SÖZLER – On Altıncı Söz (271-282)

271

On Altıncı Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ 
فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ * 1

 İtminan-ı nefsime medar [kaynak, dayanak] olacak, zulmeti dağıtacak şu âyetin nurundan Dört Şuâı göstermekle kör nefs ime bir basiret vermek için yazılmıştır.

BİRİNCİ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Ey nefs-i nadan! [cahil nefis] Diyorsun ki: “Ehadiyet-i Zât-ı İlâhiye [Allah’ın Zâtının birliği] ile külliyet-i ef’âli; [işlerin çokluğu ve kapsamlılığı] ve vahdet-i şahsiyesiyle [şahsın birliği] muinsiz [yardımcı] umumiyet-i Rububiyeti; [Cenab-ı Hakkın idare ve terbiye ediciliğinin ve egemenliğinin her şeyi kuşatması] ve ferdâniyeti [birlik ve teklik] ile şeriksiz şümul-ü tasarrufatı; [tasarrufun kapsamı] ve mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] iyetiyle [bir yerle sınırlı olmayan] her yerde hazır bulunması; ve nihayetsiz ulviyetiyle [yüce] herşeye yakın olması; ve birliği ile her işi bizzat elinde tutması, hakaik-ı Kur’âniyedendir. [Kur’ân hakikatleri, esasları] Kur’ân ise hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmil [yükleme] etmez. Akıl ise, zahirî bir münâfâtı [tezat, zıtlık] görüyor. Aklı teslime sevk edecek bir izah isterim.

Elcevap: Madem öyledir; itminan [inanma, kalben tatmin olma] için istersen, biz de Kur’ân’ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur çok müşkilâtımızı [zor] halletmiş; inşaallah [Allah dilerse] bunu da halleder. Akla vâzıh, [açık] kalbe nuranî olacak temsil yolunu ihtiyar ile, İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi deriz:

272

  نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ * غُلاٰمِ شَمْسَمْ اَزْشَمْسِ مِى گُويَمْ خَبَرْ * 1

Temsil, i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] en parlak bir âyinesi [aynası] olduğundan, biz dahi bir temsille şu sırra bakacağız. Şöyle ki:

Birtek zat, muhtelif merâyâ [aynalar] vasıtasıyla külliyet kesb [elde etme, kazanma] eder. Cüz’î-yi hakikî [gerçek bir fert] iken, umumî şuûnâta [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] mâlik bir küllî hükmüne geçer. Meselâ, şems, bir cüz’î-yi müşahhas [somut bir fert, birey] iken, eşya-yı şeffâfe [şeffaf şeyler] vasıtasıyla öyle bir küllî hükmüne geçer ki, rû-yi zemini [yeryüzü] timsalleriyle, [görüntü] akisleriyle dolduruyor. Hattâ katarat [damlalar] ve parlak zerrat [atomlar] adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyası ve ziyasının içinde olan yedi renkli elvân-ı seb’ası, [yedi renk] herbirisi, mukabilindeki eşyaya muhit, âmm [genel] ve şamil oldukları halde, herbir şeffaf şey dahi güneşin timsaliyle [görüntü] beraber harareti, hem ziyayı, hem elvân-ı seb’a[yedi renk] gözbebeğinde saklıyor ve sâfi kalbini ona bir taht yapıyor.

Demek, şems, vâhidiyet [Allah’ın birliği] haysiyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi; ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] cihetiyle, herbir şeyde güneş çok vasıflarıyla beraber, bir nevi cilve-i zatıyla bulunur. Madem temsilden temessül [belirme, görünme] bahsine geçtik. Temessülün [belirme, görünme] çok envâından [tür] şu meseleye medar [kaynak, dayanak] olacak üç nev’ine işaret ederiz.

Birincisi: Kesif, [katı] maddî şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, ayn [aslı, kendisi] değil; hem mevattır, [ölmüş] ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden [görünüşteki şahsiyet] başka hiçbir hâsiyete [özellik] mâlik değil. Meselâ sen âyineler mahzenine [depo] girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zîhayat [canlı] yalnız sensin. Ötekiler ölüdürler; hayat hassaları onlarda yoktur.

İkincisi: Maddî nuranînin akisleridir. Şu akis ayn [aslı, kendisi] değil, fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor; fakat o nurânînin ekser hâsiyetlerine [özellik] mâliktir, onun gibi hayy [diri, canlı] sayılıyor.

Meselâ, şems dünyaya girdi, herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, güneşin hassaları hükmünde olan hararet, ziya ve ziyadaki elvân-ı seb’a [yedi renk] bulunuyor. Eğer, faraza, güneş zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olsaydı—harareti ayn-ı kudreti, [kudretin kendisi] ziyası ayn-ı ilmi, [ilmin kendisi] elvân-ı seb’a[yedi renk] sıfât-ı seb’a[yedi sıfat] olsaydı—o vakit, o tek ve yekta [tek, eşsiz] bir

273

güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir nevi arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle, âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.

Üçüncüsü: Nuranî ruhların aksidir. Şu akis hem hayydır, hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini tamamen tutmuyor.

Meselâ, Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde [Hz. Peygamberin hazır bulunduğu ortam] bulunduğu1 bir anda, huzur-u İlâhîde, [Allah’ın huzuru] haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Âzamın [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] önünde secdeye gider,2 hem o anda hesapsız yerlerde bulunur, evâmir-i İlâhiyeyi [Cenab-ı Allah’ın emirleri] tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mâni olmazdı.

İşte, şu sırdandır ki, mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını [namazlar, dualar] birden işitir ve kıyamette bütün asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ile bir anda görüşür. Birbirine mâni olmaz. Hattâ, evliyadan, ziyade nuraniyet kesb [elde etme, kazanma] eden ve abdal [Allah’a yönelmiş kimse, derviş] denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş.

Evet, nasıl cismaniyata [maddî varlıklar] cam ve su gibi şeyler âyine [ayna] olur. Öyle de, ruhaniyata [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] dahi hava ve esir ve âlem-i misalin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] bazı mevcudatı [var edilenler, varlıklar] âyine [ayna] hükmünde ve berk [şimşek] ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyir [gezinti aracı] ve seyahat suretine geçerler. Ve o ruhanîler, hayal sür’atiyle o merâyâ-yı nazifede, [lekesiz, tertemiz aynalar] o menâzil-i lâtifede [güzel ve hoş, madde ötesi mekânlar] gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.

Madem güneş gibi âciz ve musahhar [boyun eğdirilmiş] mahlûklar [varlıklar] ve ruhanî gibi madde ile mukayyet [kayıt altında, bağlı] nim-nuranî [yarı nurlu] masnular, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken pek çok yerlerde bulunabilirler. Mukayyet [kayıt altında, bağlı] bir cüz’î [ferdî, küçük] iken mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz’î [ferdî, küçük] bir ihtiyar ile pek çok muhtelif işleri yapabilirler. Acaba, maddeden mücerred [bekar] ve muallâ; [yüce] ve tahdid-i kayıt [kayıt altına alınma] ve zulmet-i kesafetten [madde ve yoğunluğun karanlığı] münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve müberrâ; [arınmış, temiz] ve şu umum envar [nurlar] ve bütün nuraniyat Onun envâr-ı kudsiye-i esmâsının [Allah’ın isimlerinin mukaddes nurları] bir kesif [katı]

274

zılâli; [gölge] ve umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] ve âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] nim-şeffaf [yarı şeffaf] bir âyine-i cemâli; [güzelliğin aynası] ve sıfâtı muhîta; [her şeyi kuşatan] ve şuûnâtı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] külliye olan bir Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] irade-i külliye [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] ve kudret-i mutlaka [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] ve ilm-i muhitle [her şeyi kuşatan ilim] tecellî-i sıfâtı [Allah’ın sıfatlarının yansıması, görünmesi] ve cilve-i ef’âli [Allah’ın fiillerinin görünmesi, ortaya çıkması] içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden [Allah’ın herbir varlığa ayrı ayrı ve doğrudan teveccühü] hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir, hangi şahıs külliyet kesb [elde etme, kazanma] etmeden ona yanaşabilir?

Evet, nasıl güneş kayıtsız nuru, maddesiz aksi vasıtasıyla sana senin gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen mukayyet [kayıt altında, bağlı] olduğun için ondan gayet uzaksın. Ona yanaşmak için çok kayıtlardan tecerrüd [sıyrılma] etmek, çok merâtib-i külliyeden [büyük ve kalabalık mertebeler] geçmek lâzım gelir. Adeta, mânen yer kadar büyüyüp, kamer [ay] kadar yükselip, sonra doğrudan doğruya güneşin mertebe-i asliyesine [asıl mertebe] bir derece yanaşabilir ve perdesiz görüşebilirsin. Öyle de, Celîl-i Zülcemâl, [sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmetiyle sahibi olan Allah] Cemîl-i Zülkemâl sana gayet yakındır; sen Ondan gayet uzaksın. Kalbin kuvveti, aklın ulviyeti [yüce] varsa, temsildeki noktaları hakikate tatbike çalış.

İKİNCİ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Ey nefs-i bîhuş! [akılsız nefis] Diyorsun ki: اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ 1 hem اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ 2 gibi âyetler, vücud-u eşya [eşyanın varlığı, varlıkların kendisi] sırf bir emirle ve def’î [bir anda, kısa zamanda] olduğunu; ve صُنْعَ اللهِ الَّذِۤى اَتْقَنَ كُلَّ شَىْءٍ 3 hem اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ 4 gibi âyetler, vücud-u eşya [eşyanın varlığı, varlıkların kendisi] ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakik [derin ve ince] bir san’atla, tedricî [aşamalı, derece derece] olduğunu gösteriyorlar. Vech-i tevfiki [uygunluk yönü] nedir?

Elcevap: Kur’ân’ın feyzine istinaden deriz:

275

Evvelâ: Münâfat [zıtlık, terslik] yoktur. Bir kısım öyledir; iptidadaki [başlangıç] icad gibi. Bir kısmı böyledir; mislini [benzer] iade gibi.

Saniyen: [ikinci olarak] Mevcudatta [var edilenler, varlıklar] meşhud [görünen] olan suhulet [kolaylık] ve sür’at ve kesret [çokluk] ve vüs’at [genişlik] içinde nihayet intizam, gayet ittikan [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri] ve hüsn-ü san’at [güzel san’at] ve kemâl-i hilkat, [mükemmel yaratılış] şu iki kısım âyetlerin vücud-u hakikatlerine [gerçek varlık] kat’iyen [kesinlikle] şehadet eder. Öyle ise, şunların hariçte tahakkukları [gerçekleşme] medar-ı bahis [söz konusu] olması lüzumsuzdur. Belki yalnız “Sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] nedir?” denilebilir. Öyle ise, biz dahi, bir kıyas-ı temsilî [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] ile şu hikmete işaret ederiz.

Meselâ, nasıl ki terzi gibi bir san’atçı, birçok külfetler, maharetlerle musannâ [san’atla yapılmış] birşeyi icad eder ve ona bir model yapar. Sonra onun emsalini külfetsiz, çabuk yapabilir. Hattâ bazan öyle bir derece suhulet [kolaylık] peyda eder ki, güya emreder, yapılır. Ve öyle kuvvetli bir intizam kesbeder—saat [elde etme, kazanma] gibi—güya bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler.

Öyle de, Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] ve Nakkâş-ı Alîm, şu âlem sarayını müştemilâtıyla [içindekiler] beraber bedi’ [güzel, eşsiz] bir surette yaptıktan sonra, cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî, cüz ve küll herşeye bir model hükmünde bir nizam-ı kaderî [kader ölçüsü] ile bir miktar-ı muayyen [belirlenmiş miktar] vermiştir. İşte, bak, o Nakkâş-ı Ezelî, [herşeyi zatına has olarak nakış nakış işleyen, evveli olmayan Allah] herbir asrı bir model yaparak mu’cizat-ı kudretiyle [Allah’ın kudret mu’cizeleri] murassâ, [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] taze bir âlemi ona giydiriyor. Herbir seneyi bir mikyas [ölçü] ederek havârık-ı rahmetiyle [rahmet harikaları] musannâ, [san’atla yapılmış] taze bir kâinatı o kamete [biçim ve boy] göre dikiyor. Herbir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle [hikmet incelikleri] müzeyyen, [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] mücedded [yenilenen] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] onda yazıyor.

Hem o Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptığı gibi, rû-yi zemini, [yeryüzü] herbir dağ ve sahrâyı, bağ ve bostanı, herbir ağacı birer model yapmıştır. Vakit bevakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor, birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor. Mevsim bemevsim, her bağ ve bostanda taze taze mu’cizât-ı kudretini [Allah’ın kudret mu’cizeleri] ve hedâyâ-yı rahmetini [rahmet hediyeleri] gösterir, yeni birer kitab-ı hikmetnümâ [hikmetli kitap] yazıyor, taze taze birer

276

matbaha-i rahmetini [Allah’ın rahmet mutfağı] kuruyor, mücedded [yenilenen] bir hulle-i san’atnümâ [san’atlı elbise] giydiriyor. Her baharda, herbir ağaca sündüs-misal [dokunuşunda altın, gümüş tellerin de bulunduğu bir tür ipekli kumaş gibi] taze bir çarşaf giydiriyor, lü’lü’-misal [inci gibi] yeni bir murassaatla [süslenmiş] süslendiriyor, yıldız-misal [yıldız gibi] rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor.

İşte, şu işleri nihayet hüsn-ü san’at [güzel san’at] ve kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] yapan ve şu birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri nihayet hikmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve kemâl-i kudret [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve san’atla değiştiren Zat, elbette gayet Kadîr ve Hakîmdir, nihayet derecede Basîr [gören] ve Alîmdir. Tesadüf onun işine karışamaz. İşte, o Zât-ı Zülcelâldir [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ki, şöyle ferman ediyor:

اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ * 1

وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ * 2

deyip, hem kemâl-i kudretini [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ilân, hem kudretine nisbeten haşir ve kıyamet gayet sehl [kolay] ve külfetsiz olduğunu beyan ediyor. Emr-i tekvinîsi [yaratma emri] kudret ve iradeyi tazammun [içerme, içine alma] ettiğini ve bütün eşya, evâmirine [emirler] gayet musahhar [boyun eğdirilmiş] ve münkad [boyun eğen] olduklarını ve mübaşeretsiz, [temas etmeden] muâlecesiz [doğrudan doğruya] halk ettiği için icadındaki suhulet-i mutlakayı [tam kolaylık] ifade için, sırf bir emirle işler yaptığını, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] ile ferman ediyor.

Hasıl-ı kelâm: [sözün özü] Bir kısım âyetler, eşyada, hususan bidayet-i icadında [yaratılışın başlangıcı] gayet derecede hüsn-ü san’atı [güzel san’at] ve nihayet derecede kemâl-i hikmeti [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ilân ediyor. Diğer kısmı, eşyada, hususan tekrar icadında ve iadesinde gayet derecede suhulet [kolaylık] ve sür’atini, nihayet derecede inkıyad [boyun eğme] ve külfetsizliğini beyan eder.

277

ÜÇÜNCÜ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Ey haddinden tecavüz etmiş nefs-i pürvesvas! [çok vesveseli nefis] Diyorsun ki:

بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ 1* مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا * 2

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ * 3

gibi âyetler, nihayet derecede kurbiyet-i İlâhiyeyi [Allah’a yakınlık] gösteriyor .

وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ * 4 تَعْرُجُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ * 5

ve hadiste varid [söylenen, gelen] olan “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yetmiş bin hicab [örtü, perde] arkasındadır”6 ve Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gibi hakikatler, nihayet derecede bu’diyetimizi [uzaklık] gösteriyor. Şu sırr-ı gâmızı [anlaşılması zor mesele] fehme takrip [yakınlaştırma] edecek bir izah isterim.

Elcevap: Öyle ise dinle.

Evvelâ: Birinci Şuâın âhirinde demiştik: Nasıl ki güneş, kayıtsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle sana, senin ruhun penceresi ve onun âyinesi [aynası] olan gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen mukayyet [kayıt altında, bağlı] ve maddede mahpus olduğun için ondan gayet uzaksın. Onun yalnız bir kısım akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin. Ve bir nevi cilveleriyle ve cüz’î [ferdî, küçük] tecellîleriyle görüşebilirsin. Ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına [renkler] ve bir taife isimleri hükmünde olan şualarına ve mazharlarına yanaşabilirsin. Eğer güneşin mertebe-i aslîsine [asıl mertebe] yanaşmak ve bizzat, doğrudan doğruya, güneşin zatıyla görüşmek istersen, o vakit pek çok kayıtlardan tecerrüd [sıyrılma] etmekliğin ve pek çok meratib-i külliyetten [büyük mertebeler] geçmekliğin lâzım gelir. Âdeta sen, mânen tecerrüd [sıyrılma] cihetiyle küre-i arz [yer küre, dünya] kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat [genişleme, yayılma] edip ve kamer [ay] kadar yükselip, bedir gibi mukabil geldikten sonra bizzat perdesiz onunla görüşüp bir derece yanaşmak dâvâ edebilirsin.

278

Öyle de, o Celîl-i Pürkemâl, [sonsuz kemâl ve haşmet sahibi Allah] o Cemîl-i Bîmisâl, [benzersiz güzellik sahibi Allah] o Vâcibü’l-Vücud, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] o Mûcid-i Küll-i Mevcud, [bütün varlıkları yoktan var eden Allah] o Şems-i Sermed, [devamlı ve sürekli güneş] o Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebed, sana senden yakındır. Sen Ondan nihayetsiz uzaksın. Kuvvetin varsa, temsildeki dekaiki [incelikler] tatbik et.

Saniyen: [ikinci olarak] Meselâ, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 bir padişahın çok isimleri içinde Kumandan ismi çok mütedahil [birbiri içinde] dairelerde tezahür eder. Serasker [ordu komutanı] daire-i külliyesinden [büyük ve geniş daire] tut, müşiriyet [mareşallik] ve ferikiyet, [generallik] ta yüzbaşı, ta onbaşıya kadar, geniş ve dar, küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] dairelerde de zuhur ve tecellîsi vardır. Şimdi, bir nefer, [asker] hizmet-i askeriyesinde, [askerlik hizmeti] onbaşı makamında tezahür eden cüz’î [ferdî, küçük] kumandanlık noktasını merci tutar, kumandan-ı âzamına [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] şu cüz’î [ferdî, küçük] cilve-i ismiyle temas eder ve münasebettar [alâkalı, ilgili] olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, ona o ünvanla görüşmek istese, onbaşılıktan ta serasker [ordu komutanı] mertebe-i külliyesine [büyük ve kapsamlı mertebe] çıkmak lâzım gelir.

Demek padişah, o nefere [asker] ismiyle, hükmüyle, kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbiriyle ve—eğer o padişah, evliya-i abdaliyeden [bir anda birkaç yerde görülebilen veliler] nuranî olsa—bizzat huzuruyla gayet yakındır. Hiçbir şey mâni olup hâil [engel] olamaz. Halbuki o nefer [asker] gayet uzaktır. Binler mertebeler hâil, [engel] binler hicaplar fâsıldır. Fakat bazan merhamet eder; hilâf-ı âdet, [âdete aykırı, kural dışı] bir neferi huzuruna alır, lütf una mazhar [erişme, nail olma] eder.

Öyle de, emr-i كُنْ فَيَكُونُ 2 ‘a mâlik, güneşler ve yıldızlar emirber [emre hazır] nefer [asker] hükmünde olan Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] herşeye herşeyden daha ziyade yakın olduğu halde, herşey Ondan nihayetsiz uzaktır. Onun huzur-u kibriyâsına [sonsuz büyüklük sahibi Allah’ın huzuru] perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvânî [varlıklarla ilgili] ve esmâî [isimlerle ilgili] ve sıfâtî [sıfatlarla ilgili] yetmiş binler hicaptan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecât-ı tecellîsinden [yansıma dereceleri] çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfâtında [sıfat tabakaları] mürur edip ta İsm-i Âzamına [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mazhar [erişme, nail olma] olan

279

Arş-ı Âzamına [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] uruc etmek, [yükselmek] eğer cezb [çekme] ve lütfu olmazsa binler seneler çalışmak ve sülûk [mânevî yol alma] etmek lâzım gelir. Meselâ, sen Ona Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ismiyle yanaşmak istersen, senin Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] hususiyetiyle, sonra bütün insanların Hâlıkı cihetiyle, sonra bütün zîhayatların [canlı] Hâlıkı ünvanıyla, sonra bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] Hâlıkı ismiyle münasebettarlık [alâkalı, ilgili] lâzım gelir. Yoksa zıllde [gölge] kalırsın, yalnız cüz’î [ferdî, küçük] bir cilveyi bulursun.

Bir ihtar: Temsildeki padişah, aczi için, kumandanlık isminin meratibinde [mertebeler] müşir [mareşal] ve ferik [general] gibi vasıtalar koymuştur. Fakat بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ 1 olan Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] vasıtalardan müstağnidir. [çok üstün ve ötede bulunan] Vasıtalar sırf zahirîdirler. Perde-i izzet [izzet ve büyüklüğün önündeki perde] ve azamettirler. Ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve hayret ve acz ve iftikar [Allah’a karşı fakirliğini hissetme ve gösterme] içinde saltanat-ı Rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] dellâldırlar, [davetçi, ilan edici] temâşâgerdirler. [seyirci, gözlemci] Muîni [yardımcı] değiller; şerik-i saltanat-ı Rububiyet [Cenab-ı Hakkın Rablık saltanatına ortak] olamazlar.

DÖRDÜNCÜ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

İşte, ey tenbel nefsim! Bir nevi mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] hükmünde olan namazın hakikati, sabık [daha önceden geçen] temsilde bir nefer [asker] mahz-ı lütuf [ikram ve iyiliğin tâ kendisi] olarak huzur-u şahaneye [padişahın huzuru] kabulü gibi, mahz-ı rahmet [rahmetin tâ kendisi] olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl [sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah] ve Mâbûd-u Cemîl-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve güzellik sahibi, kendisine ibadet edilen Allah] huzuruna kabulündür. Allahu ekber deyip, mânen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan [maddi kayıt, bağ] tecerrüd [sıyrılma] edip, bir mertebe-i külliye-i ubûdiyete [Allah’a kulluğun büyük ve kapsamlı mertebesi] veya küllînin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup,

اِيَّاكَ نَعْبُدُ 2 hitabına—herkesin kabiliyeti nisbetinde—bir mazhariyet-i azîmedir. [büyük mazhariyet, nailiyet] Adeta, harekât-ı salâtiyede [namazın hareketleri] tekrarla Allahu ekber, Allahu ekber demekle kat’-ı meratip [mertebeleri aşma] ve terakkiyat-ı mâneviyeye [mânevî ilerleme, yükselme] ve cüz’iyattan devâir-i külliyeye [geniş ve kapsamlı daireler] çıkmasına

280

bir işarettir ve marifetimiz [Allah’ı bilme ve tanıma] haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel [kısa, kısaca] bir ünvanıdır. Güya herbir Allahu ekber bir basamak-ı miraciyeyi [mirac basamağı] kat’ına işarettir. İşte, şu hakikat-i salâttan [namazın hakikati] mânen veya niyeten veya tasavvuren [hayal ederek, düşünerek] veya hayalen bir gölgesine, bir şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir.

İşte, hacda pek kesretli [çokluk] Allahu ekber denilmesi şu sırdandır. Çünkü, hacc-ı şerif, [şerefli hac ibadeti] bil’asale [bizzat] herkes için bir mertebe-i külliyede [büyük ve kapsamlı mertebe] bir ubûdiyettir. [Allah’a kulluk] Nasıl ki bir nefer, [asker] bayram gibi bir yevm-i mahsusta, [özel gün] ferik [general] dairesinde, bir ferik [general] gibi padişahın bayramına gider ve lütf una mazhar [erişme, nail olma] olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar âmi [basit, sıradan] de olsa, kat’-ı meratip [mertebeleri aşma] etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın [dünyanın dört bir yanı] Rabb-i Azîmi [herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] ünvanıyla Rabbine müteveccihtir, [yönelen] bir ubûdiyet-i külliye [büyük ve umumî kulluk] ile müşerreftir. Elbette, hac miftahıyla [anahtar] açılan meratib-i külliye-i Rububiyet [Rububiyetin geniş, kapsamlı mertebeleri; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mertebeleri] ve dürbünüyle nazarına görünen âfâk-ı azamet-i Ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığının büyüklüğünün ufukları, sınırları] ve şeâiriyle [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devâir-i ubûdiyet [kulluk daireleri] ve meratib-i kibriyâ [Cenab-ı Allah’ın büyüklüğünün mertebeleri] ve ufk-u tecelliyatın [tecellilerin, yansımaların ufku] verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i Rububiyet [Allah’ın rububiyetinin heybeti] Allahu ekber, Allahu ekber ile teskin edilebilir. Ve onunla, o meratib-i münkeşife-i meşhude [bizzat görerek açığa çıkmış mertebeler] veya mutasavvere [hayalen, tasavvur ederek] ilân edilebilir.

Hacdan sonra, şu mânâ-yı ulvî ve küllî [yüce ve umumî mânâ] muhtelif derecelerde, bayram namazında, yağmur namazında, husuf, [ay tutulması] küsuf [güneş tutulması] namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte, şeâir-i İslâmiyenin, [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] velev sünnet kabilinden [gibisinden, türünden] dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır.

سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ خَزَۤائِنُهُ بَيْنَ الْكَافِ وَالنُّونِ 1 * فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ

281

شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 1* سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 2* رَبَّنَا لاَ تُؤٰاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا 3* رَبَّناَ لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ 4* وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى رَسُولِكَ اْلاَ كْرَمِ مَظْهَرِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاِخْواَنِهِ وَاَتْبَاعِهِ اٰمِينَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِين َ *5

ba

Küçük bir zeyl [ek]

Kadîr-i Alîm [herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten Allah] ve Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği gibi; şuzûzât-ı kanuniye [kanun dışılıklar] ile, âdetinin harikalarıyla, tagayyürat-ı sûriye [şekil ve suret değişiklikleri] ile, teşahhusatın [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] ihtilâfâtıyla, [farklılıklar, ihtilaflar] zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, [dilek, arzu] iradetini, fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe’nde, [belirleyici özellik] her şeyinde Ona muhtaç ve rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] münkad [boyun eğen] olduğunu ilâm etmekle gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü’l-Esbaba [sebep olan] çevirir. Kur’ân’ın beyanatı şu esasa bakıyor.

282

Meselâ, ekser yerlerde bir kısım meyvedar ağaçlar bir sene meyve verir. Yani rahmet hazinesinden ellerine verilir, o da verir. Öbür sene, bütün esbab-ı zahiriye [görünen sebepler] hazırken, meyveyi alıp vermiyor.

Hem meselâ, sair umur-u lâzımeye [gerekli işler] muhalif olarak, yağmurun evkat-ı nüzulü [iniş zamanı] o kadar mütehavvildir [değişken] ki, mugayyebat-ı hamsede1 [beş bilinmeyen şey] dahil olmuştur. Çünkü vücutta en mühim mevki hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat [hayatın kaynağı] ve mahz-ı rahmet [rahmetin tâ kendisi] olduğu için, elbette o âb-ı hayat, [hayat suyu] o mâ-i rahmet, [rahmet suyu] gaflet veren ve hicap olan yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] kaidesine girmeyecek. Belki, doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün’im, [varlıkları nimetlendiren yüce Allah] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] perdesiz, elinde tutacak, ta her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak.

Hem meselâ, rızık vermek ve muayyen bir sima vermek, birer ihsan-ı mahsus [özel iyilik ve bağış] eseri gibi ummadığı tarzda olması, ne kadar güzel bir surette meşiet [dilek, arzu] ve ihtiyar-ı Rabbâniyeyi [Rab olan Allah’ın iradesi, dilemesi] gösteriyor. Daha tasrif-i hava [havanın idaresi ve kullanılması] ve teshir-i sehab [bulutların emre boyun eğdirilmesi] gibi şuûnât-ı İlâhiye [Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları] yi bunlara kıyas et.