SÖZLER – Lemeât -2 (975-1010)

975

Hakkı bulduktan sonra ehak [en doğru, daha doğru] için ihtilâfı çıkarma

Ey talib-i hakikat! [gerçeği arayan, doğruyu isteyen] Madem hakta ittifak, ehakta [en doğru, daha doğru] ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan [en doğru, daha doğru] ehaktır. [en doğru, daha doğru] Hem de olur hasen, ahsenden [daha güzel] ahsen. [daha güzel]

• • •

İslâmiyet, selm [barış] ve müsalemettir; [barış ve huzur içinde olma] dahilde nizâ [anlaşmazlık, çekişme] ve husumet istemez

Ey âlem-i İslâmî! [İslâm âlemi] Hayatın ittihadda. [birleşme] Ger [eğer] ittihad [birleşme] istersen, düsturun [kâide, kural] bu olmalı:

Hüve’l-hakku [sadece o haktır] yerine hüve hakkun [o haktır] olmalı; hüve’l-hasen [sadece o güzeldir] yerine hüve’l-ahsen [o en güzeldir] olmalı.

Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.”

Dememeli: “Budur hak; başkaları battaldır. [bâtıl, boş, hükümsüz] Ya yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.”

Zihniyet-i inhisar, [tekelleştirme anlayışı] hubb-u nefisten [kendini beğenme, nefse düşkünlük] geliyor. Sonra maraz [hastalık] oluyor; nizâ [anlaşmazlık, çekişme] ondan çıkıyor.

Dert ile dermanlar

Taaddüdü [birden fazla olma] hak olur; hak da taaddüt [birden fazla olma] eder. Hâcat ve ağdiyenin [gıdalar] tenevvüü [çeşitlenme] hak olur; hak da tenevvü [çeşitlenme] eder.

İstidat, terbiyeler tekessürü [çoğalma] hak olur; hak da tekessür [çoğalma] eder. Bir madde-i vâhide, [bir tek madde] hem zehir ve hem panzehir.

İki mizaca göre mesâil-i fer’îde [teferruata dair meseleler] hakikat sabit değil; izafî [göreceli] ve mürekkep. [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] Mükellefîn [mükellef olanlar, yükümlüler] mizaçlar

Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk [gerçekleşme] ve terekküp, [birleşme] her mezhebin sahibi mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] mutlak hükmeder.

Mezhebinin hududu tayinini bırakır temayül-ü mîzaca. Taassub-u mezhebî [bir mezhebe aşırı derecede bağlılık] tâmime [genelleştirme, yayma] sebep olur.

976

Tâmimin [genelleştirme, yayma] iltizamı [kabul etme, taraftarlık] sebep olur nizâa. [anlaşmazlık, çekişme] İslâmiyetten evvel tabakat-ı beşerde [insan grupları] derin uçurumlar,

Hem tebâüd-ü acîbi [hayret verici ölçüde birbirinden uzaklaşma] istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, [aynı dönemde birden fazla peygamberin olması] tenevvü-ü şerâyi’, [şeriatlerin çeşitliliği] müteaddit [bir çok] mezhepler.

Beşerde bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb [birbirine yakınlaşma] etti, şer’ etti ittihad, [birleşme] vâhid [bir] oldu peygamber.

Seviye bir olmadı; mezhep taaddüt [birden fazla olma] etti. Terbiye-i vâhide [tek bir terbiye] kâfi [yeterli] geldiği zaman, ittihad [birleşme] eder mezhepler.

• • •

İcad ve cem-i ezdadda [zıtların biraraya gelmesi] büyük bir hikmet var; kudret elinde şems ve zerre birdir

Ey birader-i kalb-i hüşyar! Ezdâdın [zıtlar] cem’indendir [bir araya gelme] tecellî-i iktidar. [Allah’ın kudretinin tecellîsi, yansıması] Lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,

Hüsnün [güzellik] içinde kubhu, [çirkinlik] nef’in [fayda] içinde dârrı, nimet içinde nıkmet, [sıkıntı, azap] nurun içinde nârı, bilir misin ki sırrı?

Hakaik-i nisbiye [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] sübut, [bir şeyin var olması] takarrur [karar bulma] etsin. Birşeyde çok şey olsun; bulsun vücut, görünsün. Sür’at-i hareketle [hareketin hızı] bir nokta bir hat olur.

Çevirmenin sür’ati yapar bir lem’a-i nur, [nur parıltısı] daire-i nuranî. [Risale-i Nur dairesi] Hakaik-i nisbiye [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] vazifesi dünyada daneler sünbül [başak] olur.

Kâinatın çamuru, revâbıt-ı nizamı, [nizamın, düzenin bağları] alâik-i nakşını [nakış alâkaları, ilişkileri] odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî [göreceli] emirler orada hakaik [doğru gerçekler] olur.

Hararette merâtip, [mertebeler] ona olmuştur sebep tahallül-ü burudet. [soğuğun sıcağın içine karışması] Hüsündeki [güzellik] derecat [dereceler] kubhun [çirkinlik] tedahülüdür; [iç içe geçme] sebep, illet [asıl sebep] oluyor.

977

Ziya zulmete borçlu; lezzet eleme medyun; [borçlu] sıhhat marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki Cehennem tâzip [azap] etmez. Zemherirsiz [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] olmuyor;

Ger [eğer] zemherir [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] olmazsa, o da ihrak [yakma] edemez. O Hallâk-ı Lemyezel, [varlığı asla son bulmayan ve herşeyi sürekli olarak çokça yaratan Allah] halk-ı ezdad [zıtların yaratılması] içinde hikmetini gösterdi; haşmeti etti zuhur.

O Kadîr-i Lâyezâl, [hiçbir zaman kaybolup gitmeyecek, sonsuz kudret sahibi Allah] cem-i ezdad [zıtların biraraya gelmesi] içinde iktidarı gösterdi; azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlâhî [Allah’ın güç ve iktidarı] lâzime-i zâtî [bir şeyin bizzat kendisinde olması şart olan temel özellik ve nitelik] olur.

O Zât-ı Ezelîye [varlığının başlangıcı olmayıp devamlı var olan Zât, Allah] hem zarure-i nâşie; [kendisinde bulunması zorunlu olan, ondan ayrılması mümkün olmayan zorunlu özellik] onda zıddı olamaz, acz tahallül [araya girme, içine karışma] edemez, onda merâtip [mertebeler] olamaz. Herşeye nisbeti bir; hiçbir şey ağır olmuyor.

O kudretin ziyasına güneş mişkât [kandil] olmuştur. Bu mişkâtın [kandil] nuruna deniz yüzü âyine, [ayna] şebnemlerin [çiğ] gözleri birer mir’at [ayna] olmuştur.

Denizin geniş yüzü gösterdiği güneşi, çîn-i cebînindeki [alın buruşukluğu] katreler [damla] de gösterir; şebnemin [çiğ] küçük gözü yıldız gibi parlıyor.

Aynı hüviyet tutar; şebnem, [çiğ] deniz bir olur güneşin nazarında. Kudreti tanzir [benzerini yapma] eder. Şebnemin [çiğ] gözbebeği küçücük bir güneştir.

Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. [çiğ] Gözbebeği bir nurdur ki şems-i kudretten [kudret güneşi] gelir, o kudrete kamer [ay] olur.

Semâvât bir denizdir; bir nefes-i Rahmân‘la [sonsuz merhamet sahibi Cenab-ı Hakkın varlıklar üzerindeki rahmet esintisi] çîn-i cebînlerinde [alın buruşukluğu] mevcelenip, katarat [damlalar] ki nücum [yıldızlar] ve hem şümustur. [güneşler]

Kudret tecellî etti, o katarâta [damlalar] serpti nuranî lemeâtı. [Lem’alar isimli eser] Herbir güneş bir katre, [damla] herbir yıldız bir şebnem, [çiğ] herbir lem’a [parıltı] timsaldir. [görüntü]

O feyz-i tecellînin [yansımadan doğan feyiz, bereket] küçücük bir aksidir o katre-misal [damla gibi] güneş. Eder mücellâ [parlatılmış, parlak] camını o lümey’a [küçük parıltı] zücâce [cam] dürri-misal [inci gibi] parlıyor,

O şebnem-misal [çiğ gibi] yıldız lâtif [berrak, şirin, hoş] gözü içinde, bir yer yapar lem’aya, [parıltı] lem’a [parıltı] olur bir siraç, [ışık, lamba] gözü olur zücâce, [cam] misbâhı [lamba, meşale] nurlanıyor.

978

Meziyetin varsa hafâ [gizlilik] türâbında [toprak] kalsın, tâ neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulsun

Ey zîhassa-i meşhure, [meşhur özelliğe sahip kişi] taayyünle [belirleme] zulmetme. Ger [eğer] perde-i hafânın [gizlilik perdesi] altında sen kalırsan, ihvânına [kardeşler] verirsin ihsan [bağış] ve bereketi.

Herbir ihvânın [kardeşler] altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celb [çekme] eder bir nazar-ı hürmeti. [saygı dolu bakış]

Eğer taayyün [belirleme] edip perde altından çıksan, mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin,

İhvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. [saygı dolu bakış] Demek taayyün [belirleme] ve teşahhus [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] zalim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün.

Nerede kaldı yalancı tasannu [yapmacık] ve riyâ [gösteriş] ile kisb-i teşahhus-u şöhret? [şöhretle şahsiyet kazanma] İşte bir sırr-ı azîm [büyük sır] ki hikmet-i İlâhî, [Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması] hem o nizam-ı ahsen. [en güzel düzen]

Bir ferd-i fevkalâde, [olağanüstü özelliklere sahip kişi] kendi nev’i içinde setr [örtme] ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen. [güzel görülen, beğenilen]

İşte sana misali: İnsan içinde veli,1 ömür içinde ecel,2 olmuş meçhul ve mühmel. [başıboş, ihmal edilmiş] Cumada müstetirdir [gizli, örtülü] bir saat, kabul olur dua edersen.3

Ramazan’da münteşir [yaygın olan] bir leyle-i zû-kadîr.4 Esmâü’l-Hüsnâda muzmer [gizli, saklı] iksir-i İsm-i Âzam.5 [Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olan isminin güçlü tesiri] Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen, [güzel sır]

İphamda izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder, ihfâda [gizleme] ispat eder. Meselâ, ecelin iphamında [gizleme] bir muvazene [karşılaştırma/denge] vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.

Kefeteyn-i havf ü recâ [ümit] , [ümit ve korku kefeleri, dengeleri] hizmet-i ukbâ-dünya [âhiret-dünya hizmeti] tevehhüm-ü bekâî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem [belirsiz] bir ömür olsa ahsen, [daha güzel]

979

Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı [yarısı] geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin.

Şey’en şey’en [yavaş yavaş, ağır ağır] üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin.

• • •

Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.

Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîme. [adâletle iş gören, sonsuz rahmet ve merhamet sahibi Allah] Fazla şefkat elemdir; fazla gazap zemîme.

• • •

İsraf sefahetin, [ahmaklık, beyinsizlik] sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] sefaletin kapısıdır

Ey müsrifli kardeşim! Tagaddî [gıdalanma, beslenme] noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsâvi [eşit] bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede, bîhûşe verir nûşe.

Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zâika; [tad alma duyusu] bedene, hem mideye kapıcı müfettişe.

Onun tesiri menfi, müsbet [isbat edilmiş, sabit] değil. Vazife yalnız kapıcıyı taltif [güzellikle muamele etmek] ve memnun etmek. Nûş verirsin o bîhûşa.

Aslî vazifesinde onu müşevveş [dağınık, karışık] etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.

İsrafın en sefîhi, tebzîrin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi. Heves etme bu işe.

• • •

Zâika [tat alma duygusu] telgrafçıdır; telziz [lezzetlenme] ile baştan çıkarma

Haşiye [dipnot] Rububiyet-i İlâh, hikmet ve inâyeti, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir içinde hudut karakolu. Hem,

980

Muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sagirde [küçük âlem, dünya] damarları telefon, âsapları telgraf hükmüne vaz eylemiş. Şâmme [koku alma duygusu] telefonu, hem

Telgrafa zâika [tat alma duygusu] inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] memur etmiş o Rezzâk-ı Hakikî, [gerçek rızık verici Allah] erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife, taam [gıda, yiyecek] ve levn [renk] ve hem

Rayiha. [koku] İşte şu havass-ı selâse, [üç duygu] o rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] cânibinden [taraf, yön] birer ilânnâmesi, birer davetnâmesi, bir izinnâmesi, [izin belgesi] hem

Bir dellâldır [davetçi, ilan edici] ki, muhtaç ve müşteriler hep onlarla celb [çekme] olur.

Mürtezik [rızıklanmış, rızıklanan] hayvanlara zevk ve rüyet [Allah’ın cemâlini görme] ve şemm, [koku alma] birer âlet vermiş. Hem,

Taamları muhtelif ziynetlerle süsletmiş. Hevâî [nefsine boyun eğen, nefsinin zaafları [zayıflık, güçsüzlük] doğrultusunda hareket eden] gönülleri avutup, lâkaytları [duyarsız] tehyic [heyecanlandırma] ile cezb [çekme] etmiş. Vaktâ, [ne vakit] taam [gıda, yiyecek] girse, hem

Ağıza, birden bire zâika [tat alma duygusu] her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktârına. [bölgeler] Şamme telefon veriyor, gelen taam [gıda, yiyecek] nev’i, hem

Çeşitleri de söyler. Hâcetleri [ihtiyaç] muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, [rızıklanmış, rızıklanan] ona göre davranır, ona da hazırlanır. Ya cevab-ı red [red cevabı] gelir, hem

Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] tarafından madem buna memurdur. Zevkî baştan çıkarma. Hem,

Telziz [lezzetlenme] ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha [arzu, istek] nedir. Bir iştiha-yı kâzip [yalancı iştah] gelir, başına çatar. Hatası, maraz [hastalık] ile, hem

İlletlerle cezalar gelir. Hakikî lezzet hakikî iştihadan [arzu, istek] çıkar; doğru iştiha [arzu, istek] sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide [yeterli lezzet] şah, hem

Gedâ [fakir] beraber. Hem bâhemdir [bir arada, birlikte] bir dinar ve bir dirhem o lezzet, berhem-zened. [ikisiyle de elde edilir] Eleme olur merhem.

• • •

Niyet gibi, tarz-ı nazar [bakış tarzı, şekli] dahi âdeti ibadete çevirir

Şu noktaya dikkat et: Nasıl olur niyetle mübah âdât, ibâdât. [ibadetler] Öyle tarz-ı nazarla [bakış tarzı, şekli] fünun-u ekvan, [kevnî ilimler (fizik, astronomi, kimya gibi)] olur maarif-i İlâhî. [Allah’ı tanıma yolunda elde edilen bilgiler]

981

Tetkik dahi tefekkür. Yani, ger [eğer] harfî nazarla, hem san’at noktasında “Ne güzeldir” yerine “Ne güzel yapmış Sâni; [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nasıl yapmış o mâhî!”

Nokta-i nazarında [bakış açısı] kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkâş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kast ve itkan, [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri yapmak] tenvir [aydınlatma] eder şübehi. [şüpheler, tereddütler]

Döner ulûm-u kâinat, maârif-i İlâhî. Eğer mânâ-yı ismiyle, tabiat noktasında, “zâtında nasıl olmuş” eğer etsen nigâhı,

Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Biçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı.

• • •

Böyle zamanda tereffühte [aşırı rahatlık, bolluk ve rahatlık içinde yaşama] izn-i şer’î [dinî izin] bizi muhtar bırakmaz

Lezâiz [lezzetler] çağırdıkça “Sanki yedim” demeli. “Sanki yedim” düstur [kâide, kural] eden, bir mescidi yemedi.Haşiye [dipnot]

Eskide ekser İslâm filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] aç değildi. Tena’uma [nimetlenme] ihtiyar bir derece var idi.

Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze [lezzet alma] ihtiyar izn-i şer’î [dinî izin] kalmadı.

Sevâd-ı âzam, [insanların çoğunluğu] hem ekseriyet-i mâsumun maişeti [geçim] basittir. Tagaddî [gıdalanma, beslenme] besâtetiyle [basitlik, sâdelik] onlara tâbi olmak,

Bin kere müreccahtır, [tercih edilen] ekalliyet-i [azınlık] müsrife, ya bir kısım sefihe tagaddîde [gıdalanma, beslenme] tereffüh [aşırı rahatlık, bolluk ve rahatlık içinde yaşama] noktasında benzemek.

• • •

Zaman olur ki, adem-i nimet, nimettir

Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda, musibet zamanında nisyan [unutkanlık] ona râcihtir. [ait]

Nisyan [unutkanlık] da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını [elemler, acılar] çektirir, müterâkim [birikmiş, yığılmış] olmuş âlâmı [elemler, acılar] unutturur.

982

Her musibette bir cihet-i nimet [nimet yönü] var

Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet münderiçtir. [içine konulmuş, yerleştirilmiş] Dikkat et de onu gör. Nasıl herşeyde vardır,

Bir derece-i hararet. [sıcaklık derecesi] Her musibette vardır bir derece-i nimet. [nimet derecesi] Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin,

Dereceyi görerek Allah’a çok şükür et. Yoksa istizamla ürkersen, “of, of”la üflersen, o da aksine şişer.

Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen, bir iken ikileşir. Kalbde olan misali, döner hakikat olur.

Hakikatten ders alır, sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor.

• • •

Büyük görünme, küçülürsün1

Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı [ölçü] bilmeli: Her adam için

Elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî [sosyal, toplumsal] binada,

Görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var.

Ger [eğer] pencere kamet-i kıymetinden [statü, makam, mevki] yüksekse, tekebbürle [büyüklenme] tetâvül [büyüklenme, kibirle muamele etme] edecek,

Uzanacak. Ger [eğer] pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla [alçakgönüllülük] tekavvüs edecek, eğilecek.

Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır [ölçü] küçüklük. Nâkıslarda, [eksik] küçüklük mizanıdır [ölçü] büyüklük.

• • •

Hasletlerin [huy, karakter] yerleri değişse, mahiyetleri değişir

Bir haslet; [huy, karakter] yer ayrı sima bir. Kâh [bazan] dev, kâh [bazan] melek, kâh [bazan] salih, kâh [bazan] talih. Misali şunlardır:

Zaifin kavîye [güçlü, kuvvetli] karşı izzet-i nefsi [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] sayılan bir sıfat, ger [eğer] olursa kavîde, [güçlü, kuvvetli] tekebbür [büyüklenme] ve gururdur.

Kavînin [güçlü, kuvvetli] bir zaife karşı da tevazuu [alçakgönüllülük] sayılan bir sıfatı, ger [eğer] olursa zaifte, tezellül [alçalma] ve riyâdır.

983

Bir ulül’emr, makamında olursa ciddiyeti vakardır, [ağırbaşlılık] mahviyeti [alçakgönüllülük] zillettir. [alçaklık]

Hanesinde bulunsa, mahviyeti [alçakgönüllülük] tevazu, [alçakgönüllülük] ciddiyeti kibirdir.

Mütekellim-i vahde [birinci tekil şahıs, “ben”] olsa eğer bir zâtta, müsamaha hamiyet, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] fedakârlık bir haslet, [huy, karakter] bir amel-i salihtir. [Allah için yapılan iyi işler]

Mütekellim-i maalgayr [birici çoğul şahıs, biz] olsa eğer o zâtta, müsamaha hıyânet, fedakârlık bir sıfat, bir amel-i talihtir.

Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice [sonuç olarak ortaya çıkma] noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir.

Semere-i sa’yine, [çalışmanın meyvesi, neticesi] kısmetine rıza ise memduh bir kanaattir, meyl-i sa’ye [çalışma eğilimi, isteği] kuvvettir.

Mevcut mala iktifâ, [yetinme] mergub [bütün yaratılmışların Kendisinin rızasını istediği Allah] kanaat değil, belki dûn-himmetliktir. [gayretsizlik] Misaller daha çoktur.

Kur’ân mutlak zikreder sâlihât1 [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] ve takvâyı.2 İphamında remz [ince işaret] eder makamatın tesiri. Îcâzı [az sözle çok mânâ ifade etme] bir tafsildir; sükûtu geniş sözdür.

• • •

 “El-hakku yâ’lû”3 Bizzat, Hem Âkıbet Muraddır

Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil [soru soran] dedi: “Madem el-hakku ya’lû haktır. Neden kâfir Müslime, kuvvet hakka galiptir?”

Dedim: Dört noktaya bak; bu müşkül [zorluk] de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.

Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galiptir.

984

Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlûptur. Muvakkaten, [geçici] bilvasıta [vasıtayla, dolaylı olarak] olmuştur. Yoksa bizzat, hem daima değildir.

Lâkin âkıbetü’l-âkıbe, her dem [an, vakit] yine hakkındır.1 Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati [yaratılış sırrı] var.

İkinci nokta şudur:

Her Müslimin her vasfı Müslim olmak vâcip iken, haricen her dem [an, vakit] vaki, sabit değildir.

Öyle de, her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen [inançsızlık, inkâr] neş’et [doğma] etmek yine lâzım değildir.

Her fâsıkın [günahkâr] her vasfı fâsık [günahkâr] olmak, fıskından [günah] neş’et [doğma] etmek, öyle de, her dem [an, vakit] sabit değildir.

Demek bir kâfirin Müslim olan bir vasfı, Müslimdeki lâmeşru [şeriata aykırı, meşru olmayan] vasfına galip olur. Bilvasıta, [vasıtayla, dolaylı olarak] o kâfir dahi ona galiptir.

Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin [her şeyi kaplayan rahmet] bir cilve-i mânidar, [mânâlı, anlamlı görüntü] onun bir sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] var; küfür mâni değildir.

Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] iki vasf-ı kemâlden [kemal sıfatı] iki şer’î tecellî, vasf-ı iradeden [irade sıfatı] gelen meşietle [dilek, arzu] takdirdir.

O da şer-i tekvînî. [Cenâb-ı Hakkın kâinata koyduğu kanun] Vasf-ı kelâmdan [kelam sıfatı] gelen şeriat-i meşhure. [herkesçe bilinen şeriat; Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi] Teşriî [şeriata dair] evâmire [emirler] karşı itaat, isyan

Nasıl olur.

Öyle de, tekvînî [yaratmaya, var etmeye dâir] evâmire [emirler] itaat ve isyan olur. Birincisi galiben [çoğunlukla] dâr-ı uhrâda [âhiret yurdu] görür

Mücâzâtı, [ceza] sevabı. İkincisi ağleban [çoğunlukla] dâr-ı dünyada [dünya yurdu] çeker mükâfat ve ikabı. [ağır ceza] Meselâ, nasıl sabrın mükâfâtı zaferdir, atâletin [hareketsizlik] mücâzâtı [ceza] sefalet. Öyle de, sa’yin [çalışma] sevabı olur servet.

Sebatta [kalıcı olma, sabit kalma] da galebedir [üstün gelme] mükâfat. Zehirin ikabı [ağır ceza] bir maraz, [hastalık] panzehirin sevabı bir sıhhattir.

985

Bazan iki şeriat evâmiri, [emirler] birşeyde beraber müçtemidir; [toplamış] herbirine bir cihet. Demek tekvînî [yaratmaya, var etmeye dâir] emre itaat ki bir haktır.

İtaat galip olur o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktâ [ne vakit] ki galip olsa

Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta [vasıtayla, dolaylı olarak] bir hakkın bir bâtıla mağlûptur. Fakat bizzat değildir.

Demek “El-hakku ya’lû” bizzat demektir. Hem âkıbet muraddır; kayd-ı haysiyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:

Bir hak bilkuvve [potansiyel olarak] kalmış. Yahut kuvvetsiz kalmış. Ya mahlûttur, [karışmış, karışan] hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, [açığa çıkma] ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.

Mühezzep ve müzehhep yapmak için muvakkat, [geçici] bâtıl ona musallat. Tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır,

Tâ mahz ve hâlis çıksın, mebâdide, [başlangıçlar, belirtiler] dünyada bâtıl etse galebe, [üstün gelme] fakat kazanmaz harbi. “Âkıbetü’l-müttakîn” ona vurur bir darbe.

İşte, bâtıl mağlûptur. “El-hakku ya’lû” sırrı onu çarpar ikaba. [ağır ceza] İşte hak da galiptir.

• • •

Bir kısım desâtir-i içtimaiye

İçtimaî heyette düsturları [kâide, kural] istersen: müsâvatsız [eşitlik, denklik] adalet, önce adalet değil. Temasülse, [birbirinin aynısı olma] tezadın [zıtlık] mühim bir sebebidir.

Tenasüpse [uygunluk] tesanüdün [dayanışma] esası. Sıgar-ı nefistir [nefsin küçüklüğü] tekebbürün [büyüklenme] menbaı. [kaynak] Zaaf-ı kalbdir gururun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. [kaynak] Meraksa, ilme hocadır.

İhtiyaçtır terakkinin [ilerleme] üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek sefahetin menbaı [kaynak] sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise, madeni, yeisle [ümitsizlik] sûizandır. [kötü düşünce]

Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fikrîdir, zulümat kalbîdir, israf cesedîdir.

986

Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli Haşiye [dipnot] 1

اِذا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَۤاءُ بِالْهَوَسَاتِ اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَۤاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَاتِ * 1

Mimsiz medeniyet, [“deniyet”, aşağılık] taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul [çok bulunan, bol] metâı yapmış. Şer’-i İslâm onları

Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı âilede. Temizlik ziynetleri.

Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat [kalıcı olma, sabit kalma] kararı

Lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riyâ [gösteriş] ile rekabet, haset ile hodgâmlık [bencil] depretir damarları.

Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisâda serbestî inkişafı, [açığa çıkma] sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin [kötü ahlâk] birden bire inkişafı. [açığa çıkma]

Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin [ölü] rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. Haşiye [dipnot] 2

Memnu [yasaklanmış] heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, [taşlaşmış zulüm] ya mütecessid riyâ, [gösteriş] ya müncemid [donmuş, katılaşmış] hevestir. Ya tılsımdır; celb [çekme] eder o habis [çirkin, pis] ervahları. [ruhlar]

• • •

987

Tasarruf-u kudretin vüs’ati, [genişlik] vesâit [vasıtalar] ve muinleri [yardımcı] reddeder

O Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] tasarruf-u kudreti, tevessü[genişleme, yayılma] tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre-misal.

Nev-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi mesafesi vâsidir. [geniş] İki zerre beyninde [arasında] cazibeyi ele al,

Git de, tâ şemsüşşümus ve kehkeşan [samanyolu] beynindeki [arasında] cazibenin yanında koy.

Yükü bir kar tanesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misal meleğin yanına getir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yan yana bırak. O Kadîr-i Ezelî-i [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi]

Tecellî-i vâsii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al. Cazibe ve nevâmis, [kanunlar] vesâil-i pürseyyal

Gibi örfî emirler, tecellî-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması; odur yalnız meâl.

Başka meâli olmaz. Beraber de bir düşün; bileceksin bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ki, esbab-ı hakikî, vesâit-i zîmisal,

Muinler, [yardımcı] hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhal, o kudret nazarında. Hayat vücuda kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma]

Makamı büyük, mühimdir. Buna binaen derim: Küremiz, âlemimiz neden mutî, [emre uyan] musahhar [boyun eğdirilmiş] olmasın, hayvan-misal?

O Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] bu tarz hayvan tuyûru kesretle [çokluk] münteşirdir [yaygın olan] şu meydan-ı fezada, muhteşem ve pürcemâl

Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor. Onlardaki nağamat, [nağmeler, ahenkli ezgiler.] bunlardaki harekât, tesbihattır o akval,

988

İbadettir o ahval, [durumlar] Kadîm-i Lemyezele, [varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Allah] Hakîm-i Lâyezâle. Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat [hayat eserleri, belirtileri] gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarzımuhal,

Mini mini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb [yakın] bir ihtimal.

Âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zîşuur [akıl ve şuur sahibi] hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal.

Demek âlem erkânlarıyla [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] birer âbid-i müsebbih, birer mutî [emre uyan] musahhar [boyun eğdirilmiş] Hâlık-ı Lemyezele, Kadîr-i Lâyezâle. [hiçbir zaman kaybolup gitmeyecek, sonsuz kudret sahibi Allah]

Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez. Zira daha cezaletlidir saat-i hardal-misal,

Bir saatten ki, timsali [görüntü] Ayasofî kadardır. Bir sineğin hilkati [yaratılış] hayretfezâdır [hayret verici] filden, o mahlûk-u bîfasal.

Ger [eğer] kalem-i kudretle [Allah’ın kudret kalemi] bir cüz-ü fert üstüne esîrin cevahir-i [cevherler] ferdiyle yazılsa bir Kur’ân ki, sığar-ı sahife nisbeti bir kibr-i san’at-meâl,

Sahife-i semâda yıldızlarla yazılan bir Kur’ân-ı Kerîme, cezaletle müsâvi. [eşit] Nakkâş-ı Ezelînin [herşeyi zatına has olarak nakış nakış işleyen, evveli olmayan Allah] san’atı her tarafta pürcemâl ve pürkemâl.

Her tarafta böyledir. Derece-i kemâlde [mükemmellik derecesi] kalemdeki ittihad, [birleşme] tevhidi ilân eder bu kelâm-ı pür-meâl; iyi bir dikkate al.

• • •

Melâike [melek] bir ümmettir; şeriat-i fıtriye [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların fiillerini düzen altına alan kanunlar] ile memurdur

Şeriat-i İlâhî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş iki insan muhatap, hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelen şer’-i tekvînî,

989

İnsan-ı ekber olan âlemin ahvâlini, [haller] hem de harekâtını—ki ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] değil—tanzim eden şer’dir. O meşiet-i Rabbânî, [Allah’ın dilemesi, iradesi]

Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. Sıfat-ı kelâmından [Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı] gelen şeriat ise, âlem-i asgar [en küçük âlem] olan insanın ef’âlini [fiiler, davranışlar]

Ki ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] olmuş, tanzim eden şer’dir. İki şer’ bir yerde bazan eder içtima. [bir araya gelme, toplanma] Melâike-i İlâhî, [Allah’ın melekleri] bir ümmet-i azîme, [büyük millet, topluluk] hem bir cünd-ü Sübhânî,1 [her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan Allah’ın bir ordusu]

Birinci şer’e olmuş hamele-i mümtesil,2 [aldığı emri yüklenip yerine getiren taşıyıcılar] amele-i mümessil. [temsilci işçi] Hem onlardan bir kısmı ibâd-ı müsebbihtir.3 [Cenâb-ı Hakkı tesbih eden kullar] Bir kısmı da müstağrak, [dalmış, kendinden geçmiş] Arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] mukarrebîni.4 [yakınlar, yakınlaşmış kimseler]

• • •

Madde rikkat [acıma] peydâ ettikçe hayat şiddet peydâ eder

Hayat asıl, esastır; madde ona tâbidir, hem de onunla kaimdir. [ayakta duran] Bir hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik] huveyn havass-ı hamsesiyle [beş duygu] insanın havassını

Muvazene [karşılaştırma/denge] edersen görürsün: İnsan ondan ne derece büyükse havassı [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini,

Hem de görür rızkını. Ger [eğer] insan kadar büyüse, havassı [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] hayretfezâ, [hayret verici] hayatı şulefeşan, [ışık saçan] rüyeti [Allah’ın cemâlini görme] de berk-âsâ [şimşek gibi] bir nur-u âsümânî. [semâvî nur, göksel ışık]

İnsan, bir kitle-i mevattan [cansızlar, ölüler yığını] bir zîhayat [canlı] değildir. Belki de milyarlarla zîhayat [canlı] hüceyrâtından [hücrecikler] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] ve zîhayat [canlı] bir hücre-i insanî. [insan hücresi]

اِنَّ اْلاِنْسَانَ كَصُورَةِ ﴿ يٰسۤ ﴾ كُتِبَتْ فِيهَا سُورَةُ ﴿ يٰسۤ ﴾ فَتَباَرَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ * 5

990

Maddiyyunluk [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] bir tâun-u mânevîdir [mânevî vebâ, salgın ve ölümcül hastalık]

Maddiyyunluk [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] bir tâun-u mânevî; [mânevî vebâ, salgın ve ölümcül hastalık] beşere de tutturdu şu müthiş bir sıtmayı.Haşiye [dipnot] 1 Hem de âni çarptırdı bir gazab-ı İlâhî. [Allah’ın gazabı] Telkin, hem de taklit,

Tenkide kabiliyet-i tevessüü [genişleme, yayılma kabiliyeti] nisbeten, o tâun [salgın ve ölümcül hastalık] da ediyor tevessü [genişleme, yayılma] ve intişar. [açığa çıkma, yayılma] Telkini fenden almış, medeniyetten taklit.

Hürriyet tenkit vermiş; gururundan dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] çıkmış.

• • •

Vücutta atâlet [hareketsizlik] yok; işsiz adam, vücutta adem [hiçlik, yokluk] hesabına işler

En bedbaht, sıkıntılı, muztarip [çaresiz] işsiz olan adamdır. Zira ki atâlet, [hareketsizlik] vücut içinde adem, [hiçlik, yokluk] hayat içinde mevttir. [ölüm]

Sa’y [çalışma] ise, vücudun hayatı, hem hayatın yakazasıdır [uyanıklık hali] elbet.

• • •

Ribâ [faiz] İslâma zarar-ı mutlaktır [kesin ve tam zarar]

Ribâ [faiz] atâlet [hareketsizlik] verir, şevk-i sa’yi [çalışma şevki, isteği] söndürür. Ribânın [faiz] kapıları, hem de onun kapları olan bu bankaların her

Dem [an, vakit] nef’i [fayda] ise, beşerin en fena kısmınadır. Onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef’i [fayda] en fena kısmınadır; onlar da zalimler. Her

Dem [an, vakit] zalimlerdeki nef’i [fayda] en fena kısmınadır. Onlar da sefihlerdir. [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] Âlem-i İslâma [İslâm âlemi] bir zarar-ı mutlaktır. [kesin ve tam zarar] Mutlak beşer her

Dem [an, vakit] refahı nazar-ı şer’îde [şeriata, dinin bakışına göre] yoktur. Zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir, [masum olmayan] demi hederdir. [boş yere, faydasız] Her de…m.

• • •

Kur’ân, kendi kendini himaye edip hâkimiyetini idame eder Haşiye [dipnot] 2

Bir zâtı gördüm ki yeis [ümitsizlik] ile müptelâ, [bağımlı] bedbinlikle [karamsarlık] hasta idi. Dedi: Ulemâ azaldı, kemiyet [çokluk] keyfiyeti. Korkarız, dinimiz sönecek de bir zaman.

Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, iman-ı İslâmî [İslâmiyete iman] de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar [çivi] hükmünde her an

991

Olan İslâmî şeâir, [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] dinî minarat, [minareler] İlâhî [Allah tarafından olan] maâbid, [mabetler, ibadet edilen yerler] şer’î maâlim itfâ [söndürme] olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an.

Herbir mâbed [ibadet edilen yer] bir muallim olmuş, tab’ıyla [baskı basma] tabâyie [mizaçlar, tabiatlar] ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisan-ı hâli [hal dili] eder telkin-i dinî; [dine ait düşünceleri zihinlere aşılama] hatasız, hem bînisyan. [unutmaksızın, unutmadan]

Herbir şeâir [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] bir hoca-i dânâdır; [bilen, bilgin hoca] ruh-u İslâmı [İslâmiyetin ruhu] daim enzâra [bakışlar] ders veriyor. Mürur-u a’sâr [asırların geçmesi] ile sebeb-i istimrar-ı zaman. [zamanın sürekliliğinin sebebi]

Güya tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş envâr-ı İslâmiyet [İslâmiyet nurları] şeâiri [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] içinde. Güya tasallüb [katılaşıp sağlamlaşma, sertleşme] etmiş zülâl-i İslâmiyet [İslâmiyetin saf, temiz suyu] maâbidi [mabetler, ibadet edilen yerler] içinde. Birer sütun-u iman. [iman sütunu, direği]

Güya tecessüd [ceset şekline girme, cesetleşme] etmiş ahkâm-ı İslâmiyet [İslâmın hükümleri] maâlimi içinde. Güya tahaccür [taşlaşma] etmiş erkân-ı İslâmiyet [İslâmın şartları, esasları] avâlimi [âlemler] içinde. Birer sütun-u elmas; [elmas sütun, direk] onunla mürtabittir [bağlı, bağlanmış] zemin ile âsüman. [gök]

Lâsiyyemâ, [bilhassa, özellikle] bu Kur’ân-ı Hatib-i Mu’cizbeyan, [insanlığa hitap eden açıklama ve ifadeleriyle mu’cize olan Kur’ân] daima tekrar eder bir hutbe-i ezelî. [ezelden gelen hutbe] Aktâr-ı İslâmîde [İslâm âleminin dört bir yanı] kalmamış hiç de bir köy, hem dahi hiçbir mekân,

Nutkunu [konuşma] dinlemesin, tâlimi işitmesin. اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ 1 sırrı ile hafızlıktır pek de büyük bir rütbe. Tilâvet [okuma] ise, ibadet-i ins ü cânn. [insanların ve cinlerin ibadeti]

Onun içinde tâlim, hem müsellemâtı [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] tezkir. [hatırlatma] Tekerrür-ü zamanla [zamanın tekrarlanması] nazariyat [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] kalb olur müsellemâta, [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] hem döner bedihiyâta. [delil ve ispatı gerektirmeyecek ölçüde apaçık şeyler] İstemez daha beyan.

Zaruriyât-ı dinî, [dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen emirler] nazariyattan [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] çıkıp zaruriyat [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] olmuştur. Tezkir [hatırlatma] ise kâfidir, ihtar ise vâfidir. [yeterli] Şâfidir [şifa verici] her dem [an, vakit] Kur’ân,

İhtara, hem tezkire. [hatırlatma] Şu intibah-ı İslâm, [İslâmın, Müslümanların uyanışı] hem içtimaî [sosyal, toplumsal] yakaza [uyanıklık hali] herbirine veriyor, umuma ait olan delâil [deliller] ve hem mîzan. [denge, ölçü]

992

Madem içtimaî [sosyal, toplumsal] hayat İslâmda başlamıştır. Herbirinin imanı kendine mahsus olan delile münhasıran değil, müstenid [dayanan] vicdan.

Belki cemaatin kalbinde gayr-ı mahdut [sınırsız] esbaba dahi eder istinad.

Hattâ câ-yı dikkattir: [dikkat çekici] Bir mezheb-i zaifi, [zayıf mezhep, yol] mürur ettikçe zaman,

İptali müşkül [zorluk] olur. Nerede kaldı ki İslâm, vahy ile fıtrat gibi iki metin [sağlam] esasa hem istinad etmiştir, hem bu kadar a’sarda [asırlar] nâfizâne [derinlere işler ve hükmü geçer bir şekilde] hükümran.

Râsih [sağlam, yerleşmiş] esaslarıyla, bâhir [açık] eserleriyle, kürenin yarısıyla iltiham [lehimleme, birbirine yapıştırma] peydâ etmiş, bir ruh-u fıtrî [doğal ruh, bir bedenin kendi ruhu gibi] olmuş. Nasıl küsufa girer? Küsuftan çıkmış el’an. [şimdi]

Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] bazı zevzek kefere, [kâfirler, inkârcılar] safsatalı adamlar, şu kasr-ı âlînin [yüce, yüksek köşk] metin [sağlam] esaslarına ilişir buldukça imkân.

Onları deprettirir. Esaslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz. Sussun şimdi dinsizlik; iflâs etti o teres. [alçak, kâfir] Bestir tecrübe-i küfran [inkârcılık tecrübesi] ve yalan.

Bu âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] âlem-i küfre [küfür ve inkâr dünyası] karşı en ileri karakol, şu dârülfünun [üniversite] idi. Lâkayt [duyarsız] ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan, [yılan tabiatlı düşman]

Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür [aydınlanma, nurlanma] etmiş cinan, [cennetler, bahçeler (üniversiteler, mektepler, zikirhaneler vs.)]

En mütesallib [dayanıklı, sağlamlaşmış] olmalı. En müteyakkız [uyanık ve dikkatli] olmalı. Yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı. İmanın yeri kalbdir; dimağ [akıl, beyin] ise oluyor mâkes-i nur-u iman. [iman nurunun yansıdığı yer]

Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağda [akıl, beyin] vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan.

Yoksa bazıların zannınca iman dimağda [akıl, beyin] olsa, ruh-u iman [iman ruhu] olan hakkalyakîne, [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] ihtimâlât-ı kesire [pek çok ihtimaller] olur birer hasm-ı bîeman. [insafsız düşman]

Kalb ile vicdan, mahall-i iman. [imanın yeri] Hads [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] ile ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] delil-i iman. [imanın delili] Bir hiss-i sâdis, [altıncı his] tarik-i iman. [iman yolu] Fikir ile dimağ, [akıl, beyin] bekçi-i iman. [iman bekçisi]

993

Tâlim-i nazariyattan [teorik bilgileri öğretme] ziyade, tezkir-i müsellemâta [kesin esasları hatırlatma] ihtiyaç var

Zaruriyât-ı dinî, [dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen emirler] müsellemât-ı şer’î, [dinin herkesçe kabul edilmiş esasları] kulûblerde [kalbler] hâsıldır, ihtar ile huzuru, tezkir [hatırlatma] ile şuuru.

Matlup [istek] da hâsıl olur. İbare-i ArabîHaşiye daha ulvî ediyor tezkiri, [hatırlatma] hem ihtarı.

Onun için Cumada hutbe-i Arabiye, [Arapça hutbe] zaruriyâtı [dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen emirler] ihtar, müsellemâtı [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] tezkir, [hatırlatma] maalkifâye [yeterli olmakla beraber] olur onun tarz-ı tezkiri. [hatırlatma şekli]

Nazariyâtı [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] tâlim onda maksud değildir. Hem İslâmın vahdânî [bir tek elden çıkan, bir tek zâtı gösteren] simasında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir; [birliği gösteren nakış, birlik nakşı] kabul etmez teksiri. [çoğalma]

• • •

Hadis der âyete: Sana yetişmek muhal [bâtıl, boş söz]

Hadis ile âyeti muvazene [karşılaştırma/denge] edersen, bilbedâhe [açık bir şekilde] görürsün: Beşerin en beliği, vahyin de mübelliği, [tebliğ eden, bildiren] o dahi bâliğ [erişen, ulaşan] olmaz

Belâğat-i âyete. [âyetin belâğati; düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söz söyleme] O da ona benzemez. Demek ki, lisan-ı Ahmedîden [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in dili] gelen herbir kelâm her dem onun olamaz.

• • •

Îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ile beyan i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği]

Bir zaman rüyada gördüm ki, Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı.

Füc’eten [ansızın, birdenbire] bir adam yanımda peydâ oldu. Dedi ki: Îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ile beyan et, icmal [kısaca, özet olarak] ile îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] et bildiğin envâ-ı i’câz-ı Kur’ân‘ı. [Kur’ân’ın çeşitli mu’cizelik özellikleri]

Daha rüyada iken tabirini düşündüm. Dedim: Şuradaki infilâk, [şiddetli patlama] beşerde bir inkılâba misal. İnkılâpta ise elbet hüdâ-yı Furkanî [hakkı batıldan ayıran Kur’ân’ın insanlara doğru yolu göstermesi]

994

Her tarafta yükselip hem de hâkim olacak. İ’câzının beyanı zamanı da gelecek. O sâile [soru soran] cevaben dedim: İ’câz-ı Kur’ânî

Yedi menâbi-i külliyeden [büyük kaynaklar] tecellî, hem yedi anâsırdan [kâinattaki unsurlar, elementler] terekküp [birleşme] eder.

Birinci menba: Lâfzın [ifade, kelime] fesâhatinden [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] selâset-i lisanı, [dildeki açık, anlaşılır ve akıcı ifade şekli]

Nazmın [diziliş, tertip] cezaletinden, mânâ belâğatinden, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] mefhumların [anlam] bedâatinden, [benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik] mazmunların [mânâ, kavram] beraatinden, üslûpların garabetinden [gariplik, hayret vericilik] birden tevellüt [doğma] eden bârika-i beyanı, [parlak ifâde, açık anlatım]

Onlarla oldu mümteziç, [birleşik, karışık] mizac-ı i’câzında [mu’cizelik yapısı] acip bir nakş-ı beyan, [açıklama ve anlatım nakşı] garip bir san’at-ı lisanı. [konuşma ve dil san’atı] Tekrarı hiçbir zaman usandırmaz insanı.

İkinci unsur ise, umur-u kevniyede [kâinatla, oluşla ilgili İlâhî emirler, işler] gaybî olan esasat, [esaslar] İlâhî [Allah tarafından olan] hakaikten, [doğru gerçekler] gaybî olan esrardan, gaybî-yi âsümânî. [gökyüzünden gelen, gayb âlemiyle ilgili olan]

Mazide kaybolan gaybî olan umurdan, [emirler] müstakbelde [gelecek] müstetir [gizli, örtülü] kalmış olan ahvalden [durumlar] birden tazammun [içerme, içine alma] eden bir ilmü’l-guyub [bilinmeyene ve görünmeyene dair ilim] hızanı, [hazine]

Âlemü’l-guyub [bilinmeyen ve görünmeyen âlem] lisanı, şehadet âlemiyle konuşuyor erkânı, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] rumuz [ince işaretler] ile beyanı, hedef nev-i insanî, [insan türü, insanlık] i’câzın [mu’cize oluş] bir lem’a-i nuranî. [nur parıltısı]

Üçüncü menba ise, beş cihetle harika bir câmiiyet [kapsayıcılık] vardır: Lâfzında, [ifade, kelime] mânâsında, ahkâmda, [hükümler] hem ilminde, makàsıdın [gayeler, istenilen şeyler] mizanı. [ölçü]

Lâfzı tazammun [içerme, içine alma] eder pek vâsi [geniş] ihtimâlât, [ihtimaller] hem vücuh-u kesire [pekçok vecihler, yönler] ki herbiri nazar-ı belâğatte [belağat ilmine göre] müstahsen, [güzel görülen, beğenilen] Arabiyece sahih, sırr-ı teşrii [şer’î kanunların sırrı] lâyık görüyor anı.

Mânâsında meşârib-i evliya, [velilerin meşrepleri, [hareket tarzı, metod] hizmet tarzları] ezvâk-ı ârifîni, [ârif kişilerin zevkleri] mezâhib-i sâlikîn, [hak yolda yürüyenlerin mezhepleri, yolları] turuk-u mütekellimîn, [kelâm âlimlerinin takip ettikleri yol] menâhic-i hükema, [bilgin ve filozofların metodları] o i’câz-ı beyanı [açıklama ve anlatımın mu’cize oluşu]

995

Birden ihata [herşeyi kuşatma] etmiş, hem de tazammun [içerme, içine alma] etmiş delâletinde vüs’at, [genişlik] mânâsında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün, ne geniştir meydanı.

Ahkâmdaki [hükümler] istiab: [içine alma, kaplama] Şu harika şeriat ondan olmuş istinbat. [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] Saadet-i dâreynin [dünya ve ahiret mutluluğu] bütün desâtirini, [düsturlar, kanunlar] bütün esbab-ı emni, [emniyet ve güven sebepleri]

İçtimaî hayatın bütün revâbıtını, [bağlar] vesâil-i terbiye, [terbiye vesileleri, araçları] hakaik-i ahvâli [hallerin gerçek mahiyetleri, içyüzleri] birden tazammun [içerme, içine alma] etmiş onun tarz-ı beyanı. [açıklama biçimi]

İlmindeki istiğrak: [Allah aşkıyla kendinden geçme] Hem ulûm-u kevniye, [kâinat ve dünya ile ilgili ilimler] hem ulûm-u İlâhî, [İlâhî ilimler] onda merâtib-i delâlât, [delillerin, işaretlerin mertebeleri] rumuz [ince işaretler] ile işârat, [işaretler] sûreler surlarında cem’ [bir araya gelme] etmiştir cinânı. [cennetler]

Makàsıd [gayeler, istenilen şeyler] ve gayatta [gayeler] muvazenet, [denge] ıttırad, [düzenli olma, intizamlı] fıtrat desâtirine [düsturlar, kanunlar] mutabakat, ittihad, [birleşme] tamam müraat [gözetme, riayet etme] etmiş, hıfz eylemiş mizanı. [ölçü]

İşte lâfzın [ifade, kelime] ihatasında, [herşeyi kuşatma] mânânın vüs’atinde, [genişlik] hükmün istiâbında, ilmin istiğrakında, [Allah aşkıyla kendinden geçme] muvazene-i gayatta [Kur’ân hedeflerinin kendi aralarında dengeli oluşu] câmiiyet-i pürşânı! [çok ünlü, şanlı kapsayıcılık ve kapsamlılık]

Dördüncü unsur ise, her asrın derece-i fehmine, [anlayış derecesi] edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istidat, [yetenek, kabiliyet derecesi] rütbe-i kabiliyet [kabiliyet rütbesi, derecesi] nisbetinde ediyor bir ifaza-i nuranî. [nurlu, parlak feyizlendirme]

Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşâde. [açık] Güya her demde, her yerde taze nâzil oluyor o kelâm-ı Rahmânî. [sonsuz rahmet sahibi Allah’ın kelâmı]

İhtiyarlandıkça zaman, Kur’ân da gençleşiyor. Rumuzu [ince işaretler] hem tavazzuh [açıklığa kavuşma, aydınlanma] eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdânî. [Allah’ın hitabı]

Nur-u tevhidi, [Allah’ın birliğini gösteren nur] her dem [an, vakit] her âyetten fışkırır. Şehadet perdesini gayb üstünde kaldırır. Ulviyet-i hitabı, [hitabın yüceliği] dikkate davet eder o nazar-ı insanı, [insanın dikkati, bakışı]

996

Ki o lisan-ı gaybdır; [bilinmeyen ve görünmeyen âlemin dili] şehadet âlemiyle bizzat odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar: Harika tazeliği bir ihata-i ummânî. [deniz gibi geniş bir şekilde kuşatma]

Te’nis-i ezhan [zihinlerde yakınlık meydana getirme; onları alıştırma] için akl-ı beşere [insan aklı] karşı İlâhî [Allah tarafından olan] tenezzülât. [eğilmeler, seviyeye inmeler] Tenzilin [indirme] üslûbunda tenevvüü, [çeşitlenme] mûnisliğidir [cana yakın] mahbub-u ins ü cânı. [cinlerin ve insanların sevgilisi]

Beşinci menba ise, nakil ve hikâyâtında, [hikâyeler] ihbar-ı sadıkada, [doğru haber verme] esasî noktalardan hazır müşahit gibi bir üslûb-u bedî-i pür-maânî [çok mânâları bulunan güzel ifade tarzı]

Naklederek beşeri onunla ikaz eder. Menkulâtı [nakledilen, aktarılan şeyler] şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahvâl-i âhirîni, [gelecekte yaşayacak olanların halleri] esrar-ı Cehennem ve Cinânı, [cennetler]

Hakaik-i gaybiye, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] hem esrar-ı şehadet, [görünen âlemin sırları] serâir-i İlâhî, [İlâhî sırlar] revâbıt-ı kevnîye [kâinatla olan irtibatlar, bağlar] dair hikâyâtıdır [hikâyeler] hikâyet-i ayânî [görür gibi hikâye etme, anlatma]

Ki ne vâki reddeylemiş, ne mantık tekzip etmiş. Mantık kabul etmezse, red de bile edemez. Semâvî kitapların ki matmah-ı cihanî [dünyanın beklediği ve çok arzuladığı şey]

İttifakî noktalarda musaddıkane [doğrulayarak] nakleder. İhtilâfî yerlerinde musahhihâne [düzelterek] bahseder. Böyle naklî umurlar [emirler] bir ümmîden suduru [bir şeyden çıkma, olma] harika-i zamanî. [zamanın harikası, eşsiz olanı]

Altıncı unsur ise: Mutazammın [içinde bulundurma] ve müessis [tesis eden, kuran] olmuş din-i İslâma. [İslâm dini] İslâmiyet misline [benzer] ne mazi [geçmiş] muktedirdir, ne müstakbel [gelecek] muktedir; araştırsan zaman ile mekânı.

Arzımızı senevî, [yıllık] yevmî [günlük] dairesinde şu hayt-ı semâvîdir, [gökten inen bağ] tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş; bırakmıyor isyanı.

Yedinci menba ise, şu altı menbadan çıkan envâr-ı sitte, [altı nur] birden eder imtizaç. [birbiriyle karışıp kaynaşma] Ondan çıkar bir hüsün, [güzellik] bundan gelir bir hads, [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] vasıta-i nuranî, [nurlu, parlak vasıta]

Şundan çıkan bir zevktir. Zevk-i i’caz [mu’cizelik zevki] bilinir; tabirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kàsırdır; [eksik, noksan] görünür de tutulmaz o nücum-u âsümânî. [göklerdeki yıldızlar]

997

On üç asır müddette meylü’t-tehaddî [karşı koyma meyli, eğilimi] varmış Kur’ân’ın a’dâsında. [düşmanlar] Şevk-i taklit [taklit arzusu] uyanmış Kur’ân’ın ahbabında. İşte i’câzın [mu’cize oluş] bir burhanı. [delil]

Şu iki meyl-i şedidle [şiddetli meyil, arzu] yazılmıştır, meydanda. Milyonlarla kütüb-ü Arabiye [Arapça kitaplar] gelmiştir kütüphane-i vücuda. [meydana getirilmiş kütüphane, oluşmuş kütüphane] Onlar ile tenzili, [indirme] düşerse bir mizanı, [ölçü]

Muvazene [karşılaştırma/denge] edilse, değil dânâ-i bîmüdânî, [eşsiz âlim, ilmi yüksek kişi] hattâ en âmi [basit, sıradan] adam, göz kulakla diyecek: Bunlar ise insanî; şu ise âsümânî. [gökyüzü]

Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı—bu ise bilbedâhe [açık bir şekilde] malûm olmuş butlanı. [bâtıl oluş]

Öyle ise umumun fevkindedir. [üstünde] Mazmunları [mânâ, kavram] o kadar zamanda, kapı açık, beşere vakfedilmiş; kendine davet etmiş ervâhıyla [ruhlar] ezhânı. [zihinler]

Beşer onda tasarruf, kendine de mal etmiş. Onun mazmunları [mânâ, kavram] ile yine Kur’ân’a karşı çıkmamış; hiçbir zaman çıkamaz, geçti zaman-ı imtihanı. [imtihan zamanı]

Sair kitaplara benzemez, onlara makîs [kıyas, karşılaştırma] olmaz. Zira yirmi sene zarfında müneccemen [bölüm bölüm, parça parça] hâcetlere [ihtiyaç] nisbeten nüzulü, müteferrik, [ayrı ayrı] mütekatı’, [kesik kesik] bir hikmet-i Rabbânî. [kâinatın Rabbi tarafından herşeyin belirli gayelere yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması]

Esbab-ı nüzulü [iniş sebepleri] muhtelif, mütebayin. [ayrı ayrı] Bir maddede es’ile [sorular] mütekerrir, [tekrar eden] mütefavit. [birbirinden farklı] Hâdisât-ı ahkâmı [hükümlere zemin oluşturan hadiseler] müteaddit, [bir çok] mütegayir. [değişik, birbirine zıt] Muhtelif, mütefarık [ayrı ayrı] nüzulünün ezmânı. [zamanlar]

Hâlât-ı telâkkisi [anlayış, kabul ediş halleri] mütenevvi, [çeşit çeşit] mütehalif. [birbirinden farklı] Aksâm-ı muhatabı [muhatapların kısımları] müteaddit, [bir çok] mütebâid. [birbirinden uzak] Gayât-ı irşadında [doğru yolu gösterme gayeleri] mütederriç, [derece derece] mütefavit. [birbirinden farklı] Şu esaslara müstenid [dayanan] binaî, [bina edilmiş] hem beyanî,

Cevabî, hem hitabî. Bununla da beraber selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] ve selâmet, [huzur] tenasüp [uygunluk] ve tesanüd, [dayanışma] kemâlini göstermiş. İşte onun şahidi: Fenn-i beyan [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı] ve maânî. [mânâlar]

998

Kur’ân’da bir hassa [duyular] var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı [sözün sahibi] arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûp, âyine-i insanî. [insanın aynası]

Ey sâil-i misalî! [rüyada soru soran kişi] Sen ki îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] istedin; ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde. Sinek seyretmez âsümânı. [gökyüzü]

Zira o kırk envâ-ı i’câzından [mu’cizelik çeşitleri] yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır, İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] sıkışmadı tibyânı. [açıklama, anlatma]

Yüz sahife tefsirim ona kâfi [yeterli] gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ziyade; ben istiyorum senden tafsil ile beyanı.

• • •

Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr
De’b-i edeb ebed-müddet Kur’ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr 1

Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini [yüce zevk] hoşnud eden bir hâlet, [durum] çocukça bir hevese, sefihçe [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, [alçak, aşağılık zevk] sefih, [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] hem nefsî ve şehvânî [şehvetle ilgili] içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi [ruha ait zevk] bilmez.

Avrupa’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet, [yüksek duygular] mezâyâ-yı haşmeti [haşmetli meziyetler, özellikler] göremez, hem tadamaz.

Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; [gezinti alanı] onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.

Ya aşkla hüsündür, [güzellik] ya hamâset [cesurluk, kahramanlık] ve şehâmet, [akıl ve zekâ ile olan cesaretlilik] ya tasvir-i hakikat. [hakikatın tasviri, gerçeğin resmedilmesi] İşte yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] edepse, hamâset [cesurluk, kahramanlık] noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik [kuvvete önem verme] hissini telkin eder. Hüsün [güzellik] ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî [gerçek aşk] bilmez.

Şehvet-engiz [şehvet uyandıran] bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat [hakikatın tasviri, gerçeğin resmedilmesi] maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî [Allah’ın san’atı] suretinde bakmaz,

999

Bir sıbga-i Rahmânî [Rahmânî boya, san’at] suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] neş’et [doğma] eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, [teskin edici, sakinleştirici] hem münevvim, [uyutucu, uyuşturucu] hakikî faide vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik [hareket eden] emvat. [ölüler] Meyyit [ölü] hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, [reenkarnasyonu anımsatır bir şekilde] mazi [geçmiş] denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık [günahkâr] bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını [bir tür elbise] giydirmiş, hüsn-ü mücerred [saf güzellik; bizzat güzel olan, güzelliği başka şeye bağlı olmayan güzellik] tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] fenadır, insanlara yakışmaz.”

Netice-i muzırra[zararlı netice] gösterir. Halbuki sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] öyle müşevvikane [teşvik eder bir şekilde] bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] eder, his daha söz dinlemez. Kur’ân’daki edepse hevâyı karıştırmaz.

Hakperestlik [hakka taraftarlık] hissi, hüsn-ü mücerred [saf güzellik; bizzat güzel olan, güzelliği başka şeye bağlı olmayan güzellik] aşkı, cemâlperestlik [güzelliğe düşkün] zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san’at-ı İlâhî, [Allah’ın san’atı] bir sıbga-i Rahmânî [Rahmânî boya, san’at] noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.

Mârifet-i Sâniin [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli [acıklı] birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.

Avrupazâde edepse, fakdü’l-ahbaptan, [dostsuzluk ve ahbapsızlık] sahipsizlikten neş’et [doğma] eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.

1000

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne [ilham alarak] aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. [gam veren hüzün hissi] Âlemi bir vahşetzar [ürküntü ve yalnızlık veren yer] tanır; başka çeşit göstermez.

O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabanîler [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.

Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla [heyecan veren his] git gide ilhâda [dinsizlik] kadar gider, tâtile [Allah’ı inkâr etme] kadar yol verir. Dönmesi müşkül [zorluk] olur; belki daha dönemez.

Kur’ân’ın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkane [âşık gibi] hüzündür, yetimâne değildir. Firaku’l-ahbaptan [ayrılık] gelir; fakdü’l-ahbaptan [dostsuzluk ve ahbapsızlık] gelmez.

Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli [şefkatli] bir san’at-ı İlâhî [Allah’ın san’atı] onun medar-ı bahsi. [bahis sebebi, söz konusu] Tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine, inâyetli, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hikmetli bir kudret-i İlâhî [Allah’ın güç ve iktidarı] ona medar-ı beyan. [açıklama konusu] Onun için, kâinat vahşetzar [ürküntü ve yalnızlık veren yer] suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun [hüzünlü muhatap] nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbap. [sevgililer topluluğu] Her tarafta tecavüb, [birbirine cevap verme] her cânibde [taraf, yön] tahabbüb; [karşılıklı sevgi gösterme] ona sıkıntı vermez.

Her köşede istînas, [yakınlık duyma, yakınlaşma] o cemiyet içinde mahzunu vaz’ [koyma, yerleştirme] ediyor bir hüzn-ü müştakane; [kavuşmanın gecikmesinden doğan hüzün, üzüntü] bir hiss-i ulvî [yüce, yüksek his] verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir. O yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt. [yayılan, genişleyen] Ruha ferah veremez.

Kur’ân’ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâli [yüce şeylere duyulan iştiyak ve arzu] verir. İşte bu sırra binaen, şeriat-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği şeriat, İlâhî kanun ve hükümler] lehviyâtı [dinen yasak olan oyun ve eğlenceler] istemez.

Bazı âlât-ı lehvi [dinen yasak olan eğlencelerde kullanılan aletler, yasak eğlencelere mahsus çalgılar] tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip; demek hüzn-ü Kur’ânî [Kur’ân’a has hüzün] veya şevk-i tenzilî [Kur’ân’ın verdiği şevk, arzu] veren âlet zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî [yetimce hüzün] veya şevk-i nefsanî [nefsin helâl olmayan arzularına karşı duyulan istek] verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa [kişiler] göre; herkes birbirine benzemez.

1001

Dallar, semerâtı, [meyve] rahmet namına takdim ediyor

Şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] dalları her tarafta semerât-ı niamı [nimet meyveleri] zîruhun [ruh sahibi] ellerine zâhiren uzatıyor.

Hakikatte bir yed-i rahmet, [Allah’ın rahmet eli] bir dest-i kudrettir [Allah’ın kudret eli] ki, o semerâtı, [meyve] o dalları içinde sizlere uzatıyor.

O yed-i rahmeti, [Allah’ın rahmet eli] siz de şükr ile öpünüz. O dest-i kudreti [Allah’ın kudret eli] de minnetle takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ediniz.

• • •

Fâtiha‘nın [başlangıç] âhirinde işaret olunan üç yolun beyanı1

Ey birader-i pür-emel! [çokça emelleri arzu ve istekleri olan kardeş] Hayalini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz. Etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.

Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde, karanlıklı bir bulut tabakası atılmış. Hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü,

Müncemid [donmuş, katılaşmış] bir sakf [çatı, tavan] olmuş. Fakat altı, yüzü açıkmış; o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız; sıkıyor zulmet [karanlık] bizi.

Sıkıntı da boğuyor; havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var, bir âlem-i ziyadar. [ışıklı âlem] Bir kere seyrettimdi bu zemin-i mecâzî. [mecazî olan yer, zemin; hayâlî yer]

Evet bir kere buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider. O da devr-i âlemdir, [dünya seyahati, gezisi] seyahate çeker bizi.

İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahrânın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdit ediyor bizi.

Bak şu deryanın dağvâri emvâcına: [dalgalar] O da bize kızıyor. İşte elhamdü lillâh, öteki yüze çıktık. Görürüz güneş yüzü.

Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of, tekrar buraya döndük; şu zemin-i vahşetzar, [yabanî, ıssız yer] bulut damı zulmettar. Bize lâzım, revnaktar [göz alıcı güzellik] eder kalbdeki gözü

Bir âlem-i ziyadar. [ışıklı âlem] Fevkalâde eğer bir cesaretin var; gireriz de beraber bu yolu pür-hatarkâr. [tehlikelerle dolu, çok tehlikeli] İkinci yolumuzu,

1002

Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bî-naz ve pür-niyazı.

Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu’cizi,

Kur’ân onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma. Bak, ha, şurada tünelvâri mağaralar, tahte’l-arz [yeraltı] akıntılar beklerler ikimizi.

Bizi geçirecekler. Tabiatta şu müthiş cümudiyeleri [katılık, sertlik] de seni hiç korkutmasın. Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.

Radyumvâri o madde-i Kur’ân’ı ışıkla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyadar [ışıklı] âleme çıktık. Bak şu zemin-i pür-nâzı.

Bu fezâ-yı lâtif, şirin. Yahu başını kaldır. Bak, semâvâta ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış, davet ediyor bizi

Şu şecere-i tûbâ. [Cennetteki tûba ağacı] Meğer o Kur’ân imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedellî [tevazu gösterme, yaklaşma; belâğat ilminde, yüksek makam sahibinin tevazû göstererek aşağıdakini muhatap kabul etme mânâsında bir edebî san’at] eden bu dala biz de asılmalıyız; oraya alsın bizi.

O şecere-i semâvî bir timsali [görüntü] zeminde olmuş şer’-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.

Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz, şu dağlar üstünde durmuş olan şehbâzi,

Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i âzama: Muhammedü’l-Hâşimî (a.s.m.) davet eder insanı âlem-i nur-u [nur âlemi] envere. İlzam eder niyaz ile namazı.

Bulutları da yırtmış, bak bu hüdâ [Allah] dağlarına. Semâvâta ser çekmiş, bak şeriat cibâline. [dağlar] Nasıl müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] etmiş zeminimizin yüzü gözü.

İşte çıkmalıyız buradan himmet [ciddi gayret] tayyaresiyle. Ziya-yı nesim orada, nur-u cemâl orada. İşte buradadır Uhud-u tevhid, o cebel-i azizi.

İşte şuradadır Cûdî-i [cömertlik] İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebelü’l-Kamer olan Kur’ân-ı ezher; zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. İç o âb-ı lezizi.

1003

فَتَباَرَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ * 1

وَاٰخِرُ دَعْوٰينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 2

Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir. Evvelki iki yolun mağdub ve dâllîn [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] yolu; hatarları [tehlike] pek çoktur, kıştır daim güz, yazı.

Yüzde biri kurtulur: Eflâtun, Sokrat gibi. Üçüncü yol sehildir, [kolay] hem karîb, [yakın] müstakimdir. [doğru ve düzgün] Zayıf-kavî müsâvi; [eşit] herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki, şehid olmak ya gazi.

İşte neticeye gireriz. Evet, dehâ-yı fennî-evvelki [eğitimini fen ve felsefeden almış olağanüstü akıl] iki yoldur ona meslek ve mezhep. Fakat hüdâ-yı Kur’ânî-üçüncü [Kur’ân’ın gösterdiği hak ve hidayet yolu] yoldur onun sırat-ı müstakimi. [dosdoğru yol] İsal eder o bizi.

اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ، اٰمِينَ * 3

• • •

Hakikî bütün elem dalâlette, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bütün lezzet imandadır.Hayal libasını [elbise] giymiş muazzam bir hakikat

Ey yoldaş-ı hüşyar! [uyanık yoldaş] Sırat-ı müstakimin [dosdoğru yol] o meslek-i nuranî, [nurlu meslek, metod] mağdub ve dâllînin [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] o tarik-i zulmanî, [karanlıklı yol] tam farklarını görmek eğer istersen, ey aziz,

Gel, vehmini ele al, hayal üstüne de bin. Şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. [yokluk karanlıkları] O mezar-ı ekberi, [çok büyük mezar] o şehr-i pür-emvâtı [ölülerle dolu şehir] bir ziyaret ederiz.

Bir Kadîr-i Ezelî, [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] kendi dest-i kudretle [Allah’ın kudret eli] bu zulümat-ı kıt’adan [karanlıklar ülkesi] bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya, şu şehr-i bî-lezâiz. [zevksiz ve lezzetsiz şehir]

1004

İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, [varlık âlemi] o sahrâ-yı hâile. [ürperti veren çöl] Gözümüz de açıldı, şeş [altı] cihette biz baktık. Evvel istîtafkârâne [merhamet isteyene yakışır şekilde] önümüze bakarız.

Lâkin beliyyeler, [belâ] elemler, önümüzde düşmanlar gibi tehacüm [her taraftan hücum etme] eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anâsır-ı tabâyie [tabiattaki unsurlar; dağ, taş, deniz vs. gibi] bakarız, ondan medet bekleriz.

Lâkin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kasiye, [sert, katı] merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar. Ne naz dinler, ne niyaz.

Muztar [çaresiz] adamlar gibi meyusâne [ümitsiz] nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdatkârâne [medet ve yardım istercesine] ecrâm-ı ulviyeye [gök cisimleri] bakarız; pek dehşetli, tehditkâr da görürüz.

Güya birer gülle, bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezada [uzay boşluğu] pek sür’atli geçerler. Her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.

Ger [eğer] birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, el’iyâzü billâh, [Allah korusun] şu âlem-i şehadet [görünen alem] ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.

Meyusâne [ümitsiz] nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sinemizde saklandık. Nefsimize bakarız, mütalâa ederiz.

İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hâcetlerin [ihtiyaç] sayhaları [ses, sesleniş] geliyor, binlerle fâkatlerin [yokluk] eninleri [inilti] çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş [korkma, çekinme] ediyoruz.

Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakârâne vicdanımıza girdik. İçine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah, yine bulmayız. Biz medet vermeliyiz. [yardım etme]

Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat kâinata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.

O âmâl sıkışmışlar vücud-u adem [yokluk vücudu] içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüs’atleri [genişlik] var; ger [eğer] dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.

İşte bu elîm yolda nereye bir başvurduk, onda bir belâ bulduk. Zira mağdub ve dâllîn [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] yolları böyle olur. Tesadüf ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] o yolda nazar-endaz. [bakan, seyreden]

O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde’ [başlangıç] ve meâdi, [âhiret, dönülecek yer] hem Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve hem haşri muvakkat [geçici] unutmuşuz.

1005

Cehennemden beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zira o şeş [altı] cihetten ki onlara başvurduk; öyle hâlet [durum] almışız.

Ki yapılmış o hâlet, [durum] hem havf [korku] ile dehşetten, hem acz ile ra’şetten, hem kalâk [endişe, sıkıntı, huzursuzluk] ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten [ümitsizlik] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] vicdan-sûz.

Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def’ine çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz. Vâesefâ görürüz

Ki âcize, [güçsüz, zayıf] zaife. Saniyen, [ikinci olarak] nefiste olan hâcâtın susmasına teveccüh [ilgi] ediyoruz. Vâesefâ, durmayıp bağırırlar görürüz.

Sâlisen, [üçüncü olarak] istimdatkârâne, [medet ve yardım istercesine] bir halâskârı [kurtulma] için bağırır, çağırırız. Ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:

Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garip. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakikî zevki vermez.

Râbian, [sâlisenin altmışta biri] biz ecrâm-ı ulviyeye [gök cisimleri] baktıkça, onlar nazara verir bir havf [korku] ile dehşeti. Hem vicdanın müz’ici bir tevahhuş [korkma, çekinme] geliyor akıl-sûz, evham-sâz.

İşte, ey birader! Bu dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.

Tekrar yine geliriz. Bu kere tarikimiz sırat-ı müstakimdir, [dosdoğru yol] hem imanın yoludur. Delil ve imamımız inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve Kur’ân’dır, şehbâz-ı edvar-pervaz.

İşte Sultan-ı Ezelin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] rahmet ve inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] vaktâ [ne vakit] bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşiete etvâr [haller, tavırlar] üstünde perdâz.

Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil’at-ı vücudu. Emanet rütbesini bize tevcih [yöneltme] eyledi; nişan niyaz ve namaz.

Şu edvar [devirler, asırlar] ve etvârın, [haller, tavırlar] bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât [kolaylık] içindir ki kaderden bir emirnâme vermiş sahifede cephemiz.

Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz; pek uhuvvetkârâne [kardeşçe] istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.

1006

Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi [cesaretlendirmek] ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız, işitiyoruz âvâz. [yüksek ses]

Bak, girdik şu zemine, ayağımızı bastık şehadet âlemine. Şehrâyin-i [şenlik] Rahmân, gürültühane-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız

Meşiet-i Rahmân’dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin [ince, narin, duyarlı] gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?

Garip, yetim olmuştuk. Düşmanlarımız çoktu. Bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u imanla [iman aydınlığı] o düşmanlara karşı bir rükn-ü metinimiz,

İstinadî noktamız, hem himayetkârımız def’ [ortadan kaldırma, savma] [oruç] eder düşmanları. O iman-ı billâhtır [Allah’a iman] ki ziya-yı ruhumuz, hem nur-u hayatımız, [hayat ışığı] hem de ruh-u ruhumuz.

İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda vaktâ [ne vakit] vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad ü fîzar [ağlayıp inleme] ve âvâz. [yüksek ses]

Ondan belâya düştük. Zira âmâl, arzular, istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve hissiyat, daim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik. Bizden yol bilmemezlik; onda fîzar [ağlayıp inleme] ve niyaz.

Fakat, elhamdü lillâh, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] ki daim hayat verir o istidad [kabiliyet] âmâle; tâ ebedü’l-âbâda [sonsuzlar sonsuzu] onları eder pervaz. [korku]

Onlara yol gösterir, o noktadan istidat. [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] Hem istimdad [yardım dileme] ediyor, hem âb-ı hayatı [hayat suyu] içer, hem kemâline koşuyor o nokta-i istimdad, [medet noktası; yardım alınan nokta] o şevk-engiz remz [ince işaret] ü naz.

İkinci kutb-u iman ki tasdik-i haşirdir. Saadet-i ebedî o sadefin [içinde inci bulunan kabuk] cevheri. İman burhanı [delil] Kur’ân. Vicdan, insanî bir râz.

Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müthiş görünürdü. Şimdi de mütebessim, her tarafa gülüyor, nâzeninâne [ince, narin, duyarlı] niyaz ve âvâz. [yüksek ses]

Görmez misin: Gözümüz arı-misal olmuştur, her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır her tarafta çiçekler. Her çiçek de veriyor ona bir âb-ı leziz.

1007

Hem ünsiyet, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] teselli, tahabbübü [karşılıklı sevgi gösterme] veriyor. O da alır getirir, şehd-i şehadet [şehadet balı; İlâhî hakikatleri bilmenin ve idrak etmenin dünyadaki lezzeti] yapar. Balda bir bal akıtır o esrarengiz şehbaz. [kartal gibi uçan]

Harekât-ı ecrâma, [gökcisimlerinin hareketleri] ya nücum [yıldızlar] ya şümusa [güneşler] nazarımız kondukça, ellerine verirler Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] hikmetini, hem mâye-i ibreti, [ibret aynası, ibret levhası] hem cilve-i rahmeti [İlâhî rahmetin yansıması] alır, ediyor pervaz. [korku]

Güya şu güneş bizlerle konuşuyor. Der: “Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla [korkma, çekinme] sıkılmayınız. Ehlen sehlen [hoş safa [zevk, keyif] geldiniz] merhaba, hoş teşrif [şeref verme] ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar-ı şehnaz. [ışık saçan güzel]

“Ben de sizin gibiyim; fakat sâfi, isyansız, mutî [emre uyan] bir hizmetkârım..

“O Zât-ı Ehad-i Samed [herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah] ki mahz-ı rahmetiyle [rahmetin tâ kendisi] hizmetinize beni musahhar-ı pürnur [nurlu, nur saçan hizmetkâr] etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz.”

Yahu, bakın kamere. [ay] Yıldızlarla denizler, herbiri de kendine mahsus birer lisanla, “Ehlen sehlen [hoş safa [zevk, keyif] geldiniz] merhaba,” derler. “Hoş geldiniz. Bizi tanımaz mısınız?”

Sırr-ı teâvünle bak, remz-i nizamla [düzenin işareti, göstergesi] dinle. Herbirisi söylüyor: “Biz de birer hizmetkâr, rahmet-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah’ın her şeyi kuşatan rahmeti] birer âyinedarıyız. Hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.

“Zelzele nâraları, hadisat sayhaları [ses, sesleniş] sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, [Allah’ı anmanın hoş, güzel nağmeleri] bir demdeme-i tesbih, [Allah’ı tesbih etmenin coşkulu sesleri] velvele-i nâz ü niyaz. [Allah’a yalvarıp yakarmanın heyecanlı, coşkun sesi]

“Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini.” İman gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, [rahmet âyeti, delili] herbiri birer âvâz. [yüksek ses]

Ey mü’min-i kalb-i hüşyar! [kalbi uyanık mü’min] Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler. Onların bedeline hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.

Evvelki yolumuzda bir matem-i umumî, [herkesin yas tutması, genel hüzün] hem vâveylâ-yı mevtî [ölüm çığlıkları] zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz [tatlı ve ahenkli ses] ü namaz, birer âvâz [yüksek ses] ü niyaz, birer tesbiha âğâz. [nâmeler, söylemler]

1008

Dinle, havadaki demdeme, [gürültü, yüksek ses] kuşlardaki civcive, [kuşların coşkulu ötüşleri, şakımaları] yağmurdaki zemzeme, [ezgili, nağmeli ses] denizdeki gamgama, [bağırtı, haykırış] ra’dlardaki [gök gürültüsü] rakraka, [şimşek çaktığı zaman duyulan gök gürültüsü] taşlardaki tıktıka [taşların birbirine dokunması sonucu çıkan ses] birer mânidar nevaz. [tatlı ve ahenkli ses]

Terennümât-ı hava, [havanın çıkardığı güzel ve tatlı sesler] naarât-ı ra’diye, [gök gürültüsünün naraları] nağamât-ı emvac, birer zikr-i azamet. [büyüklüğün zikri] Yağmurun hezecâtı, [ölçülü nağmeler, sesler] kuşların seceâtı [sec’alar, kuşların çıkardıkları sesler] birer tesbih-i rahmet, [rahmet tesbihi, zikri] hakikate bir mecaz.

Eşyada olan asvat [sesler] birer savt-ı vücuttur; [varlık sesi] ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit [sükut eden, susan kâinat] birden söze başlıyor: “Bizi câmid [cansız] zannetme, ey insan-ı boşboğaz!” [boşboğaz insan]

Tuyurları [kuşlar] söylettirir ya bir lezzet-i nimet, [nimetin lezzeti] ya bir nüzul-ü rahmet. [rahmetin inişi] Ayrı ayrı seslerle, küçük âğazlarıyla [ağızlar, nağmeler] rahmeti alkışlarlar. Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz. [korku]

Remzen [ince işaret] onlar derler: “Ey kâinat, kardeşler! Ne güzeldir halimiz.

“Şefkatle perverdeyiz, [beslenmiş, eğitilmiş] halimizden memnunuz.” Sivri dimdikleriyle fezaya [uzay] saçıyorlar birer âvâz-ı pür-naz. [çok nazlı sesler]

Güya bütün kâinat ulvî bir musikidir; iman nuru işitir ezkâr [zikirler] ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu; nizam ise tard [kovma] eder ittifak-ı evham-saz. [evham ve şüphe veren birlik]

Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misalîden [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] çıkarız, hayalî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana [ölçü] çekeriz, ederiz yolları ber-endaz. [inceden inceye ölçerek]

Evvelki elîm yolumuz mağdub ve dâllîn [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] yolu. O yol verir vicdana tâ en derin yerine hem bir hiss-i elîmi, [acı veren duygu] hem bir şedid [şiddetli] elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıt olmuşuz.

Hem kurtulmak için de muztar [çaresiz] ve hem muhtacız. Ya o teskin edilsin, ya ihsas [hissettirme] da olmasın. Yoksa dayanamayız; feryad ü fîzar [ağlayıp inleme] dinlenmez.

Hüdâ [Allah] ise şifâdır; hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] iptal-i histir. [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] Bu da teselli ister, bu da tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesât-ı sihirbaz, [yalancı ve aldatıcı istek ve arzular]

1009

Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim [uyutma] edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, [çok acı veren sıkıntı, dert] vicdanı ihrak [yakma] eder; fîzâra [ağlayıp inleme] dayanılmaz, elem-i ye’s [ümitsizlik acısı] çekilmez.

Demek sırat-ı müstakimden [dosdoğru yol] ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu hâlet [durum] tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var birer iz.

Demek heves, hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular] eğlence, sefahetten [ahmaklık, beyinsizlik] memzuç [karışmış, karışık] olan şâşaa-i medenî, [medeniyetin şâşaası, gösterişi] bu dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gelen şu müthiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehirbaz. [zehir veren, zehir yapan]

Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nuranî tarikte bir hâleti [durum] hissettik. O hâletle [durum] oluyor hayat maden-i lezzet; [lezzet kaynağı] âlâm [elemler, acılar] olur lezâiz. [lezzetler]

Onunla bunu bildik ki mütefavit [birbirinden farklı] derecede, kuvvet-i iman [iman gücü] nisbetinde ruha bir hâlet [durum] verir. Ceset ruhla mültezdir, [kendisiyle rahatlama ve lezzet alma] ruh vicdanla mütelezziz. [lezzet alan]

Bir saadet-i âcile, [peşin mutluluk] vicdanda münderiçtir. [içine konulmuş, yerleştirilmiş] Bir firdevs-i mânevî, [mânevî cennet, cennet nimeti gibi] kalbinde mündemiçtir. [içinde bulunan] Düşünmekse deşmektir, şuur ise şiar-ı râz. [sırların şiarı, sırları gizleyen perde, alamet, belirti]

Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas [hissettirme] verilse, lezzet ziyade olur. Hem de döner ateşi nur, şitâ[kış] yaz.

Vicdanda firdevslerin [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] kapıları açılır. Dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız eder pervâz ü perdâz, [kanat çırparak uçan] olur şehbâz ü şehnâz, [kahramanlık ve güzellik] yelpez [yelpaze] namaz ü niyaz.

Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allahaısmarladık. Gel, beraber bir dua ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız.

اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، اٰمِينَ * 1

• • •

Anglikan Kilisesine [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] cevapHaşiye

Bir zaman bî-aman [insafsız, merhametsiz] İslâmın düşmanı, siyasî bir dessas, [hilebaz, aldatıcı] yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas [şüphe ve vesveseye sürükleyen] bir papaz, desise [hile, aldatma] niyetiyle, hem inkâr suretinde,

1010

Hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, [acı veren, sıkıntılı zaman] pek şemâtetkârâne [başkalarının üzüntüsüne, acısına hayasızca gülerek sevinmek] bir istifham [soru sorma] ile dört şey sordu bizden,

Altı yüz kelime istedi. Şemâtetine [başkasının kötü duruma düşmesine sevinme] karşı yüzüne “Tuh!” demek desisesine [hile, aldatma] karşı küsmekle sükût etmek, inkârına karşı da

Tokmak gibi bir cevab-ı müskit [susturucu cevap] vermek lâzımdı. onu muhatap etmem. Bir hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:

“Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) dini nedir?” Dedim: İşte Kur’ân’dır. Erkân-ı sitte-i iman, [imanın altı şartı] erkân-ı hamse-i İslâm [İslâmın beş şartı] esas maksad-ı Kur’ân. [Kur’ân’ın maksadı] Der ikincisinde:

“Fikir ve hayata ne vermiş?” Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet. [doğru]

Buna dair şahidim:

فَاسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ 1 * قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ * 2

Der üçüncüsünde: “Mezâhim-i hazıra [şimdiki sıkıntılar, zahmetler] nasıl tedavi eder?” Derim: Hurmet-i ribâ, [faizin haram oluşu] hem vücub-u zekâtla. [zekâtın farz oluşu] Buna dair şahidim 3 يَمْحَقُ اللهُ الرِّبٰوا da.

وَاَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا 4 * وَاَقِيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ * 5

Der dördüncüsünde: “İhtilâl-i beşere ne nazarla bakıyor?” Derim: Sa’y [çalışma] asıl, esastır. Servet-i insaniye [insanlığın serveti] zalimlerde toplanmaz; saklanmaz ellerinde.

Buna dair şahidim:

وَاَنْ لَيْسَ لِلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعٰى 6* وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِى سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلِيمٍ * 7