SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ – Yirmi Sekizinci Lem’anın Birinci Meselesi (171-189)

171

İkinci Keramet-i Aleviye

Yirmi Sekizinci Lem’anın [parıltı] Birinci Meselesi

 Eskişehir Hapishanesinde ihtilattan [karışıp görüşmek] ve konuşmaktan memnû [men edilmiş, yasaklanmış] olduğum zamanda karşımdaki kardeşlerime teselli için yazdığım kısacık fıkraların [bölüm] bir kısmıdır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Hapsin bir latif hatırasıdır ki: Risale-i Nur gizlenir, fakat sönmez ve söndürülmez. Bir âlem-i mânâda [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) ilminden sordum:

اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطِيرًا 1 demişsin, muradın nedir? Dedi:

عُجْمٍ 2 yani hecevâri terkipsiz [birleşim, sentez] ve vakflarda rakamvâri, şekilsiz harflerdir ki “Latinî hurufudur.” [harfler] Lâ-dini zamanında taammüm [yayılma, genelleşme] eder. Sonra sordum, “Ercüzende benden bahs ile ‘kendini muhafaza et’ demişsin. Hem tam vaktinde emrinizi gördük, fakat maatteessüf [ne yazık ki] kendimizi muhafaza edemedik. Bu belaya düştük. Şahsımdan binler defa daha ehemmiyetli olan Risale-i Nur’dan bahs ve işaretin yok mu?” dedim.

Dedi, “Yalnız işaret değil, belki Celcelûtiyemde tasrih [açık şekilde bildirme] ediyorum.”

Ben bu cevaptan sonra kasâid-i Aleviyeden en meşhur ve en ziyade esrarlı olan Celcelûtiye kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] bu fıkra[bölüm] gördüm.

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً * تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ * 3

172

Dikkat ettim, sarahat [açıklık] derecesinde Risale-i Nur’a bakar. Ezcümle: Siraci’n-Nur [kandil, lamba] bir tek fark ile tam ve aynen Risale-i Nur’dur. Çünkü Siraci’n-Nur’da [kandil, lamba] ج ا ل ile ج, ال beraber otuz dört (34) eder. Risalede ل ve ها otuz beş (35) eder ki, bir tek fark var. O tek fark elif’dir. O da bine işaret eder. Hem birinci fıkra [bölüm] cifir ve ebced hesabıyla (şedde sayılmaz) bin üç yüz elli iki (1352) veya elli (1350) eder ki, bu tarih Risale-i Nur’un gizlenmesine ve gizli parlamasına ve iştiâline tam tevafuk eder. Eğer بَيَانَةً 1 kelimesi sayılmazsaHaşiye o vakit سِرًّا 2 kelimesinin ahirindeki tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] nun sayılır. Bin üç yüz otuz üç (1333) veya otuz beş (1335) olur ki, bu tarih Risale-i Nur’un mebde-i intişarıdır.

İkinci fıkra [bölüm] olan تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا 3 yine on farkla Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] ve farksız “Risale-i Nur”a tevafuk etmekle beraber, tamam fıkra [bölüm] cifir ve ebced hesabıyla (şedde sayılmaz) bin iki yüz doksan üç (1293)4 eder ki, Risale-i Nur müellifinin [telif eden, kitap yazan] tarih-i veladetidir. Ve سِرًّا 5 deki tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] nun olsa bin üç yüz kırk üç (1343) olur ki, Risale-i Nur’dan Onuncu Söz’ün intişarı [açığa çıkma, yayılma] ile parlaması zamanıdır. Eğer اَلسُّرْجِ 6 deki şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] س iki س sayılsa, tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ن sayılmazsa bin üç yüz elli üç (1353) eder ki, bu tarih Risale-i Nur’un bir musibet neticesinde muvakkat [geçici] gizlenmesine ve gizli perde altında parlamasına ve tenvirine [aydınlatma] tam tevafuk eder.

Acaba Hz. Ali (r.a.) gibi esrar-ı huruf ve cifir ilminde üstad-ı mutlak [ilimde üstünlüğü ve öğreticilği tartışmasız ve sınırsız olan üstad] ve Celcelûtiye gibi cifirli, ebcedli, sırlı bir kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] bu mânâ cihetiyle ve cifir itibariyle ve hakikat noktasında ve vakıa mutabık haysiyetiyle ve mukteza-yı hale [hâlin gereği, durumun gerektirdiği şekil]

173

muvafık olan müteaddit [bir çok] ve mânidar tevafukat-ı acibesi tesadüf olabilir mi? Hâşâ olamaz. Belki, Hz. Ali’nin (r.a.) bir kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Ercüze’deki çok zahir olan meşhur kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] teyid ve onunla teeyyüd eder.

Celcelûtiye’nin Risale-i Nur’a işaretini teyid eden cay-ı dikkat bir tevafuk var. Şöyle ki: Bu sırlı ve cifirli kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] cifrî, hesabî rakamları her satırın altında matbu olarak yazılmış o rakamlar ayrı ayrıdırlar. Fakat Risale-i Nur’dan bahsettiği yerde o cifrî rakamlar resmen kabul edilen milâdî tarihine tevafuk ediyor. Ve o tarihin tarih-i kabulünü ve Risale-i Nur’un perde altında tenvirinin [aydınlatma] tarihini gösteriyor. Bin dokuz yüz yirmi dokuzdan (1929) tâ otuz dokuza (39) tâ kırk dörde (1944) kadar gösterir. Otuz iki sayfadan ibaret olan o kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] yalnız bir iki yerinde bu zamanın milâdî tarihini gösterir. Zannederim ki öteki yerde dahi bu zamandan bahsediyor. Daha tam anlamamışım. Hem başta Sûre-i İhlâs ile işaret edilen vefk-i müselles bin üç yüz elli bir (1351) eder. Hem bu işaret-i Aleviyeye bu da ima eder ki, o kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] nısf-ı evvelinde [ilk yarı] yetmiş fıkrada [bölüm] on yedi defa Nur kelimesiniHaşiye tekrar ediyor. Ve müteaddit [bir çok] defa Süryanice bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] mânâsında olan Celcelûtiye kelimesini öyle ehemmiyetle zikreder ki, kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ismi Celcelûtiye olmuştur. Risale-i Nur, Esma-i [Allah’ın isimleri] Hüsna içinde ism-i Nur, [Allah’ın Nur ismi] ism-i Hakîm [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] ve ism-i Bedi’in mazharıdır. Zahirinde, tarz-ı beyanında [açıklama biçimi] ism-i Bedi’in cilvesi görünüyor. Hem تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ 1 fıkrasından [bölüm] iki satır evvel bu fıkra[bölüm] râ’na belki en ehemmiyetli ve en parlak fıkra [bölüm] olan

174

اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً * مَدَى الدَّهْرِ وَاْلاَيَّامِ يَانُورُ جَلْجَلَتْ

yani, “Ya Rab! Benim yıldızımı nur eyle. Âhirzamana kadar bedi’ [güzel, eşsiz] bir surette ışıklandır, şûlelendir…” [gür ışık/alev] Evet İmam-ı Ali’nin (r.a.) şu duası bu zamanda Risale-i Nur ile kabul olduğunu ve Risale-i Nur’u irade ettiğini şu bedî, [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] acip tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ispat eder. Şöyle ki: اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا 1 tam tamına aynen cifir ve ebced hesabıyla Risale-i Nur oluyor. Çünkü nur kelimesi her ikisinde de var.

اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ İki yüz doksan altı (296) eder. Risale-i Nur’daki “risale” kelimesi aynen iki yüz doksan altıdır (296). Demek İmam-ı Ali (r.a.) bütün ulumunun hazinesi olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bir şûle-i [gür ışık/alev] i’cazı olan Risale-i Nur’u Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] âhirzamanda Kur’ân’a çelik bir sur ve parlak bir yıldız olarak istemiş.Haşiye [dipnot] Ve duası kabul olmuş. Daha Celcelûtiye’de bu zamana ve Risale-i Nur’a ima eden müteaddit [bir çok] emareler var. Hattâ hayretimi mucib bir rüya

175

Eskişehir hapsinde istintâkımdan bir gece evvel görüyorum ki: “Celcelûtiye’nin Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] şu fıkra[bölüm]

بِهَالٍ اَهِيلٍ شَلْعٍ شَلْعُوبٍ شَالِعٍ * طَهِىٍّ طَهُوبٍ طَيْطَهُوبٍ طَيَطَّهَتْ * 1

imdadıma yetişmiş. Beni sıkıntıdan kurtarmış. Ben birkaç defa tekrar edip okuyorum.” Uyandım. Yattım. Yine onunla meşgulüm. Sabahleyin fevka’l-me’mul istintâka çağırıldım. Hem fevkalade cevap verdim. Müdafaatımın en mühim ve memurları hayrette bırakan parçası tekellüfsüz [zahmetsiz] tezahür etti. Fakat o parçayı ben kaleme alamadım. Onlar yazdılar. Her ne ise… Bundan bu Celcelûtiye bize bakar. Bir hâtıra geldi. Baktım ki: O Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] fıkranın [bölüm] tam arkasında bir satır evvel Hz. İmam-ı Ali’nin (r.a.) Risale-i Nur’u tasrih [açık şekilde bildirme] etmişim, diye başta yazdığım تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً 2 ve iki satır evvel اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا 3 manidar, müjdeli, kerametkâr fıkraları [bölüm] bulunuyor. Anladım ki: Gecedeki meşguliyet kısmen bunun için imiş. Elhasıl, [kısaca, özetle] Celcelûtiye bu işaretiyle kaside-i Ercüziye’deki zahir keramât[kerametler] Aleviyeyi hem teyid eder, hem onunla teeyyüd edip, işaretten sarahat [açıklık] derecesine takarrub ediyor.

Cay-ı dikkattir ki: Ben üveysî [Veysel Karânî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zâtı görmeden, gıyaben bağlanma, ders alma] bir tarzda bir kısım ilm-i hakikatı [hakikat ilmi] Hüccetü’l-İslâm [delil] olan İmam-ı Gazâlî’den (k.s.) almıştım. Şimdi anlıyorum ki, İmam-ı Gazâlî (k.s.) aynı dersi üveysî [Veysel Karânî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zâtı görmeden, gıyaben bağlanma, ders alma] bir tarzda İmam-ı Ali’den (r.a.) almıştır. Demek Hz. İmam-ı Ali’nin (r.a.) mühim bir şakirdi [talebe, öğrenci] olan İmam-ı Gazâlî’nin (k.s.) başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârâne, [şefkat dolu] tesellidarâne en sıkıntılı bir zamanda bakması acip değil, belki lâzımdır ve öyle olmak gerektir. Risale-i Nur’a üç fıkrasında [bölüm] kuvvetli işaret eden Hz. Ali’nin (r.a.) kaside-i Celcelûtiyesinin hiçbir cihetle tesadüfe hamledilmez. Tevafuklu bir kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] beyan etmeye mecbur oldum.

176

Şöyle ki: Üç aydan beri hergün o kasideyi [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] okuyorum. Yalnız sekiz sahifeyi halledemediğim bir vefka dair olduğu cihetle okumuyordum. Fakat ahirinde وَصَلِّ اِلٰهِى 1 den başlayan ahirki iki sahifeyi ötekilerle beraber okurdum. Yetmiş defa kat’î, belki tahminime göre yüze yakın defalarda her defa istisnasız ne vakit elime alıp baştan okuduktan sonra ahirini açarken فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ 2 ile başlayan sahife açılıyordu. Ben hayret ediyordum. Onu okumayarak iki sahife sonra وَصَلِّ اِلٰهِى ile başlayan iki sahife ahirini okuduklarıma zammederdim. [ötre denilen, üstüne konulan harfi o, ö, u, ü okutan hareke] Her ne vakit baştan okuduğum ve terkettiğim sekiz sahifeye gelirken kitabın bâki kalan yüze yakın sahifeleri içinde açtıkça yine فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ 3 sahifesi açılıyordu. Hayret içinde hayret ediyordum. Elli defadan sonra dedim: “Acaba bu sahife neden açılıyor? Onu da okusam ne olur?” Baktım ki, Kaside-i Celcelûtiyeyi okuduğum maksadın neticesini o sahife gösteriyor. Ben de terk ettiğimden hatâ ettiğimi bildim. Ondan sonra okumaya başladım. Ondan sonra belki kırk defadan fazla ele aldıkça yine o sahife açılıyordu. Nihayet arkadaşlarıma hikâye ettim. Onlar da hayret içinde hayrette kaldılar. Dedim: “Bu Celcelûtiyenin bir kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Sizleri değil, başkalarını ikna edecek maddî bir delil elimde yok. Yalnız benim müşahedatım [gözlem yapmalar] var. Benim müşahedatım [gözlem yapmalar] başkasına hüccet [delil] olamaz. Ben de şimdiye kadar delilsiz dâvâları yazmak adetim değildi. Fakat madem bu tevafuk aciptir. Elbette işarettir ki, “Beni yaz.” İnanmayana kendini inandıracak ki yazdırmak istiyor.

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükür ediyorum ki, bana hem büyük bir teselli, hem dâvâma büyük bir delil gösterdi. Ve tevafukun beş altı nev’i bize ve mesleğimize medar-ı imtiyaz [üstünlük, ayrıcalık sebebi] ve vesile-i teşvik olarak verilmiş. Ve her me’yusiyet [ümitsizlik] ve gevşeklik zamanımızda bir kamçı-yı teşvik [teşvik kamçısı] ve bir keramet-i hizmet-i Kur’ânîyeye, medar [kaynak, dayanak] bir tevafuk-u lâtife [güzel münasebet, denklik ve uygunluk] imdadımıza yetiştiği gibi bu defa da yetişti. Evet, kalben gayet alâkadar olduğum kardeşlerimin müfarakat [ayrılık] zamanının pek yakın

177

olduğu bir zamanda ve hapiste yalnız kalacağım bir anda ve üç ayda yetmiş defa acip bir tarzda bana açılan bir sahifenin kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] dâvâ ettiğim ve delilsiz kaldığım bir hengamda Hz. Ali’nin (r.a.) Celcelûtiye kasidesinin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] yetmiş defa bilâ-istisna bana açılan فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ 1 dan başlayan üç-dört satırda üç-dört kuvvetli emare ve delil vardır ki, فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ 2 hitab-ı umumisinde bize hususî bakıyor.

BİRİNCİ EMARE: فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ fıkra[bölüm] hem makam, hem mânâ, hem cifir ve ebced hesabıyla bu nidâ-i umumi-i Alevî de hususi bir tarzda bu zamana ve Risale-i Nur’a ve Risale-i Nur’un müellifine [telif eden, kitap yazan] bakıyor. Çünkü فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz elli üç (1353) senesi zamanını tam gösterdiği ve o zamanda da Risale-i Nur ve şakirtlerinin [öğrenci] en korkulu bir zamanıdır ki, altı satırda yedi defa لاَتَخْشَ 3 kelimelerini tekrar ediyor فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ fıkrasındaki [bölüm] حَامِلَ اْلاِسْمِ 4 Molla Said  فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ Molla Kürd ve Molla Said Bedi’ [güzel, eşsiz] yalnız üç farkla tevafuk sırrıyla gösteriyor. Ve bu isim sahibi bu hitapta hususi murad olduğuna işaret ediyor. Ve mânâsıyla da, “Ey bin üç yüz elli üç (1353) senesinin tarihinde bu İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] hamili” yani “İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] kendine muhafız ittihaz [edinme, kabullenme] eden şahıs” demekle, o umumi hitapta böyle hususi bize bakıyor. Çünkü lillahilhamd bin üç yüz elli üç (1353) tarihinde her yirmi dört saatte yüz yetmiş bir defa اَلْاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ 5 olan İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] okuyordum ve kendimi onunla mu-

178

hafazaya çalışıyorum. Evet kaside-i Ercüziye’sinde Sekine tabir ettiği ism-i Âzam ve Celcelûtiye’sinde Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] ve Arabî olarak yine müteaddit [bir çok] tarzda اَلْاِسْمُ الْمُعَظَّمُ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ 1 gibi tabirlerle beyan ettiği Esma-i [Allah’ın isimleri] Sitte-i Meşhure ki, ism-i Âzamdır. Gösterdiği bin üç yüz elli üç (1353) tarihindeHaşiye yüz yetmiş bir defa Esma-i [Allah’ın isimleri] Sittesi Risale-i Nur müellifinin [telif eden, kitap yazan] daimi virdidir. [devamlı yapılan zikir] Ve o yüz yetmiş bir (171) defa okuduğum Esma-i [Allah’ın isimleri] Sitte ile beraber yetmiş bir (71) âyeti yirmi dört saatte on dokuz defa okuyarak yekûnü [bütün, toplam] bin üç yüz elli üçe (1353), hem bir cihette bin üç yüz kırk bir (1341) eder ki, bu ism-i Âzama bin üç yüz kırktan (1340) beri devam ettiğimin tarihine tevafuk ediyor. Hem bir defasında on dokuz âyet ism-i Âzam ile beraber on dokuz defa daimî okunur. Ve âyetlerin tekrâratının hurufatının [harfler] adedi altı bin altı yüz altmış altı (6666). Ayât-ı Kur’âniyeye tevafuk ediyor. Sûre-i İhlasın üç ve Fâtiha-i [başlangıç] Şerifenin tekerrür-ü nuzûlü için, iki olsa yine tam tamına tevafuk ediyor.

İKİNCİ EMARE: فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى 2 satırından sonra فَقَاتِلْ وَلاَتَخْشَ وَحَارِبْ وَلاَتَخَفْ 3 fıkra[bölüm] pek zahir ve kat’i bir surette harb-i umumîyi [Birinci Dünya Savaşı]

179

gösterdiği gibi, harb-i umumîde [Birinci Dünya Savaşı] gayet tehlikeli bir surette harbe iştirak eden bu fakirin en korkunç zamanına bakar ve teselli eder ve “korkma” der. Ve bu umumi hitapta hususi Risale-i Nur’un başlangıcı olan İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] mebde-i

telifiyle [kaleme alma] ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] en müthiş ve korkulu musibet zamanını mânâsıyla gösterdiği gibi cifir ve ebced hesabıyla da gösterir. Mânâ ile cifir hesabı ittifak ettiği yerde ima kuvvetlenip işaret derecesine çıkar. Çünkü وَلاَتَخْشَ 1 Hicrî [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] bin üç yüz otuz yedi (1337), Rûmî iki küsür fark eder. O halde bin üç yüz otuz dörde (1334) iniyor, o tarihte yalnız tek başımla Rusya’nın şimalinde [kuzey] en korkulu bir vaziyette, esaretten firar ettiğimin zamanıdır. فَقَاتِلْ وَلاَتَخْشَ 2 beraber olsa bin dokuz yüz kırk (1940) küsur oluyor ki, bunda Allahü âlem o tarihte diğer bir harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] çıkmasına ve iştirakimize işaret etmekle beraber, böyle büyük yekunlerde üç dört farkın ehemmiyeti olmadığından hem Rûmî yerine Arabî bu Milâdî tarihine girse beş altı sene fark ediyor. Yine otuz yedi (37) tarihi evvelki hesaba tevafuk edip en korkulu vaziyetimizde teselli veriyor. وَحَارِبْ وَلاَتَخَفْ 3 ise pek sarih [açık] bir surette harb-i umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] gösteriyor. Çünkü وَحَارِبْ وَلاَتَخَفْ mânâsı “dehşetli bir harb-i ahir zamandan korkma” demekle beraber cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz otuz bir (1331) veyahut bin üç yüz otuz üç (1333) ettiğinden ve umumi hitaptan hususi bize baktığı sair emarelerle göründüğü gibi o tarihte harb-i umumîde [Birinci Dünya Savaşı] en müthiş bir vaziyete giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olmuştum. İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] müsvedde-i evveliyesi [ilk müsvedde, ilk karalama] düşmanın elinde parça parça olmuştu. Ben de bir defada dört mermi vücuduma isabet ederek birisinde yaralı ayağım kırık, su ve çamur içinde otuz dört saat ölüme muntazır [bekleyen, hazır] ve etrafımda düşman askerleri muhasara ettiği bir hengamdır ki; en korkulu ve en me’yusiyetli [ümitsiz] zamanıma bakıyor. Öyleyse, o umum içinde hususî bize işaret ediyorHaşiye denilebilir.

180

ÜÇÜNCÜ EMARE: Bu üç güz mevsimidir aynı zamanda medar-ı teselli [teselli kaynağı] üç kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] görüyoruz.

Birincisi: Gavs-ı Âzam (r.a.) يَا مُرِيدِى كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ 1 * لِلّٰهِ مُخْلِصًا تَعِيشُ سَعِيدًا 2 tabiri ile on beş emare-i kaviye ile bize baktığı ve teselli verdiği فَقُلْ وَلاَ تَخَفْ 3 emriyle korkumuzu izale [giderme] etmiş.

181

İkinci güzde: Aynı mevsimde Hz. Ali (r.a.) aynen o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hafidinin başı üstünde bize bakıp korkulu, me’yusiyetli [ümitsiz] vaziyetimizden ve yakında başımıza gelecek musibete karşı tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] için ism-i Âzamı ders verip وَيَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ 1 tabiriyle beş kuvvetli delillerle o umumi hitaptan bize hususi baktığını gördük.

Bu Üçüncü güzde: Bizi ikaz ettiği musibet başımıza geldiği ve hapse düştüğümüz ve bütün ruhumla ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettiğim arkadaşlarımın müfarakat [ayrılık] zamanında yine فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ 2 diye kerametkârâne [keramet göstererek] bize teselli ve korkumuzu izale [giderme] eder bir tarzda beyanatı görüldü.

Latif tevafuktandır ki, üç güz mevsiminde aynı zamanda Sekizinci ve On Sekizinci ve Yirmi Sekizinci Lem’alarda [parıltı] bu üç keramat-ı azîmeye dair olduğundan ihtiyarımız olmadan onar fasıla ile; sekiz, on sekiz, yirmi sekize tevafuk ediyor. Bu altı satırda yedi defa Hz. İmam-ı Ali’nin (r.a.) لاَ تَخْشَ 3 diyerek bin üç yüz otuz yediden (1337) sonraki senelere, korkulu seneler olduğundan en ziyade Kur’ân hesabına perişaniyet ve havfa [korku] düşmüş olanlara teselli ve teşci[cesaretlendirme] etmesi bu umumi hitapta herbir seneye bir لاَ تَخْشَ kelimesiyle bakıp kırk ikiye ve daha sonrasına kadar. Risale-i Nur’un mebde-i intişarı ve telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] ve bu fakir arkadaşlarımla beraber zamanın en dehşetli darbesine maruz olduğumuzdan bu umumi hitapta bize hususi baktığına kuvvetli bir emaredir. Eğer لاَ تَخْشَ mânâsında bulunan لاَ تَخَفْ، لاَ تَهْرَبْ، وَخَاصِمْ مَنْ تَشَۤاءُ 4 gibi dört-beş kelime daha ilave olsa bizim ve Risale-i Nur’un intişariyle [açığa çıkma, yayılma] beraber en korkulu bir zamanda olduğumuzdan yine sair emaratın [belirtiler, izler] işârâtıyla [işaretler] bu fıkralar [bölüm] umumi hitap içinde hususi bir

182

surette Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] bakar. Ve bilhassa “Birbirine mukabil meliklerin [hükümdar] ve reislerin tecavüzünden ve tevkifinden ve ihatasından [herşeyi kuşatma] korkma!” meâlinde olan

وَلاَ تَخْشَ مِنْ بَاْسِ الْمُلُوكِ وَلَوْ طَغَتْ * وَلاَ تَخْشَ بَاْسًا لِلْمُلُوكِ وَلَوْ حَوَتْ * 1

iki fıkra[bölüm] şimdi tam izah edemediğim müteaddit [bir çok] emareler ile “Hakimler, padişahlar, reislerin sana karşı hücumlarından ve esaretlerinden ve yakalamalarından korkma!” diye olan hitab-ı umumisinde hususi bize bakıyor. Hem mânâca, hem cifirce hakiki ve layık muhatap olacak musibetzedeler içinde tam bizim gibi bu zamanda hiçbir kimse görülmüyor. Demek hususi bu iki fıkra [bölüm] bize bakar. Hem فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ 2 ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] fıkrasının [bölüm] altındaki fıkra [bölüm] olan تَوَقّٰى بِهِ كُلَّ اْلاُمُورِ تَسَلَّمَتْ 3 mânâsıyla yine cifir ve ebced hesabıyla Haşiye [dipnot] بِهِ كُلَّ اْلاُمُورِ تَسَلَّمَتْ bin üç yüz elli dört (1354) Arabî tarihinde en sevdiğim kardeşlerimle hapiste me’yusiyetli [ümitsiz] bir vakitte, günde yüz yetmiş bir defa اَلْاِسْمُ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ 4 tabir edilen ism-i Âzamı okuduğum bir zamanda elbette bu teselli-i selamet Celcelûtiye’nin umumi müjdesinde hususi bize baktığına ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] tereddüt etmemeli. Çünkü hakkımızdaki düşman planından selamete çıkmak harikadır ki, onu gösteriyor. Kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ortasında en mühim ve en parlak yerde en mühim duasının neticesinde üç fıkrasının [bölüm] herbirinde sarahata [açıklık]

183

yakın Risale-i Nur’u mânâsıyla ve cifirle göstermesi burada فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ fıkrasında [bölüm] dahi Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] teselli ve teminat vermekle hususi bir surette baktığını kuvvetli teyid ediyor. Bu emareleri teyid eden şu noktadır ki, kaside-i Celcelûtiye umumiyeti itibariyle Süryânî, [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] İbranî, esma-i [Allah’ın isimleri] İlâhiyeyi ve süver-i Kur’âniyeyi şefaatçı yapıp hususi münacat [dua, Allah’a yakarış] olduğu halde başta

بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ * اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ * 1

fıkrasıyla [bölüm] gösteriyor ki, bazı esrar-ı gaybiyenin keşfinden bahsedecek yalnız bir-iki yerde hususi münacât ve duadan istikbale bakar tarzı var ki, birisi; اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا 2 ‘den başlıyor, o üç satırda üç defa kuvvetli işaretle mânâ ve cifirle Risale-i Nur’u gösteriyor. İkinci yer ise; فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ 3 ile başlayan üç satırında üç kuvvetli işaretle Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] bakıyor. Yetmiş defa yüz ihtimal içinde bir sahifenin açılması tesadüf olmadığı gibi bu tarzdaki îmalar, emareler, işaretler elbette tesadüfî olamaz. Belki bir keramet-i gaybiyedir, [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmetkârlarına bir ikramdır.

ba

184

 Hafız Tevfik‘in [başarı] fıkrasının [bölüm] tetimmesi [ek]

Re’fet, Hüsrev, Rüştü’ye hediyedir.

فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ 1 ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] Bu beş altı satırda yedi fıkrasıyla, [bölüm] yedi cihetle Risale-i Nur müellifine [telif eden, kitap yazan] işaret ettiği gibi, diğer üç fıkra [bölüm] da gerçi öteki fıkralar [bölüm] gibi kavi bir işaret değil, fakat bir hafî [gizli] îmadan hâlî [boş] değildir. Madem bütün fıkralar [bölüm] işaret ediyorlar, bu üç fıkra [bölüm] dahi onlar gibi işaret etmek gerektir. Ezcümle: اَقْبِلْ وَلاَ تَهْرَبْ 2 fıkra[bölüm] belki altı satırdaki on üç fıkrada [bölüm] istikbalde gelen ve müthiş korkulara düşen birisine hitap ediyor ki, “Karşıla… Kaçma!” deyip teşci[cesaretlendirme] ediyorlar. Sair fıkraların [bölüm] delaletiyle bu umumi hitapta hususi bir muhatap “Said Nursî”dir. O halde يَا سَعِيدَ النُّورْسِى 3 zammiyle bin üç yüz yirmi beş (1325) eder. Çünkü şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] nun iki nun ve اَلنُّورْسِى deki şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ى iki ى dır. İşte o tarihte 31 Mart hâdisesi münasebetiyle İstanbul’dan kaçarak muvakkat [geçici] bir zaman mücahede-i maneviyeyi bırakmak niyetiyle Hareket Ordusundan firar edip İzmit’e geldiği tarihe tevafuk ediyor. وَلاَ عَقْرَبٌ تَرٰى 4 fıkrasında [bölüm] dahi muhatap, hususi o “Nursî” olduğundan يَا نُورْسِى izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilerek ilave edilse bin üç yüz kırk bir (1341) eder. İşte o tarihte ben Barla’da menfî olarak insan suretindeki akreplerin tacizleri altında azap çekerken harap ve hususi, küçük mescidimde otururken seccademin altında yeri bulunan ve emsalini görmediğim büyük bir akrep çıktı. Bir zât onu öldürdü. Daha ondan sonra on senedir dağlarda akrepli yerlerde kaldığım halde hiçbir akrebi görmedim. Bu fıkranın [bölüm] tam mânâsına

185

mazhar [erişme, nail olma] oldum. Eğer يَا نُورْسِى ‘deki ى şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] olsa o vakit bin üç yüz elli bir (1351) eder ki o tarihte insan akreplerinin, o نُورْسِى ‘nin mahvına ve idamına çalıştıkları ve fakat muvaffak olamadıkları zamanına tam tevafuk eder.

وَلاَ اَسَدٌ يَاْتِى اِلَيْكَ بِهَمْهَمَةٍ 1 fıkrasının [bölüm] muhatabı müteaddit [bir çok] emarelerle يَاكُرْدِى dir. Çünkü Hz. İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i Ercüzesinde يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ 2 fıkrasında [bölüm] lafzen ve mânen “Kürdî” namını veriyor. O halde يَاكُرْدِى ‘deki ى şeddesiz [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] olsa o vakit bin üç yüz yirmi bir (1321) eder. O tarihte o “Kürdî,” Başît namındaki meşhur dağın başında bir taş üstünde akşam namazını kıldıktan sonra yalnız olarak otururken o dağın esedi ve arslanı hükmünde olan bir canavar kurt yanına geldi. Bir arkadaş gibi ona ilişmedi. Eğer ياَكُرْدِى ‘deki ى şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] olsa o vakit bin üç yüz otuz bir (1331) eder ki, o tarihte Ermeni, Rus komitesinin canavarları her tarafta o “Kürdî”yi sardıkları ve katline çalıştıkları ve fakat muvaffak olamadıkları tarihe tam tamına tevafuk eder. İşte bin üç yüz otuz bir tarihine (1331) ve o dehşetli harb-i umumînin [Birinci Dünya Savaşı] şiddetli zamanına ve Said Kürdî’nin en musibetli ve en korkulu zamanına Hz. İmam-ı Ali (r.a.) bu altı satırda altı defa لاَ تَخْشَ، لاَ تَخْشَ، لاَ تَخْشَ 3 diye mükerreren [defalarca] o tarihe işaret etmek elbette hiçbir cihetle tesadüf olmaz. Ve ilm-i esrar ve cifirde allâme-i ümmet olan Hz. Ali (r.a.) sırlı ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olan meşhur Kaside-i Celcelûtiye’sinde istikbale bakan altı satırda altı defa mükerreren [defalarca] aynı tarihe ve aynı korkulu vaktine لاَ تَخْشَ kelimesinde cifir hesabıyla ve mânâsıyla göstermesi şeksiz, [şüphesiz] şüphesiz bir

186

keramet-i gaybiyesidir. [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Resul-i Ekremden (a.s.m.) ders almış, ümmete ders vermiş. Evet لاَ تَخْشَ 1 cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz otuz bir (1331) eder. Çünkü لاَ تَخْشَ deki خ altı yüz ت dört yüz ‘ ش üç yüz لا otuz bir eder, mecmuu bin üç yüz otuz bir (1331) eder لاَ تَخْشَ مِنْ سَيْفٍ وَلاَ طَعْنِ خَنْجَرٍ 2 fıkrasındaki [bölüm] مِنْ سَيْفٍ وَلاَ طَعْنِ خَنْجَرٍ 3 cümlesi سَيْفٍ ahirindeki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] nun sayılmak şartıyla bin üç yüz dokuz eder (1309). İşte o tarih ise لاَ تَخْشَ hitabına mazhar [erişme, nail olma] olan Risale-i Nur müellifini [telif eden, kitap yazan] adet-i mahalliye ve silah-ı millî olan seyf [kılıç] ve hançe-

rin hücumuna hedef olduğu, seyf [kılıç] ve hançeri beraberinde taşımaya mecbur olduğu ve kıskançlık sebebiyle Siirt’te âlimler ve talebelerin büyük bir münazaa [ağız kavgası; çekişme] ve kavgalarına maruz bulunduğu hengama tam tamına tevafuk eder. Bu tevafuk ise sair fıkraların [bölüm] ittifakıyla kuvvetleniyor. Îmadan, işaret belki delalet derecesine çıkıyor. وَلاَ تَخْشَ مِنْ رُمْحٍ وَلاَ شَرٍّ اَسْهَمَتْ 4 fıkrasındaki [bölüm] وَلاَ شَرٍّ اَسْهَمَتْ 5 cümlesinde şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] “re” iki “re” ve üstündeki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] “nun” sayılmak şartıyla bin iki yüz doksan üç (1293)6 eder. İşte bu tarih Rus’un Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] felaketine sebep olan doksan üç dehşetli harbin zamanına ve Risale-i Nur müellifinin [telif eden, kitap yazan] tarih-i veladetine tam tamına tevafuku şüphesiz kasdi bir işaret-i gaybiyedir. [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] Eğer şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] “re” bir sayılsa ve tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılmazsa o vakit وَلاَ تَخْشَ مِنْ رُمْحٍ وَلاَ شَرٍّ اَسْهَمَتْ satırındaki رُمْحٍ وَلاَ شَرٍّ اَسْهَمَتْ 7 fıkra[bölüm] bin iki yüz doksan bir (1291) eder.

187

Yalnız iki fark ile aynı tarihi gösterir. Bu fıkranın [bölüm] cifrî işaretine mânâsı kuvvet verdiği gibi sûret-i mânâ dahi letafetlendiriyor. [güzellik, hoşluk] Çünkü رُمْحٍ mızrak سَهْمٍ oktur. Mızrak ve oku harpte istimal [çalıştırma, vazifelendirme] eden Arap ile eski zaman bedevi adamlarıdır. Doksan Üç (93) Harbi ise asr-ı bedeviyete yakın olmakla beraber mıntıka-i harre ehli olan mızraklı ve oklu Araplar o dehşetli harpte memalik-i bâridede kışta çarpıştıkları halde devlet-i İslâmiyenin [İslâm devleti] mağlûbiyetiyle neticelenmesi ve o harpte Arabın acınacak vaziyetlerini Seyyid-i Arap olan Hz. İmam-ı Ali (r.a.) görmüş gibi ifade ediyor. Evet, Üstad-ı Kudsisi ona göstermiş o da görmüş. Ve kahramanlık damarına dokunmuş, şiddetle korkma diye teşci[cesaretlendirme] etmiş.

ba

188

 Keramet-i Aleviyenin neticesi

Madem Hz. Ali (r.a.) اَنَا مَدِينَةُ الْعِلْمِ وَعَلِىٌّ بَابُهَا 1 hadîsine mazhardır. Hem madem Şah-ı Velayet ünvanını alarak harika kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] göstermiştir. Hem madem âhirzamanda gelen hadiselere karşı Kur’ân ve Âl-i Beyt cihetinde herkesten ziyade alâkadardır. Hem madem esrarlı Kaside-i Ercüze’de ve meşhur Kaside-i Celcelûtiye’sinde vâkıat-ı istikbaliyeden haber veriyor. Ve “esrar-ı gaybiyeyi benden sorunuz” diye iddia ederek kısmen dâvâsını ihbarat-ı sadıka-ı gaybiye ile ispat etmiştir. Hem madem o iki kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] takip ettiği en mühim esas ve en büyük ders İsm-i Âzamdır. [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] Ve ism-i Âzam ile meşgul olanlar ile konuşur, teselli ve teşci[cesaretlendirme] eder. Hem madem o kasideler [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] istikbale baktıkları vakit çok emareler ve işaretler ile, hem mânâları ile, hem cifri hesabıyla şu zamanımızı ve şu zamandaki hadisat-ı acibeye parmak basıyor. Ve aynı hadiseyi mükerreren [defalarca] işaretle gösteriyor. Hem madem Risale-i Nur bu zamanda iman ve Kur’ân hizmetinde Hz. Ali’nin (r.a.) nazarına çarpacak en ehemmiyetli bir hâdisedir. Ve Hz. Ali (r.a.) tesisinde harika ilmiyle ve harikulâde şecaatiyle [yiğitlik, cesaret] cihanpesendane hizmet ettiği ve üstünde titrediği hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeyi harika bir tarzda kat’i burhanlarıyla [delil] ispat eden Risale-i Nur, o kudsi hakikatları güneş gibi göstermiştir. Hem madem Hz. Ali’nin (r.a.) kudsi Üstadından aldığı ve bu ümmete verdiği en mühim dersi ve bu iki kaside-i gaybiyesinin mevzuu ve esası ve ruhu olan Sekine’yi ve İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] bu zamanda herkesten ziyade kendine vird [devamlı yapılan zikir] eden ve on üç seneden beri İsm-i Âzamla [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] beraber binbir esma-i [Allah’ın isimleri] İlâhiye içinde bulunan Cevşenü’l-Kebîr ile ve o esma [Allah’ın isimleri] ile ulûm-u Kur’âniyenin hazinesini açan yüz yirmi risaleyi o esmanın [Allah’ın isimleri] feyzi ile Kur’ân’a tefsir yapan ve yirmi dört saatte yüz

189

yetmiş bir defa Sekine ve İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] denilen Esma-i [Allah’ın isimleri] Sitte-i Meşhureyi bin üç yüz mükerrer âyetle okuyan ve Âl-i Beytin mânevî ve gayet mühim bir mirası ve bir maden-i feyzi olan Cevşenü’l-Kebîr’i kendine üstad eden ve bidayette her günde bir defa bazan iki-üç defa tamamını okuyan ve talebelerine tavsiye eden adam, Risale-i Nur müellifidir. [telif eden, kitap yazan] Hem madem iki kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] sarahata [açıklık] yakın altı yerinde ondan haber veriyor. Hattâ yalnız فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ 1 makamında dahi altı satırda altı defa لاَ تَخْشَ 2 ile bu zamanın en müthiş hâdisesi olan harb-i umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] gösterip o harpte ilimce ve şeriatça ve şahısça korkulara düşen bir şakirdini [talebe, öğrenci] teşci[cesaretlendirme] eden bu altı satır bilâistisna on üç cümlesiyle on üç defa aynı şakirdinin [talebe, öğrenci] başına parmak basıyor. Ve on üç seneden beri İsm-i Âzama [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] devam eden o şakirdin [talebe, öğrenci] tarih-i hayatının [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] on üç vakıat-ı mühimmesine on üç surette işaret ve umum işaretler birbirine kuvvet verip ittifak ettikleri adam, Risale-i Nur müellifidir. [telif eden, kitap yazan] Elbette bu mezkur [sözü geçen] dokuz hakikat gayet kat’i bir surette netice verir ki Hz. Ali (r.a.) Ercüze ve Celcelûtiye’sinde Risale-i Nur’u alkışlıyor, haber veriyor ve müellifi ile konuşuyor, teselli ediyor.

اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ، وَاللهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ * 3 Haşiye [dipnot]