SÖZLER – Onuncu Söz -1 (82-94)

82

Onuncu Söz

 Haşir Bahsi

 İHTAR: Şu risalelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi, hem teshil, [kolaylaştırma] hem hakaik-ı İslâmiye [İslâmın gerçekleri, esasları] ne kadar makul, mütenasip, [birbirine uygun] muhkem, [değiştirilemez] mütesanit [birbirini destekleyen] olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyat [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] kabilinden, [gibisinden, türünden] yalnız onlara delâlet ederler. Demek hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1

 فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا * اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 2

Birader, haşir ve âhireti basit ve avam [halk] lisanıyla ve vâzıh [açık] bir tarzda beyanını istersen, öyle ise şu temsîlî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:

Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda, sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasp ediyor. Hevesine tebaiyet [tabi olma, uyma] edip her nevi zulmü, sefaheti [ahmaklık, beyinsizlik] irtikâp [kötü iş işleme] ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:

“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belâya sokacaksın. Bu mallar mîrî [devlete ait] malıdır.  

83

Bu ahali, çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam [çalıştırma] ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. [şiddetli] Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet [sığınma] et” dedi. Fakat o sersem inat edip dedi:

“Yok, mîrî [devlete ait] malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım” dedi. Hem feylesofâne [felsefeci gibi] çok safsatiyâtı [anlamsız ve uydurma şeyler] söyledi. İkisi arasında ciddî bir münazara başladı.

Evvelâ o sersem dedi: “Padişah kimdir? Tanımam.”

Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet—ki, her saatte bir şimendiferHaşiye [tren] gaipten gelir gibi, kıymettar, musannâ [san’atla yapılmış] mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor—nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra [mühür, nişan] ve sikkeler, [mühür] damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî [Batı kültürü] okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte, gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”

O sersem döndü, dedi: “Haydi, padişah var. Fakat benim cüz’î [ferdî, küçük] istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur; ceza görünmüyor.”

Arkadaşı ona cevaben dedi: “Yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin [saltanata, devlete ait antika sanatlar] meşheridir. [sergi] Hem muvakkat, [geçici] temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, hergün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşalır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilecek; bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek” dedi.

Yine o hain sersem, temerrüt [inat] edip, “İnanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin?” dedi.

84

Bunun üzerine, emin arkadaşı dedi: “Madem bu derece inat ve temerrüt [inat] edersin. Gel, had ve hesabı olmayan delâil [deliller] içinde, On İki Suret ile sana göstereceğim ki, bir mahkeme-i kübrâ [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] var, bir dâr-ı mükâfat [mükâfat yurdu] ve ihsan [bağış] ve bir dâr-ı mücazat [ceza yeri] ve zindan var. Ve bu memleket, hergün bir derece boşaldığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşalıp harap edilecek.”

BİRİNCİ SURET

Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus [hususan, özellikle] böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet [güzel hizmet] eden muti‘lere [itaat eden, emre uyan] mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı [ceza] bulunmasın?

Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübrâ [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] vardır.

İKİNCİ SURET

Bu gidişata, icraata bak: Nasıl en fakir, en zayıftan tut, ta herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor. Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymettar ve şahane taamlar, kaplar, murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] nişanlar, müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır. Bak, senin gibi sersemlerden başka herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle, mütevaziâne [alçak gönüllülükle] bir havf [korku] ve heybet altında hizmet eder.

Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, [cömertlik] pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, [büyüklük, yücelik] pek celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] bir haysiyeti, namusu vardır.

Halbuki kerem [cömertlik] ise, in’âm [nimet verme] etmek ister. Merhamet ise ihsansız [bağış] olamaz. İzzet ise gayret ister. Haysiyet ve namus ise, edepsizlerin te’dibini [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, [büyüklük, yücelik] mazlum zilletinde [alçaklık] kalıp buradan göçüp gidiyorlar.

Demek bir mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bırakılıyor.

ÜÇÜNCÜ SURET

Bak, ne kadar âli [yüce] bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla [ölçü] muameleler görülüyor.

Halbuki, hikmet-i hükûmet [hükûmetin gözettiği fayda] ise, saltanatın cenah-ı himayesine [koruma kanadı] iltica eden

85

mültecilerin taltifini [güzellikle muamele etmek] ister. Adalet ise, raiyetin [halk] hukukunun muhafazasını ister—ta hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.

Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.

Demek bir mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bırakılıyor.

DÖRDÜNCÜ SURET

Bak: Had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz [benzer] mücevherat, [kıymetli taşlar] şu sofralarda olan emsalsiz mat’umat [yiyecekler] gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti, [cömertlik] hesapsız, dolu hazineleri vardır.

Halbuki, böyle bir sehâvet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet [ziyafet yurdu] ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz [lezzet alma] edenler orada devam etsinler, ta zevâl [batış, kayboluş] ve firakla [ayrılık] elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem [acı ve kederin sona ermesi] lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet [lezzetin bitmesi] dahi elemdir.

Bu sergilere bak ve şu ilânlara dikkat et ve bu dellâllara [davetçi, ilan edici] kulak ver ki, muciznümâ [mucizeli] bir padişahın antika san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] gösteriyorlar. Misilsiz [benzer] cemâl-i mânevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden [duygular] bahsediyorlar.

Demek onun pek mühim, hayret verici kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve cemâl-i mânevîsi vardır.

Gizli, kusursuz kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ise, takdir edici, istihsan [beğenme, güzel bulma] edici, “Maşaallah” deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, [gizli] nazirsiz [benzersiz] cemâl ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vech [cihet, yön, taraf] ile görmek; biri muhtelif âyinelerde bizzat müşahede etmek, diğeri müştak [arzulu, aşırı istekli] seyirci ve mütehayyir [hayrete düşen] istihsan [beğenme, güzel bulma] edicilerin müşahedesiyle müşahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad [şahid gösterme] ister.

Hem o daimî cemâl, müştak [arzulu, aşırı istekli] seyirci ve istihsan [beğenme, güzel bulma] edicilerin devam-ı vücutlarını [varlığın devamı] ister. Çünkü daimî bir cemâl, zail [geçici, yok olucu] müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere

86

zevâle [batış, kayboluş] mahkûm olan bir seyirci, zevâlin [batış, kayboluş] tasavvuruyla, muhabbeti adavete [düşmanlık] döner. Hayret ve hürmeti tahkire [aşağılama] meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve o cemâlin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp, doymadan gidiyor.

Demek bir seyrangâh-ı daimîye [devamlı gezinti yeri] gidiliyor.

BEŞİNCİ SURET

Bak, bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz [benzer] zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ [basit, aşağı] bir hacet, en ednâ [basit, aşağı] bir raiyetten [halk] görse, şefkatle kaza ediyor.1 Bir çobanın bir koyunu bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

Şimdi gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima [bir araya gelme, toplanma] var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem [çok değerli, yüksek rütbeli memur] bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor. Bütün ahali, “Evet, evet, biz de istiyoruz” diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki:

“Ey bizi nimetleriyle perverde [beslenmiş, eğitilmiş] eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına [saltanat merkezi, başkent] celb [çekme] et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl [batış, kayboluş] ve teb’îd [uzaklaştırma, kovma] ile tazib etme. [azaplandırma, eziyet verme] Sana müştak [arzulu, aşırı istekli] ve müteşekkir [şükreden] şu muti’ [itaat eden] raiyetini [halk] başıboş bırakıp idam [hiçlik, yokluk] etme” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.

Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ [basit, aşağı] bir adamın en ednâ [basit, aşağı] bir meramını [arzu, istek] ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin [çok değerli, yüksek rütbeli memur] en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, [razı olunan şey] hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat [geçici] nüzhetgâhlar [gezi ve dinlenme yeri] kadar ağır gelmez. Madem nümunelerini

87

göstermek için, beş altı gün seyrangâhlara [gezi ve seyir yeri] bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hünerlerini makarr-ı saltanatında [saltanat merkezi, başkent] öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar [gezi ve seyir yeri] açacak ki, akılları hayrette bırakacak.

Demek bu meydan-ı imtihanda [imtihan meydanı] olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.

ALTINCI SURET

İşte, gel, bak: Bu muhteşem şimendiferler, [tren] tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır,Haşiye hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyet [halk] ister.

Halbuki, görüyorsun, bütün raiyet [halk] bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise hergün dolar, boşalır.

88

Hem bütün raiyet [halk] manevra için bu meydan-ı imtihanda [imtihan meydanı] bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ediliyor.

Hem bütün raiyet, [halk] padişahın kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve harika san’atlarının antikalarını sergilerde temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta [sergi yeri] birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher [sergi] ise her dakika tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ediyor. Giden gelmez, gelen gider.

İşte bu hal, şu vaziyet kat’î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin [sergi] arkasında daimî saraylar, müstemir [devamlı, kararlı] meskenler, şu nümunelerin ve suretlerin halis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır. Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına [kabiliyet] göre orada bir saadeti var.

YEDİNCİ SURET

Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahali içinde ne var, ne yok, görelim. İşte, bak: Her yerde, her köşede müteaddit [bir çok] fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit [bir çok] kâtipler oturmuşlar, birşeyler yazıyorlar, herşeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatı zaptediyorlar.1 Ha, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki,Haşiye bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek, o zât emretmiş ki, mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zât-ı muazzam [çok büyük zât] bütün hadisâtı kaydettirir, suretini alır.

89

İşte, şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir. Şimdi, en âdi raiyetin [halk] en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir hâkim-i hafîz, [herşeye hükmeden ve herşeyi saklayıp koruyan Allah] hiç mümkün müdür ki, raiyetin [halk] en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat [ceza] vermesin?

Halbuki, o zâtın izzetine [büyüklük, yücelik] ve gayretine dokunacak ve şe’n-i merhameti [merhametin gereği] hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudur [bir şeyden çıkma, olma] ediyor; burada cezaya çarpmıyor.

Demek bir mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bırakılıyor.

SEKİZİNCİ SURET

Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki, “Sizleri oradan alıp makarr-ı saltanatıma [saltanat merkezi, başkent] getireceğim ve muti‘leri [itaat eden, emre uyan] mes’ud, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat [geçici] yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları hâvi [içeren, içine alan] diğer bir memleket kuracağım.”

Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır; raiyetine [halk] gayet mühimdir. Vaadinde hulf [sözünden dönme] ise, izzet-i iktidarına [gücün haysiyet ve şerefi] gayet zıttır.1

İşte, bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyan[boş söz, saçmalama] aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile [yönüyle] hulf [sözünden dönme] ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına [doğruluk] şehadet eden bir zâtı tekzip ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi, kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir [aydınlatma] etmek istiyor!

Madem vaad etmiş; yapacaktır. Halbuki, ifası ona çok rahat ve bize ve herşeye ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır.

Demek bir mahkeme-i kübrâ, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir saadet-i uzmâ [çok büyük mutluluk] vardır.

90

DOKUZUNCU SURET

Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesâlarına [reisler, başkanlar] ki,Haşiye 1 herbiri, bizzat padişahla görüşecek hususî birer telefonu var. Hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak:

Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zât, mükâfat ve mücazat [ceza] için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar [hazırlama] etmiş, gayet kavî [güçlü, kuvvetli] vaad ve şiddetli tehdit ediyor. Hem onun izzet [büyüklük, yücelik] ve celâleti hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile hulfü’l-vaade [sözünden dönme] tenezzül edip tezellülü [alçalma] kabul etmez.

Halbuki, o muhbirler hem tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde çok, hem icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bazı âsârı [eserler/asırlar] görünen saltanat-ı azîmenin [büyük saltanat, egemenlik] medarı [kaynak, dayanak] ve makarrı, [kalınacak yer, merkez] buradan uzak bir başka memlekettedir. Ve şu meydan-ı imtihanda [imtihan meydanı] binalar muvakkattirler; [geçici] sonra daimî saraylara tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilecek, bu yerler değişecekler. Çünkü, eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevâlsiz [batmayan] saltanat, böyle geçici, devamsız, bîkarar, [kararsız] ehemmiyetsiz, mütegayyir, [değişen] bekàsız, nâkıs, [eksik] tekemmülsüz [olgunlaşmamış] umurlar [emirler] üzerinde kurulmaz, durulmaz. Demek, ona lâyık, daimî, müstekar, [karar kılınan yer] zevâlsiz, [batmayan] müstemir, [devamlı, kararlı] mükemmel, muhteşem umurlar [emirler] üzerinde duruyor.

Demek bir diyar-ı âhar [başka memleket] var; elbette o makarra [kalınacak yer, merkez] gidilecektir.

ONUNCU SURET

Gel, bugün nevrûz-u sultanîdir.Haşiye [nevruz bayramı] [dipnot] 2 Bir tebeddülât [başkalaşma, değişme] olacak; acip işler çıkacak.

91

Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz. İşte, bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı. Adeta bu hâli [boş] bir çöl, bir medenî şehir oldu; bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır.

Buna dikkat et ki, o kadar karışık, sür’atli, kesretli, [çokluk] hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu san’atları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mucizeleri vardır.

Ey sersem! Sen diyorsun: “Nasıl bu koca memleket tahrip edilip başka yere kurulacak?”

İşte, görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar [memleket değişikliği] gibi çok inkılâplar, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] tebdiller [başka bir şeyle değiştirme] oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen sür’atli içtimalar, [bir araya gelme, toplanma] dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtima [bir araya gelme, toplanma] için on sene kadar bir masraf yapılıyor. De-mek bu vaziyetler maksud-u bizzat [asıl gaye] değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O zât mucize ile yapıyor, ta suretleri alınıp terkip [birleşim, sentez] edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. Nasıl ki manevra meydan-ı imtihanının [imtihan meydanı] herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu. Demek, bir mecma-ı ekberde, [çok büyük toplanma yeri] muamele bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i âzamda [çok büyük sergi yeri] daimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler, sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar.

Demek bu ihtifâlât [törenler, merasimler] bir saadet-i uzmâ, [çok büyük mutluluk] bir mahkeme-i kübrâ, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bilmediğimiz ulvî gayeler içindir.

ON BİRİNCİ SURET

Gel, ey muannid [inatçı] arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba, yani mazi [geçmiş] ve müstakbele giden bir şimendifere [tren] binelim. Şu mucizekâr zâtın sair yerlerde ne çeşit mucizeler gösterdiğini görelim.

İşte, bak: Gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher [sergi] gibi acaipler her tarafta

92

bulunuyor. Lâkin san’atça, suretçe [şekilce] birbirinden ayrıdırlar. Fakat buna iyi dikkat et ki, o sebatsız [değişken] menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekàsız meşherlerde, [sergi] ne kadar bâhir [açık] bir hikmetin intizâmâtı, [düzenler, tertipler] ne derece zahir bir inâyetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] işârâtı, [işaretler] ne mertebe âli [yüce] bir adaletin emârâtı, [belirtiler, işaretler] ne derece vâsi [geniş] bir merhametin semerâtı [meyve] görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakinen anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel [daha mükemmel] bir hikmet ve inâyetinden [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] daha ecmel [daha güzel] bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve merhametinden daha eşmel [daha kapsamlı] bir merhamet ve adaletinden daha ecell [daha büyük] bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez.

Eğer, faraza, tevehhüm [kuruntu] ettiğin gibi, daire-i memleketinde [memleket dairesi] daimî menziller, âli [yüce] mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim [ikamet eden, oturan] ahali, mes’ud raiyeti [halk] bulunmazsa—şu hikmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] merhamet, adaletin hakikatlerine şu bekàsız memleket mazhar [erişme, nail olma] olamadığı malûm; ve onlara mazhar [erişme, nail olma] olacak, başka yerde de bulunmazsa—o vakit, gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, [belirtiler, işaretler] işârâtı [işaretler] görünen adaleti inkâr etmek lâzım gelir. Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmâne [hikmetli bir şekilde yapılan icraatlar] ve ef’âl-i kerîmâne [cömertçe ve iyilikle yapılan işler] ve ihsânât-ı rahîmânenin [şefkat ve merhametle yapılan ihsanlar, ba-ğışlar] sahibini—hâşâ sümme hâşâ!—sefih [asla, kesinlikle öyle değil] bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, hakikatlerin zıtlarına inkılâbıdır. [değişim, devrim] Halbuki, inkılâb-ı hakaik, [gerçeklerin değişmesi] bütün ehl-i aklın [akıl sahipleri] ittifakıyla, muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücudunu inkâr eden sofestâî [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] eblehler [ahmak] hariçtir.

Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme-i kübrâ, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir mâ’dele-i ulyâ, [yüce adaletin gerçekleştirildiği yer] bir mekreme-i uzmâ [çok büyük ikramların yapıldığı yer] vardır ki, ta şu merhamet ve hikmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve adalet tamamen tezahür etsinler.

ON İKİNCİ SURET

Gel, şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle [subay] görüşeceğiz ve

93

teçhizatlarına bakacağız ki, o teçhizat yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir? Görelim. Herkese ve her teçhizata bakamayız. Fakat nümune için şu zabitin [subay] cüzdan ve defterine bakacağız:

Bu cüzdanda zabitin [subay] rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubâtı, [istek] düstur-u harekâtı [hareket kuralları] vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil, pek uzun bir zaman için verilebilir. “Şu maaşı hazine-i hassadan [özel hazine] filân tarihte alacaksın” yazılıdır. Halbuki, o tarih çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir. Şu vazife ise, şu muvakkat [geçici] meydana göre değil, belki padişahın kurbunda [yakın] daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlubat [istekler] ise, birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes’udâne [mutlu bir şekilde] bir hayat için olabilir. Şu düstur [kâide, kural] ise, bütün bütün açığa verir ki, cüzdan sahibi başka yere namzettir, [aday] başka âleme çalışır. Bak, şu defterlerde, aletler teçhizatının suret-i istimali [kullanma şekli] ve mes’uliyetler vardır.

Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka âli, [yüce] daimî bir yer bulunmazsa, şu muhkem [değiştirilemez] defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur. Hem şu muhterem zabit [subay] ve mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] kumandan ve muazzez [aziz, değerli] reis, bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha biçare, daha zelil, [aşağılanan] daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye [aşağı derece] düşer. İşte buna kıyas et. Hangi şeye dikkat etsen, şehadet eder ki, bu fâniden sonra bir bâki var.

Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat [geçici] memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübrâ, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir saadet-i uzmâ [çok büyük mutluluk] gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen, bütün zabitlerdeki [subay] cüzdanları, defterleri, teçhizatları, düsturları, [kâide, kural] belki şu memleketteki bütün intizâmâtı, [düzenler, tertipler] hattâ hükûmeti inkâr etmeye mecbur olursun. Ve bütün vaki olan icraatın vücudunu tekzip etmek lâzım gelir. O vakit sana insan ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] denilmez. Sofestâîlerden [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] daha akılsız olursun.

ba

Sakın zannetme, tebdil-i memleket [memleket değiştirme] delilleri bu On İki Surete münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir [değişen] memleket zevâlsiz, [batmayan] müstekar [karar kılınan yer] bir memlekete tahvil [değişme, dönüşme] edilecektir. Hem had ve hesaba gelmez işaretler, alâmetler var ki, bu ahali, şu muvakkat [geçici] misafirhanelerden

94

alınacak, saltanatın makarr-ı daimîsine [daimî merkez] gönderilecek. Bahusus, [hususan, özellikle] gel sana On İki Suret kuvvetinden daha kuvvetli bir burhan [delil] daha göstereceğim.

İşte, gel, bak: Şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme [büyük topluluk] içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi yâver-i ekrem [çok değerli, yüksek rütbeli memur] bir tebliğatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yâver-i ekrem, [çok değerli, yüksek rütbeli memur] bak o yüksekte tâlik [sonraya bırakma] edilmiş ferman-ı âzamı [çok büyük ferman, buyruk] ahaliye bildiriyor ve diyor ki:

“Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına [saltanat merkezi, başkent] gidip merhametine, ihsanlarına [bağış] mazhar [erişme, nail olma] olacaksınız-eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz. Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız” gibi tebliğatta bulunuyor.

Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı âzamda [çok büyük ferman, buyruk] öyle icazkâr [mucizeli] bir turra [mühür, nişan] var ki, hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile kabil-i taklit [taklidi mümkün] değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu kat’î bilir. Ve o parlak yâver-i ekremde [çok değerli, yüksek rütbeli memur] öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes, o zâtı padişahın pek doğru tercüman-ı evâmiri [emir ve buyrukların tercümanı] olduğunu yakinen anlar.

Acaba, o yâver-i ekrem, [çok değerli, yüksek rütbeli memur] o ferman-ı âzamla [çok büyük ferman, buyruk] beraber, bütün kuvvetiyle dâva edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket [memleket değiştirme] meselesi, hiç kabil [mümkün] midir ki itiraz kabul etsin? Evet, kabil [mümkün] değil—illâ ki, bütün bu gördüğümüz herşeyi inkâr edesin.

Şimdi, ey arkadaş, söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!

“Ben ne diyeceğim, daha buna karşı birşey denilebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenebilir mi? Yalnız derim ki: Elhamdü lillâh, yüz bin defa şükür olsun ki, vehim ve heva tahakkümünden, [baskı] nefis ve heves esaretinden kurtulup daimî hapis ve zindandan halâs [kurtulma] oldum. Ve inandım ki, bu karma karışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede [padişaha yakınlık] bir diyar-ı saadet [mutluluk yeri] vardır; biz de ona namzediz.” [aday]

İşte, haşir ve âhiretten kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] burada tamam oldu. Şimdi, tevfik-i İlâhî [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] ile hakikat-i ulyâya [yüce gerçek] geçeceğiz. Geçmiş On İki Surete mukabil, on iki mütesanit [birbirini destekleyen] Hakikat ile bir Mukaddime [başlangıç] beyan edeceğiz.