SÖZLER – On Üçüncü Söz (200-230)

200

On Üçüncü Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ 1* وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ * 2

KUR’ÂN-I HAKÎM ile felsefe ulûmunun [ilimler] mahsul-ü hikmetlerini, [hikmet ürünü, neticesi] ders-i ibretlerini, [ibret dersi] derece-i ilimlerini [ilim derecesi] muvazene [karşılaştırma/denge] etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın, [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bütün kâinattaki âdiyat [alışılmış olan sıradan şeyler] namıyla yad olunan, harikulâde ve birer mucize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] olan mevcudat [var edilenler, varlıklar] üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi [şaşırtıcı ve hayrette bırakan gerçekler] zîşuura [akıl ve şuur sahibi] açıp, nazar-ı ibretlerini [ibret gözüyle bakış] celb [çekme] edip, ukûle [akıllar] tükenmez bir hazine-i ulûm [ilimler hazinesi] açar.

Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mucizat-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp cahilâne [cahilce, bilgisizce] ve lâkaydâne [ilgisizce, duyarsızca] üstünde geçer. Yalnız harikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten [yaratılıştaki düzen] huruç [çıkma] eden ve kemâl-i fıtrattan [yaratılıştaki mükemmellik] sukut [alçalış, düşüş] eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura [akıl ve şuur sahibi] takdim eder. Meselâ, en cami’ [kapsamlı] bir mucize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] olan insanın hilkatini [yaratılış] âdi deyip lâkaytlıkla [duyarsız] bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden [mükemmel yaratılış] huruç [çıkma] etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla [garip karşılayarak bağırma, hayret feryadı] nazar-ı ibrete [ibret gözüyle bakış] teşhir eder. Meselâ, en lâtif [berrak, şirin, hoş] ve

201

umumî bir mucize-i rahmet olan, bütün yavruların hazine-i gaybdan [gayb hazinesi] muntazam iâşelerini âdi görüp küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz [kural dışı kalmak] etmiş, kabilesinden cüda [ayrılık] olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lütuf ve keremle [cömertlik] bütün hâzır balıkçıları ağlatmak ister.Haşiye [dipnot]

İşte, Kur’ân-ı Kerîmin ilim ve hikmet ve marifet-i İlâhiye [Allah’ı bilme ve tanıma] cihetiyle servet ve gınâsı; [zenginlik] ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni [her şeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al!

İşte bu sırdandır ki, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri cami’ [kapsamlı] olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnidir. [çok üstün ve ötede bulunan] Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’caz [mu’cize oluş] derecesindeki kemâl-i nizam [mükemmel bir düzen] ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki [kâinat kitabı] intizâmât-ı san’atı [san’attaki düzenlilik] muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum [düzenli] olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:

Âyetlerinin herbir necmi, vezin [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde [ara] mevcut münasebet-i mâneviyeye [mânevi bağlantı, ilişki] rabıta [bağ] olmak için, o daire-i muhîta [kuşatıcı, geniş daire] içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet [bağlantı hattı, ilgi bağı] teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih [yönelen] birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep [hareket tarzı, metod] sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Sözde beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi’l-ecniha [çok yönlü] olan altı cümlenin terkibatından [birleşim, sentez] müteşekkil [meydana gelen] bir hazine-i ilm-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren ilim hazinesi] bulunuyor ve tazammun [içerme, içine alma] ediyor.

Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten [görünüş itibarıyla] adem-i intizamı [düzensizlik]

202

cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki [kuşatıcı, geniş daire] birer birer herbir yıldıza, mevcudat [var edilenler, varlıklar] beynindeki [arasında] nisbet-i hafiyeye [gizli bağ] işaret olarak, birer hatt-ı münasebet [bağlantı hattı, ilgi bağı] uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet [âyet yıldızı] gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih [yönelen] birer yüzü vardır.

İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı [tam ve mükemmel düzen] gör, ibret al. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ 1 nın bir sırrını bil.

Hem âyet-i وَمَا يَنْبَغِى لَهُ 2sırrını da bununla anla ki: Şiirin şe’ni, [belirleyici özellik] küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’ân’ın hakikatleri o kadar büyük, âli, [yüce] parlak ve revnaktardır [parlaklık, güzellik, tazelik, letafet, süs] ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır. Meselâ,

يَوْمَ نَطْوِى السَّمَۤاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ 3* يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا 4* اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ * 5

gibi hadsiz hakikatleri buna şahittir.

Kur’ân’ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp [karanlığı delip geçen parlak yıldız] gibi, i’caz [mu’cize oluş] ve hidayet nurunu neşirle küfrün [inançsızlık, inkâr] zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı cahiliyette [cahiliye asrı] ve o sahrâ-yı bedeviyette [bedeviliğin hüküm sürdüğü yer, çöl] farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet [cehalet ve duyarsızlık karanlığı] altında, perde-i cümud [donuk, katı perde] ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’ân’ın lisan-ı ulvisinden

يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ * 6

203

gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem, [âlemdeki varlıklar] يُسَبِّحُ sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar [uyanık] oluyorlar, kıyam edip zikr ediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid [cansız] ateşpare [ateş parçası] olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ 1 sayhasıyla, [ses, sesleniş] işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, [hikmet gösteren kelime] birer nur-u hakikat-edâ; [hakikat nuru] ve arz bir kafa, ber [kara] ve bahr [deniz] birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat [bitkiler] birer kelime-i tesbihfeşan [Allah’ı çok çok tesbih eden kelime] suretinde arz-ı dîdar [kendini gösterme] eder. Yoksa, bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr [adı geçen] zevkin dekaikını [incelikler] göremezsin.

Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] ulûm-u müteârife [herkesçe bilinen bilgiler] hükmüne geçen ve sair neyyirât-ı İslâmiye [İslâmın nurlu hakikatleri] ile parlayan ve Kur’ân’ın güneşiyle gündüz rengini [rengârenk, süslü, parlak] alan bir vaziyet ile, yahut sathî [sığ, yüzeysel] ve basit bir perde-i ülfet [alışkanlık perdesi] ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz [mu’cizelik nağmesi ve ahengi] içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i’câzı [mu’cizelik çeşitleri] içinde bu nevi i’câzını [mu’cize oluş] zevk edemezsin.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] en yüksek bir derece-i i’câzına [mu’cizelik derecesi] bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:

Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb [gayb perdesi] altında, bir tabaka-i mestûriyet [gizlilik tabakası] içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, [uygunluk] bir muvazenet [denge] lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan

204

meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple [uygunluk] bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde’ [başlangıç] ve müntehâsının [bir şeyin en uç noktası] ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla [resimlemeler] doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ [gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan] nazarıyla görür, ihata [herşeyi kuşatma] eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] dahi, hakikat-i mümkinata [varlıkların gerçek yüzü, mahiyeti] dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından [başlangıç] tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten [yer] Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü [uygunluk] muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] nihayet-i tahkikinde, [araştırmanın sonu] Kur’ân’ın tasvirine “Maşaallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] deyip, “Tılsım-ı kâinatı [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] ve muammâ-yı hilkati [yaratılışta gizli olan sır] keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!” [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] demişler.

وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 temsilde kusur yok, esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfât-ı İlâhiye [Allah’ın sıfatları] ve şuûn [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve ef’âl-i Rabbâniyeyi, bir şecere-i tûbâ-i nur [Cennetteki nurlu Tuba ağacı] hükmünde temsil edelim ki, o şecere-i nuraniye [nurlu ağaç] nin daire-i azameti, [büyüklük dairesi] ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâsı, [büyüklüğün sınırı, ucu] gayr-ı mütenahi [sonsuz] fezâ-yı ıtlakta [uçsuz bucaksız gökyüzü, uzay] yayılıp ihata [herşeyi kuşatma] ediyor. Hudud-u icraatı, [icraatın sınırı]

يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ 2* فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى * 3

هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَۤاءُ * 4

205

hududundan tut, ta

وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ 1* خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ * 2

وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ * 3

hududuna kadar uzanmış o hakikat-i nuraniyeyi, [nurlu gerçek] bütün dal ve budaklarıyla, gayat [gayeler] ve meyveleriyle, o kadar tenasüple [uygunluk] ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş [korkma, çekinme] etmeyecek bir surette o hakaik-ı esmâ ve sıfâtı ve şuûn [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve ef’âli [fiiler, davranışlar] beyan etmiştir ki, bütün ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve hakikat ve daire-i melekûtta [eşyanın iç yüzüyle alakalı daire, gayb dairesi] cevelân [akma, dolaşma] eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, [ilim ve hikmet sahibi kimseler] o beyanat-ı Furkaniyeye [hak ile batılı birbirinden ayıran Kur’ân’ın açıklamaları, izahları] karşı “Sübhanallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık!” diyerek tasdik ediyorlar.

Meselâ, bütün daire-i imkân [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] ve daire-i vücuba [hiç değişikliğe uğramayan varlığı zorunlu olan İlâhlık dairesi] bakan hem o iki şecere-i azîmenin [büyük ağaç] birtek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi [altı esas] ve o erkânın bütün dal ve budakları, ta en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenasüp [uygunluk] gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet [denge] suretinde tarif eder ve o mertebe bir tenasüp [uygunluk] tarzında izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder ki, akl-ı beşer [insan aklı] idrakinden âciz ve hüsnüne [güzellik] hayran kalır.

Ve o iman dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi [beş esas] aralarında ve o erkânın ta en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gayâtı [gayeler] ve en derin hikemiyâtı [hikmetler] ve en cüz’î [ferdî, küçük] semerâtına [meyve] varıncaya kadar, aralarında hüsn-ü tenasüp [güzel bir uygunluk] ve kemâl-i münasebet [eksiksiz uyum ve bağlantı] ve tam bir muvazenet [denge] muhafaza edildiğine delil: O Kur’ân-ı cami’in [herşeyi içinde bulunduran Kur’ân-ı Kerim] nusus [nasslar, açık hükümler] ve vücuhundan [vecihler, yönler] ve işarat [işaretler] ve rümuzundan [ince işaretler] çıkan Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiyenin [İslâmın büyük ve yüce kanunları]

206

kemâl-i intizamı [tam ve mükemmel düzen] ve muvazeneti [karşılaştırma/denge] ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti, [sağlamlık] cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez bir şahid-i âdil, [âdaletli şahit] şüphe getirmez bir burhan-ı kàtı’dır. [kesin delil]

Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’âniye, [Kur’ân’ın açıklamaları] beşerin ilm-i cüz’îsine, [az ve sınırlı ilim] bâhusus [bilhassa, özellikle] bir ümmînin ilmine müstenid [dayanan] olamaz. Belki bir ilm-i muhîte [her şeyi kuşatan ilim] istinad ediyor; ve cemî [bütün] eşyayı birden görebilir, ezel-ebed ortasında bütün hakaikı [doğru gerçekler] bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِۤى اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا * 1

bu hakikate işaret eder.

اَللّٰهُمَّ يَا مُنَزِّلَ الْقُرْاٰنِ بِحَقِّ الْقُرْاٰنِ وَبِحَقِّ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَقُبُورَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ اٰمِينَ يَا مُسْتَعَانُ * 2

ba

207

On Üçüncü Sözün İkinci Makamı

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir. [karşılıklı konuşma]

BİR KISIM GENÇLER tarafından, şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat [eğlenceler, oyunlar] ve hevesatın hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?” diye, Risale-i Nur’dan medet istediler. Ben de Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] namına onlara dedim ki:

Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.

Birinci yol: O kabir, ehl-i iman [Allah’a inanan] için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.1

İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gidenlere, bir haps-i ebedî [sonsuz bir hapis] ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, [tek başına hapis, hücre hapsi] yalnız başına bir hapis kapısıdır.2 Öyle gördüğü ve itikad [inanç] ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek.

Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] için, bir idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.

Bu iki şık bedihîdir; [açık, aşikâr] delil istemiyor, gözle görünür. Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç, ihtiyar farkı yoktur. Elbette, daima gözü önünde öyle büyük, dehşetli bir mesele karşısında biçare insan, o idam-ı ebedî, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtulmak çaresini aramak

208

ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] bir saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve âlem-i nura [nur âlemi] açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.

Bu kat’î hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr [adı geçen] üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sadık,1 [doğru sözlü haber verici olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] ellerinde nişane-i tasdik [doğrulayıcı nişan, alamet] olan mu’cizeler bulunan enbiyalar; [nebiler, peygamberler] ve o enbiyaların [nebiler, peygamberler] haber verdikleri aynı haberleri keşif ve zevk ve şuhud [görme] ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri; ve hadd [yetki] ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] kat’î delilleriyle, o enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyanın verdikleri aynı haberleri aklen, ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] derecesindeHaşiye ispat ettikleri ve yüzde doksan dokuz ihtimal-i kat’î [kesin ihtimal, olabilirlik] ile, “İdam ve zindan-ı ebedîden [sonsuz hapis] kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir” diye, ittifakan [birlik halinde, birleşerek] haber veriyorlar.

Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket [yok olma ihtimali] bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî [mânevî acı, vicdan azabı] onun yemek iştihasını [arzu, istek] kaçırdığı halde; böyle yüz binler sadık ve musaddak [doğrulanan] muhbirlerin, yüzde yüz ihtimalle, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahet, [ahmaklık, beyinsizlik] göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] kat’î sebep olduğunu ve “İman, ubûdiyet, [Allah’a kulluk] yüzde yüz ihtimalle o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazine-i ebediyeye, [sonu olmayan hazine] bir saray-ı saadete [mutluluk sarayı] açılan bir kapıya çeviriyor” diye ihbar eden ve emarelerini ve âsarlarını [eserler/asırlar] gösterdikleri halde, bu acip ve garip ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan biçare insan ve bahusus [hususan, özellikle] Müslüman, eğer iman ve ubûdiyeti [Allah’a kulluk]

209

olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti birtek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağırılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.

Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar [vefatlar, ölümler] o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sefahet, [ahmaklık, beyinsizlik] yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten [geçici] hissettirmez.

Madem ehl-i iman [Allah’a inanan] ve taat, [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, [sonu olmayan hazine] bir saadet-i lâyezâlîye [hiç bitmeyen mutluluk, tükenmez saadet] kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat [Allah tarafından belirlenmiş olaylar] piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla [belge] ona çıkmış; her vakit “Gel, biletini al” diye beklemesinden, derin, esaslı, hakikî lezzet ve zevk-i mânevî öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik saikasıyla, [sebebiyle] o hadsiz elemlerle âlûde [bulaşmış, karışmış] zehirli bir bala benzeyen sefihâne [yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce] ve heveskârâne, [hevesine düşkün bir şekilde] muvakkat [geçici] bir lezzet-i gayr-ı meşrua[dinen helâl olmayan, yasaklanmış lezzet] ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de, kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] medar [kaynak, dayanak] olacak bazı güzel hasletler [huy, karakter] bulunabilir.

Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, [nebiler, peygamberler] hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] muhafaza edecek hiçbir esasatı [esaslar] bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik [üstün] ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte [doğru gerçekler] üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin

210

medar-ı iftiharı [övünç kaynağı] bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini [din prensipleri] terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.

İşte, ey hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] zevkine müptelâ [bağımlı] ve endişe-i istikbal [gelecek endişesi] ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa [yetinme] ediniz. O keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sabık [daha önceden geçen] beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, [geçmiş] yani geçmiş zamanın hadisatını sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki ahval [durumlar] dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilseydi, ehl-i sefahet [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin [beddua] ve nefret edip ağlayacaktılar.

Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru [mutluluk] isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye] (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.

ba

Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de, eskiden Risale-i Nur’dan medet isteyen gençlere dediğim gibi, dedim ki:

Sizdeki gençlik kat’iyen [kesinlikle] gidecek. Eğer siz daire-i meşruada [dinin uygun gördüğü helâl daire] kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.

Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten

211

ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla [şimdiki zaman] beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î [ferdî, küçük] lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat [hayatın lezzeti] noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, [yok] ölmüştür; akıl alâkadarlığıyla ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı [inanç] cihetiyle yine mâdumdur. [yok] Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, [ayrılık] mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır [şimdiki zaman] gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı [zevkler, lezzetler] ve envâr-ı vücudiyeyi [varlık nurları; Rabbiyle olan bağdan ortaya çıkan varlık nurları, ışıkları] veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risalesinde, Yedinci Ricada [ümit] izahı var; ona bakmalısınız.

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Hergün ve her yerde ve her vakit vefiyatların [vefatlar, ölümler] gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise, size-başka gençlere söylediğim gibi-bir temsil ile beyan ediyorum.

Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango—fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren—dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal, [her durumda] ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya “Gel, idam [hiçlik, yokluk] biletini al, darağacına çık” veyahut “Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim.

212

Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bu darağacında, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan [gerçi] görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek [şüphe] ve şüphesiz, gündüz gibi kat’î biliniz” dedi.

İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] dairedeki gençliğin sefahetkârâne [yasak zevk ve eğlenceye düşkün olarak, beyinsizce] zevkleri, hazine-i ebediyenin [sonu olmayan hazine] ve saadet-i sermediyenin [sürekli devam eden mutluluk] bileti ve vesika[belge] olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir.

Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşrua[dinin izin vermediği arzu ve istekler] terk edip, tılsım-ı Kur’ânî [Kur’ân’ın gayet tesirli, derin hakikatleri] olan iman ve ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer [insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar] piyangosundan çıkan saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya1 [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâm ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar ve âsârını [eserler/asırlar] gösteriyorlar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Gençlik gidecek. Sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat [israflar, savurganlıklar] ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, [hal dili] gençlik saikasıyla [sebebiyle] israfat [israflar, savurganlıklar] ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, [inilti] eyvahlar işittiğiniz gibi,

213

hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla [sebebiyle] gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini [eseflenme, üzülme] işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ehl-i keşfü’l-kuburun [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] müşahedâtıyla [gözlemler] ve bütün ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] tasdikiyle ve şehadetiyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının [kötü kullanımlar] neticesi olduğunu bileceksiniz.

Hem nev-i insanın [insan türü, insanlık] ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile esefler, [üzüntü, acı] hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bâd-ı hava, [boşu boşuna, faydasız] belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] azap ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar1 [cehennemin bir ismi] belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde, اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ 2 sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin.

ba

Risale-i Nur mizanlarından [ölçü] On Üçüncü Sözün 
İkinci Makamının haşiyesidir [dipnot]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 3

Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.

Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.

214

Ve bir saat sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün, hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.

Bunlara kıyasen, biçare gençlerin çok vartaları [tehlike] var ki, en tatlı hayatını en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimalde [kuzey] koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü akıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun [namus sahibi] güzel kızlarını ve karılarını ibâha [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor.

İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanâne davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılıçlarıyla mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeleri elzemdir. Yoksa, o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes’ut hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] azaplara, elemlere çevirip mahveder ve suiistimal ve sefahetle [ahmaklık, beyinsizlik] hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseflerle [üzüntü, acı] ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’âniye [Kur’ân’ın terbiyesi] ve Nurun hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ut bir Müslüman ve sair zîhayatlara, [canlı] hayvanlara bir nevi sultan olur.

Evet, bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve, ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük bir faidesi olması gibi, o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] bütün kütüb [kitaplar] ve suhuf-u semaviye [Allah tarafından bazı peygamberlere gönderilen sahifeler] kat’î haber verip müjde ediyorlar.

Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, [doğru] taatle [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] şükretse, hem ziyadeleşir, hem bâkileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır [zararlı] bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.

215

Eğer mahpus zulmen mahkûm olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibadet olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet [yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer] olup, eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler.

Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak [arzulu, aşırı istekli] ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, herbir saatleri yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathane ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hariçteki müşevveş, [dağınık, karışık] her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman, bir kàtil, bir müntakim [intikam alan] olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk [güzel ahlâk] dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.”

Madem ölüm ölmüyor. Ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman [Allah’a inanan] hakkında idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] ile gösterilmiş; ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] hakkında, gözle göründüğü gibi, bir idam-ı ebedîdir, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] bütün mahbubâtından ve mevcudattan [var edilenler, varlıklar] bir firâk-ı lâyezâlîdir. [sonu olmayan ayrılık] Elbette ve elbette, hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet [doğru] dairesinde imanına ve Kur’ân’a hizmete çalışmaktır.

Ey zevk ve lezzete müptelâ [bağımlı] insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle [delil] ve hadiselerle aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.

Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] gülsün,

216

tatlılaşsın. Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazan ağır şerâit [şartlar] altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçebilir.1 Öyle de, sizin bu ağır şerâit [şartlar] altında herbir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2 * اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hapis musibetine düşenlere ve onlara merhametkârâne, sadakatle, hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselliyi Üç Noktada beyan edeceğim.

Birinci nokta: Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir. Ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir. Ve beş on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden [sonsuz bir hapis] kurtulmaya vesile olabilir.

İşte, ehl-i iman [Allah’a inanan] için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tevbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.

İkinci nokta: Zevâl-i lezzet [lezzetin bitmesi] elem olduğu gibi, zevâl-i elem [acı ve kederin sona ermesi] dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safa[zevk, keyif] günlerini düşünse, teessüf [eseflenme, üzülme] ve tahassür [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] elem-i mânevîsini [mânevî acı, vicdan azabı] hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur [hatıra gelme] etse, zevâlinden [batış, kayboluş] bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat [geçici] elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır.

Madem hakikat budur. Ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum [yok] ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum [yok] ve yoktur. Ve yoktan elem yok ve mâdumdan [yok] elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç

217

ve mâdum [yok] ve yok olmuşlar—şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ [şikayet] etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi [yeterli] gelir; sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ [şikayet] olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen meyusiyet [ümitsizlik] ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] bu mezkûr [adı geçen] hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden razı oldum. “Çünkü benim gibi kabir kapısında bir biçareye, gafletle geçebilir bir saatini on adet ibadet saatleri yapmak büyük kârdır” diye şükreyledim.

Üçüncü nokta: Mahpuslara şefkatkârâne [şefkat dolu] hizmetle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve mânevî yaralarına tesellilerle merhem sürmekte az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı o yemek kadar o gardiyan ve gardiyanla beraber dahilde ve hariçte çalışanların, bir sadaka hükmünde, defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] yazılır. Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garip olsa, o sadaka-i mâneviyenin [belaları def edecek mânevî sadaka] sevabı çok ziyadeleşir.

İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Ta ki, o hizmeti lillâh için olsun. Hem bir şartı da, sadakat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim,

Size hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek, kalbime ihtar edildi. O da şudur:

Meselâ, birisi, birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika

218

intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da, Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat [amaç, yarar] ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza [bir şeyin gereği] ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha [barış yapma] etmektir.1

Evet, hakikat ve maslahat [amaç, yarar] sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez.2 O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O kàtil ise, o kaza-i İlâhiyeye [Allah’ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi] vasıta olmuş.

Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, “üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek”3 İslâmiyet emrediyor.

Eğer o katl bir adavetten [düşmanlık] ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa, o cüz’î [ferdî, küçük] musibet büyük olur, devam eder.

Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır, kaza ve kader-i İlâhîye [Allah’ın belirlediği kader programı] teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler; elbette mabeynlerinde [ara] bulunan bütün küsmekleri bırakmaya hem maslahat [amaç, yarar] ve istirahat-i şahsiye ve umumiye, [şahsın ve toplumun rahatı] hem Nur dairesindeki uhuvvet [kardeşlik] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeş oldular. Ve bizim beraatimize bir sebep olup, hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında “Maşaallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] dedirttiler ve o mahpuslar tam teneffüs ettiler.

Ben burada gördüm ki, birtek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Mert ve vicdanlı bir mü’min, küçük ve cüz’î [ferdî, küçük] bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana [Allah’a inanan] vermez. Eğer hata etse, verse, çabuk tevbe etmek lâzımdır.

ba

219

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,

Benim kat’î kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatleriyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faidesizlikten, bâd-ı heva [boşu boşuna, faydasız] zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir.

Madem hakikat budur. Elbette siz dahi, Denizli mahpusları ve Nur talebeleri gibi, birbirinize kardeş olmanız lâzımdır. Görüyorsunuz ki, bir bıçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için, dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar. Size sadakatle hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çıkmıyorsunuz. Güya canavar ve vahşî gibi birbirinize saldıracaksınız.

İşte, şimdi sizin gibi fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda mânevî büyük bir kahramanlıkla heyete deyiniz ki: “Değil elimize bıçak, belki mavzer [orduda kullanılan bir cins tüfek] ve revolver de verilse, hem emir de verilse, biz bu biçare ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. Eskiden yüz düşmanlık ve adavetimiz [düşmanlık] dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamaya çalışacağımıza, Kur’ân’ın ve imanın ve uhuvvet-i İslâmiyenin [İslâm kardeşliği] ve maslahatımızın [amaç, yarar] emriyle ve irşadıyla [doğru yol gösterme] karar verdik” diyerek bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz.

ba

 Leyle-i Kadîrde ihtar edilen bir mesele-i mühimme [önemli mesele]

On Üçüncü Sözün İkinci Makamının Zeyli [ek]

Leyle-i Kadîrde [Kadir Gecesi] kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate, pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bu son Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve eşedd-i istibdadıyla [baskının en şiddetlisi] ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle [ümitsiz] ve galiplerin dehşetli telâş

220

ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat [geçici] olması ve medeniyet fantaziyelerinin [aşırı süs ve lüks] aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki [insanın yaratılışı, tabiatı] yüksek istidadatın [kabiliyet] ve mahiyet-i insaniyesinin [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin [dünya siyaseti] pek çirkin, pek gaddârâne [acımasızca] hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, [kuzey] garpta, [batı] Amerika’da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi [gerçek sevgiye layık olmadığı halde aşık olunan şeyler] olan hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] bütün kuvvetiyle arayacak.

Ve elbette, hiç şüphe yok ki: Bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şakirdi [talebe, öğrenci] bulunan ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hafızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda beşer için hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müjde veren ve bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan [açık] ve işareten on binler defa dâvâ edip haber veren ve sarsılmaz, kat’î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetleriyle [delil] hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ders vermesi; elbette nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hak[hak din] arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi rû-yi zeminin [yeryüzü] geniş kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] ve büyük hükûmetleri Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında, kat’iyen [kesinlikle] Kur’ân’ın misli [benzer] yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mucize-i ekber in yerini tutamaz.

221

Saniyen: [ikinci olarak] Madem Risale-i Nur, bu mucize-i kübrânın [en büyük mucize] elinde bir elmas kılıç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid [inatçı] düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir [aydınlatma] edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’âniyenin [Kur’ân hazinesi] dellâllığını [davetçi, ilan edici] yapan ve ondan başka me’hazı [kaynak] ve mercii olmayan ve bir mucize-i mâneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor. Ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid [inatçı] zındıklara tam galebe [üstün gelme] çalmış. Ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en sert, kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi [Yirmi Üçüncü Lem’a] ile parça parça etmiş. Ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında [çok büyük ve geniş daire] ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Mûsâ‘daki [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle [delil] gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi [Allah’ın birliğini gösteren nur] göstermiş.

ba

Meyve Risalesi‘nden [On Birinci Şuâ] Altıncı Mesele 1

Risale-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri [delil] bulunan iman-ı billâh [Allah’a iman] rüknünün [esas, şart] binler küllî burhanlarından [delil] birtek burhana [delil] kısaca bir işarettir.

Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler.

Ben dedim:

Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla [kendine özel dil] mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla [ölçü] alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar [ilaçlar] var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bir eczacıyı gösterir.

Öyle de, küre-i arz [yer küre, dünya] eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat [bitkiler] ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat [canlı] macunlar ve tiryaklar [ilaçlar] cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb [tıp bilimi] mikyasıyla, [ölçü] küre-i arz [yer küre, dünya] eczahane-i kübrasının [büyük eczane] eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.

222

Hem, meselâ, nasıl bir harika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, [şüphesiz] bir fabrikatörü ve maharetli bir makinisti tanıttırır.

Öyle de, küre-i arz [yer küre, dünya] denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbâniye [herşeyin Rabbi olan Allah’ın makinesi] ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede, okuduğunuz fenn-i makine [makine bilimi] mikyasıyla, [ölçü] küre-i arzın [yer küre, dünya] Ustasını ve Sahibini bildirir ve tanıttırır.

Hem meselâ, nasıl ki, gayet mükemmel bin bir çeşit erzak etrafından celb [çekme] edip içinde muntazaman istif [yığma, biriktirme] ve ihzar [hazırlama] edilmiş depo ve iâşe ambarı ve dükkân şeksiz, [şüphesiz] bir fevkalâde iâşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir.

Öyle de, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen biçare zîhayatlara [canlı] getiren ve küre-i arz [yer küre, dünya] denilen bu Rahmânî iâşe ambarı ve bir sefine-i Sübhâniyeve [her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Allah’ın bir gemi gibi yaratarak uzayda gezdirdiği dünya] bin bir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbânî, [herşeyin Rabbi olan Allah’ın bir dükkân gibi düzenleyerek bütün ihtiyaç maddelerimizi depoladığı yeryüzü] ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise, okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iâşe [geçim bilimi] mikyasıyla, [ölçü] o kat’iyette ve o derecede küre-i arz [yer küre, dünya] deposunun Sahibini, Mutasarrıfını, [dilediği gibi idare eden] Müdebbirini [idare eden, çekip çeviren] bildirir, tanıttırır, sevdirir.

Hem nasıl ki dört yüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı [askerliğin bitişiyle salıverilme] ayrı olan bir ordunun mucizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını [silâhlar] ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acip ordu ve ordugâh, şüphesiz, bedahetle [ap açık bir şekilde] o harika kumandanı gösterir, takdirkârâne [övgüyle] sevdirir.

Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânîde [eksik ve kusurlardan uzak olan Allah’ın ordusu] nebatat [bitkiler] ve hayvanat milletlerinden dört yüz bin nev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, [silâhlar] talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek kumandan-ı âzam [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah]

223

tarafından verilen küre-i arzın [yer küre, dünya] bahar ordugâhı, ne derece mezkûr [adı geçen] insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacağınız fenn-i askerî [askerlik ilmi] mikyasıyla [ölçü] dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın [yer küre, dünya] Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini [idare eden, çekip çeviren] ve Kumandan-ı Akdesini [bütün varlıkları emri altında tutan ve her türlü eksiklikten ve âcizlikten yüce olan Allah] hayretler ve takdislerle [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] bildirir ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve tesbihle sevdirir.

Hem nasılki bir harika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler. Yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, [şüphesiz] bedahetle [ap açık bir şekilde] elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial [yanma, tutuşma] maddelerini getiren bir mucizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir.

Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı—kozmoğrafyanın dediğine bakılsa—küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın [astronomi, gök bilimi] dediğine göre, küre-i arzdan [yer küre, dünya] bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmâniyede [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya] bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın [yer küre, dünya] denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber, çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki [görkemli, ihtişamlı şehir] dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir; o derecede, sizin okuduğunuz veya okuyacağınız, fenn-i elektrik [elektrik bilimi] mikyasıyla, [ölçü] bu meşher-i âzam-ı kâinatın [büyük kâinat sergisi] Sultanını, Münevvirini, [herşeyi maddî ve mânevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah] Müdebbirini, [idare eden, çekip çeviren] Sâniini, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır, tesbihatla, takdisatla [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] sevdirir, perestiş [aşırı derece sevme] ettirir.

Hem meselâ, nasıl ki bir kitap bulunsa ki, bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur’âniye yazılmış. Gayet mânidar

224

ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini [telif eden, kitap yazan] fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acîp mecmua, şeksiz, [şüphesiz] gündüz gibi kâtip ve musannifini [sınıflandıran, düzenleyen] kemâlâtıyla, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hünerleriyle bildirir, tanıttırır. Mâşâallah, bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] cümleleriyle takdir ettirir.

Aynen öyle de, bu kâinat kitab-ı kebîri [büyük bir kitabı andıran kâinat] ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek forma[kitabın bir parçası] olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî [bitkisel] ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem [cisimleşmiş] Kur’ân-ı ekber-i âlem, [âlemin en büyük kitabı, Kur’ân-ı Kerim] mezkûr [adı geçen] misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede—sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya [felsefe ilmi; varlıkların hikmetlerini inceleyen ilim] ve mektepte bilfiil mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] ettiğiniz fenn-i kıraat [okuma ilmi] ve fenn-i kitabet [yazma, hat sanatı] geniş mikyaslarıyla [ölçü] ve dürbün gözleriyle—bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] Nakkâşını, [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] Kâtibini hadsiz kemâlâtıyla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tanıttırır, Allahu Ekber cümlesiyle bildirir, Sübhânallah takdisiyle [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] tarif eder, Elhamdülillâh senâlarıyla sevdirir.

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünûndan [bilim dalları] her bir fen, geniş mikyasıyla [ölçü] ve hususi âyinesiyle ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] esmâsıyla bildirir, sıfâtını, kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tanıttırır.

İşte bu muhteşem ve parlak bir burhan-ı vahdâniyet [Allah’ın birliğine ait delil] olan mezkûr [adı geçen] hücceti [delil] ders vermek içindir ki, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] çok tekrarla, en ziyade

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ * 1 ve رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 2

225

âyetleriyle Hàlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bir ders aldık. Allah senden razı olsun” dediler.

Ben de dedim:

İnsan binler çeşit elemlerle müteellim [acı çeken] ve binler nev’î lezzetlerle mütelezziz [lezzet alan] olacak bir zîhayat [canlı] makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî-mânevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zâhirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] tokatlarını yiyen bir biçare mahlûk iken, birden iman ve ubûdiyetle [Allah’a kulluk] böyle bir Padişah-ı Zülcelâle [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Padişah, Allah] intisap [bağlanma] edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinat [dayanak noktası] ve bütün hâcâtına medar [kaynak, dayanak] bir nokta-i istimdat [yardım alınacak yer] bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişaha iman ile intisap [bağlanma] etse ve ubûdiyetle [Allah’a kulluk] hizmetine girse ve ecelin idam [hiçlik, yokluk] ilânını kendi hakkında terhis tezkeresi ne çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirâne [teşekkür ederek] iftihar edebilir, kıyas ediniz.

O mektepli gençlere dediğim gibi, musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim:

Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam [hiçlik, yokluk] olunurken bedbaht zâlimlere demiş: “Ben idam [hiçlik, yokluk] olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat, ben de sizi idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum. لاَاِلٰهَ اِلاَّاللهُ 1 diyerek sürur [mutluluk] ile teslim-i ruh [ruhunu teslim etme, ölme] eder.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

ba

226

 Hüve Nüktesi [derin anlamlı söz]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا * 2

Çok aziz ve sıddık kardeşlerim,

Kardeşlerim, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 3 ve قُلْ هُوَ اللهُ 4 deki ( هُو ) “Hû” lâfzında, [ifade, kelime] yalnız maddî

cihette bir seyahat-i hayaliye-i fikriyede, [hayalde ve düşüncede yapılan yolculuk] hava sahifesinin mütalâasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde, [Allah’ın birliğine dair ince bir mânâ] meslek-i imaniyenin [iman yolu] hadsiz derece kolay ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde suhuletli [kolay] bulunmasını ve şirk ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, [zor] mümteni [imkansız] binler muhal [bâtıl, boş söz] bulunduğunu müşahede ettim. Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi [derin anlamlı söz] beyan edeceğim.

Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında, eğer tabiata, esbaba havale edilse, lâzım gelir ki, ya o kapta küçük mikyasta [ölçü] yüzer, belki çiçekler adedince mânevî makineler, fabrikalar bulunsun; veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin, adeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun. Aynen öyle de, emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın herbir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan ( هُو ) “Hû” lâfzındaki [ifade, kelime] havada, küçücük mikyasta, [ölçü] bütün dünyada mevcut telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize [alıcı] ve nâkileleri [iletici] bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin; veyahut o ( هُو ) “Hû” daki havanın, belki unsur-u havanın [hava maddesi] herbir parçasının herbir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar

227

mânevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü, bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var. İşte, ehl-i küfrün ve tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] ve maddiyyunların mesleklerinde, değil bir muhal, [bâtıl, boş söz] belki zerreler adedince muhaller ve imtinâlar ve müşkilâtlar [zor] âşikâre görünüyor.

Eğer Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] verilse, hava bütün zerratıyla [atomlar] O’nun emirber [emre hazır] neferi olur. Birtek zerrenin muntazam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisap [bağlanma] ve istinad ile ve Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] cilve-i kudretiyle [Allah’ın kudretinin yansıması] ve bir anda, şimşek sür’atinde ve ( هُو ) “Hû” telâffuzu ve havanın temevvücü [dalgalanma] suhuletinde [kolaylık] yapar. Yani, kalem-i kudretin [Allah’ın kudret kalemi] hadsiz ve harika ve muntazam yazılarına bir sahife olur. Ve zerreleri, o kalemin uçları; ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin [kader kalemi] noktaları bulunur. Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır.

İşte, ben لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ 2 deki hareket-i fikriye [fikir hareketi, fikir akımı] ile seyahatimde hava âlemini temâşâ ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken, bu mücmel [kısa, kısaca] hakikati tam vazıh [açık, âşikar] ve mufassal, [ayrıntılı] aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] müşahede ettim. Ve ( هُو ) “Hû” nun lâfzında, [ifade, kelime] havasında böyle parlak bir burhan [delil] ve bir lem’a-i Vâhidiyet [Allah’ın birliğini gösteren parıltı] bulunduğu gibi, mânâsında ve işaretinde gayet nuranî bir cilve-i Ehadiyet [Allah’ın birliğinin herbir şeyde görünmesi] ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren kesin delil] ve ( هُو ) “Hû” zamirinin mutlak ve müphem [belirsiz] işareti hangi Zâta bakıyor?” işaretine bir karine-i taayyün [belirtme işareti, “O” zamirinin Allah’a işaret etmesi] o hüccette [delil] bulunması içindir ki, hem

228

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] hem ehl-i zikir, [Allah’ı sürekli olarak zikredenler, ananlar] makam-ı tevhidde [tevhid makamı, kalben Allah’ın birliğinin hissedildiği hal] bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelimeyi çok tekrar ederler diye, ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile bildim.

Evet, meselâ bir nokta beyaz kâğıtta iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı; ve bir küçük zîhayata [canlı] çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddit [bir çok] kelimelerin beraber çıkması ve girmesi, intizamını bozup karışacağı halde, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] gördüm ki, ( هُو ) “Hüve“nin [“O”, Allah] anahtarıyla ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, herbir parçası, hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf [zayıflık, güçsüzlük] göstermeyerek, geri kalmayarak intizamla taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip o gayet incecik lisanlardan çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acip vazifeleri görmekle beraber, kemâl-i serbestiyetle, [tam serbestlik] cezbedârâne, [kendinden geçerek] hal diliyle ve mezkûr [adı geçen] hakikatin şehadeti ve lisanıyla لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2 deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk [şimşek] ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni olmuyor; ben aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] müşahede ettim.

Demek, ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrâta [atomlar] hâkim-i mutlak [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] bir hassaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medar [kaynak, dayanak] olabilsin. Bu ise zerreler adedince muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez. Öyle ise, bu sahife-i hava, [hava sayfası] hakkalyakin, [bizzat yaşamak suretiyle, kesin bilgiye ulaşma] aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] derecesinde bedahetle, [ap açık bir şekilde] Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] hadsiz, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] ilmi ve hikmetle çalıştırdığı

229

kalem-i kudret [Allah’ın kudret kalemi] ve kaderin mütebeddil [değişken] sahifesi ve bir Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] âlem-i tagayyürde [değişken âlem] ve mütebeddil [değişken] şuûnâtında [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bir Levh-i Mahv, İsbat [bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren manevî levha, yaz boz tahtası] namında yazar bozar tahtası hükmündedir.

İşte, hava unsuru yalnız nakl-i asvat [seslerin nakli, iletimi] vazifesinde mezkûr [adı geçen] cilve-i vahdâniyeti [Cenab-ı Allah’ın birlik görüntüsü] ve mezkûr [adı geçen] acaibi gösterdiği ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hadsiz muhaliyetini [imkansızlık] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği gibi; unsur-u havanın [hava maddesi] sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, câzibe, dâfia, [def eden, uzaklaştıran] ziya gibi sair letâifin [duygular] naklinde şaşırmadan, muntazaman, asvat [sesler] naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebatat [bitkiler] ve hayvanata teneffüs ve telkih [aşılama] gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] yetiştiriyor. Emir ve irade-i İlâhiyenin [Allah’ın iradesi, dilemesi] bir arşı olduğunu kat’î bir surette ispat ediyor. Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab [sebebler] ve âciz, câmid, [cansız] cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin [hava sayfası] kitabetine [yazım] ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde ispat ettiğini kat’î kanaat getirdim. Ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hâl [hal dili] ile لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2 dediklerini bildim. Ve bu ( هُو ) “Hüve[“O”, Allah] anahtarıyla havanın maddî cihetindeki bu acaibi gördüğüm gibi, hava unsuru da bir ( هُو ) “Hû” olarak âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ve âlem-i mânâya [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] bir anahtar oldu.

Gördüm ki, âlem-i misal, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] nihayetsiz fotoğraflar ve herbir fotoğraf, hadsiz hâdisât-ı dünyeviyeyi [dünyaya ait olaylar] aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye [âhirete ait sinema] ve fâniyâtın fâni ve zâil [geçici, yok olucu] hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî [daimi, sürekli] temâşâgâhlarda ve Cennette

230

saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ashablarına da dünya maceralarını ve eski hâtıratlarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinası olarak bildim.

Hem Levh-i Mahfuzun, [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] hem âlem-i misâlin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] iki hücceti [delil] ve iki küçücük nümunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hafıza [bellek, hafıza duyusu] ve kuvve-i hayaliye, [hayal duygusu] mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] içlerinde bir büyük kütüphane kadar malumatın yazılması kat’î ispat eder ki, o iki kuvvenin nümune-i ekber ve âzamları [çok büyük örnek] olan âlem-i misal, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin [memelilerin yaratıldığı su] suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde [üstünde] daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader [kader kalemi] ve kudretle yazıldıklarını ve hiçbir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve câmid, [cansız] hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] ve hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile mümkün olmadığını, Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] kalem-i kader [kader kalemi] ve hikmetinin sayfası olduğu, ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile kat’î bilindi.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1