bazı kelimelerini tercüme ve bir kısım kayıtlarını tefhim [anlatma] için vakit bulsam, gayet kısa haşiye [dipnot] gibi birşey yazacağım.

Umum kardeşlerime ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bütün arkadaşlarıma hasret ve iştiyakla [arzu, istek] binler selâm.

Said Nursî

ba

47

 Emin ve Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve Hilmi’nin bir fıkrasıdır. [bölüm] Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları [bölüm] içine girmeye münasip görüldü.

Bugünlerde ziyade bir hassasiyetle risalelere bakıldığından, inâyetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] himâyeti dahi, bir nevi hassasiyetle ikramını gösterdi. Gayet cüz’î [ferdî, küçük] bir nümunesi şudur ki:

Risale-i Nur şakirtlerine, [öğrenci] maişet [geçim] cihetinde bir ikrâm-ı İlâhi ve küçük, fakat şâyân-ı hayret ve gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] bir tevafuk, bir vâkıa ve Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hizmetinin şüphesiz bir kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Evet, Risale-i Nur’un bir silsile-i kerametinin [kerametlerin zincirleme birbirini takibi] menbaı [kaynak] olan tevafuk, bu vâkıada, o cinsten altı adet tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ittifakı ise, tesadüf ihtimalini köküyle keser diye hükmettik. Şöyle ki:

Birkaç günden beri Üstadımızın ziyaretine gitmediğimizden, kardeşim Emin ile beraber Üstadımızın ziyaretine gittik. İkindi vakti beraber namaz kıldıktan sonra bize emretti ki: “Size yemek yedireceğim, burada tayınınız [erzak, yiyecek] var.” Mükerreren, [defalarca] “Yemezseniz bana dokuz zarar olur” dedi. “Çünkü yiyeceğinize karşı Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gönderecek.”

Yemek yemekten affımızı rica [ümit] ettikse de, emretti: “Rızkınızı yiyin; bana gelir.” Emrini kırmamak için, lütuf buyurduğu tereyağı ve kabak tatlısını ekmekle yemeye başladık. Daha sofrada iken, ümit edilmeyen bir vakitte ve bir tarzda ve aynı vakitte bir adam geldi. Elinde yediğimiz kadar taze ekmek, aynı yediğimiz miktarda (fındık kadar) tereyağı ve diğer elinde bize verilenin tam bir misli [benzer] kabak tatlısı olarak kapıyı açtı. Artık taaccüp edilecek, hiçbir cihette tesadüfe mahal kalmayarak, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtlerinin [öğrenci] rızkındaki bir bereket-i Rabbanîyi gözümüzle gördük. Üstadımız emretti: “İhsan on misli [benzer] olacak. Halbuki bu ikram tam tamına mislidir. [benzer] Demek, tayın [erzak, yiyecek] ciheti galebe [üstün gelme] etti. Tayın [erzak, yiyecek] temini ise, mizanla [ölçü] olur.”

Sonra aynı akşamda, sadaka ciheti dahi hükmünü gösterdi. Biz gördük ki; ekmek on misli [benzer] ve tereyağı tatlısı o da on misli [benzer] ve kabak tatlısını çok sevmediği için kabak, patlıcan turşusu on misli, [benzer] memulün hilâfına, Risale-i Nur’dan İkinci Şuâın bir hafta mütalâasına mukabil bir mânevî ücret olarak geldi, gözümüzle gördük. Demek, kabak tatlısının tatlılığı, tereyağı-un helvasına girdi, kendisi turşuda kaldı.

Risale-i Nur şakirtlerinin, [öğrenci] hüsn-ü hizmetine [güzel hizmet] acele bir mükâfat gördükleri gibi, hizmette kusur edenler dahi tokat yediklerini—Isparta’da olduğu gibi—burada dahi gözümüzle gördük. Pek çok vukuatından beş-altısını beyan ediyoruz.

48

Birincisi: Ben, yani Tahsin, [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] birgün, yeni açtığımız dükkân meşgalesiyle bana emrolunan vazife-i Nuriyeyi [Risale-i Nur vazifesi] tembellik edip yapamadım. Aynı vakitte şefkatli bir tokat yedim. Dükkânda otururken birisi bana geldi, tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilmek için emanet olmak üzere yüz lira verdi. Bu paranın sahibine, Allah için bir hizmet yapmak üzere tebdil [başka bir şeyle değiştirme] için maliye sandığına gittim. Bu parayı sayarken, aralarında bir kalp [sahte para] lira bulundu. Bu yüzden ifadeye ve sual ve cevap ve muâhazeye [sorgulama, tenkit, kınama] mâruz kaldığım gibi, evimizi de taharrî [araştırma] etmek icap [gerekli kılma] etti. Beni mahkemeye verdiler. Fakat terbiye ve şefkat tokatı olmak cihetiyle, yine Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gösterdi, zararsız kurtulduk.

İkincisi: Üstadımıza ve Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] dört beş sene hizmet eden ve okutturan ve cidden taraftar bulunan bir zât, elinde dine ait bir gazeteyle geldi. Risale-i Nur’un mesleğine muhalif bir cereyanın sahiplerine taraftarâne bir tavır gösterdiği zaman, Üstadımın canı çok sıkıldı. Bir iki gün sonra şiddetli, fakat şefkatli bir tokat yedi. Bir doktor ona dedi ki: “Eğer ameliyat yaptırmazsan yüzde yüz ölüm var.” O da bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] ameliyat yaptırdı. Fakat şefkat ciheti imdada yetişerek, çabuk kurtuldu.

Üçüncüsü: Bir memur, Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] kemal-i iştiyakla okurdu. Hem Üstadla görüşmeye ve tam ders almaya çalışıyordu. Birden bir komiser tarafından ona evham verildi. O da görüşmeyi ve okumayı bırakıp başka bir şehre giderken, birden sebepsiz bir tarzda bir ayağı kırıldı, bir ay çekti. Yine şefkat yâr oldu ki, şimdi tekrar okumaya şevkle başladı.

Dördüncüsü: Ehemmiyetli bir zât Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] kemal-i takdirle okur, yazardı. Birden sebatsızlık [kalıcı olma, sabit kalma] gösterdi, şefkatsiz bir tokat yedi. Gayet meftun [aşık] olduğu refikası [arkadaş, yoldaş, yardımcı] vefatla ve iki oğlu da başka yere gitmesiyle acınacak bir hale girdi.

Beşincisi: Dört senedir Üstadın çarşı işinde hizmetine bakan bir zât, birden sadakati bırakıp mesleğini değiştirdi. Birden şefkatsiz bir tokat yedi. Bir senedir daha çekiyor.

Altıncısı: Bir hocaya ait bir hâdisedir. Belki helâl etmez. Biz de onu görmüyoruz. Tokatı şimdilik kaldı.

Bu vukuat nev’inden hem çok var. Hem Risale-i Nur’a karşı kusura binâen, tokat olduğundan kat’iyen [kesinlikle] şüphemiz kalmadı.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Emin, Tahsin, [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Hilmi.

Evet, tasdik ediyorum

Said Nursî

49

Hem Risale-i Nur’un suhuletle [kolaylıkla] intişarının [açığa çıkma, yayılma] bir kerametini, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bu mektubu yazdığımız zamanda ve yemekteki keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] dakikasında gözümüzle gördük. Şöyle ki:

Ehemmiyetli yedi sekiz risale ve İşârât-ı Kur’âniye Şuaını mühim bir mektupla beraber bir torbada, ehemmiyetli bir kardeşimize, bir şehre göndermiştik. Şoför o paketi düşürmüştü. Böyle bir zamanda böyle eserleri, münafıklar ve casuslar haber almadan, emin bir elle beş gün sonra elimize geçti. Kanaatimiz geldi ki, bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] bizi himaye ediyor.

Hem Risale-i Nur hakkında inâyet-i Rabbaniyenin lâtif [berrak, şirin, hoş] bir himâyeti de şudur ki:

Karanlık bir vaziyette, korkutan bir zamanda, casusların ve taharrî [araştırma] memurlarının tecessüsleri [gizlice araştırma] Üstadımızın menzilini sarması dakikasında, bir fare, Üstadımızın bir çorabını aldı. Ne kadar aradık, hiçbir yerde bulamadık. O farenin yuvasını gördük; kabil [mümkün] değil çorap oraya giremez. İki gün sonra gördük ki, o hayvan o çorabı getirmiş, öyle yere ki, saklanmış ve muhteviyatı unutulmuş olan mahrem mektupların ve evrakların tam yanında bırakılmış. Halbuki iki defa oraya bakmıştık, görememiştik. Hem o çorabı o yere getirmek, soba borusuna çıkıp yukarıdan olur. Gayet kurnaz ve zeki bir adam ancak o işi yapar. Hiçbir cihette tesadüf ihtimali kalmadığından, Üstadımız dedi: “Bu mektupları oradan kaldıracağız.”

Biz onlara baktık, gerçi siyasetle alâkaları yoktur. Fakat vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] casuslara, aleyhimizde habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapmaya [küçük bir şeyi büyütme, abartma] ehemmiyetli bir vesile olurdu. Biz hem onları, hem daha bahaneye medar [kaynak, dayanak] olabilen başka şeyleri kaldırdık. O heyecanımızdan casuslar haber alıp anladılar ki, hazırlandık. Daha hücum etmeden, yalnız ikinci gün Emin, elinde bir torbayla menzile girdi. Tam arkasında karakol komiseri, gizli, hissettirmeden girdi. Emin’in elinde, kitaplar yerinde yoğurdu gördü, tavrını değiştirdi.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] intişarına [açığa çıkma, yayılma] karşı gelen düşman ve casuslara mukabil bir tek fare çıktı, plânlarını zîr ü zeber [alt üst] etti.

 Tevfik (Evet), Ahmed [çokça medhedilen, övülen] (Evet), Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] (Evet), Hilmi (Evet), Feyzi (Evet), Said Nursî (Evet)

ba

50

Aziz Kardeşlerim!

Sizinle pekçok alâkadar ve görüşmeye çok müştakım [arzulu, aşırı istekli] ve vaziyetinizi bu soğuk kışta merak eder, hayalen sizin ile görüşürken bir-iki nokta hatıra geldi, beyan ediyorum.

Birincisi: On Dokuzuncu Sözün âhirinde Kur’ân’daki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tam tamına vardır. O hikmet şudur ki:

Herkes Kur’ân’a muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sûreye galiben [çoğunlukla] muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’âniye [Kur’ân-ı Kerimin maksatları, hedefleri, gayeleri] ekserî uzun sûrelerde derc [yerleştirme] edilerek, herbir sûre bir Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] (a.s.) gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve kuvvetli hüccetleri [delil] müteaddit [bir çok] risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Etse de tam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmia[bir konu hakkında yazılan çok kapsamlı eser] elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu meseleleri ondan okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalâasını tekrar eder.

İkinci nokta: Âyetü’l-Kübrâ‘dan [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] çıkan “Vird-i Ekber” namındaki Arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münâcâtın [Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)] başındaki âyetin tefsiri diye Arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa iyidir. Biz de nüshamızda yazdık.

Üçüncü nokta: Aziz kardeşlerim, çok defa kalbime geliyordu. “Neden İmam-ı Ali (r.a.) Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] ve bilhassa Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesine ehemmiyet vermiş?”

51

diye sırrını beklerdim. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] o sır ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:

Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] mümtaz [seçkin] bir hâsiyeti, [özellik] imanın en son ve en küllî istinad noktasını kuvvetli ve kat’î beyan edildiğinden, bu hâsiyet [özellik] Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinde fevkalâde parlak görünüyor. Bu acip asırda, mübareze-i küfür ve iman en son nokta-i istinada [dayanak noktası] sirayet [bulaşma] ederek ona dayandırıyor. Mesela, nasıl ki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sırada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdat ve kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek ehl-i iman [Allah’a inanan] taburunun kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] bozmak ve efradının [bireyler] tesanüdünü [dayanışma] kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhı [dayanak, sığınak] kendine temayül [eğilim gösterme] ettirerek ihtiyat [dikkat, tedbir] kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine [asker] karşı, cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] mahvetmeye çalıştığı bir hengâmda, [ân, zaman] Hızır gibi biri çıkar, der: “Meyus [ümitsiz] olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın [dayanak noktası] ve öyle mağlûp olmaz muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat [dikkat, tedbir] kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Kâinatı dağıtamayan onu dağıtamaz. Şimdilik mağlûbiyetin sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı mâneviyeye [mânevî kişilik] karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerden mânen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i mâneviyeyle [mânevî güç] bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve bir cemiyet hükmüne geçsin” dedi ve tam kanaat verdi.

Aynen öyle de, ehl-i imana [Allah’a inanan] hücum eden ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] bu asır cemaat zamanı olduğu cihetle, cemiyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve bir ruh-u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avâmın taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] olan itikadlarını [inanç] himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor

52

ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’aneyle gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusâne [ümitsiz] çabalarken, Risale-i Nur (Risaletü’n-Nur) Hızır gibi imdada yetişti. Kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden son ordusunuHaşiye gösterip ve ondan mukavemetsûz [dirençsiz] maddî, mânevî imdat getirmek hizmetinde harika bir emirber [emre hazır] neferi olarak “Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesini” İmam-ı Ali (r.a.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.

Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, tâ o sırrın bir hülâsa[esas, öz] görünsün.

Said Nursî

ba

53

 Emin ve Feyzi’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

(Risale’tü-Nur’a Ait Dört-Beş Kerâmetten Bahseder.)

Hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bize sebkat eden sadık, hâlis, metin, [sağlam] vefakâr kardeşlerimizden mübarek Hüsrev ve Rüştü gibi zâtlar, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] hâdimlerine ve vazifelerinin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir emare olan, ihsan [bağış] olunan bereket hakkında müteaddit [bir çok] fıkralar [bölüm] yazmışlar. Biz de, bu kardeşlerimizin fıkraları [bölüm] gibi bu yakın zamanda beraber tezahür eden, gördüğümüz bazı hâdisâtı kaydedeceğiz. Hem nümune için yalnız bir kısmını beyan ederiz.

Birincisi: Bu yakında Üstadımızla beraber kıra çıkmıştık. Çay yapılmasını, hem ikişer çay, üçer şekerle içilmesini emir buyurdular. Hepimiz, üçer şekerle ikişer çay içtik. Yalnız Emin kardeşimiz bir şeker kendisine noksan olarak içmiş. Akşam üzeri, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] menba-ı intişarı olan Üstadımızın odasına geldik. Emin, şeker kutusuna sarf olan şekerleri koymak istemiş, fakat kutu sekiz şekerden fazla almamış. Emin, “Fesübhânallah[“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] der. “On yedi şeker yerine kutu sekiz şekerle dolsun.” diye taaccüp ettik. Bu vâkıa, bize şuhud [görme] derecesinde kanaat verdi ki, şu sırr-ı bereket, Risale-i Nur hâdimlerine bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir iltifat-ı Rabbaniyedir.

İkincisi: Yine aynı günde ben, yani Mehmed Feyzi, evvelce yazıp Üstada teslim ettiğim “Hücümat-ı Sitte risalesi”ni bana vermek için sakladığı yerden ararken, fevkalâde bir surette, bulunmaz. Birden o anda, âdetlerinin hilâfına olarak, hiç vuku bulmamış bir tarzda, bir hâdise zuhuruyla gözlüklerini bırakarak merdivene müteveccih [yönelen] olurlar. Aynı vakitte Risale-i Nur’un intişarına [açığa çıkma, yayılma] ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir adamın merdivene doğru, zahiren ziyaret maksadıyla geldiği görülür. Üstadımızın telâşlı olduğunu hisseder. Hem Üstadımız, onun nazarını öteki hâdise-i bedeniyeye çevirir, ona der ki: “Görüyorsun ben

54

mâzurum, ziyareti başka vakte bırak.” O da döner, gider. Hem “Hücumat-ı Sitte“, [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] hem Mehmed Feyzi, hem başka işlerimiz o tecessüsten [gizlice araştırma] kurtuldu.

Evet, “Hücümat-ı Sitte” saklandığı muayyen yerinde fevkalâde bir surette kaybolması, ehemmiyetli bir hâdisenin önünü aldı. Üstada ârız [ortaya çıkma] olan bu hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] hâlet [durum] ve o risalenin yerinde bulunmaması kat’iyen [kesinlikle] tesadüfe hamledilmez. Bir hafta sonra o risaleyi hilâf-ı me’mul bir yerde bulduk. Üstadımızın emriyle Emin kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstadımız izahat veriyordu. O vakte kadar böyle mühim ve tesirli ders almamıştık. Demek bu iki mühim sırra binaen risale kendini göstermedi. Bu hâdise, Risale-i Nur’un sâdık ve ihlâslı şakirtleri [öğrenci] daima bir hıfz-ı inâyet ve himâyet altında olduklarına şüphe bırakmıyor.

Üçüncüsü: Yine bir vak’a-yı bereket. Üstadımızın bir okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] (1 kilo 220 gram) peyniri vardı. Ekser günlerde o peynirden hoşuna gittiği için, bir iki defa yiyordu. Bize de veriyordu. Hem yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde, altı ay kadar devam ettiğini ve halen de, yüz dirhem kadar o peynirden bulunduğunu görüp yakinen tasdik ediyoruz. Fakat bu hâdise-i bereketin ifşâsından sonra, evvelce görülmeyen dibi görünmeye başladı, noksaniyetini gösterdi. Evet, bereket hususunda şâyân-ı hayret bir hâdisedir. Hem yarım kilo tereyağı, ekser günlerde fazlaca sarf olunduğu halde, elli güne yakın devamı ile anladık ki, şüphesiz bir bereket içine girmiş.

Hem yine aynı Ramazan Bayramında Üstadın rızası olmadığı halde, Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve ben—yani Emin—bir kilo kadar ince şeker getirmiştik. Ekser yoğurt ve süt ve tatlı kabağa ve sair şeylere, bazan yirmi otuz dirhemden fazla kattıkları halde, beş ay devam etti, hâlen [davranışla] o şekerden yüz dirhem kadar kalması, elbette bereket sebebiyledir.

Hem bu havalideki şakirtler, [öğrenci] herkes cüz’î-küllî [ferd-tür (kapsamlı varlık)] hissetmiş ve itiraf ediyorlar ki: Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] çalıştığımız zaman, hem rızkımızda bereket ve suhulet, [kolaylık] hem kalbimizde bir inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] ve ferah zâhiren hissediyoruz. Ezcümle ben kendim—yani Emin—itiraf ediyorum ki, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] dairesine girmezden evvel, bütün sene çalışırdım. Ne vakit Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] dairesine girdim; beş seneden beri üç

55

dört ay kadar çalıştığım halde, evvelkinden daha müferrah [ferah duyan, huzurlu] ve daha mes’ut bir halde yaşamaklığım, yüzde yüz Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hizmetinin bereketiyle olduğuna hiç şüphem yoktur.Haşiye [dipnot]

Hem ezcümle, Üstadımız diyor ki: “Benim de kanaat-ı kat’iyem [kesin kanaat, inanma] çok tecrübelerle gelmiş ki, ben Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] tashihatıyla meşgul olduğum zaman, pek zahir bir tarzda, hem rızkımda bereket, hem suhûlet [kolaylık] görüyordum. Ne vakit çalışmazsam o hali göremiyordum.”

Hem Üstadımız diyor ve biz de tasdik ediyoruz ki: “Ben son zamanda anladım. Şimdiye kadar hem ben, hem dostlarım bir hakikatin suretini başka şekilde görmüşüz. Şöyle ki: Hapishanede bir tek ekmek, sekiz ve bazan on gün bana kâfi [yeterli] geldiği gibi, burada da aynen o tarzda yaşıyordum. Hem ben, hem kardeşlerim, bunu benim az yemek ve iştahsızlığıma [şiddetli istek, arzu] veriyorduk. Halbuki, çok emârelerle kat’iyen [kesinlikle] anladık ki, o acip hal bereket neticesiymiş. Birkaç defa sekiz günde bana kâfi [yeterli] gelen bir ekmeği, aynı iştahla [şiddetli istek, arzu] çalışmadığımdan berekete mazhar [erişme, nail olma] olmadığım zaman iki günde, bazan bir buçuk günde bitiriyordum. Demek, bu on altı, on yedi seneden beri benim mükemmel tayınatım, [erzak, yiyecek] Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] hizmetinden gelen bir bereket idi.”

Evet, bize de aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde kanaat gelmiş ki, bu kesretli [çokluk] hâdisât-ı bereket, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] bir şuâıdır. Mânen der:

“Ey Kur’ân’ın şakirtleri! [öğrenci] Sizi vazife-i mukaddesenizden ekseriyetle geri bırakan, maişet [geçim] telâşesidir. O ise, Kur’ân’ın feyziyle, bereket nev’inden size veriliyor. Vazifenize bakınız.”

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَبِحُرْمَةِ رَسُولِكَ اْلاَكْرَمِ يَسِّرْلَنَا خِدْمَةَ الْقُرْاٰنِ بِنَشْرِ رِسَالَةِ النُّورِ بِالدَّوَامِ بَيْنَ اْلاَنَامِ فِى عَالَمِ اْلاِسْلاَمِ اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ * 1

56

Hem hâdisât-ı bereketin aynı zamanında, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olarak, bir şakirdinin [talebe, öğrenci] binler lira kıymetinde hanesinin, ona pek yakın dehşetli bir yangından fevkalme’mul [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] bir surette Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] bereketiyle kurtulması ve Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] tercümanına âhiret cihetinde çok alâkadarlık gösteren bir hanım, o dehşetli yangında hanesinin üçüncü katında bulunan elmas ve mücevherat [kıymetli taşlar] ve altınlarını kurtarmak için koşup çıktığı vakit, ateş her tarafını sarmış, elmas ve mücevheratını [kıymetli taşlar] kurtaramadığı gibi, kendi nefsini de bütün bütün tehlike-i kat’iyede gördüğü vakitte, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] tercümanı, o ateşten talebesinin hanesini kurtarmasına şiddetli dua ederken, o biçare hanım hatırına gelmiş; “Acaba o yangında o âhiret hemşirem bulunmasın?” diye ona da Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] şefaatçi edip dua etmiş. “Yâ Rabbi, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ım] ona merhamet eyle” niyaz etmiş. Aynı zamanda, o hanım pencereyi kırmış, kendini iki kat yükseklikten avluya atmış, fevkalâde bir surette ne incinmiş, ne de bir yeri kırılmış. Hem, bakır ve demiri eriten o dehşetli ve şiddetli yangından, bütün konak yandıktan sonra bütün mücevheratını [kıymetli taşlar] ve altınını, hiçbiri zayi olmayarak bir un onu muhafaza etmiş, bulmuş, almış. Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] bereketinden, hem canını, hem malını kurtarmış. Hem mezkûr [adı geçen] hâdisâtın aynı zamanında vuku bulması münasebetiyle, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] kerametkârâne [keramet göstererek] iki tokadını yiyen, aynı anda, vazifece ehemmiyetli iki mütecaviz [aşkın] ve muacciz [rahatsız edici] iki adamın tecavüz ve tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] anında birisinin kafasına, diğerinin ciğerine vurması,Haşiye bizde hiçbir şüphe bırakmadı ki, hizmet-i Kur’âniyedeki [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] inâyet-i Rabbaniyenin bir hıfz ve himâyet sillesidir. [tokat] “Artık durunuz, yeter! Tokata müstehak oldunuz” diye mânen söylemesidir.

 Risaletü’n-Nur Şâkirdlerinden [Allah’a şükreden]

 Emin ve Feyzi

ba

57

 Mehmed Feyzi’nin yediği şefkat tokadıdır.

Evet, Üstadım bana “Mu’cizat-ı Ahmediyeyi [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] kardeşim Hüsrev tarzında yaz” diyordu. Ben, yani Feyzi, bir parça tembellik ettim. Birden yirmi sekizlilerle askere istenildim. Yine Üstadım dedi: “Git, Mu’cizat-ı Ahmediyeyi [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) yaz. Seni şimdi vermeyeceğim.” Sonra başladım. O emir bir hafta geri kaldı. Tekrar bir ârıza ile nasılsa Mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) yazılması noksanlaştı. Tekrar askere çağrıldım. Üstadım “Git, yaz” dedi. Ben gidip kemal-i ciddiyet ve sadakatle Mu’cizat-ı Ahmediyeyi [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) yazmaya başladım. Fevkalme’mul [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] ikinci defa emir geri kaldı. Tekrar bir mazerete binaen Mu’cizat-ı Ahmediyeyi [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) yazamadım. Üstadım dedi: “Madem Mu’cizat-ı Ahmediyeyi [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) yazmakta tekâsül ettin, şimdi senin vazifen Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hesabına askerliktedir.” Birden emir gelip bir şefkat tokadı yiyip vazifeme gönderildim. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükürler olsun, mümkün olduğu kadar Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] çalıştım ve çalıştırıldım. Üstadım bize söylediği gibi, altı-yedi ay sonra terhis edilip sevgili Üstadıma, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifesine kavuştum. İnşaallah bu kabahatim affolmuştur. Hem Risaletü’n-Nur’da, [Risale-i Nur] hem hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bizleri sebkat eden Hüsrev, Rüştü, Hafız Ali, Hulusi, Sabri gibi hâlis Kur’ân şakirtlerini [öğrenci] ve kıymettar kardeşlerimi şefaatçi ederek o kusurumun affını bütün ruhumla Kur’ân’dan ve Üstadımdan rica [ümit] ediyorum. Ben itiraf ediyorum ki, tembelliğimin cezası olarak fevkalme’mul [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] bir şefkat tokadı yedim.

Risale-i Nur’un tembel bir şakirdi, [talebe, öğrenci] fakat elmas kalemli kardeşlerinin gayret ve faaliyetiyle iftihar eden

 Mehmed Feyzi

ba

58

Risale-i Nur şakirdlerinden [talebe, öğrenci] Mehmed Feyzi ve emsaline hitaben beyan edilen bir hakikattir.

Kardeşim Feyzi!

Madem sen Isparta vilâyetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın. Eskişehir Hapishanesinde—Allah rahmet etsin—mühim bir şeyh-i mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zât, dört ay mütemadiyen Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] elli altmış şakirtleri [öğrenci] içinde ve celbkârâne onların içlerinde sohbet ettiği halde, yalnız birtek şakirdi [talebe, öğrenci] muvakkaten [geçici] kendine çekebildi. Mütebakisi, [geri kalan kısım] o cazibedar şeyhe karşı müstağni [çok üstün ve ötede bulunan] kaldılar. Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi [iman hizmeti] onlara kâfi [yeterli] olarak kanaat veriyordu.

O şakirtlerin [öğrenci] gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risaletü’n-Nura [elçilik, peygamberlik] hizmet eden, imanını kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velâyet [velilik] mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak, on mü’mini velâyet [velilik] derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz [yer küre, dünya] kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velâyet [velilik] ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı velî yapmaktan daha sevaptır.

İşte bu dakik [derin ve ince] sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara—belki eğer olsaydı müctehidlere—dahi tercih ettiler.

Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, [esas, önder, direk, eksen] bir gavs-ı âzam gelse, dese; “Seni on günde velâyet [velilik] derecesine çıkaracağım.” Sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.

Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] bu zamanda Sünnet-i Seniyye dairesinde kemâl-i imanı [tam ve mükemmel bir iman] kazanan Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] evliyaların, mürşidlerin nazar-ı dikkatini celbedecek

59

vaziyeti aldığından, her zamanda bulunan hakikî mürşidler, herhalde bu zamanda Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtlerine [öğrenci] müşteri olurlar. Birisini elde etseler, yirmi mürid kadar kıymet verirler. Hem zevkli ve cazibedar velâyet [velilik] tereşşuhatı [belirti] karşısında Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] hizmetindeki meşakkat, mücahede, [Allah yolunda cihad etme] külfet bulunduğundan, Feyzi’ye hitaben beyan edilen bu hakikat kaleme alındı.

Said Nursî

ba

 Hüsrev’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz Üstadım,

Yüksek ve ciddî irşadlarınızla [doğru yol gösterme] adım atmayı en büyük bir maksat bilen talebeleriniz, son zamanlarda şâyân-ı şükran bir vaziyete girdiler. Hulusi-i Sâni, beş-on arkadaşıyla; Hafız Ali, civarındaki yirmi-yirmi beş arkadaşıyla; Mübarekler, otuz-otuz beş refikleriyle [arkadaş, yoldaş, yardımcı] ve bilhassa Hacı Hafız Köyünde Ahmed‘ler [çokça medhedilen, övülen] ve Mehmed’lerin çok hâlis gayretleriyle umumiyet itibarıyla, hem hiç mübalâğasız bin kalemle, belki daha fazla, en geride kalan Isparta’da ise kahraman Rüştü’nün ve risaleleri kendine tamamen yazan Mehmed Zühtü’nün ve Küçük Ali’nin ve Osman Nuri gibi faal talebelerin gayret ve himmetleriyle [ciddi gayret] otuz ile kırk arasında, hattâ bir cihette mümtaziyet [seçkin] kazanan Mehmed Zühdü’nün [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] Küçük Hafız Ali gibi hem Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] yazarak hem kendi evinde yüz elli kadar çocuğu serbest olarak üç aydan beri okutmasıyla ve civarında diğer köylerde bulunan on beş yirmişer arkadaşlarıyla talebeleriniz, Kur’ânî hizmetlerinde gayretli bir surette çalışmaktadırlar. Mübareklerin yazdıkları gibi, dört köyde dört ay zarfında, elifba okumayan kırk elli adam, Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] mükemmel yazmaya muvaffak olmaları harika bir keramet-i Risaletü’n-Nur olduğuna kanaatimiz geldi.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Hüsrev

ba

60

Hulusi Beyin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz Üstadım,

On Dokuzuncu Mektubu bir mecliste ve bir Cuma gecesi okumak niyetiyle üzerime almıştım. Şiddetli yağmurlu bir gece idi. O mecliste okumak üzere elimi cebime koydum, o mübarek eser yerinde olmadığını hayretle gördüm. Eseri koyduğum cep yırtık ve delik olmadığı gibi, ben de başka hiçbir yerde durmadığıma göre bu hale hayret etmemek kabil [mümkün] mi? O geceyi uykusuz geçirdim, müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum. Hazret-i Gavstan bu mübarek eseri istedim. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] ertesi günü, bu eseri dinlemekle namaza başlamış olan bir muallim vasıtasıyla bulundu. Şakır şakır yağmur altında ve çamur içinde bu mübarek eser bulunsa bile artık okunmayacak derecede olacağını tahmin edersiniz, değil mi? Şâyân-ı hayret ve câ-yı dikkat [dikkat çekici] ve medâr-ı ibrettir [ibret kaynağı] ki, en ufak bir leke bile olmamıştır. Hafız-ı Hakikî, o mübarek eseri, ona mânen ve cidden bağlı olanlar gibi muhafaza buyurmuş. Hafîz ve Alîm ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] isimlerinin zâhir bir tecellisi böylece lemean etmiş oldu.

 Hulûsi

ba

Mahrem olan sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 da, cifirle istihracım [çıkarma] aynen Münâzarat risalesinde, “Bir nur çıkacak, göreceğiz?” diye gaybî müjdelerdeki gibi, ilhamî [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve hak bir hakikati fikrimle tatbikatımda bir kusur vardı. O kusur beni bir zaman düşündürüyordu. Münâzarât ve Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] gibi risalelerdeki müjde-i nuriyeyi Risale-i Nur halletti. Daire-i siyasiye yerine, yüksek bir daire-i nuriyeyle [Risale-i Nur dairesi] o kusuru izale [giderme] ettiği gibi, mahrem sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا da, on iki, on üç sene sonra “İslâmiyete

61

darbe vuranların başlarına öyle müthiş bir patlayış olacak ki, kıyamete kadar unutulmayacak” meâlindeki istihrac-ı cifrî çok geniş bir dairede olduğu halde, nur sırrının aksine olarak, dar bir dairede ve hususî bir hükûmette tatbik etmek suretiyle, fikrim o geniş daireyi ihata [herşeyi kuşatma] edemeyerek o hakikatin suretini değiştirmiş. Halbuki o istihracın [çıkarma] gösterdiği aynı tarihte, o rejimin müessisi [tesis eden, kuran] ve başı dünyadan göçtü, darbesini yedi. Ve aynı senede, perde altında bilinmeyen ve küre-i arzın [yer küre, dünya] ekserini ve nev-i beşerin kısm-ı âzamını [büyük bir kısmı] istibdadı [baskı ve zulüm] altına alan bir müthiş cereyanın düğümü ve düğmesi ve mânen başı ve en müthiş olan o göçüp giden adam tokat yediği aynı zamanda, daha sene tamam olmadan, o müthiş cereyanın bütün başları ve taraftarları öyle semavî ve müthiş tokatlara ve şiddetli fırtınalı musibetlere tutulmaya başladılar ki; kıyamete kadar azâbını çekecekler ve çekiyorlar. Ve edyân-ı semâviye [İlâhî dinler] ve İslâmiyete ettikleri cinayetlerin cezasını çok geniş bir dâirede gördüler ve görüyorlar. Mimsiz medeniyetin [“deniyet”, aşağılık] bu istifrağ [kusma; içindekini dökme, boşaltma] ve kusması ile dünyayı mülevves [kirli, pis] ettikleri için, aynı istihracın [çıkarma] gösterdiği tarihte, o medeniyetin başına öyle bir semavî tokat indi ki, en karanlık vahşetten daha aşağı indirdi.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 da çok geniş bir dâire, dar bir dâirede tatbik edilmiş. Nur müjdesi ise, dar ve mânevî, fakat yüksek bir daireyi geniş ve maddî bir daire suretinde tasvir edilmiş. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükür ediyorum ki, bu iki kusurumu يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ 2 sırrına mazhar [erişme, nail olma] eyledi.

Said Nursî

ba

62

 Hüsrev’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Çok kıymettar ve çok sevgili Üstadım efendim,

Hazret-i İsâ aleyhisselâmla Deccal hakkındaki ehâdîs-i müteşabiheden bir hadîsin üç cihetle hakiki tevilini beyan ve izah eden Mehmed Feyzi ve Emin kardeşlerimizin mübarek fıkralarını [bölüm] Sabri kardeşim göndermiş; bugün aldım, okudum. Bu hadis-i şerifin meâline ve hakiki tevillerine o kadar muhtaçmışım ki, kızgın kum sahralarında senelerden beri susamışlara âb-ı hayat [hayat suyu] uzatır gibi ruh ve kalbim bir taze hayat buldu. Derinden derine nefes aldım, bütün letâiflerim [duygular] sürurla [mutluluk] doldu, zâhirî cesedimden mânevî kalbime kadar sirayet [bulaşma] etti. Sevgili Üstadımız talebelerini ve Kastamonulu kardeşlerimiz de bizleri lütuflarıyla doyurduklarından, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükrettim. Başta sevgili Üstadım, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] kerametine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve bu fıkranın [bölüm] feyzine bakan üç ikram ile karşılaştık.

Birincisi: Mektubunu birlikte takdim ettiğim Sabri kardeşimiz, bu âli [yüce] fıkra [bölüm] eline vâsıl olacağı anda, bir diğer kardeşine hâdisattan bahsederken bu fıkranın [bölüm] münderecatını anlatması…

İkincisi: Bu hakir talebeniz Hüsrev de, bu fıkranın [bölüm] vusulünden [kavuşma, erişme] birgün evvel Re’fet Beyle konuşurken demiştim: “Aziz Re’fet, biz Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nüzulüne intizar [bekleme] ediyoruz. Bu peygamber-i âlişân, din lehinde [tarafında] hareket eden cereyanın başlarına nüzul etse gerektir; ve o millet de Müslüman olacaktır. Sevgili Üstadımızın son mektuplarından böyle anlıyorum. Bu hususta ümidim kuvvetlidir. İnşaallah öyle de olacaktır” demiştim.

Üçüncüsü: Atabeyli kardeşlerimin sevgili Üstadıma yazdıkları mektup ki, onu da bu akşam aldım, okudum, çok acip gördüm. O kardeşlerim de Osman Halidî’nin bahsettiği müceddid-i din ve o şerefe Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nâil ettiği zâtı da sevgili Üstadımız olan Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] olduğundan bahsediyorlar. O mektubu da birlikte takdim ettim.

Evet muhterem Üstadım, bugünlerde Risaletü’n-Nur’un, [elçilik, peygamberlik] fevkalâde faaliyeti içinde çok kerametlerini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] müşahede ediyoruz. Hattâ şöyle diyebilirim ki: Herbir

63

talebeniz, başlı başına, birer birer, belki de kerratla [defalarca] böyle ikrama ve böyle in’âma [nimet verme] mazhardırlar.

Milaslı Mehmed Efendi, “Bir karyede, [köy] bin kalemle Nur’a sarılan kardeşlerimizin köyündeki faaliyeti biraz mübalâğalı [abartılı] görmüşler. Ben onun tahkiki [araştırma, inceleme] için geldim” dedi. Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] idi ki, bu köyün kıymetli faal bir talebesi Marangoz Ahmed [çokça medhedilen, övülen] yanımda idi. Ben dedim: Vâkıa ben bu köye gitmedim, kardeşlerimden soruyorum, onlar da diyordu: “Kadın-erkek, çoluk-çocuk, Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] yazan bin kalem vardır.” Sonra Marangoz Ahmed [çokça medhedilen, övülen] dedi ki: “Bizim köyümüz üç yüz elli hanedir. İki hoca, bir hacı, üç adamdan başka bütün evlerimize Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] girmiştir. Kadınlara, kız çocuklarına varıncaya kadar yazıyorlar. Hattâ ümmîlerden, kırk yaşından yukarı yazı yazan on kadar kardeşimiz vardır” cevabında bulundu. Milaslı Mehmed Efendi bu faaliyete hayran oldu.

Talebeniz

 Hüsrev

ba

Risale-i Nur’un beş talebesinin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Isparta’nın saf menâbi-i ilmiyesinden bir zât ki, tarikat-ı aliye-i Nakşiyye rüesâsından [reisler, başkanlar] ve bin iki yüz doksan iki veya bin iki yüz doksan üç arasında dâr-ı bekaya [sonsuzluk âlemi, âhiret] teşrif [şeref verme] buyuran Beşkazalızade Osman Hâlidî Hazretleri, meslek-i ilmiye [ilim mesleği] ve ameliyesiyle alâkadarane keşfiyat [keşifler] ve hadisatını bir hüccet-i katıa [kesin delil] gibi vârislerine [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] vasiyet ve mahz-ı tebşiratlarını şöylece tevarüs eylemiştir. Hattâ Üstad-ı muhteremimizin [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] tevellüdüne [doğma] tam isabetli olarak, tarih-i mezkûrda “İmanı kurtaran bir müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] çıkacak; o da bu sene tevellüd [doğma] etmiş” demiş. Bundan başka, dört evlâdından birisinin o zât ile müşerref ve mülâkî olacağını ilâve etmiştir. Bu beyanat-ı hakikiye şöylece cereyan etmiştir:

Bin üç yüz yirmi yedi Rûmî senesi Atabey’de sünnet ve hıfz cemiyetlerinden birinde müşarün ileyh Osman Hâlidî Hazretlerinin evlâtlarından sonuncusu Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendi merhumdan, “Müceddid, [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] diyorsunuz. Nerede ve kimdir?”

64

İrad olunan suale cevaben, “Evet, şimdi mevcuttur ve hem otuz beş yaşlarındadır” demiştir.

Saniyen: [ikinci olarak] Isparta’nın Yenice Mahallesinden ve kardeşlerimizden Nuri tarafından merhum mumaileyh [kendisine işaret edilen, ismi önce geçen] Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendiden “Pederiniz, ‘Benim evlâdımdan birisi o müceddidle [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] mükâleme [karşılıklı konuşma] ve musafahada [el sıkışma, kucaklaşma] olacaktır’ demiş. Nasıldır?” diye sorulmuş. Cevaben, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendi merhumun “Evet doğrudur. Ben onunla görüştüm” cevabında bulunması, işbu keşfiyat [keşifler] ve beyanata medar [kaynak, dayanak] olmuştur. Müşarün ileyh Osman Hâlidî Hazretlerinin müstesna tesbihat ve tahmidatının [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] biri, وَاَنْ لَيْسَ لِلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعٰى 1 âyet-i kerimesinin fazl-ı tevfikine sığınarak, Isparta’nın cenubunda, [güney] dağda Sidre nam mevkide erbaîn eyyâm-ı mübarekesini tes’id ve hasr-ı tesbihata niyetle kırk günlük iaşeye tahsis ettiği ki, herbir gün için elli dirhem miktarında bir bezdirme ekmeğinden kırk tane olan bir tahsisatı bir-iki günde yer ve kırk gün de daha yemek yemeden o mevki-i mahsusada imrar-ı evkat ve tesbihatta bulunurlar. İkmalinde, geri avdetlerinde [geri dönme] mübarek dudakları birbirine yapışır, bıçakla tekrar açarlar. Biraz ileride şu asr-ı hâzırın uğradığı ve uğrayacağı kaviyyen [kuvvetle] me’mul [beklenilen, ümid edilen] ve melhuz olan sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve atâlete [hareketsizlik] rağmen düstur-u şüyuhatını tahdit ve ancak anâsır-ı mecrûha cerrahını unutmayıp ve ihmal dahi etmeyerek şehadet-i kat’iyesini gösterip sahife-i hayatını [hayat sayfası] bin iki yüz doksan ikide imzalamıştır.

Van’da tesisine başlanan Medrese-i Zehranın tehiri, “Doktor hastaya elzemdir” fehvasıyla, on dokuz bin altın tahsisat ve arkasında Sultan Reşad, daha

65

beride iki yüz meb’ustan yüz altmış küsurun inzimam-ı reyi yüz elli bin banknot kabul ettikleri halde, maddeten mevki-i fiile isal [ulaştırmak] edilememiş. Herhalde Hakîm-i Mutlak, [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] daha ahsen [daha güzel] suretini dilemiş ki, o Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] lûtfuyla, maddiyata minnet etmeden, هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 elhamdü lillâh, Isparta’da Risale-i Nur’un telifine [kaleme alma] menba olması ve mânevî Medresetü’z-Zehra hükmüne geçmesi, pâyansız kusurlarımızın belki de setrine [örtme] inşaallah [Allah dilerse] vesile olmasını Cenâb-ı Erhamürrâhimînden [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dileyerek, işbu destgâh-ı mânevîyi tahkîmen Osman-ı Hâlidî’nin kıymettar ve mânidar, sadık ve meşhur ihbaratının hedef ve masruf-u lehi günden daha âşikâr bir halde zuhur etmiştir.

Şu mütevâli vekayi-i müsbete biz âciz hizmetçilere vazife-i aslîmizde ayrıca nazar-ı dikkati celbettiğine [dikkat çekme] muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olduktan sonra, bin hamd ü sena ile huzur-u Üstada birer birer vücud-u mânevîmizle [mânevî varlık] arz-ı endam [boy gösterme] eder ve mübarek ellerini öperiz. Aynı gayeye yardıma koşan ve aynı destgâhın [iş yeri] alâkadarları olan Küçük Hüsrev ve Feyzi, Nazif, [temiz, pak] Emin, Tahsin, [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Tevfik, [başarı] Hilmi gibi kardeşlerimize arz ederiz.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Hasan, Osman, Tahirî, Abdullah, Hulusi-i Sâni Sabri

ba

Aziz kardeşlerim!

Bugünlerde, tefsirin ve Onuncu Sözün tevafukatına [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] baktım. Kendi kendime dedim ki: Bu ziyade tafsilât [ayrıntılar] israftır. Ehemmiyetli meseleler çoktur, vakit zayi olmasın.

66

Birden ihtar edildi ki: O tevafuk altında çok ehemmiyetli meseleler vardır. Hem madem tevafukta bir inâyet-i hâssa [özel ilgi, yardım] ve iltifat-ı Rahmanî Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] karşı tezahür etmiş, o iltifata karşı hiss-i şükran ve memnuniyet ve müteşekkirâne [teşekkür ederek] sevinç ne kadar ifratkârâne [ölçüyü aşan, ileri giden bir tarzda] de olsa israf olamaz. Bu ihtar mücmelini [kısa, kısaca] iki cihetle izah edeceğim.

Birincisi: Herşeyde—ne kadar cüz’î [ferdî, küçük] olsa da—bir kast ve iradenin cilvesi bulunmasıdır; tesadüf, hakikî olarak bulunmamasıdır. Evet, kesretin [çokluk] en dağınık ve en ziyade tesadüfe verilen kelimattaki [ifadeler, sözler] hurufatın [harfler] vaziyetleridir. Hususan kitabette, [yazım] madem hiç münasebeti olmayan ve ihtiyar-ı beşer karışmayan hurufatın [harfler] vaziyetlerinde bir tenasüp, [uygunluk] bir nizam bulunuyor; elbette bir irade-i gaybiye tahtında vaziyetler veriliyor.

Hiç birşey daire-i ilim [ilim dairesi] ve kudretinden hariç olmadığı gibi, daire-i irade ve meşietinden [dilek, arzu] dahi hariç değildir ki, böyle cüz’î [ferdî, küçük] ve dağınık şeylerde dahi bir tenasüp [uygunluk] gözetiliyor ve tanzim ediliyor. Ve o tanzim içinde irade-i âmme cilvesinden, bir inâyet-i hassa [özel yardım] suretinde, Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] bir imtiyaz nev’inden hususî bir teveccüh [ilgi] görülmüş. Ben, bu derin meseleyi tam görmek için İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tevafukatına [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] dikkat ettim ve kat’î bir kanaatle o sırrı bildim ve hissettim.

İkincisi: Nasıl ki çok mübarek ve kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] büyük bir zât, gayet fakir ve muhtaç bir adama, ümit edilmediği bir tarzda, iltifatkârane, bir kapta, bazı kâğıtlara sarılı bir hediye ihsan [bağış] etse, elbette o bîçare adam, o pek büyük zâta karşı hediyesinin binler mislinden [benzer] fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan o hediyeyle gösterilen iltifata karşı ne kadar teşekkürde israf ve ifrat [aşırılık] etse de makbuldür. Ve o çok mübarek zâtın hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük [bereket vesilesi] deyip şeker gibi yese, hattâ o hediye içindeki cevizlerin kabuklarını da teberrük [bereket vesilesi] diye ekmek gibi yese ve başına koysa, israf olmadığı gibi; Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] yüzünde irade-i âmmede, inâyet-i hâssa [özel ilgi, yardım] iltifatı, tevafuk zarfıyla ihsan [bağış] edilmiş.

67

Elbette tevafuka dair tafsilât, [ayrıntılar] tasvirat, [tasvirler, anlatımlar] fiilî teşekküratın [teşekkürler] bir nev’idir ve sevincin ve minnettarlığın heyecanlı bir tereşşuhatıdır. [belirti] Evet, böyle bir zâtın iltifatını gösteren maddî kırk para ihsanına [bağış] karşı kırk bin liraya değer, iltifatına karşı ne kadar teşekkür eylese israf değil.

Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin fevkalâde sadakat ve ulüvv-ü himmetinizden [çok gayretli olmak, yüksek himmet sahibi olmak] tereşşuh [sızma/sızıntı] eden bir hafta evvelki mektubunuza karşı hüsn-ü zannınızı [güzel düşünce] bir derece cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] eden benim cevabımın hikmeti şudur ki:

Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.

Hem üç mesele var: biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en âzamı, iman meselesidir.

Fakat, şimdi umumun nazarında ve hal-i âlem [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] ilcaatında [mecburiyetler, zorlamalar] en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğünden, o zât şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum rû-yi zeminde [yeryüzü] vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] muvafık gelmediğinden, herhalde en a’zam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; tâ ki iman hizmeti safvetini [arılık, berraklık] umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk [gerçekleşme] etsin.

Hem de, yirmi seneden beri tahribkâr eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] altında o derece ahlâk bozulmuş, o derece metanet [gayret, kararlılık] ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acip hâlâta [durumlar, haller] karşı çok fevkalâde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanet [gayret, kararlılık] ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm [neticesiz] kalır, zarar verir.

68

Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakiyetli [başarı] hizmet Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtlerinin [öğrenci] çalıştıkları daireleri içindeki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmettir. Her neyse… Şimdilik bu mesele bu kadar yeter.

Said Nursî

ba

 Hüsrev’in mektubundan bir fıkradır. [bölüm]

Evet, Üstadım, gözümüzle görüyoruz ki: Ehl-i tarikat, [bir tarikata bağlı olanlar] bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] dayanamamışlar; hem girmişler, içinden çıkamıyorlar, hem sâlikleri [bir yolu ve yöntemi takip eden] ondan bir ikiye inmiş. Hem onlar da itiraf ediyorlar ki: Zevklerinden, cezb [çekme] edici güzelliklerinden ellerinde çok şeyleri kalmamış. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sırf bir ihsanı [bağış] olarak Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] parlak, nuranî nâsiyesini müşahede ediyoruz ki, in’ikâs [yansıma] eden lemeat[parıltılar] Nuriyesi bütün ihtiyacımıza kâfi [yeterli] ve vâfi [yeterli] geliyor, herkesi hayrette bırakıyor. Hem, ehl-i bid’a[dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] serfüru [baş eğme] ettiriyor. Öylelerin lisanlarından, nedamet [pişmanlık] ve teessüfü [eseflenme, üzülme] ifade eden “Bilmemişiz!” kelimeleri dökülüyor.

Muhitimizde, Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] karşı câzibedar ve çok âli [yüce] hakikatlerinden başka ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] lisanları susmuş; güya karanlıklı girdaplara sokulmuşlar, konuşuyorlar. Konuşsalar da tesirleri kalmamıştır. Câzibedar ve i’cazkâr [mu’cizeli] lisanıyla ancak Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] konuşuyor. Bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] zulmetlerine karşı ancak onun talebeleri kuvvet-i imanla [iman gücü] çelikten bir kal’a [kale] gibi duruyorlar. Hem öyle fevkalâde fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapıyor ve öyle harikulâde bir surette emir ve nehy-i Kur’ânîyi temessük [sarılma] ettiriyor ki, pek çok müşahedatımızdan [gözlem yapmalar] yalnız birisini bin kalemli kardeşimiz söylüyorlar ki… Sükût.

 Hüsrev

ba

69

 Kâtip Osman’ın rüyasına ait bir fıkrasıdır. [bölüm]

Şâbân-ı Şerifin on beşinci Cumartesi leyle-i Berat [Berat Gecesi] gecesi rüyamda, büyük berrak, küçük bir deniz olan bir göl sahilinde İngiliz veyahut Almanla biz, yani Türk hükûmeti harp ediyormuş. Harp esnasında semadan bir karaltı zuhur etmeye başladı. “Acaba bu semadan inen nedir?” diye hepimizin nazar-ı dikkatini celb [çekme] etti. Yakınlaştıkça bir insan ve sonra üzeri ihramlı yüzü bir parça esmer, başı beyaz ve büyük tülbentle sarılı bir kadın şeklini alarak, gölün ortasında, hemen ineceği zaman derhal oraya bir mermerden minber [câmide hutbe okunan yer] yapılarak minberin [câmide hutbe okunan yer] üzerine indi. Sonra, zât-ı âlinizden gelen umum mektupları okumaya başladı. Her iki tarafta sükûnet hasıl oldu. Okuduğu mektupları herkes can kulağıyla dinledi. Sonra nihayetinde “Evet, Hazret-i Kur’ân-ı Azîmüşşanın ahkâm-ı şer’iyesince [dinî hükümler] amel ederseniz yakayı kurtarırsınız. Eğer Kur’ân-ı Azîmüşşanın [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] ahkâm-ı şer’iyesine [dinî hükümler] riayet etmezseniz, hepiniz mahv ü perişan olacaksınız” diye söyledi. Sonra evime geldim. Bizim Re’fet Beyle Rüştü Efendi bizim eve geldiler, bendenize dediler: “Bu sırrı sen mi ifşa ettin? Bu mektuplar minber [câmide hutbe okunan yer] üzerinde okundu.” Bendeniz de cevaben, “Hayır kardeşlerim, bu sırrı siz anlamadınız mı? Bu gelen zât, semadan geliyor, bu mektupları oradan getiriyor. Ben kim oluyorum ki o havadisi oraya çıkarayım?” diye onlara söyledim. Sonra bunlara bir hediye ikram edeyim diye baktım, evimizin deliğinde dört top helva gördüm. Birisini birine, diğerini öbürüne ve iki tanesini de kendim yedim. Ağzım tatlı olarak uyandım.

İnşaallah leyle-i Berat [Berat Gecesi] hürmetine ve duanız bereketiyle hakkımızda mübarektir. Lütfen tâbirini beklemekteyiz.

Talebeniz

 Kâtip Osman

ba

70

 Karadağ’ın bir meyvesi

Aziz kardeşlerim!

Bu defa mektup yerinde bu meyveyi gönderiyoruz.

Bir âyetin mânâ-yı işârîsinin [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyetinden bir ferdi, Hürriyetten bu ana kadardır… Teşrin-i Sâni [Kasım ayı] otuzuncu gün, bin üç yüz elli sekizde, Karadağ başına çıkıyordum. “İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] eden helâketleri [mahvolma] ve hasaretleri ne vakitten başladı, ne vakte kadar…” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] Sûre-i Ve’l-Asri’yi karşıma çıkardı. “Bak.” Dedi. Baktım. Her asra hitap ettiği gibi, bu asrımıza da daha ziyade bakan وَالْعَصْرِ * اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ 1 âyetindeki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört edip (1324), Hürriyet inkılâbıyla [değişim, devrim] başlayan tebeddül-ü saltanat [saltanatın el değişmesi] ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] mağlûbiyetleri ve muahedeleri [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasâret-i insaniyeyle اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını [mu’cizelik parıltısı] gösteriyor.

اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ 2 ise makam-ı cifrîsi, âhirdeki ﻫ , ت sayılır. Şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılmaz. Bin üç yüz elli sekiz olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasâretlerden, [zarar] bâhusus [bilhassa, özellikle] mânevî hasâretlerden [zarar] kurtulmanın çare-i yegânesi [tek çare] iman ve a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, [bir sözün ters mânâsı, zıt anlam] o hasâretin [zarar] de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, [iyilik bilmeme, nankörlük] şükürsüzlük, yani

71

imansızlık, fısk [günah] ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] olduğunu gösterdi. Sûre-i Ve’l-Asri’nin azamet ve kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikin [doğru gerçekler] hazinesi olduğunu tasdik ederek Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrettik.

Evet, âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] bu asrın hasâreti [zarar] olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] kurtulmasının sebebi, Kur’ân’dan gelen iman ve a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] olduğu gibi; fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasârât ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp [savaş meydanı] olmamasının sebebi, اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا1 kelime-i kudsiyesinin [kutsal cümle] hakikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanların kalblerine tahkikî bir tarzda ders veren Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] olduğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden [öğrenci] binler ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve dikkatin kanaatleri ispat eder.

Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur’a sıkıntı veren, veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamların tokat yemeleri gibi, bu sene, bu memleketin etrafında umumî bir tarzda Risale-i Nur’un intişarına [açığa çıkma, yayılma] sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf [durağan olma] devresi vermek hatâsıyla, şimdiki umumî sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.

ba

72

Sûre-i Ve’l-Asr’ın “Dağ Meyvesi” nâmında nüktesine [derin anlamlı söz] bir hâşiye [dipnot]

  اَلصَّالِحَاتِ 1daki ت , âhirdeki tâ’lar, ekseriyetçe vakfa rastgelmesiyle, cifirce ﻫ sayılabilir. Bu noktada اِلاَّ beraberdir; bu zamanımızı gösterir (1358). Ve telâffuzca ﻫ okunmadığından ت kalabilir. Bu noktadan şeddeler [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılmazsa ve اِلاَّ beraber değil, iki yüz küsur sene zamana kadar iman ve amel-i salihle [Allah için yapılan iyi işler] beraber bir tâife-i azîme, [büyük topluluk] hasârât-ı azimeye karşı mücahedeye [Allah yolunda cihad etme] devam edeceğine işaret edip, Fatiha‘nın [açılış kısmı, baş, baş kısım] âhirinde صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 2 gösterdiği zamana; hem

لاَ تَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللهُ بِاَمْرِهِ * 3

birinci cümle, bin beş yüz makamıyla âhirzamanda bir taife-i mücahedenin son zamanlarına; ve ikinci cümle, bin beş yüz altı makamıyla, galibane mücahedenin tarihine; ve üçüncü cümle, bin beş yüz kırk beş makamıyla, pek az bir farkla hem Fatiha‘nın, [açılış kısmı, baş, baş kısım] hem Ve’l-Asri Sûresinin ikinci cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip, tevafuk eder. Demek, bu hadis-i şerifin üç cümlesinden herbirisi, bin beş yüz tarihine ve mücahedenin [Allah yolunda cihad etme] ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ 4 —şedde sayılmazsa—bin beş yüz altmış bir makamıyla, hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ 5 —şedde sayılır fakat بِالصَّبْرِ da lâmdır—bin beş yüz altmış makamıyla iştirak edip, o taife-i azimenin

73

mücahedatları [mücadeleler] ne kadar devam edeceğini mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve cifriyle gösterirler. Ve Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] ve hadîsin irae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrüp [yaklaşmak] edip, farklı bir derece tevafuk ederler ve mânâlarıyla da, tam tetabuk [uygunluk] ederek, parlak bir lem’a-i i’câz-ı gaybiyeyi gösteriyorlar.

ba

Birdenbire Kalbe Gelen Bir Nükte-i İ’câziyedir

Kur’ân’a ait en cüz’î, [ferdî, küçük] en küçük bir nüktenin [derin anlamlı söz] de kıymeti büyük olduğundan, İşârât-ı Kur’âniyenin bu zamanımıza temas eden küçük bir şuaı, bugün, Sûre-i ve’l-Asrî nükte-i i’câziyesi [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] münasebetiyle, Sûre-i Fil’den, mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasından, tevafuk düsturuna [kâide, kural] istinaden bir nüktesini [derin anlamlı söz] beyan etmem ihtar edildi. Şöyle ki:

Sûre-i اَلَمْ تَرَكَيْفَ meşhur ve tarihî bir hâdise-i cüz’iyeyi beyânla gelen ve her asırda efradı [bireyler] bulunan o gibi ve ona benzeyen hâdiseleri ihtar ve tabakat-ı işariyeden her bir tabakaya göre bir mânâyı ifade etmek, umum asırlarda, umum nev-i beşerle konuşan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] belâğatının [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] mukteza[bir şeyin gereği] olmasından, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sûre, bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor. Fenaları tokatlıyor. Mânâyı işârî tabakasında bu asrın en büyük hâdisesini haber vermekle beraber, dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gitmenin cezası olarak, cifir ve hesab-ı ebcedle, [Arap alfabesindeki herbir harfe sayısal değer verilerek yapılan bir yorum şekli] üç cümlesi, aynı hâdisenin zamanına tetabuk [uygunluk] edip işaret ediyor.

Birinci cümlesi: Kâbe-i Muazzamaya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına ebâbil tayyareleriyle semavî bombalar yağdırmasını ifade eden تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ 1 cümle-i kudsiyesi, bin üç yüz elli dokuz edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşlar yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.

74

İkinci cümle: اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِى تَضْلِيلٍ 1 kelime-i kudsiyesi, [kutsal cümle] eski zaman hâdisesindeki Kâbe’nin nurunu söndürmek için, hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat dalâletinde [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] aksü’l-amelle aleyhlerine dönmesiyle tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desiselerle, [hile, aldatma] edyan-ı semaviye kâbesini, kıblegâhını dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına tahribe çalışan cebbar; [zorba] mağrur ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] tadlil [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] ve idlâllerine [hak yoldan çıkarma, saptırma] semavî bombalar tokadıyla cezalanmasına, aynı tarihî فِى تَضْلِيلٍ 2 kelime-i kudsiyesi [kutsal cümle] bin üç yüz altmış makam-ı cifrîsiyle tevafuk edip işaret ediyor.

Üçüncüsü: اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ 3 cümle-i kudsiyesi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma hitaben, “Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerremeyi ve Kâbe-i Muazzamayı hârikulâde bir surette düşmanlardan kurtarmasını ve o düşmanların nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun?” diye mânâ-yı sarîhiyle [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] ifade ettiği gibi; bu asra dahi hitap eden o cümle-i kudsiye, mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] der ki: “Senin dinin ve İslâmiyetin ve Kur’ân’ın ve ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikatın cebbar [zorba] düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaati için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak!” diye mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle tam bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihiyle, aynen âfât-ı semavî nev’inde semavî tokatlarla, “İslâmiyete ihanet cezası

75

olarak…” diye mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ifade ediyor. Yalnız اَصْحَابِ الْفِيلِ 1 yerinde اَصْحَابِ الدُّنْيَا gelir. Fil kalkar, dünya gelir.Haşiye [dipnot]

Tahlil

تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ 2 iki ت sekiz yüz; iki ر dört yüz, iki م bir ب bir ح bir ى yüz; tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] vakıf olmadığından ن dur, elli; bir ﻫ bir ج bir medde (elif) dokuz, mecmuu bin üç yüz elli dokuz.

ض :فِى تَضْلِيلٍ 3 sekiz yüz, ت dört yüz, ف seksen, iki ى yirmi, iki ل altmış,—tenvin vakfa rastgelmiş—sayılmaz; yekûnu [bütün, toplam] bin üç yüz altmış.

76

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ 1 iki ر bir ت sekiz yüz; iki ف iki ك iki yüz; iki ل bir م yüz; bir ع bir ص yüz altmış; dört ب üç ( ا ) bir ى bir ح yirmi dokuz; اَلْفِيلِ yerine gelen اَلدُّنْيَا daki iki د bir elif dokuz; bir ن elli; bir ى , bir ( ا ), bu yekûn [bütün, toplam] bin üç yüz elli dokuz (1359), okunmayan elif sayılmazsa bin üç yüz elli sekiz (1358) eder. Hem Arabî, hem Rûmî tarihiyle bu semavî tokatların ayrı ayrı çeşitlerinin zamanlarına tevafukla parmak basıyor.Haşiye [dipnot]

ba

77

 Küçük Hüsrev Feyzi’nin bir istihracıdır. [çıkarma]

Otuz üçüncü âyetten Hafız Ali’nin istihracının [çıkarma] bir zeyli [ek] ve lâhikasıdır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Sûre-i Zümer’de اَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلاِسْلاَمِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ 1 âyet-i azîmenin [büyük ve yüce âyet] mânâ-yı sarihinden [açık mânâ] başka, bir mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasının külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur ve tercümanı olduğuna kuvvetli bir delil buldum. اَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلاِسْلاَمِ فَهُوَ 2 cümlesi, hesab-ı cifrî [cifir hesabı] ve ebcedî ve riyazîyle bin üç yüz yirmi dokuz veya sekiz eder. Demek مَنْ külliyetinde ve فَهُوَ işaretinde dahil ve medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] bir ferdi, inşirah[ferah, rahatlık, sevinç] sadır [en ileride, en başta, en yüksek yerde] nuruyla başka bir hâlete [durum] girip eski sıkıntıdan kurtulup nuranî bir mesleğe giren bir şahıs, eski ve yeni Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] gelmeye hazırlanmaları olan o dehşetli tarihe ve o ferdin vaziyetine remzen [ince işaret] bakar.

فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ 3 deki نُورٍ مِنْ رَبِّهِ 4 kelimesi, Risale-i Nur ismine ve mânâsına hem cifrî, hem sureti, hem mânâsı, tevafuk ettiği gibi,

اَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلاِسْلاَمِ فَهُوَ cümlesinin de makam-ı cifrîsi gösterdiği tarihte Risale-i Nur’un tercümanı olan ÜstadımınHaşiye —tahkikatımla—aynen vaziyetine tevafuk ediyor.

78

Çünkü, o zamanda Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] mebde‘lerinde, [başlangıç] Üstadım, eski âdetini ve sair ulûm-u felsefeyi ve ulûm-u âliye [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] اٰلِيَه ve àliyeyi عَالِيَه bırakıp tam bir inşirah[ferah, rahatlık, sevinç] sadırla [en ileride, en başta, en yüksek yerde] Risale-i Nur’un fatiha[açılış kısmı, baş, baş kısım] ve birinci mertebesi olan İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirine başlıyor, bütün himmetini, [ciddi gayret] efkârını [fikirler] Kur’ân’a sarf etmeye başladığına tevafuku kavî [güçlü, kuvvetli] bir emaredir ki, bu asırda o küllî mânâ-yı işârîde [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] bir ferdi, Risale-i Nur’un tercümanı ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil eden mümessilidir. [temsilci]

Evet, madem Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] her asırda her ferde hitap eder bir ilm-i muhit [her şeyi kuşatan ilim] ve bir irade-i şâmileyle [herşeyi kuşatan irade] herşeye bakabilir.

Ve madem ulema-i İslâmın [İslâm âlimleri] ittifakıyla, âyetlerin mânâ-yı sarîhinden [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] başka işarî ve remzî ve zımnî müteaddit [bir çok] tabakalarında mânâları vardır.

Ve madem يَۤا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا 1 gibi hitaplarda, her asır gibi, bu asırdaki ehl-i iman, [Allah’a inanan] Asr-ı Saadetteki [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] mü’minler gibi dahildir.

Ve madem İslâmiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kur’ân ve Hadis, ihbar-ı gaybîyle, [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] ehl-i imanı [Allah’a inanan] onun fitnesinden sakınmak için şiddetli haber vermiş.

Ve madem hesab-ı cifrî [cifir hesabı] ve ebcedî ve riyazî eskiden beri sağlam bir düsturdur [kâide, kural] ve kuvvetli bir emare olabilir.

Ve madem Risale-i Nur ve tercümanı ve şakirtleri [öğrenci] iman ve Kur’ân hizmetinde parlak ve tesirli vazifeleri gayet ehemmiyet kesb [elde etme, kazanma] etmiştir.

79

Ve madem bu büyük âyet, hesab-ı cifirle bu asra ve iki Harb-i Umumîye [Birinci Dünya Savaşı] bakar; eski harbin patlamasına ve Risale-i Nur’un zuhuruna tevafuk ettiğini mânen de gösterir. Elbette mezkûr [adı geçen] hakikatlere ve kuvvetli karinelere [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] binaen, bilâtereddüt [tereddütsüz] hükmederiz ki, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve tercümanı, bu âyet-i azîmenin [büyük ve yüce âyet] mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasının külliyetinde dahil ve medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] bir ferdidir ve bu âyet ona işaret eder ve mânâ-yı remziyle [işaret mânâsı] ondan haber verir ve ihbar-ı gayb [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] nev’inden bir lem’a-i i’câziyeyi [mu’cizelik parıltısı] gösterir denilebilir.

Tahlil: Bir ش iki ر yedi yüz; ف م ن ل iki yüz; ص د ﻫ ا yüz; س م yüz; İsm-i Celâl [“Allah” ismi] اَللهُ altmış yedi; iki ل altmış; فَهُوَ doksan bir; لِلاِسْلاَمِ de iki veya üç ( ا ) iki veya üç ح sekiz; نُورٍ مِنْ رَبِّهِ 1 “Risale-i Nur” her ikisinde نُورٍ var. Risalede ر , رَبِّهِ deki ر ‘ya mukabildir. Eğer نُورٍ deki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılsa, اَلنُّورِ da dahi şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن sayılır yine ittihad [birleşme] ederler. نُورٍ dan başka مِنْ رَبِّهِ doksan yedi ederek Risale-i Nur’da kalan س ل ﻫ iki ( ا ) dahi doksan yedi ederek tam tevafuk eder. Türkçe telaffuzda Risale-i Nur hemzeyle [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] okunması zarar vermez.

Sûre-i Mâide’nin on beşinci âyeti قَدْ جَۤاءَكُمْ مِنَ اللهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ * يَهْدِى بِهِ اللهُ 2 Sûre-i Nisâ’nın âhirinde يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَۤاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا 3 âyeti gibi,  

80

Risale-i Nur’a mânâ ve cifir cihetiyle, mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] efradından [bireyler] olduğuna kuvvetli bir karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] buldum.

İkinci âyet olan Sûre-i Nisâ âyeti, Birinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan İşârât-ı Kur’âniyede, Üstadım işaretini beyan etmiş. Birinci âyet olan Sûre-i Mâide’nin on dördüncü âyeti hem bunun işaretini teyid ediyor, hem de اَفَمَنْ شَرَحَ الله ُ 1 âyetinin işaretini tasdik ediyor.

Evet, bu asırda mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasından tam şu âyetin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mefhumuna [anlam] bir fert, Risale-i Nur olduğuna, kim insafla baksa tasdik edecek. Risale-i Nur bir ferdi olduğuna mânevî münasebet kavîdir. [güçlü, kuvvetli]

Madem bu âyetin makam-ı cifrîsi bin üç yüz altmış altıdır; eğer meddeler ve okunmayan hemzeler [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] sayılmazsa altmış ikidir.

Ve madem Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mübîn [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübîndir. [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap]

Ve madem zâhiren ondan daha ileri o vazifeyi ağır şerait altında yapanları görmüyoruz.

Ve madem âyetler, sâir kelamlar gibi cüz’î [ferdî, küçük] bir mânâya münhasır olamaz.

Ve madem delâlet-i zımnî ve işârîyle kaideten [kural gereği] mefhum-u kelâmda dahil oluyor.

Ve madem Necmeddîn-i [kısım, durak; yıldız] Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî (r.a.) gibi pek çok ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] mânâ-yı zâhirîden [bir ifadeden ilk başta anlaşılan mânâ] başka bâtınî ve işârî mânâlarla ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde “Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad, kalb ve nefistir” dedikleri halde, ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette, âyetin delâlet-i zımniyeyle Risale-i Nur’a kuvvetli karinelerle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] işareti kat’îdir; şüphe edilmemek gerektir.

81

Tahlil: قَدْ جَۤاءَكُمْ 1 yüz altmış dokuz, مِنَ اللهِ 2 yüz elli yedi, نُورٌ tenvinle [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] beraber üç yüz altı وَكِتَابٌ مُبِينٌ 3 altı yüz otuz bir; يَهْدِى بِهِ اللهُ 4 yüz üç; yekûnu [bütün, toplam] bin üç yüz altmış altı, eğer meddeler ve okunmayan hemzeler [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] sayılmazlarsa, bu seneki Muharrem tarihine, yani bin üç yüz altmış ikiye tamam tevafuk eder. Eğer مُبِينٌ deki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] de vakfedilse, bin üç yüz on altıdır ki, hem Risale-i Nur’un mukaddematına, [evvel, önce] hem tenvinle [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] tekemmülüne [mükemmelleşme] ve Birinci Şuada beyan edildiği gibi, çok âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri aynı meşhur tarihe tevafuk eder.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 5

Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i iman [Allah’a inanan] ve onlardan çokları ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, [ân, zaman] sırf ehl-i imânın imanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla [saf, temiz niyet] ve Necmeddin-i [kısım, durak; yıldız] Kübrâ, Muhyiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur’âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme [tam ve kesin kanaat, inanma] ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid [inatçı] dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin [Allah’ın adaleti] huzurunda bu dehşetli gıybete

82

karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın [seyyidler; Peygamberimizin (a.s.m.) soyundan gelenler] ceddi olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] aleyhissalâtü vesselâmın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, [şikayet] elbette cevapsız kalmayacak.

İllâ bir şart ile helâl edebilirim ki: Bu Ramazan-ı Şerifte bana ve hâlis kardeşlerime verdiği endişe ve telâşı, hakperestlik [hakka taraftarlık] damarıyla, büyüklere lâyık ulüvv-ü cenapla, [yüksek şeref sahibi] enaniyet-i taassubkârânesini hakikate ve insafa feda edip tâmire çalışmasıdır; müşfik ve munsıf [insaflı] bir hoca tavrıyla, kusurumuz varsa bize lütufkârâne [lütfederek, ihsanda bulunarak] ihtar ve ikazdır. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Settârü’l-Uyûbdur; [kullarının bütün kusurlarını örten, ayıplarını en çok gizleyen Allah] hasenat seyyiata [günahlar] mukabil gelse, affeder. İman hizmetinde yüz binler insanın imanını tahkikî yapmak hasenesine karşı benim gibi bir biçarenin hüsn-ü niyetle, [güzel niyet] kuvvetli emarelerle inayet-i İlâhiyeden [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] tasavvur ettiği bir müjde-i Kur’âniyenin tefehhümünde bir yanlış, belki yüz yanlış varsa da o hasenata karşı gelemez, setr-i uyûb perdesini yırtamaz. Her neyse…

Bu mesele yalnız şahsıma taallûk [ait olma, ilgilendirme] etseydi, ben cidden nefs-i emmaremi [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] tam kırmak için ona minnettar olurdum. Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğini kat’î kanaatimiz olduğu gibi, yirmi senedir nefs-i emmarem [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] ister istemez o mesleğe itaate mecbur olmuş. Risale-i Nur ve mukaddematları, [evvel, önce] buna bir hüccet-i katıadır. [kesin delil] Fakat garaz ve inat ve bir nevi taassub-u meslekiyeyi ihsas [hissettirme] eden ve esrar-ı mestûreyi işaa suretinde gelen itiraz ve ayıplara karşı Eski Said (r.a.) lisanıyla derim: İşte meydan! En mutaassıp ulemadan ve en büyük velîden tut, tâ en dinsiz feylesoflara ve müdakkik [dikkatli] hükemalara, [âlimler, filozoflar] Risale-i Nur’daki dâvâları ispat etmeye hazırım ve hem de ispat etmişim

83

ki, benim mahvıma ve idamıma mütemadiyen çalışan zındık feylesoflar ve mülhidler, [dinsiz] o dâvâları cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edemiyorlar ve edememişler.

Hem bütün hayatımda delilsiz dâvâları zikretmediğim, sizin gibi eski ve yeni arkadaşlarım biliyorlar. Bâhusus, [bilhassa, özellikle] Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandan [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] aldığım bir kuvvetle Avrupa feylesoflarına Risale-i Nur meydan okur. Risale-i Nur bu zamanda medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] bir hâdise-i Kur’âniye olduğundan, bir iki işaret değil, belki benimle beraber Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] tarafından istihraç [çıkarma] edilen beş risalede yazılan işaretler, bir cihette bine yaklaşıyor. Bin incecik saçlar dahi toplansa kuvvetli bir ip olduğu gibi, sarahate [açıklık] yakın bir delâlet oluyor. Vahdet-i mesele [meselelerde, konularda birlik] cihetiyle o işaretler birbirine kuvvet verir. Bazı işârâtı [işaretler] zayıf görmekle onu inkâr etmek, insafa, hakperestliğe muvafık olamaz. İnkâr eden mâzur olamaz. Hususan lüzumsuz ve zararlı ve müfritane [ifrat eden, aşırıya giden] bir gıybet olsa, bu zamanda ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ortasında ehl-i hakikati [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ağlattıracak bir hâdise-i elîmedir.

ba

84

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Kardeşlerim,

Kur’ân’ın birtek âyetinin birtek işareti, ihbar-ı gayb [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] nev’inden bir lem’a-i i’câziyeyi [mu’cizelik parıltısı] tevafuk suretiyle gösterdiğini mânevî bir ihtarla gördüm.

اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا 2 şu âyet-i kerimenin makam-ı cifrîsi, şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ve tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılmazsa, bin üç yüz elli bir dir. مَيْتًا in aslı مَيِّتًا olmasından bin üç yüz altmış bir ederek; bu tarihte, umur-u azîmeden [çok büyük işler] bir dehşetli gıybeti, şu âyetin mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyetinde dahil ediyor ve umur-u azîmeden [çok büyük işler] böyle acip bir gıybet aynı tarihte, aynı senede vukua geldi. Şöyle ki:

On sekiz sene (şimdi yirmiden geçti) müddetinde sünnet-i seniyeyi muhafaza için başına şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] koymadığından, on sekiz senedir haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] hükmünde ihtilâttan [birbirine karışma] men’ ve yalnız bir odada hayatını geçirmeye mecbur edilen ve hususî ibadetgâhında ezan-ı Muhammedî (a.s.m.) okuyup “Allahu Ekber” dediğinden ve “Lâ ilâhe illâllah” hakikatini güneş gibi gösterdiğinden, yüz arkadaşıyla taht-ı tevkife alınan bir adam, yüzer emare ve karinelere [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] istinaden inayet-i ilâhiyeden geldiğine kat’î bir kanaatle işârât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın işaretleri] bir müjdeyi hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına bir tesellî niyetiyle beyan ettiği için, onu gıybet ve fena tabiratla [tabirler, ifadeler] teşhir etmek ve onun dersleriyle imanlarını kurtaran,

85

mâsum şakirtlerini [öğrenci] ondan tenfir [nefret ettirme] edip şüpheler vermek; güya ortalıkta medâr-ı inkâr bir şey yok ve hiçbir münkeratı [kötülük] ve cinayeti görmüyor gibi, yalnız o biçarenin mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir hatâsını, sekiz senede seksen müdakkiklerin [dikkatli] nazarında saklanan ve sathî [sığ, yüzeysel] ve inâdî nazarına göre, bir içtihadî yanlışını görüyor zannıyla zemmetmek, [kötülemek] elbette bu asırda, bu memlekette Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] kasten işaretine medar [kaynak, dayanak] olabilir azîm bir hâdisedir. Bence, Kur’ân’ın, nasıl ki her sûre ve bazan bir âyet ve bazan bir kelime bir mu’cize olur; öyle de, bu âyetin tek bir işareti, ihbar-ı gayb [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] nev’inden bir lem’a-i i’câziyedir. [mu’cizelik parıltısı] Bu âyetin bu işareti, bu asırda, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] hakkındaki gıybete baktığına üç emare var.

Birincisi: Birinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan İşârât-ı Kur’âniye risalesinde, Risale-i Nur’a ve tercümanına işaret eden beşinci âyet olan:

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ * 1

gayet kuvvetli karinelerle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] مَيْتًا kelime-i kudsiyesi [kutsal cümle] cifir ve ebced hesabıyla ve üç cihet-i mânâsıyla Saidü’n-Nursî’ye tevafuk etmesidir.

İkinci emare: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ الخ… 2 âyetinin makam-ı cifrîsi ve riyazîsi bin üç yüz altmış bir etmesidir. Aynı tarihte o acip hâdise oldu.

Üçüncü emare: O muhterem ihtiyar zâtı unutmak, belki şahsıma karşı tezyifatını [alay etme, küçük düşürme] ihtiyarlığına ve çok cihetlerle mabeynimizdeki [ara] uhuvvete [kardeşlik] hürmeten helâl etmeye karar verdiğim ve biz hizmetkâr olduğumuz Kur’ân’a havale edip bıraktığım hengâmda, [ân, zaman] birden ihtiyarım haricinde, beş vecihle [yön] zemmi [ayıplama, kötüleme] zemmeden [ayıplama, kötüleme] ve Mu’cizane, gıybetten altı cihetle [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] zecreden [sakındırma] اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا 3

86

âyeti karşımda kendini gösterip temessül [belirme, görünme] eyledi. Mânen “Bana bak” dedi. Ben de baktım, birden tesbihat içinde gördüm ki, bin üç yüz elli birden, tâ bin üç yüz altmış bir tarihini gösterdi. Halimize baktım; perde altında elli birden, tâ altmış bire kadar Risale-i Nur medet beklediği İstanbul âfâkında, bir nevi taarruz bulunmuş ve altmış birde birden patlamasıdır.

Tahlil: ت dört yüz, خ altı yüz = bin م م ى ى yüz, ل ل ك ك yüz, üçüncü ى ن م yüz, ح ح ح ب د otuz, dördüncü ى on, beş ( ا ) bir ﻫ ile beraber on, âhirdeki “tenvin[Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] vakfen elifyekûnu bin üç yüz elli birHaşiye, مَي تًا aslı yâ-i müşeddede olduğundan, bin üç yüz altmış bir eder.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Bu âciz kardeşiniz, hem o itiraz eden eski dost zâta, hem ehl-i dikkate [dikkat sahibi insanlar] ve sizlere beyan ediyorum ki: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] feyziyle, Yeni Said (r.a.), hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] dair o derece mantıkça ve hakikatçe burhanlar [delil] zikrediyor ki, değil Müslüman uleması, belki en muannid [inatçı] Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.

Amma, Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda, Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) ihbârâtı [haber vermeler] nev’inden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân [açıklamaları mu’cize olan Kur’ân-ı Kerim] dahi bu zamanda bir mu’cize-i mânevîsi olan Risale-i Nur’a nazar-ı dikkati celb [çekme] etmesine mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasından rumuz [ince işaretler] ve imaları, i’câzının [mu’cize oluş]

87

şe’nindendir [belirleyici özellik] ve o lisan-ı gaybın, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemin dili] belâgat-ı mu’cizekârânesinin muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

Evet, Eskişehir Hapishanesinde, dehşetli bir zamanda ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir tesellîye pek çok muhtaç olduğumuz hengâmda, [ân, zaman] mânevî bir ihtarla, “Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 1 sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’ândır. Acaba, Risale-i Nur’u, Kur’ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acip sual karşısında bulundum.

Ben de Kur’ân’dan istimdat [medet isteme] eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] teferruatı nev’indeki tabakattan, mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasından ve o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne, [girme] medâr-ı imtiyazına [üstünlük, ayrıcalık sebebi] bir kuvvetli karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] bulunmasını, bir saat zarfında hissettim; ve bir kısmı, bir derece izah ve bir kısmını mücmelen [kısa, kısaca] gördüm. Kanaatimde hiçbir şek [şüphe] ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı ve ben de, ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanını, Risale-i Nur’la takviye etmek niyetiyle o kat’î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede, biz demiyoruz ki, “âyetin mânâ-yı sarîhi [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] budur;” tâ hocalar “Fihi nazarun” desin.

Hem dememişiz ki, “Mânâ-yı işârînin [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyeti budur.” Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] tahtında müteaddit [bir çok] tabakalar var; bir tabakası da, mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve remzîdir. [ince işaret] Ve o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] de, bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları var ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde [arasında] bir düstur-u cifrî [cifir ilmi kaidesi, kuralı] ve riyaziyle karineler, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] belki hüccetler [delil] gösterilmişken, Kur’ân’ın âyetine veya sarahatine [açıklık] değil incitmek, belki i’câz [mu’cize oluş] ve belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] itiraz edilmez.

88

Ehl-i hakikatın, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nihayetsiz işârât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın işaretleri] had ve hesaba gelmeyen istihracatlarını [çıkarma] inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.

Amma, benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab [garip görme] ve istib’ad [akıldan uzak görme] edip böyle itiraz eden zât, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk eylemek azamet ve kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak [sınırsız güçsüzlük] ve fakr-ı mutlakta [sınırsız fakirlik] ve böyle ihtiyac-ı şedit zamanında böyle bir eserin zuhuru, “vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın rahmetinin bolluğu, genişliği] delildir” demeye mecbur olur.

Ben, sizi ve muterizleri [itiraz eden] Risale-i Nur’un şeref ve haysiyetiyle temin ediyorum ki, bu işaretler ve evliyanın imalı haberleri, remizleri [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara [af dileme] sevk etmiş. Hiçbir vakitte, hiçbir dakika, nefs-i emmareme [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] medar-ı fahr [övünç kaynağı] ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi sene hayatımın gözünüz önünde tereşşuhatıyla [belirti] ispat ediyorum.

Evet, bu hakikatle beraber, insan kusurdan, nisyandan [unutkanlık] hâli [boş] değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde bazı hatalar olmuş. Fakat, Kur’ân’ın hurufât-ı kudsiyesinin yerine, beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla, yeni hat altında, tahrifkârâne, [tahrif ederek, bozarak] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] tevilât-ı fâsideleri âyâtın sarâhatini [açıklık] incitmelerine bakmıyor gibi; biçare, mazlum bir adamın, kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için, bir nükte-i i’câziyeyi [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] beyan ettiği için, hizmet-i imaniyesine [iman hizmeti] fütur [usanç] verecek derecede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] zâtlar, belki zerre miktar insafı bulunan itiraz edemez.

Bunu da ilâveten beyan ediyorum: Bu zamanda, gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlar fedakârları bulunan meşrepler, [hareket tarzı, metod] meslekler, tarikatler bu dehşetli dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hücumuna karşı zâhiren mağlûbiyete düştükleri halde, benim gibi yarım ümmî ve kimsesiz ve mütemadiyen tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında, karakol karşısında ve müthiş,

89

müteaddit [bir çok] cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir [nefret ettirme] etmek vaziyetinde bulunan bir adam, o mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nur’a sahip değildir. Ve o eser, onun hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zamanda bir nevi mu’cize-i maneviyesi olarak rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] tarafından ihsan [bağış] edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hediyesi] el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’da öyle parçalar var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Said’in (r.a.) Haşiyecik [dipnot] kuvve-i hafıza[bellek, hafıza duyusu] da beraber olmak şartıyla, o on dakikalık işi, on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, [kabiliyet] zihnimle yapamıyorum. Ve o bir günde altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü, ne ben ve ne de en müdakkik [dikkatli] dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı [araştırma, inceleme] yapamazlar. Ve hâkezâ…

Demek, biz müflis [iflas etmiş] olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat [kıymetli taşlar] dükkânının dellâlı [davetçi, ilan edici] ve bir hizmetçisi olmuşuz. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve keremiyle, [cömertlik] şu hizmette hâlisâne, muhlisâne [hâlis ve samimî bir şekilde] bizi ve umum Risale-i Nur talebelerini daim muvaffak eylesin. Âmin, bihürmeti Seyyidi’l-Mürselîn…

Said Nursî

ba

90

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Çok aziz, çok sıddık ve sadık kardeşlerim ve Risale-i Nur cihetinde emin ve hâlis vârislerim, [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah]

Çok mânidar ve kuvvetli bir tevafuk ve şakirtlerin [öğrenci] sadakatlerine delil, bir zahir keramet-i Nuriyeyi beyan etmeme bir ihtar aldım. Şöyle ki:

Ben vasiyetnamemi yazdığım aynı zamanda, gizli münafıklar, benim itimad ettiğim hizmetçilerimi zabıta tarafından yanıma gelmekten men ettikleri aynı vakitte, fırsat bulup, tanımadığım birisiyle, sabık [daha önceden geçen] dokuz defadan daha tesirli bir zehir bana yutturdular.

Hem aynı zamanda, Tunuslu ve âlim kardeşlerimizden ve buraya kadar geçen sene beni görmek için gelip görüşmeden giden Hoca Haşmet, Yozgat’tan buraya yazıyor ki: “Said vefat etmiş, Risale-i Nur’un yüz otuz risalesi muhafaza edilsin. Tâ ki, ileride tab [basma] edeceğiz.”

Hem aynı zamanda Halil İbrahim’in, vefatım hakkında bir hazin mersiye hükmündeki parlak mektubu, şakirtleri [öğrenci] ağlattırdı.

Hem bu zamana pek çok yakın, Hüsrev’in, kendi âdetine muhalif, benim vefatıma dair bir iki mektubunda, iki üç gün ömür gibi tabirlerle ecelime işaretleri, bir parça beni müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti. Acaba ben gidiyor muyum diye endişe ettim.

Hem aynı bu hengâmlarda, [ân, zaman] en ziyade hayat-ı dünyeviyedeki [dünya hayatı] vazifemi düşünüp vefatımdan sonra şakirtler [öğrenci] bu dehşetli zamanda benim bedelime de o vazifeyi yapacaklar mı diye çok merak ederken, birden Denizli, Milas, Isparta, İnebolu, ümidimin yüz derece fevkinde [üstünde] ve öyle bir sahabetkârane ve iltizam-perverane [kabul etme, taraftarlık] o vazifeye koşup başkaları da ve muallim ve âlimleri koşturdular ki, beni hayret hayret içinde bıraktılar.

91

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bu beş cihetteki tevafuk, zahir bir keramet-i Nuriyedir.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrâd-ı Bahâiye bu defa dahi o dehşetli zehrin tehlikesine galebe [üstün gelme] etti. Tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetlerine dua edip şüphesiz makbul olan dualarını isterim. Ve İnebolu’da ve civarında hem çok hanımların, hem küçücük yavrularının Risale-i Nur’u yazmaya başlamalarını ve Kur’ân dersini çok mâsumların almasını bütün ruh u canımızla tebrik ederiz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Said Nursî