SÖZLER – On Sekizinci Söz (313-318)

313

On Sekizinci Söz

Bu Sözün iki makamı var. İkinci Makamı daha yazılmamıştır. Birinci Makamı Üç Noktadır.

BİRİNCİ NOKTA

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَۤا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلاَ تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ * 1

 Nefs-i emmâreme bir sille-i tedip [edeplendirme tokadı]

Ey fahre [gurur, övünme] meftun, [aşık] şöhrete müptelâ, [bağımlı] medhe düşkün, hodbinlikte [bencil] bîhemtâ, [eşsiz, benzersiz] sersem nefsim!

Eğer binler meyve veren incirin menşei [kaynak] olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih [övgü] ve hürmet etmek lâzım olduğu hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, [gurur, övünme] gurura belki bir hakkın var.

Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyar ın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrinle [gurur, övünme] tenkis [eksiltme, değerini indirme] ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfranınla [inançsızlık, inkâr] iptal ediyorsun ve temellükle [sahiplenme] gasp ediyorsun.

Senin vazifen fahir [övünme] değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, [alçakgönüllülük] hacâlettir. [utanç] Senin hakkın medih [övgü] değil, istiğfardır, [af dileme] nedâmettir. [pişmanlık] Senin kemâlin hodbinlik [bencil] değil, hüdâbinliktedir. [Allah’ı tanıyan]

Evet, sen, benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz hayrı kabul etmek,  

314

şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani, fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve masdar [fiillerin asıl kökü] değilsiniz; belki münfail [fiilden etkilenen] ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var. O da, hayr-ı mutlaktan [her yönüyle hayırlı olan] gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır.

Hem siz birer perde yaratılmışsınız, tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlâhiyenin [Allah’ın mukaddes zâtı] tenzihine [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] vesile olasınız. Halbuki, bütün bütün vazife-i fıtratınıza [yaratılış görevi] zıt bir suret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalb ettiğiniz halde, Hâlıkınızla [her şeyi yaratan Allah] güya iştirak edersiniz! Demek nefisperest, [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] tabiatperest gayet ahmak, gayet zalimdir.

Hem deme ki, “Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.” Zira, temessül [belirme, görünme] etmediğinden, mazhar değil, memer [geçilecek yer, köprü] olursun.

Hem deme ki, “Halk içinde ben intihap [seçmek] edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.” Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis [iflas etmiş] ve muhtaç ve müteellim [acı çeken] olduğundan en evvel senin eline verildi.Haşiye [dipnot]

İKİNCİ NOKTA

اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ 1 âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:

Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün [güzellik] ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat [bizzat güzel] denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr [dolayısıyla güzel] denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. [dağınık, karışık] Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:

Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın [bitkiler] tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak [ayrılık] perdeleri arkasında, tecelliyât-ı celâliye-i Sübhâniyenin [kusur ve eksiklikten yüce olan Allah’ın haşmet ve büyüklüğünün görünümleri]

315

mazharı olan kış hadiselerinin tazyikinden ve tâzibinden [azap, eziyet] muhafaza etmek için, nazdar [nazlı] çiçeklerin dostları olan nazenin [ince, duyarlı] hayvancıkları vazife-i hayattan [hayat görevi] terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin, [ince, duyarlı] taze, güzel bir bahara yer ihzar [hazırlama] etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı [açığa çıkma] vardır. Tohumlar gibi neşvünemasız [büyüyüp gelişme] kalan birçok istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip [başak] güzelleşir. Güya umum inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve küllî tahavvüller [başka bir hâle geçme, dönüşme] birer mânevî yağmurdur.

Fakat insan, hem zahirperest, [dış görünüşe ehemmiyet veren] hem hodgâm [bencil] olduğundan, zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık [bencil] cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esmâsına ait binlerdir. Meselâ, kudret-i fâtıranın [yaratıcı kudret] büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, [zararlı] mânâsız telâkki [anlama, kabul etme] eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez [cihazlanmış, donanmış] kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, [musallat olma, sataşma] zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki, serçe kuşunun istidadı, [kabiliyet] o taslitle [musallat olma, sataşma] inkişaf [açığa çıkma] eder. Meselâ, “kar”ı pek bâridâne [soğukça] ve tatsız telâkki [anlama, kabul etme] ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.

Hem insan, hodgâmlık [bencil] ve zahirperestliğiyle [dış görünüşe ehemmiyet veren] beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî [edebin tâ kendisi] olan şeyleri hilâf-ı edep [edebe aykırı] zanneder. Meselâ, alet-i tenasül-ü insan, [insanın üreme organı] insan nazarında bahsi hacâlet-âverdir. [utanç] Fakat şu perde-i hacâlet, [utanç perdesi] insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gayât-ı fıtrata [yaratılış gayeleri] bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edeptir, [edebin tâ kendisi] hacâlet [utanç] ona hiç temas etmez.

İşte, menba-ı edep [edep kaynağı] olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bazı tâbirâtı [tabirler, ifadeler] bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki, bize görünen çirkin mahlûkların [varlıklar] ve hadiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine [yaratılış] bakan güzel yüzler var ki, Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir. [kutsal yazılımlar, yazılar]

316

ÜÇÜNCÜ NOKTA

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ * 1

Madem kâinatta hüsn-ü san’at, [güzel san’at] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] vardır ve kat’îdir. Elbette, risalet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.), şuhud [görme] derecesinde bir kat’iyetle sübutu [bir şeyin var olması] lâzım gelir. Zira, şu güzel masnuattaki [san’at eseri] hüsn-ü san’at [güzel san’at] ve ziynet-i suret [süslü görünüm] gösteriyor ki, onların San’atkârında [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ehemmiyetli bir irade-i tahsin [güzelleştirme iradesi, isteği] ve kuvvetli bir taleb-i tezyin [süsleme isteği] vardır. Ve şu irade ve talep ise, o Sânide ulvî bir muhabbet ve masnularında izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği kemâlât-ı san’atına [olgun, güzel san’atlar] karşı kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir rağbet var olduğunu gösteriyor. Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat [sanat eseri] içinde en münevver [aydın] ve mükemmel fert olan insana daha ziyade müteveccih [yönelen] olup temerküz [bir merkezde toplanma] etmek ister.

İnsan ise, şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] zîşuur [akıl ve şuur sahibi] meyvesidir. Meyve ise, en cemiyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm [genel] ve şuuru küllî [bilgi ve kavrayışı kapsamlı] bir cüz’îdir. [ferdî, küçük] Nazarı âmm [genel] ve şuuru küllî [bilgi ve kavrayışı kapsamlı] zat ise, o San’atkâr-ı Zülcemâle [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] muhatap olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm [genel] nazarını tamamen Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] perestişliğine [aşırı derece sevme] ve san’atının istihsanına [beğenme, güzel bulma] ve nimetinin şükrüne sarf eden en yüksek, en parlak bir fert olabilir.

Şimdi iki levha, iki daire görünüyor:

Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rububiyet [Rablık dairesi] ve gayet musannâ, [san’atla yapılmış] murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] bir levha-i san’at. [san’at tablosu]

Diğeri, gayet münevver, [aydın] müzehher [çiçeklerle bezenmiş] bir daire-i ubûdiyet [kulluk dairesi] ve gayet vâsi, [geniş] câmi’ [kapsamlı] bir levha-i tefekkür [tefekkür levhası] ve istihsan [beğenme, güzel bulma] ve teşekkür ve iman vardır—ki, ikinci daire, bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.

İşte, o Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bütün makàsıd-ı san’atperverânesine [san’ata olan düşkünlüğü ortaya koyan maksatlar] hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ile münasebettar [alâkalı, ilgili] ve onun nazarında ne kadar mahbup [sevgili] ve makbul olduğu bilbedâhe [açık bir şekilde] anlaşılır.

317

Acaba hiç akıl kabul eder mi ki, şu güzel masnuâtın bu derece san’atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in’âmperver [nimetlendirme] San’atkârı, Arş ve ferşi [yer] çınlattıracak bir velvele-i istihsan [güzellikleri pek çok dille bir arada haykıran sesler] ve takdir içinde, ber [kara] ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran [teşekkür ifade eden nağmeler] ve tekbirle, perestişkârâne [taparcasına] Ona müteveccih [yönelen] olan en güzel masnuuna karşı lâkayt [duyarsız] kalsın ve onunla konuşmasın ve alâkadarâne onu resul [Allah’ın elçisi] yapıp güzel vaziyetinin başkalara da sirayet [bulaşma] etmesini istemesin?

Kellâ! Konuşmamak ve onu resul [Allah’ın elçisi] yapmamak mümkün değil…

اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ اْلاِسْلاَمُ * 1
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُۤ اَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ * 2

ba

318

 Firkatli ve gurbetli bir esarette, fecir [sabah vakti] vaktinde

ağlayan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır

Seherlerde eser bâd-ı tecellî [tecellî rüzgârı]

Uyan ey gözlerim vakt-i seherde. [seher vakti]

İnâyethah zidergâh-ı İlâhi [İlâhî dergâhtan, rahmet kapısından]

Seherdir ehl-i zenbin [günah işleyenler] tevbegâhı, [tevbe etme ve bağışlanma yeri]

Uyan ey kalbim vakt-i fecirde, [fecir vakti]

Bikün tevbe, [tevbe et] bicu gufran, [bağışlanma iste] zidergâh-ı İlâhî. [İlâhî dergâhtan, rahmet kapısından]

سَحَرْ حَشْرِيسْت، دَرُو هُشْيَارْ دَرْ تَسْبِيحْ هَمَه شَىْ

بَخَوابِ غَفْلَتْ سَرْسَمْ نَفْسَمْ حَتَى كَىْ؟

عُمُرْ عَصْرِيسْت سَفَرْ بَاقَبِرْمِى بَايَدْ زِهَرْحَىْ

بِبَرْخِيزْ نَمَازِى چُونِيَازِى كُو بِكُنْ آوَازِى چُونْ نَىْ

بَكُو: يَارَبْ! پَشِيمَانَمْ، خَجِيلَمْ، شَرْمَشَارَمْ اَزْ گُنَاهِ بِى شُمَارَمْ، پَرِيشَانَمْ، ذَلِيلَمْ، أَشْك بَارَمْ اَزْحَيَاتْ بِى قَرَارَمْ، غَرِيبَمْ، بِى كَسَمْ، ضَعِيفَمْ، نَا تُوَانَمْ، عَلِيلَمْ، عَاجِزَمْ، إِخْتِيَارَمْ، بِى اِخْتِيَارَمْ، اَ ْلاَمَانْ گُويَمْ، عَفُو جُويَمْ، مَدَدْ خَواهَمْ زِ دَرْ كَاهَتْ اِلَهِى ! * 1