SÖZLER – Dokuzuncu Söz (70-81)

70

Dokuzuncu Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ * وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ * 1

EY BİRADER! Benden, namazın şu muayyen beş vakte2 hikmet-i tahsisini [ait kılınmasının hikmeti, gayesi] soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.

Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlâhînin [Allah’ın faaliyet ve icraatları] âyinesi [aynası] ve o tasarruf içinde ihsânât-ı külliye-i İlâhiyenin [Allah’ın herşeyi kuşatan bağış ve iyilikleri] birer mâkesi [yansıma yeri] olduğundan, Kadîr-i Zülcelâle [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna [bütün, toplam] karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir. Şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek [anlamak] için, Beş Nükteyi [derin anlamlı söz] nefsimle beraber dinlemek lâzım.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tesbih ve tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve şükürdür. Yani,

· celâline karşı kavlen [söz] ve fiilen Sübhânallah deyip takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] etmek;

· hem, kemâline karşı lâfzen [ifade, kelime] ve amelen Allahu ekber deyip tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] etmek;

71

· hem, cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdülillâh deyip şükretmektir.

Demek, tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında, [zikirler] bu üç şey her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını tekid [kuvvetlendirme] ve takviye için, şu kelimât-ı mübareke, [mübarek kelimeler] otuz üç defa tekrar edilir;1 namazın mânâsı şu mücmel [kısa, kısaca] hülâsalarla [esas, öz] tekid [kuvvetlendirme] edilir.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İbadetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde [Cenâb-ı Allah’ın rahmet kapısı] abd [köle] kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] ve kudret-i Samedâniyenin [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kudreti] ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani, Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] saltanatı, nasıl ki ubûdiyeti [Allah’a kulluk] ve itaati ister. Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] kudsiyeti, [kutsal, kusursuz ve yüce] paklığı dahi ister ki, abd, [köle] kendi kusurunu görüp, istiğfar [af dileme] ile ve Rabbini bütün nekaisten [eksiklikler, kusurlar] pak ve müberra [arınmış, temiz] ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] efkâr-ı batılasından [asılsız, boş düşünceler] münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve muallâ [yüce] ve kâinatın bütün kusurâtından [kusurlar] mukaddes ve muarra [temiz, pak, arınmış] olduğunu, tesbih ile, Sübhanallah ile ilân etsin.

Hem de Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] kemâl-i kudreti [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] dahi ister ki, abd, [köle] kendi zaafını [zayıflık, güçsüzlük] ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kudreti] azamet-i âsârına [eserlerin büyüklüğü] karşı istihsan [beğenme, güzel bulma] ve hayret içinde Allahu ekber deyip, huzû [Allah’ın büyüklüğünü düşünerek boyun eğme] ile rükûa gidip, Ona iltica ve tevekkül etsin.

Hem Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] nihayetsiz hazine-i rahmeti [Allah’ın rahmet hazinesi] de ister ki, abd, [köle] kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyâcâtını sual ve dua lisanıyla izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve Rabbinin ihsan [bağış] ve in’âmâtını [nimetlendirme] şükür ve senâ ile ve Elhamdü lillâh ile ilân etsin.

72

Demek, namazın ef’âl [fiiler, davranışlar] ve akvâli [sözler] bu mânâları tazammun [içerme, içine alma] ediyor ve bunlar için taraf-ı İlâhîden [Allah tarafından] vaz edilmişler.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Nasıl ki insan şu âlem-i kebirin [büyük âlem, evren] bir misal-i musağğarıdır [küçültülmüş nümune] ve Fâtiha-i [başlangıç] Şerife şu Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] bir timsal-i münevveridir. [nurlu örnek] Namaz dahi, bütün ibâdâtın [ibadetler] envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir [nurlu fihriste] ve bütün esnâf-ı mahlûkatın [yaratılmışların sınıfları, çeşitleri] elvân-ı ibadetlerine [renk renk, çeşit çeşit ibadet] işaret eden bir harita-i kudsiyedir. [kutsal harita]

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir saat-i kübrâ[çok büyük saat] olan şu âlem-i dünyanın [dünya âlemi] saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan [insan ömrünün aşamaları] ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem [dünyanın ömür devirleri] birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar.

Meselâ, fecir [sabah vakti] zamanı, tulûa [doğma] kadar, evvel-i bahar [baharın başlangıcı] zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere [ana rahmi] düştüğü âvânına, [anlar, vakitler] hem semâvât ve arzın [gökler ve yer] altı gün hilkatinden [yaratılış] birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi [Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları] ihtar eder.

Zuhr [öğle] zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki [dünyanın ömrü] hilkat-i insan [insanın yaratılışı] devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti [rahmet yansımaları] ve füyuzât-ı nimeti [nimetlerin bolluğu, bereketi] hatırlatır.

Asr [ikindi] zamanı ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem Âhirzaman Peygamberinin (aleyhissalâtü vesselâm) asr-ı saadetine [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] benzer ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi [Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları] ve in’âmât-ı Rahmâniyeyi [Allah’ın sonsuz şefkat ve merhametiyle bağışladığı nimetler] ihtar eder.

Mağrib [akşam] zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pek çok mahlûkatın gurubunu, [batış]

73

hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet iptidasındaki [başlangıç] harabiyetini ihtar ile tecelliyât-ı celâliyeyi [Allah’ın sınırsız haşmet ve yüceliğini gösteren yansımalar] ifham [(he ile) anlatma] ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.

İşâ [yatsı] vakti ise, âlem-i zulümat [karanlıklar âlemi] nehar [gündüz] âleminin bütün âsârını [eserler/asırlar] siyah kefeniyle setretmesini, [örtme] hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefat etmiş insanın bakıye-i âsârı [arta kalan eserler, izler] dahi vefat edip nisyan [unutkanlık] perdesi altına girmesini, hem bu dar-ı imtihan [imtihan yeri] olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhâr-ı Zülcelâlin [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah] celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] tasarrufâtını [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] ilân eder.

Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ifham [(he ile) anlatma] ile, ruh-u beşer [insan ruhu] rahmet-i Rahmâna [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd [gece sabah vaktinden önce kılınan namaz] ise, kabir gecesinde ve berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder ve bütün bu inkılâbat [büyük değişimler] içinde Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin [gerçek nimet verici olan Allah] nihayetsiz nimetlerini ihtar ile, ne derece hamd ve senâya müstehak olduğunu ilân eder.

İkinci sabah ise, sabah-ı haşri [haşir sabahı] ihtar eder. Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar makul ve lâzım ve kat’i ise, haşrin sabahı da, berzahın [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] baharı da o kat’iyettedir.

Demek, bu beş vaktin herbiri bir mühim inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] başında olduğu ve büyük inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kudreti] tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin [hergün meydana gelen büyük tasarruflar, faaliyetler] işaretiyle, hem senevî, [yıllık] hem asrî, [yüzyıl/modern] hem dehrî, [çağları içine alan] kudretin mucizâtını [bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler] ve rahmetin hedâyâsını [hediyeler] hatırlatır. Demek asıl vazife-i fıtrat [yaratılış görevi] ve esas-ı ubûdiyet [kulluğun esası, özü] ve kat’i borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve enseptir. [en uygun]

BEŞİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İnsan fıtraten gayet zayıftır. Halbuki herşey ona ilişir, onu müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ve müteellim [acı çeken] eder.  

74

Hem gayet âcizdir. Halbuki belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyâcâtı pek ziyadedir. Hem tembel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekâlifi [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] gayet ağırdır. Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettiği şeylerin zevâl [batış, kayboluş] ve firakı, [ayrılık] mütemadiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksatlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.

İşte, bu vaziyette bir ruh, fecir [sabah vakti] zamanında bir Kadîr-i Zülcelâlin, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] bir Rahîm-i Zülcemâlin [güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah] dergâhına [Allah’ın yüce katı] niyazla, namazla müracaat edip arzıhal etmek, [durumunu bildirmek] tevfik [başarı] ve medet istemek ne kadar elzem; ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinat [dayanak noktası] olduğu bedâheten [açıklık] anlaşılır.

Ve zuhr [öğle] zamanında—ki o zaman gündüzün kemâli ve zevâle [batış, kayboluş] meyli ve yevmî [günlük] işlerin âvân-ı tekemmülü [tamamlanma vakti] ve meşâğilin [meşguliyetler] tazyikinden muvakkat [geçici] bir istirahat zamanı ve fâni dünyanın bekàsız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti ve in’âmât-ı İlâhiyenin [Allah’ın verdiği nimetler] tezahür ettiği bir andır—ruh-u beşer o tazyikten kurtulup, o gafletten sıyrılıp, o mânâsız ve bekàsız şeylerden çıkıp, Kayyûm-u Bâkî [devamlı hayat sahibi olan ve herşeyi her an ayakta tutan Allah] olan Mün’im-i Hakikînin [gerçek nimet verici olan Allah] dergâhına [Allah’ın yüce katı] gidip el bağlayarak, yekûn [bütün, toplam] nimetlerine şükür ve hamd edip ve istiâne [yardım dileme] etmek ve celâl ve azametine karşı rükû ile aczini izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek ve kemâl-i bîzevâline [yok olmayan mükemmellik, kusursuzluk] ve cemâl-i bîmisâline [benzersiz güzellik] karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini [alçakgönüllülük] ilân etmek demek olan zuhr [öğle] namazını kılmak ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasip olduğunu anlamayan insan, insan değil…

Asr [ikindi] vaktinde ki, o vakit hem güz mevsim-i hazinanesini [hüzünlü mevsim] ve ihtiyarlık halet-i mahzunânesini [üzüntülü durum] ve âhir zaman mevsim-i elîmânesini [acılarla dolu mevsim] andırır ve hatırlattırır. Hem

75

yevmî [günlük] işlerin neticelenmesi zamanı, hem o günde mazhar [erişme, nail olma] olduğu sıhhat ve selâmet [huzur] ve hayırlı hizmet gibi niam-ı İlâhiyenin [Allah’ın nimetleri] bir yekûn-u [bütün, toplam] azîm teşkil ettiği zamanı, hem o koca güneşin ufûle [batış] meyletmesi işaretiyle insan bir misafir memur ve herşey geçici, bîkarar [kararsız] olduğunu ilân etmek zamanıdır. Şimdi, ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ihsana karşı perestiş [aşırı derece sevme] eden ve firaktan [ayrılık] müteellim [acı çeken] olan ruh-u insan, kalkıp, abdest alıp, şu asr [ikindi] vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm-i Bâkî [varlığının başlangıcı olmayan ve sürekli hayat sahibi Allah] ve Kayyûm-u Sermedînin [varlığı sürekli olan ve herşeyi her an ayakta tutan Allah] dergâh-ı Samedâniyesine [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın yüce katı] arz-ı münacat [yalvarıp yakarma, kurtuluş isteme] ederek, zevâlsiz [batmayan] ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip, hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek, izzet-i Rububiyetine [her varlığı yaratılış amacına hikmetli bir biçimde ulaştırarak terbiye ve idare eden Allah’ın şeref ve yüceliği] karşı zelilâne [aşağılanan] rükûa gidip, sermediyet-i Ulûhiyetine [Allah’ın ortak kabul etmeyen ilâhlığının sonsuzluğu ve sürekliliği] karşı mahviyetkârâne [alçak gönüllülükle] secde ederek, hakikî bir teselli-i kalp, [kalbin tesellisi, rahatı] bir rahat-ı ruh [ruh rahatlığı] bulup huzur-u kibriyâsında [sonsuz büyüklük sahibi Allah’ın huzuru] kemerbeste-i ubûdiyet [kulluk için el bağlayıp Allah’ın huzurunda durma] olmak demek olan asr [ikindi] namazını kılmak ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münasip bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-u fıtrat [yaratılış borcu] eda etmek, belki gayet hoş bir saadet elde etmek olduğunu, insan olan anlar.

Mağrib [akşam] vaktinde ki, o zaman hem kışın başlamasında yaz ve güz âleminin nazenin [ince, duyarlı] ve güzel mahlûkatının vedâ-yı hazinânesi içinde gurub [batış] etmesinin zamanını andırır. Hem insanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firâk-ı elîmâne [acı ve üzüntü verici ayrılık] içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır. Hem dünyanın zelzele-i sekerat [ölüm anındaki sarsıntı] içinde vefatıyla, bütün sekenesi [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] başka âlemlere göçmesi ve bu dar-ı imtihan [imtihan yeri] lâmbasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır ve zevâlde [batış, kayboluş] gurub [batış] eden mahbuplara [sevgili] perestiş [aşırı derece sevme] edenleri şiddetle ikaz eder bir vakittir.

İşte, akşam namazı için, böyle bir vakitte, fıtraten bir cemâl-i bâkîye [kalıcı ve devamlı güzellik] âyine-i müştak [Allah’ın güzel isimlerini bir ayna gibi üzerinde aksettiren ve Onun sonsuz güzelliğine düşkün olan insan] olan ruh-u beşer, [insan ruhu]

76

· şu azîm işleri yapan ve bu cesîm [büyük] âlemleri çeviren, tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden Kadîm-i Lemyezel [varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Allah] ve Bâkî-i Lâyezâlin Arş-ı Azametine [Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer] yüzünü çevirip, bu fânilerin üstünde Allahu ekber deyip, onlardan ellerini çekip, hizmet-i Mevlâ [dostumuz ve gözeticimiz olan Allah’ın hizmetinde bulunma] için el bağlayıp, Dâim-i Bâkînin huzurunda kıyam edip Elhamdü lillâh demekle kusursuz kemâline, misilsiz [benzer] cemâline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü senâ edip; اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 demekle muinsiz [yardımcı] Rububiyetine, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] şeriksiz Ulûhiyetine, [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] vezirsiz Saltanatına karşı arz-ı ubûdiyet [kulluğu sergileme] ve istiâne [yardım dileme] etmek;

· hem nihâyetsiz kibriyâsına, [azamet, büyüklük] hadsiz kudretine ve aczsiz izzetine [büyüklük, yücelik] karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczini, fakr ve zilletini [alçaklık] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekle سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظِيمُ 2 deyip, Rabb-i Azîmini [herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] tesbih edip;

· hem zevâlsiz [batmayan] cemâl-i Zâtına, [Allah’ın Zâtının güzelliği] tağayyürsüz [hiçbir zaman değişmeyen] sıfât-ı kudsiyesine, [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] tebeddülsüz kemâl-i sermediyetine [sürekli devam eden mükemmellik] karşı secde edip, hayret ve mahviyet [alçakgönüllülük] içinde terk-i mâsivâ [Allah’tan başka herşeyi terketmek] ile muhabbet ve ubûdiyetini [Allah’a kulluk] ilân edip, hem bütün fânilere bedel bir Cemîl-i Bâkî, [sınırsız güzellik sahibi ve varlığı devamlı ve sonsuz olan Allah] bir Rahîm-i Sermedî [varlığı sürekli olan ve yarattığı varlıklara sonsuz merhameti ve şefkatiyle davranan Allah] bulup سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلٰى 3 demekle zevâlden [batış, kayboluş] münezzeh, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] kusurdan müberrâ [arınmış, temiz] Rabb-i Âlâsını [herşeyden yüce olan Rab] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] etmek;

77

· sonra teşehhüd [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] edip, oturup, bütün mahlûkatın tahiyyât-ı mübarekelerini [canlıların bereket ve tebrik sebebi olan hal dilleriyle ve yaşayışlarıyla dile getirdikleri dualar] ve salâvât-ı tayyibelerini [varlıkların ibadet ve duaları, Allah’ı tesbih ve takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] eden güzel sözleri] kendi hesabına o Cemîl-i Lemyezel [varlığı sürekli, güzelliği sonsuz olan Allah] ve Celîl-i Lâyezâle hediye edip ve Resul-i Ekremine selâm etmekle biatını tecdid [yenileme] ve evamirine [emirler] itaatini izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip ve imanını tecdid [yenileme] ile tenvir [aydınlatma] etmek için şu kasr-ı kâinatın [kâinat sarayı] intizam-ı hakîmânesini [hikmetli bir düzen] müşahedeedip Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet etmek;

· hem saltanat-ı Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] dellâlı [davetçi, ilan edici] ve mübelliğ-i marziyâtı [Allah’ın razı olacağı hal ve hareketleri bildiren elçi] ve kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] tercüman-ı âyâtı [âyetlerin, delillerin tercümanı] olan Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmın risaletine [elçilik, peygamberlik] şehadet etmek demek olan mağrib [akşam] namazını kılmak ne kadar latîf, [güzel, hoş] nazif [temiz, pak] bir vazife, ne kadar aziz, leziz bir hizmet, ne kadar hoş ve güzel bir ubûdiyet, [Allah’a kulluk] ne kadar ciddî bir hakikat ve bu fâni misafirhanede bâkiyâne [daimî, kalıcı bir şekilde] bir sohbet ve dâimâne bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir?

İşâ [yatsı] vaktinde ki, o vakit gündüzün ufukta kalan bakıye-i âsârı [arta kalan eserler, izler] dahi kaybolup gece âlemi kâinatı kaplar. Mukallibü’l-Leyli ve’n-Nehâr1 [gece ve gündüzü birbiri ardına çeviren Allah] olan Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] o beyaz sahifeyi bu siyah sahifeye çevirmesindeki tasarrufât-ı Rabbâniyesiyle, [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın fiil ve icraatları] yazın müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] yeşil sahifesini kışın bârid [soğuk] beyaz sahifesine çevirmesindeki Musahhıru’ş-Şemsi ve’l-Kamer2 [güneş ve ayı emri altında tutan ve onları hizmetimize veren Allah] olan Hakîm-i Zülkemâlin [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] icraat-ı İlâhiyesini [Allah’ın icraat ve faaliyeti] hatırlatır.

Hem mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] ehl-i kuburun [kabirdekiler] bakiye-i âsârı [arta kalan eserler, izler] dahi şu dünyadan

78

kesilmesiyle bütün bütün başka âleme geçmesindeki Hâlık-ı Mevt ve Hayatın1 [hayatı ve ölümü yaratan Allah] şuûnât-ı İlâhiyesini [Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları] andırır.

Hem dar ve fâni ve hakir dünyanın tamamen harap olup, azîm sekerâtıyla [can çekişme/ölüm anı] vefat edip, geniş ve bâki ve azametli âlem-i âhiretin [âhiret âlemi] inkişafında [açığa çıkma] Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın [gökleri ve yeri yaratan Allah] tasarrufât-ı celâliyesini [Allah’ın sonsuz haşmetini yansıtan işleri, icraatları] ve tecelliyât-ı cemâliyesini [Allah’ın sonsuz güzelliğinin yansımaları, görüntüleri] andırır, hatırlattırır bir zamandır.

Hem şu kâinatın Mâlik ve Mutasarrıf-ı Hakikîsi, [gerçek tasarruf sahibi olan, her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah] Mâbud [ibadet edilen] ve Mahbûb-u Hakikîsi [sevilen ve gerçek anlamda sevilmeye lâyık olan Allah] o Zât olabilir ki, gece-gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitabın sahifeleri gibi suhuletle [kolaylıkla] çevirir, yazar, bozar, değiştirir, bütün bunlara hükmeder bir Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] olduğunu ispat eden bir vaziyettir.

İşte, nihayetsiz âciz, zayıf, hem nihayetsiz fakir, muhtaç, hem nihayetsiz bir istikbal zulümâtına dalmakta, hem nihayetsiz hâdisât içinde çalkanmakta olan ruh-u beşer, [insan ruhu] yatsı namazını kılmak için şu mânâdaki işâda,

· İbrahimvâri لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 2 deyip, Mâbûd-u Lemyezel, [varlığı hiçbir zaman son bulmayan ve ibadete layık tek ilah olan Allah] Mahbûb-u Lâyezâlin [hiçbir zaman kaybolup gitmeyecek yegane sevgili olan Allah] dergâhına [Allah’ın yüce katı] namazla iltica edip ve şu fâni âlemde ve fâni ömürde ve karanlık dünyada ve karanlık istikbalde bir Bâkî-i Sermedî [varlığı kalıcı ve sürekli olan Allah] ile münâcât [Allah’a yalvarış, dua] edip, bir parçacık bir sohbet-i bâkiye, [sonsuzluk sırrına erişmiş sohbet] birkaç dakikacık bir ömr-ü bâki [devamlı ömür] içinde dünyasına nur serpecek, istikbalini ışıklandıracak, mevcudâtın [varlıklar] ve ahbabının firak [ayrılık] ve zevâlinden [batış, kayboluş] neş’et [doğma] eden yaralarına merhem sürecek olan Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] iltifat-ı rahmetini [Allah’ın sonsuz rahmet ve lütfuyla muamele etmesi] ve nur-u hidayetini [doğru ve hak yolu gösterme nuru] görüp istemek;

79

· hem muvakkaten [geçici] onu unutan ve gizlenen dünyayı o dahi unutup, dertlerini kalbin ağlamasıyla dergâh-ı rahmette [Allah’ın rahmet kapısı] döküp;

· hem ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya girmeden evvel son vazife-i ubûdiyetini [kulluk görevi] yapıp, yevmiye defter-i amelini [insanın iyi ve kötü işlerinin kaydedildiği defter] hüsn-ü hâtime [güzel son] ile bağlamak için salâta [namaz] kıyam etmek,

· yani bütün fâni sevdiklerine bedel bir Mâbud [ibadet edilen] ve Mahbûb-u Bâkînin [sonsuz sevgili olan Allah] ve bütün dilencilik ettiği âcizlere bedel bir Kadîr-i Kerîmin [sonsuz cömertlik sahibi olan ve kudreti herşeye yeten Allah] ve bütün titrediği muzırların [zararlı] şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i Rahîmin [sonsuz rahmetiyle kullarını koruyup gözeten Allah] huzuruna çıkmak;

· hem Fâtiha [başlangıç] ile başlamak, yani birşeye yaramayan ve yerinde olmayan, nâkıs, [eksik] fakir mahlûkları [varlıklar] medih [övgü] ve minnettarlığa bedel, bir Kâmil-i Mutlak [sınırsız mükemmellik ve kusursuzluğun sahibi Allah] ve Ganiyy-i Mutlak [sınırsız zenginliğe sahip olan Allah] ve Rahîm ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] olan Rabbü’l-Âlemîni [âlemlerin Rabbi olan Allah] medh ü senâ etmek, hem اِيَّاكَ نَعْبُدُ 1 hitabına terakki [ilerleme] etmek, yani küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, Ezel ve Ebed Sultanı [başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan] olan مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ 2 ‘e intisabıyla [bağlanma, mensup olma] şu kâinatta nazdar [nazlı] bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girip,

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِي 3 demekle bütün mahlûkat namına, kâinatın cemaat-i kübrâ[çok büyük cemaat, topluluk] ve cemiyet-i uzmâsındaki [çok büyük cemiyet, topluluk] ibâdât [ibadetler] ve istiânâtı [yardım dilemeler] Ona takdim etmek;

· hem اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ 4 demekle, istikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] giden nuranî yolu olan sırat-ı müstakime [dosdoğru yol] hidayeti istemek;

80

· hem şimdi yatmış nebatat, [bitkiler] hayvanat gibi gizlenmiş güneşler, huşyar [uyanık] yıldızlar, birer nefer [asker] misil[benzer] emrine musahhar [boyun eğdirilmiş] ve bu misafirhane-i âlemde [dünya misafirhanesi] birer lâmbası ve hizmetkârı olan Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kibriyâsını [azamet, büyüklük] düşünüp, Allahu ekber deyip rukûa varmak;

· hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını [en büyük secde] düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer muti’ [itaat eden] nefer [asker] gibi vazife-i ubûdiyet-i dünyeviyesinden [dünyadaki kulluk görevi] emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevâlde [batış, kayboluş] gurub [batış] seccadesinde Allahu ekber deyip secde ettikleri, hem emr-i كُنْ فَيَكُونُ ‘dan gelen bir sayha-i ihyâ ve ikaz [hayat veren ve uyaran sesleniş] ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen [benzer] haşrolup, [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ [Allah’ın huzurunda, Onun emrine hazır şekilde el bağlamak] oldukları gibi, şu insancık, onlara iktidaen, [uyarak] o Rahmân-ı Zülkemâlin, [sonsuz mükemmellik ve merhamet sahibi olan Allah] o Rahîm-i Zülcemâlin [güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah] bârgâh-ı huzurunda [Allah’ın huzuru, yüce katı] hayret-âlûd [hayret verici] bir muhabbet, bekà-âlûd [sonsuzluk sırrından pay almış] bir mahviyet, [alçakgönüllülük] izzet-âlûd [şeref ve yücelikle karışık] bir tezellül [alçalma] içinde Allahu ekber deyip sücuda gitmek, yani bir nevi miraca [Allah’ın huzuruna yükselme] çıkmak demek olan işâ [yatsı] namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubûdiyet, [Allah’a kulluk] bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın.

Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılâb-ı azîmin [büyük değişim] işârâtı [işaretler] ve icraat-ı cesîme-i Rabbâniyenin [Allah’ın çok büyük ve kapsamlı işi, icraatı] emârâtı [belirtiler, işaretler] ve in’âmât-ı külliye-i İlâhiyenin [Allah’ın yarattığı varlıklara sunduğu hadsiz nimetler] alâmâtı [alâmetler, işaretler] olduklarından, borç ve zimmet [borç, sorumluluk] olan farz namazın o zamanlara tahsisi nihayet hikmettir.

81

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ مُعَلِّمًا لِعِبَادِكَ لِيُعَلِّمَهُمْ كَيْفِيَّةَ مَعْرِفَتِكَ وَالْعُبُودِيَّةِ لَكَ وَمُعَرِّفًا لِكُنُوزِ اَسْمَۤائِكَ وَتَرْجُمَانًا ِلاٰيَاتِ كِتَابِ كَۤائِنَاتِكَ وَمِرْاٰةً بِعُبُودِيَّتِهِ لِجَمَالِ رُبُوبِيَّتِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَارْحَمْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ

اٰمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * 2