SÖZLER – On Dördüncü Söz (231-247)

231

On Dördüncü Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 الۤرٰ كِتَابٌ اُحْكِمَتْ اٰيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ * 1

 KUR’ÂN-I HAKÎMİN ve Kur’ân’ın müfessir-i hakikîsi [gerçek müfessir; Kur’ân-ı Kerimi tam ve doğru olarak açıklayan hadis] olan Hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına [doğru gerçekler] çıkmak için teslim ve inkıyâdı [boyun eğme, itaat etme] noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde, o hakikatlerin bir kısım nazirelerine [benzer] işaret edeceğiz. Ve hâtimesinde [son] bir ders-i ibret [ibret dersi] ve bir sırr-ı inâyet [İlâhî yardımın gizemi, esprisi] beyan edilecek. O hakikatlerden haşir ve kıyametin nazireleri [benzer] Onuncu Sözde, bilhassa Dokuzuncu Hakikatinde zikredildiği için, tekrara lüzum yoktur. Yalnız, sair hakikatlerden nümune olarak Beş Mesele zikrederiz.

BİRİNCİSİ: Meselâ, خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ 2 “Altı günde gökleri ve yeri yarattık” demek olan; hem, belki bin3 ve elli bin4 sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyâm-ı Kur’âniye ile, insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden hakikat-i ulviyesine [yüce gerçek] kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] halk ettiği seyyal [akıcı] âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları nazar-ı şuhuda [bakıp şahit olma] gösteriyoruz. Evet, güya insanlar gibi dünyalar dahi birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] emriyle âlem dolar, boşalır.

232

İKİNCİSİ: Meselâ,

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ * 1

وَكُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِۤى اِمَامٍ مُبِينٍ * 2

لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ * 3

gibi âyetlerin ifade ettikleri ki, “Bütün eşya, bütün ahvâliyle, [haller] vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor” demek olan hakikat-i âliyesine [yüce gerçek] kanaat getirmek için, Nakkâş-ı Zülcelâl, rû-yi zeminin [yeryüzü] sahifesinde, her mevsimde, bahusus [hususan, özellikle] baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlûkatın fihriste-i vücutlarını, [varlık fihristesi] tarihçe-i hayatlarını, [hayat hikayesi] desatir-i hareketlerini [hareket düsturları] [kâide, kural] çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde, mânevî bir surette derc [yerleştirme] ve muhafaza ettiğini; ve zevâlden [batış, kayboluş] sonra, semerelerinde [meyve] aynen kalem-i kaderiyle, [kader kalemi] mânevî bir tarzda, basit tohumcuklarında yazdığını; hattâ her geçici baharda, yaş kuru ne varsa, mahdut [sınırlanmış] zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda [bakıp şahit olma] gösteriyoruz. Güya herbir bahar, birtek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun [ölçülü] olarak, zeminin yüzüne bir Cemîl [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] ve Celîlin [sonsuz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah] eliyle takılıp koparılıyor, konup kaldırılıyor.

Hakikat böyleyken, beşerin en acip bir dalâleti budur ki, kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san’at-ı Rabbâniye [herşeyin Rabbi olan Allah’ın sanatlı bir şekilde yarattığı varlıkların fihristesi] olup ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] lisanında “tabiat” denilen bu kitabet-i fıtriyeyi, [yaratılışa ait yazılar, doğal yazı] bu

233

nakş-ı san’atı, [san’at işlemesi] bu münfail [fiilden etkilenen] mistar-ı hikmeti, [hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vasıta, şablon]tabiat-ı müessire[tesir sahibi, yaratıcı tabiat] diyerek masdar [fiillerin asıl kökü] ve fail telâkki [anlama, kabul etme] etmesidir. Eyne’s-serâ mine’s-süreyyâ? Hakikat nerede, ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] telâkkileri [anlama, kabul etme] nerede?

ÜÇÜNCÜSÜ: Meselâ, Hamele-i Arş [Arş’ın taşıyıcıları] ve yer ve göklerin melâike-i müekkelleri [görevli melekler] ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadıkın [doğru sözlü haber verici olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] tasvir ettiği, meselâ kırk binler başlı, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat ettiklerini1 ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubûdiyetlerini ifade eden hakikate çıkmak için şuna dikkat et ki, Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah]

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ * 2

اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ … * 3

اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ * 4

gibi âyetlerle tasrih [açık şekilde bildirme] ediyor ki, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasip bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor.

Evet, bir bahr-i müsebbih olan şu semâvâtın kelimat-ı tesbihiyesi [Allah’ı tesbih eden kelimeler] güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid [hamd eden] olan şu zeminin dahi elfâz-ı tahmidiyesi hayvanlar, nebatlar [bitki] ve ağaçlardır. Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz’î [ferdî, küçük] birer tesbihatı olduğu gibi, zeminin de ve zeminin herbir kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] da ve herbir dağ ve derenin de ve ber [kara] ve bahrinin de ve göklerin herbir feleğinin de ve herbir burcunun [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] da birer tesbih-i küllîsi [büyük ve kapsamlı tesbih] vardır.

234

Şu binler başları olan zeminin her başında yüz binler lisanlar bulunan ve her lisanda yüz bin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat [Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler] meyvelerini, âlem-i misalde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli [görevli melek] vardır.

Evet, müteaddit [bir çok] eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] olacaktır. Eğer o cemiyet imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edip ittihad [birleşme] şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir nevi ruh-u mânevîsi [mânevî ruh] ve vazife-i tesbihiyesini [Allah’ı övme ve şanına layık ifadelerle anma görevi] görecek bir melek-i müekkeli [görevli melek] olacaktır.

İşte, bak: Misal olarak, bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan, bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör. Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var. Ve her dilde, bak, kaç yüz mevzun [ölçülü] ve muntazam meyve kelimeleri var. Ve her meyvede, dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun [ölçülü] tohumcuk harfleri, emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ‘e mâlik Sâni-i Zülcelâline [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ne kadar beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir medih [övgü] ve fasih [güzel, açık ve düzgün] bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi, ona müekkel [görevli] melek dahi, ona göre âlem-i mânâda [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] müteaddit [bir çok] dillerle tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir.

DÖRDÜNCÜSÜ: Meselâ,

اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ 2* وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ 3* وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ 4* تَعْرُجُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ * 5

235

gibi âyetlerin ifade ettikleri hakikat-i ulviyesine [yüce gerçek] ki, Kàdir-i Mutlak o derece suhulet [kolaylık] ve sür’atle ve muâlecesiz [doğrudan doğruya] ve mübaşeretsiz [temas etmeden] eşyayı halk eder ki, yalnız sırf bir emir ile îcad eder gibi görünüyor, fehmediliyor.

Hem o Sâni-i Kadîr [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] nihayet derecede masnuata [san’at eseri] karîb [yakın] olduğu halde, masnuat [sanat eseri] nihayet derecede Ondan baîddir. [uzak]

Hem nihayetsiz kibriyâsıyla [azamet, büyüklük] beraber, gayet cüz’î [ferdî, küçük] ve hakir umuru [emirler] dahi ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san’attan [güzel san’at] hariç bırakmıyor.

İşte bu hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] vücuduna, mevcudatta [var edilenler, varlıklar] meşhud [görünen] suhulet-i mutlaka [sınırsız kolaylık] içinde intizam-ı ekmel [çok mükemmel düzen] şehadet ettiği gibi, gelecek temsil dahi onun sırr-ı hikmetini [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] gösterir. Meselâ, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Esmâ-i Hüsnâsından [Allah’ın en güzel isimleri] Nur isminin bir kesif [katı] âyinesi [aynası] hükmünde olan güneşin emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ve teshir-i İlâhî [Allah’ın boyun eğdirmesi, itaat ettirmesi] ile mazhar [erişme, nail olma] olduğu vazifeler, şu hakikati fehme takrib [yaklaştırma] eder. Şöyle ki:

Güneş, ulviyetiyle [yüce] beraber, bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zatlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsaliyle [görüntü] ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ettiği halde, o şeffaf şeyler ise binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] edemezler, kurbiyet dâvâ edemezler.

Hem o güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyası nereye girmişse orada hazır ve nazır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine [rengârenk, süslü, parlak] göre güneşin aksi ve bir nevi timsali [görüntü] görünmesiyle anlaşılır.

Hem güneşin azamet-i nuraniyeti [nurun, parlaklığın büyüklüğü] derecesinde ihatası, [herşeyi kuşatma] nüfuzu ziyadeleşir. Nuraniyet azametindendir ki, en küçük, ufak şeyler ondan gizlenip kaçamazlar.

236

Demek azamet-i kibriyâsı, [Allah’ın büyüklüğünün kuşatıcı olması, devamlı ve sonsuz derece yüce olması] cüz’î [ferdî, küçük] ve ufak şeyleri, nuraniyet sırrıyla harice atmak değil, bilâkis daire-i ihatasına [kuşatıcı daire, kapsama alanı] alıyor.

Hem güneşi, mazhar [erişme, nail olma] olduğu cilvelerde ve vazifelerde, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, fail-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan fâil] farz etsek, o derece suhulet [kolaylık] ve sür’at ve vüs’at [genişlik] içinde, zerreden, katreden, [damla] deniz yüzünden seyyarata [gezegenler] kadar izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile öyle işliyor ki, şu tasarrufat-ı azimeyi [büyük tasarruflar, kullanımlar] yalnız bir mahz-ı emirle [sadece ve yalnız emir] yapar tahayyül [hayal etme] edilebilir. Zerre ile seyyare, [gezegen] emrine karşı müsavidirler. [eşit] Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] verir.

İşte, semâ denizinin yüzünde ziyadar [ışıklı] bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] Nur isminin cilvesine kesif [katı] bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] şu hakikatin üç esasının nümunelerine mazhar [erişme, nail olma] olduğunu görüyoruz. Elbette, güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif [katı] hükmünde, Nuru’n-Nur, [bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan Nurların Nuru, Allah] Münevviru’n-Nur, [bütün nurlar ve nurlu varlıklar Kendisinden feyiz alan Nurların Nurlandırıcısı, Allah] Mukaddiru’n-Nur [bütün nurların miktarlarını takdir eden Nurların Mukaddiri, Allah] olan Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] herşeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nazır; ve eşya Ondan gayet uzak olduğuna; hem o derece külfetsiz, muâlecesiz, [doğrudan doğruya] suhuletle [kolaylıkla] işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür’at ve suhuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına; hem hiçbir şey, cüz’î [ferdî, küçük] küllî, küçük büyük, daire-i kudretinden [Allah’ın kudret dairesi; yaratılmış olanlar] harice çıkmadığına ve kibriyâ[azamet, büyüklük] ihata [herşeyi kuşatma] ettiğine, şuhud [görme] derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir.

BEŞİNCİSİ:

وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ * 1

den tut,

237

ta وَاعْلَمُۤوا اَنَّ اللهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ 1 ye kadar,

hem اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ 2den tut,

ta يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ 3e kadar, hem خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ 4 dan tut, ta

خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ 5e kadar, hem مَا شَۤاءَ اللهُ لاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ 6 den tut,

ta وَمَا تَشَۤاؤُ نَ اِلاَّۤ اَنْ يَشَۤاءَ اللهُ 7 ya kadar hudud-u azamet-i Rububiyeti [Allah’ın varlıklar üzerindeki terbiye ve idare ediciliğinin ve egemenliğinin geniş sınırları] ve kibriyâ-i Ulûhiyeti [Allah’ın ortak kabul etmeyen ilâhlığının büyüklüğü] tutmuş olan Ezel, Ebed Sultanı, şu âciz ve nihayetsiz zayıf ve nihayetsiz fakir ve nihayetsiz muhtaç ve yalnız cüz’î [ferdî, küçük] bir ihtiyarla, icada kabiliyeti olmayan zayıf bir kisble [çalışma] mücehhez [cihazlanmış, donanmış] benî Âdeme [Âdemoğlu, insan] karşı şedid [şiddetli] şikâyât-ı Kur’âniyesi [Kur’ân’ın şikâyetleri] ve azîm tehdidatı [tehditler] ve müthiş vaidleri [korkutma] ne hikmete binaendir ve ne vech [cihet, yön, taraf] ile tevfik [başarı] edilir, ne suretle münasip düşer, demek olan derin ve yüksek hakikate kanaat getirmek için, şu gelecek iki temsile bak.

Birinci temsil: Meselâ, şahane bir bağ var ki, nihayetsiz meyvedar ve çiçektar masnular, içinde bulunuyorlar. Ona nezaret etmek için pek çok hademeler tayin edilmiş. Bir hizmetkârın vazifesi dahi, yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrâsındaki [akım yeri] deliğin kapağını açmaktır. Ve şu hizmetkâr ise tenbellik etti, deliğin kapağını açmadı. O bağın tekemmülüne [mükemmelleşme] halel [eksik, kusur] geldi veyahut kurudu. O vakit, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] san’at-ı Rabbâniyesinden [Allah’ın san’atı] ve sultanın nezaret-i şahanesinden [son derece güzel bakım ve gözetim] ve ziya ve hava ve toprağın hizmet-i bendegânesinden [kölecesine hizmet etmek] başka, bütün hademelerin o sersemden şekvâya [şikayet] hakları vardır. Zira hizmetlerini akim [sonuçsuz, verimsiz] bıraktı veya zarar verdi.

238

İkinci temsil: Meselâ, cesîm [büyük] bir sefine-i sultaniyede, [hükümdarlık gemisi] âdi bir adam cüz’î [ferdî, küçük] vazifesini terk etmesiyle, bütün gemideki vazifedarların netâic-i hidematına [hizmetlerin neticesi] halel [eksik, kusur] getirdiğinden ve bazı da mahvettiğinden, bütün o vazifedarlar namına gemi sahibi ondan şedit [çok şiddetli] şikâyet eder. Kusur sahibi ise diyemez ki, “Ben bir âdi adamım; ehemmiyetsiz ihmalimden şu şiddete müstehak değilim.” Çünkü, tek bir adem, [hiçlik, yokluk] hadsiz ademleri intaç [netice verme] eder. Fakat vücut kendine göre semere verir. Çünkü birşeyin vücudu bütün şerâit [şartlar] ve esbabın vücuduna mütevakkıf [bağlı] olduğu halde, o şeyin ademi ve intıfâsı, [yok olma, sönme] tek bir şartın intıfâsıyla [yok olma, sönme] ve tek bir cüz’ün ademiyle, netice itibarıyla mün’adim [yok olma] olur. Bundandır ki, “tahrip, tamirden pek çok defa eshel [daha kolay] olduğu” bir düstur-u müteârife [bilinen bir kural] hükmüne geçmiştir.

Madem küfür ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ve mâsiyet, [günah] esasları inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. [kabul etmeme] Suret-i zahiriyede [dış görünüş] ne kadar müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve vücutlu görünse de, hakikatte intıfâdır, [yok olma, sönme] ademdir. Öyle ise cinayet-i sâriyedir. [bulaşıcı, salgın cinayet] Sair mevcudatın [var edilenler, varlıklar] netâic-i amellerine [işin neticeleri] halel [eksik, kusur] verdiği gibi, esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] cilve-i cemâllerine [güzelliğin görüntüsü] perde çeker.

İşte bu hadsiz şikâyete hakları olan mevcudat [var edilenler, varlıklar] namına, o mevcudatın [var edilenler, varlıklar] Sultanı, şu âsi beşerden azîm şikâyet eder. Ve etmesi ayn-ı hikmettir. [hikmetin kendisi] Ve o âsi, şiddetli tehdidata [tehditler] elbette müstehaktır ve dehşetli vaidlere, [korkutma] bilâşüphe [hiç şüphesiz, kuşkusuz] sezâdır. [layık]

ba

239

 Hâtime

 Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir. [ibret dersi]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ * 1

EY GAFLETE DALIP ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim! Bilir misin, neye benzersin? Devekuşuna! Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda; avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez.

Ey nefis! Şu temsile bak, gör, nasıl dünyaya hasr-ı nazar, [dikkati bir şey üzerinde toplama] aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ, şu karyede, [köy] yani Barla’da, iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır. [arzulu, aşırı istekli] Orayı düşünür, ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, “Oraya git”; sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı [ayrılık elemleri, acıları] kapamak ister.

Ey nefis! Başta Habibullah, [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] bütün ahbab ın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.

Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş [aşırı derece sevme] eder, derd-i maişetle [geçim derdi] sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, [ayrılık] bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, [insanın acizliği] fakr-ı insanî [insanın fakirliği] değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.

240

Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.

Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada, [dünya misafirhanesi] nazar-ı hikmetle [fen ve felsefe açısından gören göz] baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hadisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller. Meselâ, zemine nebatat [bitkiler] ve hayvanat envâından [tür] giydirilen, birbiri üstünde, birbiri içinde gayet muntazam ve gayet münakkaş [nakışlanmış] gömlekler, baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olduklarını gördüğün ve gayet âli [yüce] gayeler içinde kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın, [yer küre, dünya] benî Âdemden, [Âdemoğlu, insan] bahusus [hususan, özellikle] ehl-i imandan [Allah’a inanan] beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin [gaflet davranışları] sıklet-i mâneviyesinden [mânevî ağırlık] omuz silkmeye benzeyen zelzele gibiHaşiye mevtâlûd [ölüm] hadisat-ı hayatiyesini, [hayata ait olaylar] bir mülhidin [dinsiz] neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek, bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz, hebâen [boş, faydasız] mensur gösterip müthiş bir ye’se [ümitsizlik] atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hadiseler, bir Hakîm-i Rahîmin [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] emriyle, ehl-i imanın [Allah’a inanan] fâni malını sadaka hükmüne çevirip ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] etmektir ve küfran-ı nimetten [nimete karşı nankörlük] gelen günahlara kefarettir.

Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar [boyun eğdirilmiş] zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi [insan eserleri] şirk-âlûd, [şirk karışmış] şükürsüz görüp çirkin bulur. Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] emriyle, büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki [Allah’a ortak koşanlar] Cehenneme döker; ehl-i şükre “Haydi, Cennete buyurun” der.

ba

241

On Dördüncü Sözün Zeyli [ek]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا * وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا * وَقَالَ اْلاِنْسَانُ مَا لَهَا * يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا * بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا .. الخ * 1

ŞU SÛRE kat’iyen [kesinlikle] ifade ediyor ki, küre-i arz, [yer küre, dünya] hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar [erişme, nail olma] olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.

Mânevî ve ehemmiyetli bir canipten, [yan taraf, cihet] şimdiki zelzele münasebetiyle, altı yedi cüz’î [ferdî, küçük] suale karşı, yine mânevî ihtar yardımıyla cevapları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen [kısaca, özet olarak] kısacık yazılacak.

Birinci sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm, mânevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve meyusiyet, [ümitsizlik] ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selb [ortadan kaldırma] ederek dehşetli bir azap vermesi nedendir?

Yine mânevî cevap: Şöyle denildi ki, Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e [tam bir neşe] ve sürurla, [mutluluk] sarhoşçasına, gayet heveskârâne [hevesine düşkün bir şekilde] şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin [İslâm merkezi] her köşesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.

İkinci sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semâvî tokat başlarına gelmiyor, bu biçare Müslümanlara iniyor?

Elcevap: Büyük hatalar ve cinayetler tehirle büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler tâcille [çabuklaştırma] küçük merkezlerde verildiği gibi, mühim bir hikmete binaen,

242

ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşre [öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] tehir edilerek, ehl-i imanın [Allah’a inanan] hataları kısmen bu dünyada cezası verilir.Haşiye [dipnot]

Üçüncü sual: Bazı eşhâsın [şahıslar, fertler] hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın [şahıslar, fertler] harekâtına fiilen veya iltizamen [taraftar olarak] veya iltihaken [katılarak] taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye [büyük ve genel musibet] sebebiyet verir.

Dördüncü sual: Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur. [günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile] Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder?

Yine mânevî canipten [yan taraf, cihet] elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere [kader sırrı] taallûk [ait olma, ilgilendirme] ettiği için, Risale-i Kadere [Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)] havale edip, yalnız burada bu kadar denildi:

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَۤاصَّةً * 1

Yani, “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”

Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe [deneme alanı] ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. [Allah yolunda cihad etme] İmtihan ve teklif, iktiza [bir şeyin gereği] ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede [Allah yolunda cihad etme] ile Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıksınlar ve Ebu Cehil‘ler [bilgisizlik] esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil‘ler, [bilgisizlik] aynen Ebu Bekir’ler gibi teslim olup, mücahede [Allah yolunda cihad etme] ile mânevî terakki [ilerleme] kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif [imtihan sırrı] bozulacaktı.

Madem mazlum zalim ile beraber musibete düşmek hikmet-i İlâhiyece [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] lâzım geliyor. Acaba o biçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?

243

Bu suale karşı, cevaben denildi ki: O musibetteki gazap ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat [geçici] bir meşakkat ve azaptan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazap [hiddetin, öfkenin kendisi] içinde bir rahmettir.

Beşinci sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip koca bir unsuru musallat eder? Bu hal cemâl-i rahmetine [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ve şümul-u kudretine [kudretin herşeyi kaplaması] nasıl muvafık düşer?

Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde bir tek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur o vazifeden men edilse, o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir; ve lüzumlu bir hayrı yapmamak şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır—ta birtek şer gelmesin gibi, gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet [hikmete zıt] ve hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat, kusurdan münezzehtirler. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümul[kapsam] isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli [aşağılama] tecavüzdür. Elbette, o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde, “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir [hikmetin kendisi] ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir. [rahmetin tâ kendisi]

Altıncı sual: Zelzele, küre-i arzın [yer küre, dünya] içinde inkılâbât-ı madeniyenin [madenlerin alt üst olması, değişmesi] neticesi olduğunu ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] işâa [bir haberi yayma, duyurma] edip, adeta tesadüfî ve tabiî ve maksatsız bir hadise nazarıyla bakarlar. Bu hadisenin mânevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar, ta ki intibaha [uyanış] gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?

244

Elcevap: Dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] başka hiçbir hakikati yoktur. Çünkü, her sene elli milyondan ziyade münakkaş, [nakışlanmış] muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın [yer küre, dünya] üstünde binler envâın [tür] birtek nev’i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz efradından [bireyler] birtek ferdin yüzer âzâsından birtek uzvu olan kanadının kast ve irade ve meşiet [dilek, arzu] ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayt [duyarsız] kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] beşiği ve anası ve mercii ve hâmisi olan koca küre-i arzın [yer küre, dünya] ehemmiyetli ef’al [fiiller, davranışlar] ve ahvali, [durumlar] belki hiçbir şeyi—cüz’î olsun küllî olsun—irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlâhî [Allah’ın kasdı, isteği, hedefi] haricinde olmaz. Fakat Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] hikmetinin muktezasıyla, [bir şeyin gereği] zahir esbabı tasarrufatına [dilediği gibi kullanma ve idare etme] perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip ateşlendiriyor.

Haydi, madenî inkılâbat [büyük değişimler] dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlâhî [Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması] ile olur, başka olamaz. Meselâ bir adam bir tüfekle birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] edip biçare maktulün büs bütün hukukunu zayi etmek ne derece belâhet [aptallık] ve divaneliktir. Aynen öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] musahhar [boyun eğdirilmiş] bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi olan küre-i arzın [yer küre, dünya] içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar [biriktirme, depolama] edilen bir bombayı, “Ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve tuğyanı [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] uyandırmak için ateşlendir” diye olan emr-i Rabbânîyi [Allah’ın emri] unutmak ve tabiata sapmak, hamâkatin [ahmaklık] en eşneidir. [en çirkin ve fena, iğrenç]

Altıncı sualin tetimmesi [ek] ve haşiyesi: [dipnot] Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ilhad, [dinsizlik, inkâr] mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] intibahlarına [uyanış] mukabele [karşılama; karşılık verme] ve mümanaat etmek [engel olmak] için, o derece garip bir temerrüd [inat etme] ve acip bir hamâkat [ahmaklık] gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder. Meselâ, bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye [büyük unsurlar; toprak, hava, su, ateş] kızdıklarından; ve Hâlık-ı Arz ve Semâvât [gökleri ve yeri yaratan Allah]

245

dahi, değil hususî bir Rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecellî ile, kâinatın heyet-i mecmuasında [birşeyin geneli, bütün] ve Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] daire-i külliyesinde [büyük ve geniş daire] nev-i insanı [insan türü, insanlık] uyandırmak ve dehşetli tuğyanından [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için, emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten, zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] gibi umumî ve dehşetli âfâtı [afetler, musibetler] nev-i insanın [insan türü, insanlık] yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, [Allah’ın daimî mevcudiyeti ve herşeyi her an ayakta tutması] iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işârât-ı Rabbâniyeye [herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın işaretleri] ve terbiye-i İlâhiyeye [Cenab-ı Allah’ın terbiyesi] karşı eblehâne [ahmak] bir temerrüdle [inat etme] mukabele [karşılama; karşılık verme] edip diyorlar ki, “Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semâyı kızartmış, yangın suretini vermiş” diye, mânâsız hezeyanlar [boş söz, saçmalama] ediyorlar.

Dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et [doğma] eden çirkin bir temerrüd [inat etme] sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab [sebebler] yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh [iş yeri] yerine küçücük çekirdeği gösterir; “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye, Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı [bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler] inkâr eder misillü, [benzer] bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini [Cenab-ı Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili] hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!

246

İşte, gel, belâhet [aptallık] ve hamâkatin [ahmaklık] nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i meçhuleye [bilinmeyen gerçek] bir nam takar; malûm bir şey gibi, “Bu budur” der. Meselâ, “Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.”

Hem birer irade-i külliye [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] ve birer ihtiyar-ı âmm [Allah’ın herşeyi kuşatan iradesi, seçme ve tercih gücü] ve birer hâkimiyet-i nev’iyenin [bir sınıfın üstün olduğu egemenlik] ünvanları bulunan ve “âdetullah[Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] namıyla yad edilen fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kanunların birisine, hususî ve kasdî [bilerek, direkt] bir hadise-i Rububiyeti ircâ [döndürme] eder. O ircâ [döndürme] ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden [hür tercih, hür seçim] keser; sonra tutar, tesadüfe, tabiata havale eder, Ebu Cehil‘den [bilgisizlik] ziyade muzaaf [kat kat] bir echeliyet [çok cahil] gösterir. Bir neferin [asker] veya bir taburun zaferli harbini bir nizam ve kanun-u askeriyeye [askerlik kanunu] isnad edip kumandanından, padişahından, hükûmetinden ve kasdî [bilerek, direkt] harekâttan alâkasını keser misillü, [benzer] âsi bir divane olur.

Hem meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından, çok mucizatlı bir usta, yüz okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] muhtelif taamları, yüz arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] muhtelif kumaşları yapsa, bir adam o odun parçasını gösterip dese, “Bu işler tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş”; o ustanın harika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamâkattir. [ahmaklık] Aynen öyle de…

Yedinci sual: Bu hadise-i arziye, [yerle ilgili olay] bu memleketin ahali-i İslâmiyesine [Müslüman halk] bakması ve onları hedef etmesi neyle anlaşılıyor? Ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?

Elcevap: Bu hadise hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazan’ın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması, hem tahribatından intibaha [uyanış] gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delâletiyle, bu hadise ehl-i imanı [Allah’a inanan] hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.

Biçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:

247

Biri: Hataları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil [çabuklaştırma] edildi.

İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın [dinsizler] orada tesirli bir merkez-i faaliyet [faaliyet merkezi] tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimali var. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2