SÖZLER – Otuz İkinci Söz -1 (804-852)

804

Otuz İkinci Söz

Şu Söz Üç Mevkıftır [bölüm, kısım]

Yirmi İkinci Sözün Sekizinci Lem’asını [parıltı] izah eden bir zeyildir. [ilave, ek]

 Mevcudat-ı âlem vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet ettikleri elli beş lisandan—ki Katre [damla] risalesinde onlara işaret edilmiş—birinci lisanına bir tefsirdir ve لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا âyetinin pek çok hakaikinden, [doğru gerçekler] temsil libası [elbise] giydirilmiş bir hakikattir.

Birinci Mevkıf [bölüm, kısım]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * 1

لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا * 2

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ * 3

BİR RAMAZAN gecesinde, şu kelâm-ı tevhidînin [Allah’ın birliğini ifade eden kelime] on bir cümlesinin herbirinde, birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduğunu ve o mertebelerden

805

yalnız Lâ şerîke lehu’daki mânâyı, basit avâmın fehmine gelecek bir muhavere-i temsiliye [diyalog tarzında kıyaslamalı benzetme] ve bir münazara-i faraziye [varsayıma dayalı tartışma] tarzında ve lisan-ı hâli [hal dili] lisan-ı kàl [dille söyleyerek] suretinde söylemiştim. Bana hizmet eden kıymettar kardeşlerimin ve mescid arkadaşlarımın arzuları ve istemeleri üzerine o muhavereyi [karşılıklı konuşma] yazıyorum. Şöyle ki:

Bütün tabiatperest, esbabperest [sebeplere tapan] ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin [Allah’a ortak koşanların çeşitleri] ve küfrün [inançsızlık, inkâr] ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tevehhüm [kuruntu] ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazî, [olmadığı halde var sayılmış kişi] mevcudat-ı âlemden [âlemdeki varlıklar] birşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak [sahip olmak] dâvâ etmektedir.

İşte, o müddeî, [iddia sahibi] evvelâ mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona rab ve hakikî mâlik olmakta [sahip olmak] olduğunu, zerreye tabiat lisanıyla, felsefe diliyle söyler. O zerre dahi, hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbânî [kâinatın Rabbi tarafından herşeyin belirli gayelere yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması] diliyle der ki:

“Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua [san’at eseri] girip işliyorum. Eğer bütün o vezâifi [görevler] bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa—

“Hem benim gibi had ve hesaba gelmeyen zerrat [atomlar] içinde beraber gezip iş görüyoruz.Haşiye [dipnot] Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam [çalıştırma] edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa—

806

“Hem kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] cüz olduğum mevcutlara, meselâ kandaki küreyvât-ı hamrâya [alyuvarlar] hakikî mâlik ve mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] olabilirsen, bana rab olmak dâvâ et, beni Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] başkasına isnad et. Yoksa sus!

“Hem bana rab olmadığın gibi, müdahale dahi edemezsin. Çünkü, vezâifimizde [görevler] ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan, bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki, senin gibi câmid, [cansız] âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”

O müddeî, [iddia sahibi] maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki: “Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesabına çalışmasını söylüyorsun?”

Zerre ona cevaben der: “Eğer güneş gibi bir dimağım [akıl, beyin] ve ziyası gibi ihata[herşeyi kuşatma] bir ilmim ve harareti gibi şümul[kapsam] bir kudretim ve ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih [yönelen] birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsaydı, belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu dâvâ ederdim. Haydi, def ol git, sen benden iş bulamazsın!”

İşte, şeriklerin vekili zerreden meyus [ümitsiz] olunca, küreyvât-ı hamrâdan [alyuvarlar] iş bulacağım diye, kandaki bir küreyvât-ı hamrâya [alyuvarlar] rast gelir. Ona esbab [sebebler] namına ve tabiat ve felsefe lisanıyla der ki: “Ben sana rab ve mâlikim.”

O küreyvât-ı hamrâ, [alyuvarlar] yani yuvarlak, kırmızı mevcut, ona hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] diliyle der:

“Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz [mühür] ve memuriyetimiz ve nizamatımız bir olan kan ordusundaki bütün emsalime mâlik olabilirsen, hem gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] istihdam [çalıştırma] olunduğumuz bütün hüceyrât-ı bedene [beden hücreleri] mâlik olacak bir dakik [derin ve ince] hikmet ve azîm kudret sende varsa, göster. Ve gösterebilirsen, belki senin dâvânda bir mânâ bulunabilir. Halbuki, senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil mâlik olmak, [sahip olmak] belki zerre miktar karışamazsın.1 Çünkü bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve  

807

bilir ve yapar bir zât bize hükmedebilir.1 Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki, seninle, senin böyle karma karışık sözlerine cevap vermeye vaktim yok” der, onu tard [kovma] eder.

Sonra, onu kandıramadığı için, o müddeî [iddia sahibi] gider, bedendeki hüceyre [hücre] tabir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisanıyla der: “Zerreye ve küreyvât-ı hamrâya [alyuvarlar] söz anlattıramadım. Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum ve hakikî mülküm ol” der.

O hüceyre, [hücre] ona cevaben, hikmet ve hakikat lisanıyla der ki:

“Ben çendan [gerçi] küçücük bir şeyim. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyrâtına [hücrecikler] ve heyet-i mecmuasına [birşeyin geneli, bütün] bağlı alâkalarım var. Ezcümle, evride [toplardamar] ve şerâyin damarlarına ve hassâse [hissetme duygusu] ve muharrike [harekete geçiren duygu, refleks] âsaplarına ve cazibe, dafia, [itme] müvellide, [doğurgan] musavvire [şekil veren duyu] gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve âsab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam [çalıştırma] edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsalim ve san’atça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrât-ı bedeniyeye [beden hücreleri] tasarruf edecek nafiz bir kudret, şamil bir hikmet sende varsa, göster; sonra ‘Ben seni yapabilirim’ diye dâvâ et. Yoksa haydi git! Küreyvât-ı hamrâ [alyuvarlar] bana erzak getiriyorlar. Küreyvât-ı beyzâ [akyuvarlar] da bana hücum eden hastalıklara mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyorlar. İşim var, beni meşgul etme.

“Hem senin gibi âciz, câmid, [cansız] sağır, kör bir şey bize hiçbir cihetle karışamaz. Çünkü bizde o derece ince ve nazik ve mükemmel bir intizamHaşiye var ki, eğer

808

bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] ve Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ve Alîm-i Mutlak [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] olmazsa intizamımız bozulur, nizamımız karışır.”1

Sonra o müddeî [iddia sahibi] onda da meyus [ümitsiz] oldu. Bir insanın bedenine rast gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanıyla, tabiiyyunun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] dedikleri gibi der ki: “Sen benimsin. Seni yapan benim. Veya sende hissem var.”

809

Cevaben, o beden-i insan, [insan bedeni] hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisan-ı hâliyle [hal dili] der ki:

“Eğer bütün emsalim ve yüzümüzdeki sikke-i kudret [Allah’ın güç ve kudretinin işareti] ve turra-i fıtrat [yaratılış mührü] bir olan bütün insanların bedenlerine hakikî mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] olacak bir kudret ve ilim sende varsa—

“hem sudan ve havadan tut, tâ nebâtat [bitkiler] ve hayvânâta kadar benim erzakımın mahzenlerine [depo] mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa—

“hem ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi letâif-i mâneviyeyi benim gibi dar, süflî [alçak] bir zarfta yerleştirerek, kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] istihdam [çalıştırma] edip ibadet ettirecek, sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa, göster. Sonra ‘Ben seni yaptım’ de. Yoksa sus!

“Hem bendeki intizam-ı ekmelin [çok mükemmel düzen] şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin [Allah’ın birliğini gösteren damga] delâletiyle, benim Sâniim [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] herşeye kadîr, herşeye alîm, herşeyi görür ve herşeyi işitir bir Zâttır. Senin gibi sersem âcizin parmağı Onun san’atına karışamaz, zerre miktar müdahale edemez.”1

O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz. Gider, insanın nev’ine rast gelir. Kalbinden der ki: “Belki bu dağınık, karma karışık olan cemaat içinde, şeytan onların ef’âl-i ihtiyariye [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] ve içtimaiyelerine [bir araya gelme, toplanma] karıştığı gibi, belki ben de ahvâl-i vücudiye ve fıtriyelerine [beden ve yaratılışlarına ait hâller] karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yer bulup, beni tard [kovma] eden bedene ve beden hüceyresine [hücre] hükmümü icra ederim.”

Onun için, beşerin nev’ine, yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisanıyla der ki: “Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz. Ben size rab ve mâlikim. Veyahut hissedarım” der.

O vakit nev-i insan, [insan türü, insanlık] hak ve hakikat lisanıyla, hikmet ve intizamın diliyle der ki:

810

“Eğer bütün küre-i arza [yer küre, dünya] giydirilen ve nev’imiz gibi bütün hayvânat ve nebâtâtın [bitkiler] yüz binler envâından [tür] rengârenk atkı ve iplerden kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüz binler zîhayat [canlı] envâından [tür] nesc [dokuma] olunan ve gayet nakış[işleme] bir surette icad edilen haliçeyi [ince dokunmuş küçük halı] yapacak ve her vakit kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] tecdid [yenileme] edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa—”

“hem, eğer biz meyve olduğumuz küre-i arza [yer küre, dünya] ve çekirdek olduğumuz âlemde tasarruf edecek ve hayatımıza lâzım maddeleri mîzan-ı hikmetle [hikmet terazisi] aktâr-ı âlemden [âlemin dört bir yanı] bize gönderecek bir muhit kudret ve şamil bir hikmet sende varsa—”

“ve yüzümüzdeki sikke-i kudret [Allah’ın güç ve kudretinin işareti] bir olan bütün gitmiş ve gelecek emsalimizi icad edecek bir iktidar sende varsa, belki bana rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dâvâ edebilirsin. Yoksa, haydi sus! Benim nev’imdeki karma karışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünkü intizam mükemmeldir. O karma karışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] bir istinsahtır. [kopyasını çıkarma] Çünkü, bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde [gözetim altında, gözaltı] bulunan hayvânat ve nebâtâtın [bitkiler] kemâl-i intizamları [tam ve mükemmel düzen] gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.”1 [yazım]

“Hiç mümkün müdür ki, bir haliçenin [ince dokunmuş küçük halı] her tarafına yayılan bir atkı ipini san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] yerleştiren, haliçenin [ince dokunmuş küçük halı] ustasından başkası olsun? Hem bir meyvenin mucidi, ağacının mucidinden başkası olsun? Hem çekirdeği icad eden, çekirdekli cismin sâniinden [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] başkası olsun?”

“Hem gözün kördür. Yüzümdeki mu’cizât-ı kudreti, [Allah’ın kudret mu’cizeleri] mahiyetimizdeki havârık-ı fıtratı [yaratılış harikaları] görmüyorsun. Eğer görsen anlarsın ki, benim Sâniim [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] öyle bir Zâttır ki, hiçbir şey Ondan gizlenemez,2 hiçbir şey Ona nazlanıp ağır gelemez.3 Yıldızlar, zerreler kadar Ona kolay gelir.4 Bir baharı bir çiçek kadar suhuletle [kolaylıkla] icad eder.5 Koca kâinatın fihristesini, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] benim mahiyetimde derc [yerleştirme]

811

eden bir Zâttır.1 Böyle bir Zâtın san’atına senin gibi câmid, [cansız] âciz ve kör, sağır parmak karıştırabilir mi? Öyle ise sus, def ol git” der, onu tard [kovma] eder.

Sonra o müddeî [iddia sahibi] gider, zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye [ince dokunmuş küçük halı] ve zemine giydirilen gayet müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve münakkâş gömleğe, esbab [sebebler] namına ve tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle der ki: “Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim. Veya sende hissem var” diye dâvâ eder.

O vakit, o gömlek,Haşiye o haliçe, [ince dokunmuş küçük halı] hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle [hikmet dili] o müddeîye [iddia sahibi] der ki:

“Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip, sonra intizamla çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden giydirilecek ve kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] kader dairesinde programları ve biçimleri çizilen ve tayin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları [işleme] bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri [ince dokunmuş küçük halı] dokuyacak, icad edecek kudret ve san’at sende varsa—

“hem hilkat-i arzdan tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki mânevî elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün fertleri icad edecek, kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve hikmetle tamir ve tecdid [yenileme] edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa—

“hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı [yer küre, dünya] elinde tutup mucid olabilirsen, bana rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dâvâ et. Yoksa, haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın.

“Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet [Allah’ın birliğini gösteren damga] ve öyle bir turra-i ehadiyet [Allah’ın birliğini herbir şeyde ayrı ayrı gösteren mühür, imza] vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] olmayan ve bütün eşyayı bütün şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hazır ve nazır

812

bulunmayan ve mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] [bir yerle sınırlı olmayan] olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan, bize sahip olamaz ve müdahale edemez.”1

Sonra o müddeî [iddia sahibi] gider, “Belki küre-i arzı [yer küre, dünya] kandırıp orada bir yer bulurum” der. Gider, küre-i arza,Haşiye [yer küre, dünya] 1 yine esbab [sebebler] namına ve tabiat lisanıyla der ki: “Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise sen benim olabilirsin.”

O vakit, küre-i arz, [yer küre, dünya] hak namına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sadâ ile ona der ki:

“Halt etme! Ben nasıl serseri, sahipsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve san’atsız görmüş müsün ki bana sahipsiz, serseri dersin? Eğer hareket-i seneviyemle [senelik hareket] takriben [yaklaştırma] yirmi beş bin senelikHaşiye 2 bir mesafede bir senede gezdiğim ve kemâl-i mizan [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm daire-i azîmeye [geniş ve büyük daire] hakikî mâlik olabilirsen; ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyareye [gezegen] ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve cazibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyârât [gezegenler] yıldızları ona bağlayacak ve kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve hikmetistihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dâvâ et. Yoksa, haydi cehennem ol, git! Benim işim var; vazifeme gidiyorum.

“Hem bizlerdeki haşmetli intizamat [düzenler, dengeler] ve dehşetli harekât ve hikmetli teshirat [boyun eğdirme] gösteriyor ki, bizim ustamız öyle bir Zâttır ki, bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] zerrelerden

813

yıldızlara ve güneşlere kadar emirber [emre hazır] nefer [asker] hükmünde Ona mutî [emre uyan] ve musahhardırlar. [boyun eğdirilmiş] Bir ağacı meyveleriyle tanzim ve tezyin [süsleme] ettiği gibi kolayca, güneşi seyyârâtla [gezegenler] tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelâl [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve Hâkim-i Mutlaktır.”1 [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan]

Sonra o müddeî, [iddia sahibi] yerde yer bulamadığı için gider, güneşe kalbinden der ki: “Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup bir yol açarım, yeri de musahhar [boyun eğdirilmiş] ederim.” Güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisanıyla, mecusîlerin dedikleri gibi der ki: “Sen bir sultansın. Kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin.”

Güneş ise, hak namına ve hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] diliyle ona der:

“Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Ben musahhar [boyun eğdirilmiş] bir memurum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdarım. [ışık veren] Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakikî mâlik olamam. Çünkü sineğin vücudunda öyle mânevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san’atlar var ki, benim dükkânımda yok, daire-i iktidarımın [gücü kullanabilme dairesi] haricindedir”2 der, müddeîyi [iddia sahibi] tekdir [azarlama] eder.

Sonra o müddeî [iddia sahibi] döner, firavunlaşmış felsefe lisanıyla der ki: “Madem kendine mâlik ve sahip değilsin, bir hizmetkârsın. Esbab [sebebler] namına benimsin” der.

O vakit güneş, hak ve hakikat namına ve ubûdiyet [Allah’a kulluk] lisanıyla der ki: “Ben öyle birinin olabilirim ki, bütün emsalim olan ulvî yıldızları icad eden ve semâvâtında kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] yerleştiren ve kemâl-i haşmetle [büyüklük ve heybetteki mükemmellik] döndüren ve kemâl-i ziynetle [mükemmel süs] süslendiren bir Zât olabilir.”3

Sonra o müddeî, [iddia sahibi] kalbinden der ki: “Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müvekkillerim namına birşey kazanırım” der, onların içine girer. Onlara esbab [sebebler] namına, şerikleri hesabına ve tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] etmiş felsefe lisanıyla, nücumperest [yıldızlara tapan] olan sâbiiyyunların [yıldızlara tapanlar] dedikleri gibi der ki: “Sizler pek çok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde [hükmü altında] bulunuyorsunuz.”

814

O vakit yıldızlar namına bir yıldız der ki:

“Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki, bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti [Allah’ın birliğini gösteren damga] ve turra-i ehadiyeti [Allah’ın birliğini herbir şeyde ayrı ayrı gösteren mühür, imza] görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavânin-i ubûdiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun.

“Bizler öyle bir Zâtın san’atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semâvâtı ve şeceremiz [ağaç] olan kâinatı ve mesiregâhımız [gezinti yeri] olan nihayetsiz feza-yı âlemi [gökyüzü, uzay] kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] tutan bir Vâhid-i Ehaddir. [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] Bizler, donanma elektrik lâmbaları gibi, Onun kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösteren nuranî şahitleriz ve saltanat-ı rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] ilân eden ışıklı burhanlarız. [delil] Herbir taifemiz, Onun daire-i saltanatında, ulvî, süflî, [alçak] dünyevî, berzahî, [iki şey arasındaki geçiş yeri] uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını [saltanatın görkemi] gösteren ve ziya veren nuranî hizmetkârlarız.1

“Evet, herbirimiz kudret-i Vâhid-i Ehadin birer mu’cizesi; ve şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] birer muntazam meyvesi; ve vahdâniyetin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] birer münevver [aydın] burhanı; [delil] ve melâikelerin [melekler] birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi; ve avâlim-i ulviyenin [yüce âlemler] birer lâmbası, birer güneşi; ve saltanat-ı rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] birer şahidi; ve feza-yı âlemin [gökyüzü, uzay] birer ziyneti, birer kasrı, [köşk, saray] birer çiçeği; ve semâ denizinin birer nuranî balığı; ve gökyüzünün birer güzel gözüHaşiye olduğumuz gibi, heyet-i mecmuamızda [birşeyin geneli, bütün] sükûnet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir ziynet ve intizam içinde bir hüsn-ü hilkat [yaratılış güzelliği] ve mevzuniyet içinde bir kemâl-i san’at [eksiksiz ve mükemmel san’at]

815

bulunduğundan, Sâni-i Zülcelâlimizi, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nihayetsiz dillerle vahdetini, [Allah’ın birliği] ehadiyetini, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] samediyetini [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] ve evsâf-ı cemâl [Cenâb-ı Allah’ın güzelliğine ait sıfatları] ve celâl ve kemâlini bütün kâinata ilân ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede sâfi, temiz, mutî, [emre uyan] musahhar [boyun eğdirilmiş] hizmetkârları karma karışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik, hattâ sahipsizlikle ittiham [suçlama] ettiğinden tokada müstehaksın” der. O müddeînin [iddia sahibi] yüzüne recm-i şeytan [şeytan taşlama] gibi bir yıldız, öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ Cehennemin dibine onu atar.1 Ve beraberinde olan tabiatıHaşiye evham derelerine ve tesadüfü adem [hiçlik, yokluk] kuyusuna ve şerikleri imtinâ ve muhaliyet [imkansızlık] zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi esfel-i sâfilînin [aşağıların aşağısı] dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber o yıldız لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 2 ferman-ı kudsîsini okurlar. Ve “Sinek kanadından tut, tâ semâvât kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın” diye ilân ederler.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَدَلاَّلِ وَحْدَانِيَّتِكَ فِى مَشْهَرِ كَۤائِنَاتِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 4

816

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا * 1

âyetinin ezelî bağından bir çiçeğine işaret eden Arabî fıkralardır. [bölüm]

حَتّٰى كَاَنَّ الشَّجَرَةَ الْمُزَهَّرَةَ …. .. قَصِيدَةٌ مَنْظُومَةٌ مُحَرَّرَةٌ

وَتُنْشِدُ لِلْفَاطِرِ الْمَدَۤائِحَ الْمُبَهَّرَةَ . .. اَوْ فَتَحَتْ بِكَثْرَةٍ عُيُونَهَا الْمُبَصَّرَةَ

لِتَنْظُرَ لِلصَّانِعِ الْعَجَۤائِبَ الْمُنَشَّرَةَ .. اَوْ زَيَّنَتْ لِعِيدِهَا اَعْضَۤائَهَا الْمُخَضَّرَةَ

لِيَشْهَدَ سُلْطَانُهَا اٰثَارَهُ الْمُنَوَّرَةَ … .. وَتُشْهِرَ فِى الْمَحْضَرِ مُرَصَّعَاتِ الْجَوْهَرِ

وَتُعْلِنَ لِلْبَشَرِ حِكْمَةَ خَلْقِ الشَّجَرِ .. بِكَنْزِهَا الْمُدَخَّرِ مِنْ جُودِ رَبِّ الثَّمَرِ

سُبْحَانَهُ مَۤا اَحْسَنَ اِحْسَانَهُ …… .. مَۤا اَزْيَنَ بُرْهَانَهُ، مَۤا اَبْيَنَ تِبْيَانَهُ * 2

خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ اۤمَدْ سَمَاوِى بَا هَزَارَانْ نَىْ.. اَزِينْ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ.. وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدَ هَمَه هُو هُو ذِكْر اۤرَنْد بَدَرْ مَعْناَىِ حَىُّ حَىُّ.. چُو لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنَنْد هَرْ شَىْ.. دَمَا دَمْ جُويَدَنْد يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْد يَا حَىْ بَرَابَرْ مِيزَنَنْداَللهْ * 3

وَنَزَّلْنَا مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً مُبَارَكًا * 4

817

Arabî fıkranın [bölüm] tercümesi:

Yani, güya çiçek açmış herbir ağaç, güzel yazılmış manzum [düzenli] bir kasidedir [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ki, o kaside [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] medâyih-i bâhiresini [açık ve aşikâr övgüler] inşad [şiir şeklinde okuma] edip, şairane lisan-ı hâl [hal dili] ile söylüyor.

Veyahut o çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış, tâ Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] neşir ve teşhir olunan acaib-i san’atını [hayranlık uyandıran san’at] bir iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın, tâ ehl-i dikkati [dikkat sahibi insanlar] öyle baktırsın.

Veyahut o çiçek açan herbir ağaç, umumî bayram olan baharın içindeki hususî bayramında ve resmigeçit-misal [resmigeçit gibi] bir anda yeşillenmiş âzâlarını en süslü müzeyyenatla [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] süslemiş. Tâ ki, onun Sultan-ı Zülcelâli, [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Sultan, Allah] ona ihsan [bağış] ettiği hedâyâ[hediyeler] ve letâifi [duygular] ve âsâr-ı nuraniyesini [nurlu, parlak eserler] müşahede etsin. Hem meşher-i san’at-ı İlâhiye [Allah’ın sanat eserlerinin sergilendiği yer] olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaât-ı rahmetini enzâr-ı halka [halkın dikkati, bakışı] teşhir etsin. Ve şecerin [ağaç] hikmet-i hilkatini [yaratılış gayesi] beşere ilân etsin. İncecik dallarında ne kadar mühim hazineler bulunduğunu ve ihsanat-ı Rahmâniyenin meyvelerinde ne derece mühim defineler var olduğunu göstermekle kemâl-i kudret-i İlâhiyeyi [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] göstersin.

ba

818

Birinci Mevkıfın [bölüm, kısım] küçük bir zeyli [ek]

Festemi’ [dinle!] âyet: 1 اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا

ilâ âhir-i âyet[âyetin sonuna kadar]

ثُمَّ انْظُرْ اِلٰى وَجْهِ السَّمَۤاءِ كَيْفَ تَرٰى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ، حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ * تَلَئْلُئًا فِى حَشْمَةٍ * تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ * مَعَ اِنْتَظَامِ الْخِلْقَةِ، مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ * تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا * تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا، تَلَئْلُؤُ نُجُومِهَا، تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهٰى، سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَۤاءٍ * 2

اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا…

ilâ âhir-i âyet[âyetin sonuna kadar]

Bu âyetin bir nevi tercümesi olan

ثُمَّ انْظُرْ اِلٰى وَجْهِ السَّمَۤاءِ كَيْفَ تَرٰى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ

tercümesidir.

Yani, âyet-i kerime, nazar-ı dikkati, semânın ziynetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ, dikkat-i nazar [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] ile, semânın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] emir ve teshiriyle [boyun eğdirme] o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa, eğer başıboş olsaydılar, birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, [büyük cisimler] o gayet büyük küreler ve gayet sür’atli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak lâzımdı ki, kâinatın kulağını sağır edecekti. Hem öyle bir zelzele-i hercümerc [karma karışıklığın sarsıntısı] içinde karışıklık olacaktı ki, kâinatı dağıtacaktı. Yirmi camus [manda] birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir hercümerce sebebiyet verdiği malûm. Halbuki, küre-i arzdan [yer küre, dünya] bin

819

defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket edenler, yıldızlar içerisinde var olduğunu kozmoğrafya [astronomi, gök bilimi] söylüyor. İşte, sükûnet içindeki sükût-u ecramdan, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Kadîr-i Zülkemâlin [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] derece-i kudret ve teshirini [boyun eğdirme] ve nücumun [yıldızlar] Ona derece-i inkıyad [boyun eğme derecesi] ve itaatini anla.

حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ Hem, semânın yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi âyet emrediyor. Evet, gayet acip ve azîm o harekât, gayet dakik [derin ve ince] ve geniş hikmet içindedir. Nasıl ki bir fabrikanın çarklarını ve dolaplarını bir hikmet içinde çeviren bir san’atkâr, [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] fabrikanın azamet ve intizamı derecesinde derece-i san’at ve maharetini gösterir. Öyle de, koca güneşe, seyyârâtla [gezegenler] beraber fabrika vaziyetini veren ve o müthiş azîm küreleri sapan taşları misil[benzer] ve fabrika çarkları gibi etrafında döndüren bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] derece-i kudret ve hikmeti, o nisbette nazara tezahür eder.

تَلَئْلُئًا فِى حَشْمَةٍ تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ Yani, hem, semâvât yüzünde öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir ziynet içinde bir tebessüm var ki, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san’atı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli [çokluk] elektrik lâmbaları sultanın derece-i haşmetini [heybet ve görkemin derecesi] ve terakkiyât-ı medeniyede derece-i kemâlini [mükemmellik derecesi] gösterdiği gibi, koca semâvât, o haşmetli, ziynetli yıldızlarıyla Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kemâl-i saltanatını ve cemâl-i san’atını [Allah’ın san’atının güzelliği] öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.

مَعَ اِنْتِظَامِ الْخِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ Hem diyor ki: Semânın yüzündeki mahlûkatın intizamını, dakik [derin ve ince] mizanlar [ölçü] içinde masnuatın [san’at eseri] mevzuniyetini [ölçülü] gör ve anla ki, onların Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] olduğunu bil.

Evet, muhtelif ve küçük cirimleri [büyük cisim] veyahut hayvanları döndüren ve bir vazife

820

için çeviren ve bir mizan-ı mahsusla [özel ölçü] herbirini muayyen bir yolda sevk eden bir zâtın derece-i iktidar ve hikmetini ve hareket eden cirmlerin [büyük cisim] ona derece-i itaat ve musahhariyetlerini [boyun eğdirilmiş] gösterdikleri gibi, koca semâvât o dehşetli azametiyle, hadsiz yıldızlarıyla ve o yıldızlar da dehşetli büyüklükleriyle ve gayet şiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hudutlarından tecavüz etmemeleri, bir âşire-i [saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi] dakika kadar vazifelerinden geri kalmamaları, Sâni-i Zülcelâllerinin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ne kadar dakik [derin ve ince] bir mizan-ı mahsusla [özel ölçü] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] icra ettiğini nazar-ı dikkate gösterirler.

Hem de şu âyet gibi, Sûre-i Amme’de ve sâir âyetlerde beyan olunan teshir-i şems ve kamer [ay] ve nücumla [yıldızlar] işaret ettiği gibi,

تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا، تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا، تَلَئْلُؤُ نُجُومِهَا، تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهٰى، سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَۤاءٍ

Yani, semanın müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak; gece-gündüz hatlarıyla, kış-yaz sahifelerinde mektubât-ı Samedâniyeyi [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek; ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrepleri misillü, [benzer] kubbe-i semâda [gökkubbe] kameri [ay] zamanın saat-i kübrâsına [çok büyük saat] bir akrep yapmak, mütefavit [birbirinden farklı] çok hilâller suretinde her geceye güya ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde kemâl-i mizanla, [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] dakik [derin ve ince] hesapla hareket ettirmek; ve kubbe-i semâda [gökkubbe] parlayan, tebessüm eden yıldızlarla göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] şeâiridir. [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] Zîşuura, [akıl ve şuur sahibi] Onu iş’âr eden muhteşem bir Ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] işârâtıdır; [işaretler] ehl-i fikri imana ve tevhide davet eder.

Bak kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] safha-i renginine, [süslü, parlak, rengârenk sayfa]

Hâme-i zerrîn-i kudret, gör, ne tasvir eylemiş.

821

Kalmamış bir nokta-i muzlim çeşm-i dil erbâbına,

Sanki âyâtın Hüdâ [Allah] nur ile tahrir [yazı, yazı yazmak] eylemiş.

Bak, ne mu’ciz-i hikmet, iz’an-rübâ-yı [kesin şekilde inanma] kâinat,

Bak, ne âli [yüce] bir temâşâdır feza-yı kâinat. [uzay]

Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine, [sevimli ve tatlı hutbe]

Nâme-i nurîn-i hikmet [hikmetin nurlu mektubu] bak ne takrir [yerleştirme] eylemiş.

Hep beraber nutka [konuşma] gelmiş, hak lisanıyla derler:

Bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] haşmet-i sultanına, [saltanatın haşmeti]

Birer burhan-ı nurefşânız [nur saçan delil] vücub-u Sânie; hem vahdete, [Allah’ın birliği] hem kudrete şahitleriz biz.

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nazenin [ince, duyarlı] mu’cizâtı çün melek seyranına,

Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden, binler müdakkik [dikkatli] gözleriz biz.

Tûbâ-yı hilkatten [yaratılış ağacı] semâvât şıkkına, hep kehkeşan [samanyolu] ağsânına, [dallar]

Bir Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] dest-i hikmetiyle [hikmet eli] takılmış binler güzel meyveleriz biz.

Şu semâvât ehline [göklerde yaşayan manevî varlıklar] birer mescid-i seyyar, [gezici mescid] birer hane-i devvar, [dönen ev] birer ulvî âşiyâne, [yuva]

Birer misbah-ı nevvar, [nurlu kandil] birer gemi-i Cebbar, [büyük ve azametli gemi] birer tayyareyiz biz.

Bir Kadîr-i Zülkemâlin, [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] bir Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] birer mu’cize-i kudret, [Allah’ın kudret mu’cizesi] birer harika-i san’at-ı Hâlıkane, [Allah’ın yarattığı san’at harikası]

Birer nadire-i hikmet, [bir gaye için benzersiz yaratılan] birer dâhiye-i hilkat, [yaratılış harikası] birer nur âlemiyiz biz.

Böyle yüz bin dille yüz bin burhan [delil] gösteririz, işittiririz insan olan insana.

Kör olası dinsiz gözü görmez oldu yüzümüzü. Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.

Sikkemiz [mühür] bir, turramız [mühür, nişan] bir, Rabbimize musahharız, [boyun eğdirilmiş] müsebbihiz [tesbih eden] abîdâne

Zikrederiz, kehkeşanın [samanyolu galaksisi] halka-i kübrâsına [büyük halka] mensup birer meczuplarız [cezbedilmiş, çekilmiş] biz.

822

İkinci Mevkıf [bölüm, kısım]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ * اَللهُ الصَّمَدُ * 1

Şu Mevkıfın [bölüm, kısım] Üç Maksadı var.

BİRİNCİ MAKSAT

Bir yıldızın tokatıyla yere sukut [alçalış, düşüş] eden ehl-i şirk [Allah’a ortak koşanlar] ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vekili, zerrelerden yıldızlara kadar hiçbir yerde zerre miktar şirke yer bulamadığından, o tarzdaki dâvâdan vazgeçip, fakat şeytan gibi, vahdete [Allah’ın birliği] dair teşkikât [şüphede bırakma] yapmak için üç mühim sual ile, ehadiyete [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve vahdete [Allah’ın birliği] dair, ehl-i tevhide [Allah’ın birliğine inanan kimseler] vesvese yapmak istedi.

BİRİNCİ SUAL: Zındıka lisanıyla diyor ki: “Ey ehl-i tevhid! [Allah’ın birliğine inanan kimseler] Ben, kendi müvekkillerim namına birşey bulamadım, mevcudatta [var edilenler, varlıklar] bir hisse çıkaramadım, mesleğimi ispat edemedim. Fakat siz ne ile nihayetsiz bir kudret sahibi bir Vâhid-i Ehadi [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] ispat ediyorsunuz? Neden Onun kudretiyle beraber başka eller karışmasını kabil [mümkün] görmüyorsunuz?”

Elcevap: Yirmi İkinci Sözde kat’î ispat edilmiş ki, bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] bütün zerrat, [atomlar] bütün yıldızlar, herbiri Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ve Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] birer burhan-ı neyyirdir. [nurlu, parlak delil] Bütün kâinattaki silsilelerin herbiri Onun vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] birer delil-i kat’îdir. [kesin delil] Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hadsiz burhanlarında [delil] ispat ettiği gibi, umumun nazarına en zâhir burhanları [delil] daha ziyade zikreder. Ezcümle,

823

وَلَئِنْ سَئَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللهُ * 1

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ * 2

gibi pek çok âyatla, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hilkat-i arz ve semâvâtı, [göklerin ve yerin yaratılması] vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] bedâhet [açıklık] derecesinde bir burhan [delil] gösteriyor ki, ister istemez, zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olan her adam, hilkat-i arz ve semâvâtta [göklerin ve yerin yaratılması] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] Hâlık-ı Zülcelâlini [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] tasdik etmeye mecburdur ki, لَيَقُولُنَّ اللهُ der.

Birinci Mevkıfta [bölüm, kısım] nasıl bir zerreden başladık, tâ yıldızlara ve semâvâta kadar sikke-i tevhidi [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] gösterdik. Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu nevi âyatla, yıldızlardan ve semâvâttan tutup, tâ zerrelere kadar şirki tard [kovma] eder. Şöyle işaret eder ve mânen der:

Semâvât ve arzı [gökler ve yer] böyle muntazam halk eden bir Kadîr-i Mutlakın, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] devâir-i masnuatından [san’atla yapılmış şeylerin oluşturduğu daireler] olan manzume-i şemsiye [güneş sistemi] bilbedâhe [açık bir şekilde] Onun kabza-i tasarrufundadır. [emri altında bulundurma] Madem o Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] şemsi, seyyârâtıyla [gezegenler] kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] tutuyor ve tanzim ve teshir [boyun eğdirme] ve tedvir [çekip çevirme] ediyor.3 Elbette, o manzume-i şemsiyenin [güneş sistemi] bir cüz’ü ve şems ile bağlanan küre-i arz [yer küre, dünya] dahi kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] ve tedbir ve tedvirindedir.4 [çekip çevirme] Madem küre-i arz, [yer küre, dünya] kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] ve tedbir ve tedvirindedir; [çekip çevirme] bilbedâhe, [açık bir şekilde] arzın yüzünde yazılan ve icad edilen ve yerin meyveleri ve gayâtı [gayeler] hükmünde olan masnuat [sanat eseri] dahi Onun kabza-i rububiyetinde [rububiyet eli] ve terbiyesindedir.

Madem bütün zeminin yüzüne serilen ve serpilen ve yüzünü yaldızlayan ve ziynetlendiren [süslendiren] ve her zaman tazelenen, gelip giden ve zemin onlarla dolup

824

boşalan umum masnuat [sanat eseri] kabza-i kudret [kudret eli] ve ilmindedir ve adl [adalet] ü hikmetinin mizanıyla [ölçü] ölçülüp ve tanzim edilir. Madem bütün envâ [tür] Onun kabza-i kudretindedir. [kudret eli] Elbette, o envâın [tür] muntazam ve mükemmel fertleri ve âlemin küçük misal-i musağğarları [küçültülmüş nümune] ve envâ-ı kâinatın [kâinattaki varlıkların türleri] bilânçoları ve kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] küçücük fihristeleri hükmünde olan cüz’î [ferdî, küçük] fertleri, bilbedâhe [açık bir şekilde] Onun kabza-i rububiyetinde [rububiyet eli] ve icadındadır ve tedvir [çekip çevirme] ve terbiyesindedir.

Madem herbir zîhayat, [canlı] kabza-i tedbir [idaresi altında bulundurma] ve terbiyesindedir. Elbette, o zîhayatın [canlı] vücudunu teşkil eden hüceyrât [hücrecikler] ve küreyvât ve âzâ ve âsab, bilbedâhe [açık bir şekilde] Onun kabza-i ilim ve kudretindedir. [kudreti ve ilmi altında bulundurması]

Madem herbir hüceyre [hücre] ve kandaki herbir küreyvat Onun taht-ı emrindedir [emri altında] ve daire-i tasarrufundadır [tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı] ve Onun kanunuyla hareket ederler. Elbette, bütün bunların madde-i esasiyesi [temel madde] ve bütün onlardaki nakş-ı san’ata [san’at işlemesi] ve nesc-i nakşa [nakşın dokuması] mekikler [dokuma âleti] ve yaylar hükmünde olan zerrat [atomlar] dahi, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] Onun kabza-i kudretinde [kudret eli] ve daire-i ilmindedir. Ve Onun emriyle, izniyle, kuvvetiyle muntazam harekât yapar, mükemmel vezâif [görevler] görür.

Madem herbir zerrenin hareketi ve vazife görmesi Onun kanunuyla, izniyle, emriyledir. Elbette, teşahhusât-ı vechiye [yüze ait belirmeler, insanın simasındaki ayırdedilme özelliği] ve herkesin yüzünde herkesten onu temyiz edecek birer alâmet-i farika [ayırt edici işaret] bulunması ve simalar gibi seslerde, dillerde ayrı ayrı farklar bulunması, bilbedâhe, [açık bir şekilde] Onun ilim ve hikmetiyledir.

İşte, şu silsileye, mebde’ [başlangıç] ve müntehâ[bir şeyin en uç noktası] zikrederek işaret eden şu âyete bak:

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ * 1

Şimdi deriz: Ey ehl-i şirkin [Allah’a ortak koşanlar] vekili! İşte, silsile-i kâinat [kâinat halkası, varlıklar zinciri] kadar kuvvetli burhanlar, [delil]

825

meslek-i tevhidi ispat eder ve bir Kadîr-i Mutlakı [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] gösterir. Madem hilkat-i semâvât ve arz, [göklerin ve yerin yaratılışı] bir Sâni-i Kadîri [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] ve o Sâni-i Kadîrin [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] nihayetsiz bir kudretini ve o nihayetsiz kudretin nihayetsiz kemâlde olduğunu gösterir. Elbette, şeriklerden istiğna-yı mutlak [Allah’ın sınırsız zenginliğe sahip olması] var. Yani, hiçbir cihette şeriklere ihtiyaç yok. İhtiyaç olmadığı halde neden bu zulümatlı meslekte gidiyorsunuz? Ne zorunuz var ki oraya giriyorsunuz?

Hem de şürekâya hiçbir ihtiyaç olmadığı ve kâinat onlardan müstağni-yi mutlak [hiç bir şeye ihtiyacı olmayan, sınırsız zenginlik sahibi olan Allah] oldukları halde, şerik-i ulûhiyet gibi, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve icad şerikleri dahi mümtenidirler, [imkansız] vücutları muhaldir. Çünkü, semâvât ve arzın [gökler ve yer] Sâniindeki [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kudret, hem nihayet kemâlde, hem nihayetsiz olduğunu ispat ettik. Eğer şerik bulunsa, mütenâhi [sınırlı] diğer bir kudret, o nihayetsiz ve gayet kemâldeki kudreti mağlûp edip bir kısım yer zaptetmek ve ona nihayet vermek ve mânen âciz bırakıp, hadsiz olduğu halde tahdit etmek ve hiçbir mecburiyet olmadan, bir mütenâhi [sınırlı] şey, nihayetsiz bir şeye, nihayetsiz olduğu bir vakitte nihayet vermek ve mütenâhi [sınırlı] yapmak lâzım gelir ki, bu, muhâlâtın en gayr-ı makulü [akla uymayan] ve mümteniâtın [imkansız] en katmerlisidir. [kat kat]

Hem şerikler müstağniyetün [çok üstün ve ötede bulunan] anhâ ve mümteniatün [imkansız] bizzat, yani hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi vücutları muhal [bâtıl, boş söz] oldukları halde, onları dâvâ etmek sırf tahakkümîdir. [baskı] Yani, aklen, mantıken, fikren o dâvâyı ettirecek bir sebep olmadığı için, mânâsız sözler hükmündedir; ilm-i usulce [bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji]tahakkümî” [baskı] tabir edilir. Yani, mânâsız dâvâ-yı mücerrettir. İlm-i kelâm ve ilm-i usulün [bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji] düsturlarındandır [kâide, kural] ki, denilir:

لاَعِبْرَةَ لِلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ وَلاَ يُنَافِى اْلاِمْكَانُ الذَّاتِىُّ الْيَقِينَ الْعِلْمِىَّ

Yani, “Bir delilden, bir emareden neş’et [doğma] etmeyen bir ihtimalin ehemmiyeti yok; kat’î ilme şek [şüphe] katmaz, yakîn-i hükmîyi sarsmaz.” Meselâ, zâtında Barla Denizi (yani Eğirdir Gölü), imkân ve ihtimal var ki, pekmez olsun, yağa inkılâb [değişim, devrim]

826

etmiş olsun. Fakat, madem bir emareden o imkân ve ihtimal neş’et [doğma] etmiyor; onun vücuduna ve su olduğuna kat’î ilmimize tesir etmez, şek [şüphe] ve vesvese vermez.

İşte, bunun gibi, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] her tarafından, kâinatın her köşesinden sorduk. Birinci Mevkıfta [bölüm, kısım] gösterildiği gibi, zerrattan [atomlar] yıldızlara kadar ve İkinci Mevkıfta [bölüm, kısım] görüldüğü gibi, hilkat-i semâvât ve arzdan, [göklerin ve yerin yaratılışı] tâ simalardaki teşahhusâta [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] kadar hangi şeyden sorulduysa, lisan-ı hâl [hal dili] ile vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet ve sikke-i tevhidi [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] gösterdi; sen de gördün. Öyle ise, kâinatın mevcudatında [var edilenler, varlıklar] bir emare yok ki, şirk ihtimali ona bina edilsin. Demek, dâvâ-yı şirk, sırf tahakkümî [baskı] ve mânâsız söz ve dâvâ-yı mücerret olduğundan, şirki iddia etmek mahz-ı cehalet, ayn-ı belâhettir.

İşte, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] vekili, buna karşı diyeceği kalmıyor. Yalnız diyor ki: “Şirke emare, kâinattaki tertib-i esbabdır, herşeyin bir sebeple bağlı olduğudur. Demek esbabın hakikî tesirleri vardır. Tesirleri varsa şerik olabilirler.”

Elcevap: Meşiet [dilek, arzu] ve hikmet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] muktezasıyla [bir şeyin gereği] ve çok esmânın tezahür etmek istemesiyle, müsebbebat [sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar] esbaba raptedilmiş, [bağlama] herbir şey bir sebeple bağlanmış. Fakat çok yerlerde ve müteaddit [bir çok] Sözlerde kat’î ispat etmişiz ki, esbabda hakikî tesir-i icadî yok.1 Şimdi yalnız bu kadar deriz ki:

Esbab [sebebler] içinde, bilbedâhe [açık bir şekilde] en eşrefi [en şerefli] ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı [dilediği gibi kullanma ve idare etme] en vâsi, [geniş] insandır. İnsanın dahi en zâhir ef’âl-i ihtiyariyesi [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] içinde en zâhiri, ekl [yeme] ve kelâm ve fikirdir. Yani yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise, gayet muntazam, acip, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz’ünden, insanın dest-i ihtiyarına [irade ve dileme eli] verilen, ancak bir cüz’üdür. Meselâ, yemekten, bedenin tagaddî-i [gıdalanma, beslenme] hüceyrâtından tut, tâ semerâtın [meyve] teşekkülüne [kendi kendine oluşma] kadar olan silsile-i ef’al içinde insanın dest-i ihtiyarına [irade ve dileme eli] verilen, yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip  

827

onu çiğnemektir. Ve söylemek silsilesinden, yalnız mehâric-i huruf kalıplarına havayı sokup çıkarmaktır. Halbuki, ağzında birtek kelime bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir; hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir, milyonlarla dinleyenlerin kulaklarına girer. Bu misalî sünbüle, [başak] insandaki hayalin eli ancak yetişebilir. İhtiyarın kısacık eli nasıl yetişir?

Madem esbab [sebebler] içinde en eşrefi [en şerefli] ve en ziyade ihtiyar sahibi olan insan, böyle hakikî icaddan eli bağlansa, sair cemâdat [cansız varlıklar] ve behîmat ve anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve tabiat nasıl hakikî mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] olabilirler? Yalnız, o esbab [sebebler] birer zarftır. Ve masnuat-ı Rabbâniyeye birer kılıftırlar. Ve hedâyâ-yı Rahmâniyeye [çok şefkatli ve merhametli olan Allah’ın hediyeleri] birer tablacıdırlar. [tezgâhtar, sunucu] Elbette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, [asker] o padişahın saltanatına şerik olamazlar. Ve onları şerik tevehhüm [kuruntu] eden, saçma bir hezeyan [boş söz, saçmalama] eder. Öyle de, esbab-ı zâhiriye [görünen sebepler] ve vesait-i suriyenin, rububiyet-i İlâhiyeden [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] hiçbir cihette hisseleri olamaz; hizmet-i ubûdiyetten başka nasipleri yoktur.

İKİNCİ MAKSAT

Ehl-i şirkin [Allah’a ortak koşanlar] vekili, meslek-i şirki hiçbir cihetle ispat edemediğinden ve onun ispatından meyus [ümitsiz] kaldığından, ehl-i tevhidin [Allah’ın birliğine inanan kimseler] mesleğini teşkikâtıyla [şüphede bırakma] ve şüpheleriyle tahrip etmeye çalışmak istediğinden, şöyle ikinci bir sual ediyor. Diyor ki:

“Ey ehl-i tevhid! [Allah’ın birliğine inanan kimseler] Siz diyorsunuz ki: قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ * اَللهُ الصَّمَدُ ‘Hâlık-ı Âlem birdir, Ehaddir, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Sameddir.1 [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] Hem herşeyin Hâlıkı Odur.2 Ehadiyet-i Zâtiyesiyle beraber, doğrudan doğruya herşeyin dizgini Onun elinde, herşeyin anahtarı kabzasında,3 [avuç] herşeyin nâsiyesini tutuyor,4 bir iş bir işe mâni olmuyor,5 bütün eşyada bütün ahvâliyle [haller] bir anda tasarruf edebilir.’6 Böyle acip bir hakikate nasıl

828

inanılabilir? Müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] birtek zât nihayetsiz yerlerde nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?”

Elcevap: Şu suale, gayet derin ve ince ve gayet yüksek ve geniş olan bir sırr-ı ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] ve samediyetin [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] beyanıyla cevap verilir. Fikr-i beşer [insan düşüncesi] ise, o sırra, ancak bir temsil dürbünüyle ve mesel rasadıyla bakabilir. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zât ve sıfâtında misil [benzer] ve misali yok.1 Fakat mesel ve temsille bir derece şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bakılabilir.2 İşte biz de, temsilât-ı maddiye [maddî benzetmeler, örnekler] ile o sırra işaret edeceğiz.

BİRİNCİ TEMSİL: Şöyle ki: On Altıncı Sözde ispat edildiği gibi, birtek zât-ı müşahhas, [somut ve gerçek varlığa sahip birisi] muhtelif âyineler vasıtasıyla külliyet kesb [elde etme, kazanma] eder; bir cüz’î-yi hakikî [gerçek bir fert] iken, şuûnât-ı kesireye mâlik [pek çok halleri, özellikleri, etkinlikleri bulunan; pek çok işi yapabilen] bir küllî hükmüne geçer. Evet, nasıl cismanî şeylere cam ve su gibi maddeler âyine [ayna] olup, cismanî birtek şey o âyinelerde bir külliyet kesb [elde etme, kazanma] eder. Öyle de, nuranî şeylere ve ruhaniyata [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] dahi, hava ve esir ve âlem-i misalin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] bazı mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] âyineler hükmünde ve berk [şimşek] ve hayal sür’atinde birer vasıta-i seyir [gezinti aracı] ve seyahat suretine geçerler ki, o nuranîler ve o ruhanîler, hayal sür’atiyle o merâyâ-yı nazifede [lekesiz, tertemiz aynalar] ve o menâzil-i lâtifede [güzel ve hoş, madde ötesi mekânlar] gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Ve her âyinede, nuranî oldukları ve akisleri onların aynı ve onların hâsiyetlerine [özellik] mâlik oldukları için, cismaniyetin [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] aksine olarak, her yerde bizzat bulunur gibi hükmederler. Kesif [katı] cismanîlerin akisleri ve misalleri, o cismaniyetin [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] aynları olmadığı gibi, hâsiyetlerine [özellik] dahi mâlik değil; ölü sayılırlar.

Meselâ, güneş, müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] bir cüz’î [ferdî, küçük] olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ herbir katre [damla] suya ve cam zerreciklerine birer aksini, birer misalî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi  

829

misali, herbir parlak cisimde bulunur. Faraza, güneşin ilmi, şuuru bulunsaydı, her âyine [ayna] onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, herşeyle bizzat temas eder, her zîşuurla [akıl ve şuur sahibi] âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Birşey, birşeye mâni olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye sed çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı.

Acaba, bir Zâtın bin bir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î [ferdî, küçük] ve câmid [cansız] bir âyinesi [aynası] hükmünde olan güneş, böyle teşahhusuyla [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar [erişme, nail olma] olsa, o Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?

İKİNCİ TEMSİL: Kâinat bir şecere [ağaç] hükmünde olduğu için, herbir şecere, [ağaç] kâinatın hakaikine [doğru gerçekler] misal olabilir. İşte, biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını kâinata bir misal-i musağğar [küçültülmüş nümune] hükmünde tutup, kâinattaki cilve-i ehadiyeti [Allah’ın birliğinin herbir şeyde görünmesi] onunla göstereceğiz. Şöyle ki:

Şu ağacın lâakal [en az] on bin meyvesi var. Herbir meyvesinin lâakal [en az] yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek, bir anda, beraber bir san’at ve icada mazhardırlar. Halbuki, şu ağacın çekirdek-i aslîsinde [asıl çekirdek, tohum] ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î [ferdî, küçük] ve müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] ve ukde-i hayatiye [hayat çekirdeği] tabir edilen bir cilve-i irade-i İlâhiye [İlâhî iradenin bir yansıması, görünmesi] ve bir nüve-i [çekirdek] emr-i Rabbânî ile, şu ağacın kavânîn-i teşkiliyesinin merkeziyeti, her dalın başında, herbir meyvenin içinde, herbir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin birşeyini noksan bırakmayarak, birbirine mâni olmayarak onunla yapılır. Ve o birtek cilve-i irade [Cenâb-ı Hakkın iradesinin bir yansıması, izi] ve o kanun-u emrî [Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun] ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar [açığa çıkma, yayılma] ile olsaydı, izi ve eseri görülecekti. Belki, bizzat tecezzî [bölünme, parçalanma] ve intişar [açığa çıkma, yayılma] etmeden herbirisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve şahsiyetine, o küllî

830

işler münâfi [aykırı] olmuyor. Hattâ denilebilir ki, o cilve-i irade, [Cenâb-ı Hakkın iradesinin bir yansıması, izi] o kanun-u emrî, [Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun] o ukde-i hayatiye [hayat çekirdeği] herbirinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin [Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun] birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın herbir cüz’ü, o kanun-u emrînin [Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun] duygularının birer merkezi hükmündedir ki, uzun vasıtaları, perde olup bir mâni teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib [yaklaştırma] olur. En uzak, en yakın gibidir.

Madem, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] Zât-ı Ehad-i Samedin [herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah] irade gibi bir sıfatının birtek cilve-i cüz’îsi [ferdî bir yansıma, görünme] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medar [kaynak, dayanak] olur. Elbette, Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] tecellî-i kudret ve iradesiyle, [Allah’ın irade ve kudretinin tecellîsi, yansıması] şecere-i hilkati [yaratılış ağacı] bütün ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve zerratıyla [atomlar] beraber tasarruf edebilmesine şuhud [görme] derecesinde yakîn etmek lâzım gelir.

On Altıncı Sözde ispat ve izah edildiği gibi deriz ki: Madem güneş gibi âciz ve musahhar [boyun eğdirilmiş] mahlûklar [varlıklar] ve ruhanî gibi maddeyle mukayyed [kayıtlı] nim-nuranî [yarı nurlu] masnular ve şu çınar ağacının mânevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatı [hayat düğümü] ve merkez-i tasarrufu [iş ve faaliyet merkezi] olan emrî kanunlar ve iradî cilveler, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken ve birtek müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] cüz’î [ferdî, küçük] oldukları halde pek çok yerlerde ve pek çok işlerde bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed [kayıtlı] bir cüz’î [ferdî, küçük] oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda, bir cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] ile pek çok muhtelif işleri bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] kesb [elde etme, kazanma] ederler. Sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin.

Acaba, maddeden mücerred [bekar] ve muallâ, [yüce] hem kaydın tahdidinden [sınırlama] ve kesafetin [yoğunluk, katılık] zulmetinden münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve müberrâ; [arınmış, temiz] hem şu umum envar [nurlar] ve şu bütün nuraniyat, onun envâr-ı kudsiye-i esmâiyesinin [Allah’ın isimlerinin mukaddes nurları] kesif [katı] bir gölgesi ve zılâli; [gölge] hem umum vücut

831

ve bütün hayat ve âlem-i ervah [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] ve âlem-i berzah [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ve âlem-i misal, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] nim-şeffaf [yarı şeffaf] bir âyine-i cemâli; [güzelliğin aynası] hem sıfâtı muhîta ve şuûnâtı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] külliye olan birtek Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] irade-i külliye [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] ve kudret-i mutlaka [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] ve ilm-i muhit [her şeyi kuşatan ilim] ile zâhir olan tecellî-i sıfâtı [Allah’ın sıfatlarının yansıması, görünmesi] ve cilve-i ef’âli [Allah’ın fiillerinin görünmesi, ortaya çıkması] içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden [Allah’ın herbir varlığa ayrı ayrı ve doğrudan teveccühü] hangi şey saklanabilir?1 Hangi iş Ona ağır gelebilir?2 Hangi yer Ondan gizlenebilir?3 Hangi fert Ondan uzak kalabilir?4 Hangi şahıs külliyet kesbetmeden [elde etme, kazanma] Ona yanaşabilir?5 Hiç eşya Ondan gizlenebilir mi?6 Hiç bir iş bir işe mâni olur mu?7 Hiç bir yer Onun huzurundan hâli [boş] kalır mı?8 İbn-i Abbas radıyallahu anhın dediği gibi, “herbir mevcuda bakar birer mânevî basarı [görme] ve işitir birer mânevî sem’i” [işitme] bulunmaz mı? Silsile-i eşya, [varlıklar zinciri] Onun evâmir [emirler] ve kanunlarının sür’atle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevâni [maniler, engeller] ve avâik [engeller] Onun tasarrufuna vesâil [vesileler, araçlar, sebepler] ve vesait [araçlar, vasıtalar] olamaz mı? Esbab [sebebler] ve vesait [araçlar, vasıtalar] sırf zâhirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz [yer kaplama, yer tutma] ve temekküne [mekân tutma, yerleşme] muhtaç olur mu? Hiç uzaklık ve küçüklük ve tabakat-ı vücudunperdeleri [varlık tabakaları] Onun kurbiyetine [yakın] ve tasarrufuna ve şuhuduna [görme] mâni olabilir mi? Hem, hiç maddîlerin, mümkünlerin, kesiflerin, [katı] kesirlerin, [çok] mukayyetlerin, [kayıt altında, bağlı] mahdutların [sınırlanmış] hassaları ve maddenin ve imkânın ve kesafetin [yoğunluk, katılık] ve kesretin [çokluk] ve takayyüdün [kayıt altında olma, sınırlılık] ve mahdudiyetin [sınırlanmış] mahsus ve münhasır

832

lâzımları olan tagayyür, [başkalaşım, değişme] tebeddül, [başkalaşma, değişme] tahayyüz [yer kaplama, yer tutma] ve tecezzî [bölünme, parçalanma] gibi emirler, maddeden mücerred [bekar] ve Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ve Nuru’l-Envar [bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan nurların nuru, Allah] ve Vâhid-i Ehad [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] ve kuyuddan [kayıtlar, sınırlamalar] münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve huduttan müberrâ [arınmış, temiz] ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ [yüce] bir Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] lâhik olabilir mi? Acz hiç Ona yakışır mı? Kusur hiç Onun dâmen-i izzetine [izzet eteği, şeref ve yücelik dairesi] yanaşır mı?

İKİNCİ MAKSADIN HÂTİMESİ: Bir zaman, ehadiyete [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] dair bir tefekkürde bulunduğum zaman, odamın yanındaki çınar ağacının meyvelerine baktım; Arabiyü’l-ibâre bir silsile-i tefekkür [düşünme zinciri] kalbe geldi. Nasıl gelmişse, öyle Arabî olarak yazıp, sonra kısa bir meâlini söyleyeceğim. İşte:

نَعَمْ فَاْلاَثْمَارُ وَالْبُذُورُ مُعْجِزَاتُ الْحِكْمَةِ، خَوَارِقُ الصَّنْعَةِ، هَدَايَا الرَّحْمَةِ، بَرَاهِينُ الْوَحْدَةِ، بَشَۤائِرُ لُطْفِهِ فِى دَارِ اْلاٰخِرَةِ، شَوَاهِدُ صَادِقَةٌ، بِاَنَّ خَلاَّقَهَا لِكُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ، بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ، كُلُّ اْلاَثْمَارِ وَالْبُذُورِ مَرَايَۤاءُ الْوَحْدَةِ فِى اَطْرَافِ الْكَثْرَةِ، اِشَارَاتُ الْقَدَرِ، رُمُوزَاتُ الْقُدْرَةِ، بِاَنَّ تَاكَ الْكَثْرَةَ مِنْ مَنْبَعِ الْوَحْدَةِ، تَصْدُرُ شَاهِدَةً لِوَحْدَةِ الْفَاطِرِ فِى الصُّنْعِ وَالتَّصْوِيرِ، ثُمَّ اِلَى الْوَحْدَةِ تَنْتَهِى ذَاكِرَةً لِحِكْمَةِ الْقَادِرِ فِى الْخَلْقِ وَالتَّدْبِيرِ، وَكَذَا هُنَّ تَلْوِيحَاتُ الْحِكْمَةِ بِاَنَّ صَانِعَ الْكُلِّ بِكُلِّيَّةِ النَّظَرِ اِلَى الْجُزْئِىِّ يَنْظُرُ، ثُمَّ اِلٰى جُزْئِهِ، اِذْ اِنْ كَانَ ثَمَرًا فَهُوَ الْمَقْصُودُ اْلاَظْهَرُ مِنْ خَلْقِ هٰذَا الشَّجَرِ فَالْبَشَرُ ثَمَرٌ لِهٰذِهِ الْكَۤائِنَاتِ، فَهُوَ الْمَطْلُوبُ اْلاَزْهَرُ لِخَالِقِ الْمَوْجُودَاتِ. وَالْقَلْبُ كَالنُّوَاةِ فَهُوَ الْمِرْاٰةُ اْلاَنْوَرُ لِصَانِعِ الْكَۤائِنَاتِ …مِنْ هٰذِهِ الْحِكْمَةِ صَارَ اْلاِنْسَانُ اْلاَصْغَرُ فِى هٰذِهِ الْمَخْلُوقَاتِ هُوَ الْمَدَارُ اْلاَظْهَرُ لِلنَّشْرِ وَالْمَحْشَرِ فِى هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتِ وَالتَّخْرِيبِ وَالتَّبْدِيلِ لِهٰذِهِ الْكَۤائِنَاتِ

833

Bu Arabî fıkranın [bölüm] mebdei [başlangıç] şudur:

فَسُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدِيقَةَ اَرْضِهِ: مَشْهَرَ صَنْعَتِهِ، مَحْشَرَ خِلْقَتِهِ، مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ، مَدَارَ حِكْمَتِهِ، مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ، مَزْرَعَ جَنَّتِهِ، مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ، مَسِيلَ الْمَوْجُودَاتِ، مَكِيلَ الْمَصْنُوعَاتِ، فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ، مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ، مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ، مُزَهَّرُ النَّبَاتَات،ِ مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ، خَوَارِقُ صُنْعِهِ، هَدَايَا جُودِهِ، بَشَۤائِرُ لُطْفِهِ، تَبَسُّمُ اْلاَزْهَارِ مِنْ زِينَةِ اْلاَثْمَارِ، تَسَجُّعُ اْلاَطْيَارِ فِى نَسْمَةِ اْلاَسْحَارِ، تَهَزُّجُ اْلاَمْطَارِ عَلٰى خُدُودِ اْلاَزْهَارِ تَرَحُّمُ الْوَالِدَاتِ عَلٰى اْلاَطْفَالِ الصِّغَارِ، تَعَرُّفُ وَدُودٍ تَوَدُّدُ رَحْمٰنٍ تَرَحُّمُ حَنَّانٍ تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ وَالرُّوحِ وَالْحَيَوَانِ وَالْمَلَكِ وَالْجَۤانِّ

İşte bu Arabî tefekkürün kısa bir meâli şudur ki:

Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar, hikmet-i Rabbâniyenin [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] birer mu’cizesi, san’at-ı İlâhiyenin [Allah’ın san’atı] birer harikası, rahmet-i İlâhiyenin birer hediyesi, vahdet-i İlâhiyenin [Allah’ın birliği] birer burhan-ı maddîsi, [maddî delil] âhirette eltâf-ı İlâhiyenin [Allah’ın lütufları, ikramları] birer müjdecisi, kudretinin ihatasına [herşeyi kuşatma] ve ilminin şümulüne [kapsam] birer şahid-i sadık [doğru sözlü şahit] oldukları gibi, şunlar, âlem-i kesretin [çokluk âlemi, varlıklar âlemi] aktârında [bölgeler] ve şu ağaç gibi tekessür [çoğalma] etmiş bir nevi âlemin etrafında vahdet [Allah’ın birliği] âyineleridirler. Enzârı [bakışlar] kesretten [çokluk] vahdete [Allah’ın birliği] çeviriyorlar. Lisan-ı hâl [hal dili] ile herbirisi der: “Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma. Bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, [çokluk] vahdetimizde [Allah’ın birliği] dahildir.”

Hattâ, her meyvenin kalbi hükmünde olan herbir çekirdek dahi, vahdetin [Allah’ın birliği] birer maddî âyinesi [aynası] oldukları gibi, zikr-i kalbiyy-i hafî [kalben yapılan gizli zikir] ile, koca ağacın zikr-i cehrî [açıktan yapılan sesli zikir] suretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmâyı zikreder, okur.

Hem o meyveler, tohumlar, vahdetin [Allah’ın birliği] âyineleri oldukları gibi, kaderin meşhud [görünen]

834

işârâtı [işaretler] ve kudretin mücessem [cisimleşmiş] rumuzâtıdır [ince işaretler] ki, kader onlarla işaret eder ve kudret o kelimelerle remzen [ince işaret] der:

“Nasıl ki şu ağacın kesretli [çokluk] dal ve budakları birtek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san’atkârının [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] icad ve tasvirde vahdetini [Allah’ın birliği] gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür [çoğalma] ve intişar [açığa çıkma, yayılma] ettikten sonra, bütün hakikatini bir meyvede toplar, bütün mânâsını bir çekirdekte derc [yerleştirme] eder, onunla Hâlık-ı Zülcelâlinin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir. Öyle de, şu şecere-i kâinat, [kainat ağacı] bir menba-ı vahdetten [birlik kaynağı] vücut alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat [varlıkların çokluğu] içinde vahdeti [Allah’ın birliği] gösterdiği gibi, kalbi dahi, iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] görür.”

Hem o meyveler ve tohumlar, hikmet-i Rabbâniyenin [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] telvihatıdır. Hikmet, onlarla ehl-i şuura [bilinç sahibi kimseler] şöyle ifade ediyor ve diyor ki:

“Nasıl şu ağaca müteveccih [yönelen] küllî nazar, küllî tedbir, külliyetiyle ve umumiyetiyle birtek meyveye bakar. Çünkü o meyve o ağaca bir misal-i musağğardır. [küçültülmüş nümune] Hem o ağaçtan maksud odur. Hem o küllî nazar ve umumî tedbir, bir meyvenin içinde herbir çekirdeğe dahi nazar eder. Çünkü çekirdek umum ağacın mânâsını, fihristesini taşıyor. Demek, ağacın tedbirini gören Zât, o tedbirle alâkadar bütün esmâsıyla, ağacın vücudundan maksud ve icadının gayesi olan herbir semereye [meyve] müteveccihtir. [yönelen] Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bazan budanır, kesilir, tecdid [yenileme] için bazı cihetleri tahrip edilir; daha güzel, bâki meyveler vermek için aşılanır. Öyle de, şu şecere-i kâinatın [kainat ağacı] semeresi [meyve] olan beşer, kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcudatın [varlıkların yaratılışı] gayesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni-i Kâinatın [evreni ve herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah] en münevver [aydın] ve en câmi’ [kapsamlı] bir âyinesidir. İşte şu hikmettendir ki, şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılâplara [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] medar [kaynak, dayanak] olmuş kâinatın tahrip ve tebdiline [başka bir şeyle değiştirme] sebep olur. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp âhiret kapısı açılır.”

835

Madem haşrin bahsi geldi. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın, [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] haşrin ispatına dair cezâlet-i beyanını [anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik] ve kuvvet-i ifadesini [ifade gücü] gösteren bir nükte-i hakikatini [gerçeği ve doğruyu ifade eden ince ve derin mânâ] beyan etmeye münasebet geldi. Şöyle ki:

Şu tefekkür neticesi gösteriyor ki, beşerin muhakemesi ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kazanması için, lüzum olsa bütün kâinat tahrip edilir; ve tahrip ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edecek bir kudret görünüyor ve vardır. Fakat haşrin merâtibi [mertebeler] var. Bir kısmına iman farzdır, marifeti [Allah’ı bilme ve tanıma] lâzımdır. Diğer kısmı, terakkiyât-ı ruhiye ve fikriyenin derecâtına [dereceler] göre görünür ve ilim ve marifeti [Allah’ı bilme ve tanıma] lâzım olur. Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] en basit ve kolay olan mertebeyi kat’î ve kuvvetli ispat için, en geniş ve en büyük bir daire-i haşri [haşir dairesi] açacak bir kudreti gösteriyor.

İşte, umuma iman lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra ruhları başka makamlara gider. Cesetleri çürüyor; fakat insanın cesedinde bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak “acbüzzeneb” tabir edilen küçük bir cüz’ü bâki kalıp, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun üstünde cesed-i insanîyi [insanın cesedi, bedeni] haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir.1 İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki, her baharda milyonlarla misali görülüyor.

İşte, bazan şu mertebeyi ispat için âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] öyle bir daireyi gösteriyor ki, bütün zerrâtı [atomlar] haşir ve neşredecek bir kudretin tasarrufatını [dilediği gibi kullanma ve idare etme] gösterir.2 Bazan da, bütün mahlûkatı fenâya gönderip yeniden getirecek bir kudret ve hikmetin âsârını [eserler/asırlar] gösterir.3 Bazı, yıldızları dağıtıp semâvâtı parçalayabilir bir kudret ve hikmetin tasarrufatını [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve âsârını [eserler/asırlar] gösterir.4 Bazı, bütün zîhayatı [canlı] öldürecek, yeniden, def’aten, [âni, birden bire] bir sayha [ses, sesleniş] ile diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufatını [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve

836

tecelliyatını gösterir.1 Bazı, bütün rû-yi zeminde [yeryüzü] zîhayat [canlı] olanları ayrı ayrı haşir ve neşredecek bir kudret ve hikmetin tecelliyatını gösterir.2 Bazan, küre-i arzı [yer küre, dünya] bütün bütün dağıtacak, dağları uçuracak, düzeltip daha güzel bir surete çevirecek bir kudret ve hikmetin âsârını [eserler/asırlar] gösterir.

Demek, herkese imanı ve marifeti [Allah’ı bilme ve tanıma] farz olan haşirden başka, çok mertebe-i haşirleri [haşir mertebesi] dahi o kudret ve hikmetle yapabilir.3 Hikmet-i Rabbâniye [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] iktiza [bir şeyin gereği] etmişse, elbette haşir ve neşr-i insanî [insanların öldükten sonra tekrar diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanması ve tekrar dağılıp yayılması] ile beraber, umum onları dahi yapacak veyahut bazı mühimlerini yapar.

Bir sual: Diyorsunuz ki: “Sen Sözlerde kıyas-ı temsilî [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] çok istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyorsun. Halbuki, fenn-i mantıkça, [mantık ilmi] kıyas-ı temsilî [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] yakîni ifade etmiyor.4 Mesâil-i yakîniyede [kesin bilgiye ait meseleler] burhan-ı mantıkî [mantık kaidelerine uygun delil] lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] usul-ü fıkıh ulemasınca zann-ı galip [üstün gelen kanaat] kâfi [yeterli] olan metâlipte istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilir. Hem de, sen temsilâtı [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur.”

Elcevap: İlm-i mantıkça, çendan, [gerçi]Kıyas-ı temsilî, [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] yakîn-i kat’î [şüphesiz ve kesin bilgi] ifade etmiyor”5 denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] bir nev’i var ki, mantığın yakînî burhanından [delil] çok kuvvetlidir ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki:

Bir temsil-i cüz’î [bireysel, ferdî bir temsil] vasıtasıyla bir hakikat-i küllînin [kapsamlı ve büyük bir hakikat] ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor; o hakikatin kanununu, bir hususî maddede gösteriyor—tâ o hakikat-i uzmâ [büyük hakikat] bilinsin ve cüz’î [ferdî, küçük] maddeler ona ircâ [döndürme] edilsin. Meselâ, “Güneş,

837

nuraniyet vasıtasıyla, birtek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor” temsiliyle bir kanun-u hakikat [hakikat kanunu] gösteriliyor ki, nur ve nuranî için kayıt olamaz, uzak ve yakın bir olur, az ve çok müsavi [eşit] olur, mekân onu zaptedemez.

Hem meselâ, “ağacın meyveleri, yaprakları bir anda, bir tarzda, kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî [Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun] ile teşkili ve tasviri” bir temsildir ki, muazzam bir hakikatin ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatin kanununu gayet kat’î bir surette ispat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatin [hakikat kanunu] ve o sırr-ı ehadiyetin [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelânıdır. [gezinti alanı]

İşte, bütün Sözlerdeki kıyâsât-ı temsiliyeler [benzetmeye dayanan kıyaslar] bu çeşittirler ki, burhan-ı kat’î-yi mantıkîden [mantık kurallarına uygun kesin delil] daha kuvvetli, daha yakînîdirler.

İkinci suale cevap: Malûmdur ki, fenn-i belâğatte, [belâğat ilmi] bir lâfzın, [ifade, kelime] bir kelâmın mânâ-yı hakikîsi [asıl kastedilen mânâ] başka bir maksud mânâya sırf bir âlet-i mülâhaza [düşünme vasıtası] olsa, ona “lâfz-ı kinâî” denilir. Ve “kinâî” tabir edilen bir kelâmın mânâ-yı aslîsi, [asıl anlam, kelimenin kendi anlamı] medar-ı sıdk ve kizb [yalan] değildir. Belki kinâî mânâsıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb [yalan] olur. Eğer o kinâî [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] mânâ doğruysa o kelâm sadıktır; mânâ-yı aslî [asıl anlam, kelimenin kendi anlamı] kâzip [yalan] dahi olsa sıdkını [doğruluk] bozmaz. Eğer mânâ-yı kinâî [kastedilen mânâ] doğru değilse, mânâ-yı aslîsi [asıl anlam, kelimenin kendi anlamı] doğru olsa, o kelâm kâziptir. [yalan] Meselâ, kinâî [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] misallerinden, “Fülânün tavîlü’n-necad” denilir. Yani, “kılıcının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin [biçim ve boy] uzunluğuna kinayedir. [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] Eğer o adam uzun ise, kılıcı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa, çendan [gerçi] uzun bir kılıcı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâziptir. [yalan] Çünkü mânâ-yı aslîsi [asıl anlam, kelimenin kendi anlamı] maksud değil.1

İşte, Onuncu Sözün ve Yirmi İkinci Sözün hikâyeleri gibi, sair Sözlerin hikâyeleri kinâiyat [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] kısmındandırlar ki, be-gayet [son derece] doğru ve gayet sadık ve mutabık-ı vaki [gerçeğe uygun] olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatler, o hikâyelerin mânâ-yı kinâiyeleridir.

838

Mânâ-yı asliyeleri [asıl anlam, kelimenin kendi anlamı] bir temsil-i dürbinîdir; [uzağı yakınlaştıran kıyaslama tarzında olan benzetme] nasıl olursa olsun, sıdkına [doğruluk] ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim [anlatma] için, lisan-ı hâl [hal dili] lisan-ı kàl [dille söyleyerek] suretinde ve şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir şahs-ı maddî [maddî şahıs] şeklinde gösterilmiştir.

ÜÇÜNCÜ MAKSAT

Umum ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] vekili, ikinci sualineHaşiye karşı kat’î ve mukni [ikna edici] ve mülzim [susturan] cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir sual ediyor. Diyor ki:

“Kur’ân’da اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ 1 ، اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ 2gibi kelimat, [ifadeler, sözler] başka hâlıklar, [her şeyi yaratan Allah] râhimler bulunduğunu iş’ar [işaret etme, belirtme] eder. Hem diyorsunuz ki, ‘Hâlık-ı Âlemin nihayetsiz kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] var; bütün envâ-ı kemâlâtın [mükemmellik çeşitleri] en nihayet mertebelerini câmidir.’ Halbuki, eşyanın kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ezdad [zıtlar] ile bilinir. Elem olmazsa, lezzet bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] olmaz. Zulmet [karanlık] olmazsa, ziya tahakkuk [gerçekleşme] etmez. Firak [ayrılık] olmazsa, visal [kavuşma] lezzet vermez, ve hâkezâ…”

Elcevap: Birinci şıkka Beş İşaretle cevap veririz.

BİRİNCİ İŞARET: Kur’ân baştan başa tevhidi ispat ettiği ve gösterdiği için, bir delil-i kat’îdir [kesin delil] ki, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki اَحْسَنُ الْخَالِقِين demesi, “Hâlıkıyet mertebelerinin en ahsenindedir” [daha güzel] demektir ki, başka hâlık [her şeyi yaratan Allah] bulunduğuna hiç delâleti yok. Belki, hâlıkıyetin, [her şeyi yaratan Allah] sair sıfatlar gibi çok meratibi [mertebeler] var. اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ demek, “merâtib-i hâlıkıyetin [yaratıcılık mertebesi] en güzel, en müntehâ [bir şeyin en uç noktası] mertebesinde bir Hâlık-ı Zülcelâldir” [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] demektir.

839

İKİNCİ İŞARET: 1 اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ gibi tabirler, hâlıkların [her şeyi yaratan Allah] taaddüdüne [birden fazla olma] bakmıyor, belki mahlûkıyetin [yaratılmış olma] envâına [tür] bakıyor. Yani, “herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halk eder bir Hâlıktır.” [her şeyi yaratan Allah] Nasıl ki, şu mânâyı اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ 2 gibi âyetler ifade eder.

ÜÇÜNCÜ İŞARET:

اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ , اَللهُ أَكْبَرُ 3 , خَيْرُ الْفَاصِلِينَ 4 , خَيْرُ الْمُحْسِنِينَ * 5

gibi tabirattaki [tabirler, ifadeler] muvazene, [karşılaştırma/denge] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vakideki sıfât ve ef’âli, [fiiler, davranışlar] sair o sıfât ve ef’âlin [fiiler, davranışlar] nümunelerine mâlik olanlarla muvazene [karşılaştırma/denge] ve tafdil [üstün tutma] değildir. Çünkü, bütün kâinatta, cin ve ins ve melekte olan kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Onun kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir; nasıl muvazeneye [karşılaştırma/denge] gelebilir? Belki muvazene, [karşılaştırma/denge] insanların ve bahusus [hususan, özellikle] ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarına göredir.

Meselâ, nasıl ki bir nefer, [asker] onbaşısına karşı kemâl-i itaat [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de, yine teşekküratını [teşekkürler] onbaşıya veriyor. İşte, böyle bir nefere [asker] karşı denilir: “Yahu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et.” Şimdi, şu söz, vakideki padişahın haşmetli hakikî kumandanlığıyla, onbaşısının cüz’î, [ferdî, küçük] surî [görünüşte] kumandanlığını muvazene [karşılaştırma/denge] değil. Çünkü, o muvazene [karşılaştırma/denge] ve tafdil [üstün tutma] mânâsızdır. Belki, neferin [asker] nazar-ı ehemmiyet [önem vererek bakma] ve irtibatına göredir ki, onbaşısını tercih eder, teşekküratını [teşekkürler] ona verir, yalnız onu sever.

İşte, bunun gibi, hâlık [her şeyi yaratan Allah] ve mün’im [gerçek nimet verici olan Allah] tevehhüm [kuruntu] olunan zâhirî esbab, [sebebler] ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarında Mün’im-i Hakikîye [gerçek nimet verici olan Allah] perde olur. Ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] onlara yapışır, nimet ve

840

ihsanı [bağış] onlardan bilir, medih [övgü] ve senâlarını onlara verir. Kur’ân der ki: “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] daha büyüktür,1 daha güzel bir Hâlıktır,2 [her şeyi yaratan Allah] daha iyi bir Muhsindir.3 [bağış ve iyiliklerde bulunan] Ona bakınız, Ona teşekkür ediniz.”4

DÖRDÜNCÜ İŞARET: Muvazene [karşılaştırma/denge] ve tafdil, [üstün tutma] vaki mevcutlar içinde olduğu gibi, imkânî, hattâ farazî eşyalar içinde dahi olabilir. Nasıl ki, ekser mahiyetlerde müteaddit [bir çok] merâtip [mertebeler] bulunur. Öyle de, esmâ-i İlâhiye ve sıfât-ı kudsiyenin [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] mahiyetlerinde de, akıl itibarıyla hadsiz merâtip [mertebeler] bulunabilir. Halbuki, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o sıfât ve esmânın mümkün ve mutasavver [hayal edilen] bütün merâtibinin [mertebeler] en ekmelinde, [daha mükemmel] en ahsenindedir. [daha güzel] Bütün kâinat, kemâlâtıyla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bu hakikate şahittir.

لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى 5 bütün esmâsını ahseniyet [daha güzel] ile tavsif, [bir sıfatla niteleme] şu mânâyı ifade ediyor.

BEŞİNCİ İŞARET: Şu muvazene [karşılaştırma/denge] ve mufadale, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mâsivâya [Allah’ın dışındaki herşey] mukabil değil. Belki iki nevi tecelliyat-ı sıfâtı var:

Biri, vâhidiyet [Allah’ın birliği] sırrıyla ve vesait [araçlar, vasıtalar] ve esbab [sebebler] perdesi altında ve bir kanun-u umumî [genel kanun] suretinde tasarrufatıdır. [dilediği gibi kullanma ve idare etme]

İkincisi, ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] sırrıyla, perdesiz, doğrudan doğruya, hususî bir teveccühle [ilgi] tasarruftur.

İşte, ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı [bağış] ve icadı ve kibriyâ[azamet, büyüklük] ise, vesait [araçlar, vasıtalar] ve esbabın mezâhiriyle [aynalar; bir şeyin göründüğü yerler] görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyâsından [azamet, büyüklük]

841

daha büyük, daha güzel, daha yüksektir demektir. Meselâ, nasıl bir padişahın—fakat velî bir padişahın—ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat Onun elinde farz ediyoruz. O padişahın tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve icraatı iki çeşittir:

Birisi, umumî bir kanunla, zâhirî memurların ve kumandanların suretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır.

İkincisi, umumî kanunla değil ve zâhirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsânât-ı şahanesi ve icraatı, daha güzel, daha yüksek denilebilir.

Öyle de, Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebed olan Hâlık-ı Kâinat, [bütün âlemleri yaratan Allah] çendan [gerçi] vesait [araçlar, vasıtalar] ve esbabı icraatına perde yapmış, haşmet-i rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] göstermiş. Fakat, ibâdının kalbinde hususî bir telefon bırakmış ki, esbabı arkada bırakıp, doğrudan doğruya Ona teveccüh [ilgi] etmek için, ubûdiyet-i hassa ile mükellef edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِين 1 deyiniz diye, kâinattan, yüzlerini kendine çevirir.

İşte اَللهُ أَكْبَرُ 2 , اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ 3, اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ 4 meânîsi şu mânâya da bakıyor.

Vekilin ikinci şık sualine Beş Remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ile cevaptır:

BİRİNCİ REMİZ: Sualde diyor ki: “Birşeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemâli olabilir?”

Elcevap: Şu sual sahibi, hakikî kemâli bilmiyor, yalnız nisbî [göreceli] bir kemâl zannediyor. Halbuki, gayra bakan ve gayra nisbeten hasıl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar [üstün gelme] hakikî değiller; nisbîdirler, [göreceli] zayıftırlar. Eğer gayr nazardan sakıt olsalar, onlar da sukut [alçalış, düşüş] ederler. Meselâ, sıcaklığın nisbî [göreceli] lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiriyledir. Yemeğin nisbî [göreceli] lezzeti, açlık eleminin tesiriyledir. Onlar gitse, bunlar da azalır.

842

Halbuki, hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun. Lezzet-i vücut ve lezzet-i hayat [hayatın lezzeti] ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i bekâ ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret [ahlâk güzelliği] ve hüsn-ü suret [dış görünüşün güzelliği] ve kemâl-i zât [Cenâb-ı Hakkın Zâtına ait mükemmellik, kusursuzluk] ve kemâl-i sıfât ve kemâl-i ef’al gibi bizzat meziyetler, gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül [başkalaşma, değişme] etmez.

İşte, Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Fâtır-ı Zülcemâl [sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi benzersiz yaratan Allah] ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hakikiyedir, zâtiyedir. [kendisinden olan, ilinti olmayan] Gayr ve mâsivâ [Allah’ın dışındaki herşey] Ona tesir etmez, yalnız mezâhir [aynalar; bir şeyin göründüğü yerler] olabilirler.

İKİNCİ REMİZ: Seyyid Şerif Cürcanî Şerhu’l-Mevâkıf’ta demiş ki: “Sebeb-i muhabbet, [sevgi sebebi] ya lezzet veya menfaat, ya müşâkelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemâldir. Çünkü kemâl mahbub-u lizâtihîdir.”1 Yani, ne şeyi seversen, ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil [arzu, istek] gibi bir müşâkele-i cinsiye için, ya kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] olduğu için seversin. Eğer kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ise, başka bir sebep, bir garaz lâzım değil; o bizzat sevilir. Meselâ, eski zamanda sahib-i kemâlât [olgunluk ve fazilet sahibi kimseler] insanları herkes sever; onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârâne [beğenerek] muhabbet edilir.

İşte, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bütün kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve Esmâ-i Hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] bütün merâtipleri [mertebeler] ve bütün faziletleri hakikî kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] olduklarından, bizzat sevilirler; mahbûbetün lizâtihâdırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habîb-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] hakikî

843

olan kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve sıfât ve esmâsının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] mazharları, âyineleri olan san’atını ve masnuatını [san’at eseri] ve mahlûkatının mehâsinini [güzellikler] sever, muhabbet eder. Enbiyasını [nebiler, peygamberler] ve evliyasını, hususan Seyyidü’l-Mürselîn ve Sultanü’l-Evliya olan Habîb-i Ekremini [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] sever. Yani, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin âyinesi [aynası] olan Habîbini [sevgili] sever. Ve kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın mazhar-ı câmii ve zîşuuru [akıl ve şuur sahibi] olan o Habîbini [sevgili] ve ihvânını [kardeşler] sever. Ve san’atını sevmesiyle, o san’atın dellâl [davetçi, ilan edici] ve teşhircisi olan o Habîbini [sevgili] ve emsalini sever. Ve masnuatını [san’at eseri] sevmesiyle, o masnuata [san’at eseri] karşı “Maşaallah, bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] ne kadar güzel yapılmışlar!” diyen ve takdir eden ve istihsan [beğenme, güzel bulma] eden o Habîbini [sevgili] ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlûkatının mehâsinini [güzellikler] sevmesiyle, o mehâsin-i ahlâkın [ahlak güzelliği] umumunu câmi’ [kapsamlı] olan o Habîb-i Ekremini [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] ve onun etbâ [halk, yönetilenler] ve ihvânını [kardeşler] sever, muhabbet eder.

ÜÇÜNCÜ REMİZ: Umum kâinattaki umum kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kemâlinin âyâtıdır ve cemâlinin işârâtıdır. [işaretler] Belki, hakikî kemâline nisbeten bütün kâinattaki hüsün [güzellik] ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve cemâl, zayıf bir gölgedir. Şu hakikatin beş hüccetine [delil] icmâlen [özet] işaret ederiz.

Birinci hüccet: [delil] Nasıl ki, mükemmel, muhteşem, münakkâş, müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe [yapı ustası] bilbedâhe [açık bir şekilde] delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, [yapı ustası] o nakkâşlık, [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] mükemmel bir fâile, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] bir ustaya, bir mühendise ve “nakkâş[herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] ve “musavvir[her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah] gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] sıfatına delâlet eder. Ve o kemâl-i san’at [eksiksiz ve mükemmel san’at] ve sıfat, bilbedâhe, [açık bir şekilde] o ustanın kemâl-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o kemâl-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] o ustanın kemâl-i zâtına [Cenâb-ı Hakkın Zâtına ait mükemmellik, kusursuzluk] ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder.

844

Aynen öyle de, şu saray-ı âlem, [âlem sarayı] şu mükemmel, müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] eser, bilbedâhe, [açık bir şekilde] gayet kemâldeki ef’âle [fiiler, davranışlar] delâlet eder. Çünkü, eserdeki kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] o ef’âlin [fiiler, davranışlar] kemâlâtından [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ileri gelir ve onu gösterir.

Kemâl-i ef’âl [fiillerdeki mükemmellik] ise, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] bir Fâil-i Mükemmele ve o Fâilin kemâl-i esmâsına, [isimlerin mükemmelliği] yani, âsâra [eserler/asırlar] nisbeten Müdebbir, [idare eden, çekip çeviren] Musavvir, [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah] Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Rahîm, Müzeyyin [herşeyi eşsiz sanatıyla süsleyen, güzelleştiren Allah] gibi isimlerin kemâline delâlet eder.

İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz [şüphesiz] şüphesiz, o Fâilin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] kemâl-i evsâfına delâlet eder. Zira, sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş’et [doğma] eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz.

Ve o evsâfın [özellikler] kemâli, bilbedâhe, [açık bir şekilde] şuûnât-ı zâtiyenin [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler] kemâline delâlet eder. Çünkü, sıfatın mebdeleri, [başlangıç] o şuûn-u zâtiyedir. [zâtî nitelikler, özellikler]

Ve şuûn-u zâtiyenin [zâtî nitelikler, özellikler] kemâli ise, biilmilyakîn, [ilmî delillerle elde edilen kesinlikte] Zât-ı Zîşuûnun [zâtî özellik ve niteliklere sahip olan zât] kemâline ve öyle lâyık bir kemâline delâlet eder ki, o kemâlin ziyası şuûn [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve sıfât ve esmâ [Allah’ın isimleri] ve ef’al [fiiller, davranışlar] ve âsâr [eserler/asırlar] perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü [güzellik] ve cemâli ve kemâli göstermiş.

İşte, şu derece hakikî kemâlât-ı zâtiyenin burhan-ı kat’î [kesin delil] ile vücudu sabit olduktan sonra, gayra bakan ve emsal ve ezdâda [zıtlar] tefevvuk [üstün gelme] cihetiyle olan nisbî [göreceli] kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ne ehemmiyeti kalır, ne derece sönük düşer, anlarsın.

İkinci hüccet: [delil] Şu kâinata nazar-ı ibretle [ibret gözüyle bakış] bakıldığı vakit, vicdan ve kalb bir hads-i sadıkla [doğru kavrayış, doğru sezgi] hisseder ki, şu kâinatı bu derece güzelleştiren ve süslendiren ve envâ-ı mehâsinle [güzellik çeşitleri, türleri] tezyin [süsleme] edenin, nihayet derecede bir cemâl ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] vardır ki şöyle yapıyor.

Üçüncü hüccet: [delil] Malûmdur ki, mevzun [ölçülü] ve muntazam ve mükemmel ve güzel

845

san’atlar, gayet güzel bir programa istinad eder. Mükemmel ve güzel bir program ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delâlet eder. Demek, ruhun mânevî güzelliğidir ki, ilim vasıtasıyla san’atında tezahür ediyor.

İşte, şu kâinat, hadsiz mehâsin-i maddiyesiyle, bir mânevî ve ilmî mehâsinin tereşşuhatıdır. [belirti] Ve o ilmî ve mânevî mehâsin ve kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] elbette hadsiz bir sermedî [daimi, sürekli] hüsün [güzellik] ve cemâl ve kemâlin cilveleridir.

Dördüncü hüccet: [delil] Malûmdur ki, ziyayı verenin ziyadar [ışıklı] olması lâzım; tenvir [aydınlatma] edenin nuranî olması gerek; ihsan [bağış] gınâdan [zenginlik] gelir; lütuf lâtiften [berrak, şirin, hoş] zuhur eder. Madem öyledir; kâinata bu kadar hüsün [güzellik] ve cemâl vermek ve mevcudata [var edilenler, varlıklar] muhtelif kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] vermek, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir cemâl-i sermedîyi [sürekli devam eden güzellik] gösterirler.

Madem mevcudat, [var edilenler, varlıklar] zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi, kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] lem’alarıyla [parıltı] parlar, geçer. O nehir güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudat [varlıkların bir nehir gibi akışı, gelip gidişi] dahi hüsün [güzellik] ve cemâl ve kemâlin lem’alarıyla [parıltı] muvakkaten [geçici] parlar, gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem’aları [parıltı] gösterdiklerinden anlaşılıyor ki, cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler nasıl kendilerinden değil, belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de, şu seyl-i kâinattaki muvakkat [geçici] parlayan mehâsin [güzellikler] ve kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bir Şems-i Sermedînin [devamlı ve sürekli güneş] lemeât-ı cemâl-i esmâsıdır

نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْاٰةِ زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ تَجَلِّى الدَّۤائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلاَزِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ مِنْ اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ لِلاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ لِلْبَاقِى الْوَدُودِ… * 1

846

Beşinci hüccet: [delil] Malûmdur ki, üç dört muhtelif yoldan gelenler aynı bir hadiseyi söyleseler, yakîni ifade eden tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde o hadisenin kat’î vukuuna delâlet eder. İşte, meşrepçe [hareket tarzı, metod] ve meslekçe ve istidatça [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve asırca gayet muhtelif, ayrı ayrı bütün muhakkıkînin [gerçeği bulup araştıran İslam âlimleri] muhtelif tabakatından ve evliyanın muhtelif turuklarından [yollar] ve asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] muhtelif mesleklerinden ve hükema-yı hakikiyenin muhtelif mezheplerinden olan bütün ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve zevk ve şuhud [görme] ve müşahede, keşif ve zevk ve şuhud [görme] ile ittifak etmişler ki, kâinat mezâhirinde [aynalar; bir şeyin göründüğü yerler] ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] âyinelerinde görülen mehâsin [güzellikler] ve kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] birtek Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] tecelliyât-ı kemâlidir ve cilve-i cemâl-i esmâsıdır. İşte bunların icmâı sarsılmaz bir hüccet-i kàtıadır. [kesin delil]

Tahmin ederim ki, şu Remizde, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] vekili işitmemek için kulağını kapayıp kaçmaya mecburdur. Zaten zulmetli kafaları, huffaş misillü, [benzer] bu nurları görmeye tahammül edemezler. Öyle ise, bundan sonra onları pek de nazara almayacağız.

DÖRDÜNCÜ REMİZ: Birşeyin lezzeti, hüsnü, [güzellik] cemâli, emsal ve ezdâdına [zıtlar] bakmaktan ziyade, mazharlarına bakarlar. Meselâ, kerem [cömertlik] güzel ve hoş bir sıfattır. Kerîm [cömert, ikram sahibi] olan zât, başka mükrimlere tefevvuk [üstün gelme] cihetiyle aldığı lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle, [lezzet alma] ferahlarıyla alır. Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlûkların [varlıklar] istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alır. Meselâ, bir validenin, evlâdının mes’udiyetlerinden [mutluluk] ve istirahatlerinden şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet o derece kuvvetlidir ki, onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.

847

İşte, madem evsâf-ı âliyedeki [yüce vasıflar, özellikler] hakikî lezzet ve hüsün [güzellik] ve saadet ve kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] akran ve ezdâda [zıtlar] bakmıyor, belki mezâhir [aynalar; bir şeyin göründüğü yerler] ve müteallikatına [alakalı, ilgili] bakıyor. Elbette, Hayy-ı Kayyûm [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] ve Hannân-ı Mennân [rahmetlerin en hoş cilvesini kullarına bağışlayan ve sonsuz minnete lâyık olduğunu gösterecek şekilde kullarını nimetlendiren Allah] ve Rahîm ve Rahmân olan Zât-ı Zülcemâl ve Kemâlin [sonsuz güzellik ve mükemmellik sahibi olan Zât, Allah] rahmetindeki cemâl ise, merhumlara bakar. Merhametine mazhar [erişme, nail olma] olanların, hususan Cennet-i bâkiyede [devamlı ve kalıcı olan Cennet] nihayetsiz envâ-ı rahmet [rahmet çeşitleri] ve şefkatine mazhar [erişme, nail olma] olanların derece-i saadetlerine [mutluluk derecesi] ve tena’umlarına [nimetlenme] ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânü’r-Rahîm, [dünya ve âhirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Zât, Allah] Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] tabir edilen ulvî, kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] güzel, münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] mânâları vardır. “Lezzet-i kudsiye, [kutsal lezzet] aşk-ı mukaddes, [kutsal aşk] ferah-ı münezzeh, [salt sevinç] mesruriyet-i kudsiye[mukaddes sevinç] tabir edilen, izn-i şer’î [dinî izin] olmadığından yad edemediğimiz gayet münezzeh, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] mukaddes şuûnâtı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] mâbeyninde [ara] hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten [mutlu] nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz. O mânâların birer lem’asına [parıltı] bakmak istersen, gelecek temsilâtın [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] dürbünüyle bak:

Meselâ, nasıl ki sehâvetli, [cömert] âlicenap, [yüksek ahlâk sahibi] müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnettârâne tena’umları [nimetlenme] ve o aç olanların müteşekkirâne [teşekkür ederek] telezzüzleri [lezzet alma] ve o muhtaç olanların senâkârâne [överek ve medheder bir şekilde] memnuniyetleri, ne derece o kerîm [cömert, ikram sahibi] zâtı mesrur [mutlu] ve müferrah [ferah duyan, huzurlu] eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın.

İşte, küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve bir tevziat [dağıtım] memuru

848

hükmünde olan bir insanın mesruriyeti [mutlu] böyle ise, cin ve insi ve hayvânâtı feza-yı âlem [gökyüzü, uzay] denizinde seyir ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye [Allah’ın gemisi, dünya] olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz envâ-ı mat’umâtı [yiyecek çeşitleri] câmi’ [kapsamlı] bir sofrayı serip, bütün zîhayatı [canlı] küçük bir kahvaltı nev’inde o ziyafete davet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün envâ-ı lezâizi [lezzet çeşitleri] câmi’, [kapsamlı] sermedî, [daimi, sürekli] ebedî bir dâr-ı bekâda Cennetleri, herbirisini birer sofra-i nimet [nimet sofrası] ederek hadsiz lezâizi [lezzetler] ve letâifi [duygular] câmi’ [kapsamlı] bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, [arzulu, aşırı istekli] nihayetsiz ibâdına, hakikî yemek için ziyafet açan bir Rahmân-ı Rahîme [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] ait ve tabirinde âciz olduğumuz maânî-i mukaddese-i muhabbeti [sevgi ile ilgili mukaddes mânâları] ve netâic-i rahmeti [rahmetin neticeleri] kıyas edebilirsin.

Hem meselâ, mahir bir san’atperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel, plâksız konuşan fonoğraf [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] gibi bir san’atı icad ettikten sonra onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O san’atkârın [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, onun mucidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider, kendi kendine “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] der.

İşte, küçücük bir insan, icadsız, [bir şey ortaya koymayan] sırf surî [görünüşte] bir san’atçığıyla, bir fonoğrafın [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] güzel işlemesiyle böyle memnun olsa, acaba bir Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] koca kâinatı bir musikî, bir fonoğraf [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı [canlı] ve bilhassa zîhayat [canlı] içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî [Allah’a ait fonoğraf, ses cihazı] ve bir musika-i İlâhî [İlâhi mızıka] tarzında yapmış ki, hikmet-i beşer, [insanın bilgi ve felsefesi] o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor. İşte, bütün o masnuat, [sanat eseri] bütün onlardan matlup [istek] neticeleri nihayet derecede ve gayet güzel bir surette gösterdiklerinden ve ibâdât-ı mahsusa [hususî ibadetler] ve tesbihat-ı hususiye [özel tesbihler; Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma] ve tahiyyât-ı muayyene [belirli zamanlarda okunan, canlıların hal dilleriyle ve yaşayışlarıyla dile getirdikleri dualar] ile tabir edilen, evâmir-i tekvîniyeye [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] karşı onların itaatleri ve onlardan matlup [istek] olan makàsıd-ı Rabbâniyenin [her şeyin Rabbi olan Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler]

849

husulünden [meydana gelme] hasıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tabir edemediğimiz maânî-i mukaddese [her türlü kusur ve noksandan yüce, mukaddes mânâlar] ve şuûn-u münezzehe, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait münezzeh özellikler] o derece âli [yüce] ve mukaddestir ki, bütün ukul-ü beşer [insanların akılları] ittihad [birleşme] edip bir akıl olsa, yine onların künhüne [asıl, esas] yetişemez ve ihata [herşeyi kuşatma] edemez.

Hem meselâ, adaletperver, ihkak-ı hak[hak sahibine hakkını verme] sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve zalimleri tecziye [cezalandırma] etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır.

İşte, Hakîm-i Mutlak [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] ve Âdil-i Bilhak [sonsuz adalet sahibi, adaletle iş gören, herşeyin hakkını veren Allah] ve Kahhâr-ı Zülcelâl, [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah] değil yalnız cin ve inste, belki bütün mevcudatta [var edilenler, varlıklar] ihkak-ı haktan, [hak sahibine hakkını verme] yani herşeye hakk-ı vücudu [varlık hakkı] ve hakk-ı hayatı [yaşama hakkı] vermekten ve vücut ve hayatını mütecavizlerden [aşkın] muhafaza etmekten ve dehşetli mevcutları tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dâr-ı âhirette [âhiret âlemi] cin ve insin muhakemesinden başka bütün zîhayata [canlı] karşı tecellî-i kübrâ-yı adl ve hikmetten [adaletin ve hikmetin büyük tecellîsi, yansıması] gelen maânî-i mukaddeseyi [her türlü kusur ve noksandan yüce, mukaddes mânâlar] kıyas edebilirsin.

İşte şu üç misal gibi, bin bir esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemâl ve fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] bulunduğu gibi, pek çok merâtib-i muhabbet [sevgi dereceleri] ve iftihar ve izzet [büyüklük, yücelik] ve kibriyâ [azamet, büyüklük] vardır. İşte bundandır ki, Vedûd [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] ismine mazhar [erişme, nail olma] olan muhakkıkîn-i evliya, [evliyadan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] “Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir” demişler. Onlardan birisi demiş:

850

فَلَكْ مَسْت مَلَكْ مَسْت نُجُومْ مَسْت سَمٰوَاتْ مَسْت

شَمْس مَسْت قَمَرْ مَسْت زَمِين مَسْت عَنَاصِرْ مَسْت

 نَبَاتْ مَسْت شَجَرْ مَسْت بَشَرْ مَسْت سَرَاسَرْ ذِى حَيَاتْ مَسْت

هَمَه ذَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْت دَرْ مَسْتَسْت * 1

Yani, muhabbet-i İlâhiyenin [Allah sevgisi] tecellîsinde ve o şarâb-ı muhabbetten, [sevgi şarabı] herkes istidadına [kabiliyet] göre mesttir. [kendinden geçme] Malûmdur ki, her kalb, kendine ihsan [bağış] edeni sever ve hakikî kemâle muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun [aşık] olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan [bağış] edeni daha pek çok sever. Acaba, sabıkan [bundan önce] beyan ettiğimiz gibi, herbir isminde binler ihsan [bağış] defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsânâtıyla mes’ud eden ve binler kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] menbaı [kaynak] olan ve binler tabakat-ı cemâlin [güzellik dereceleri] medarı [kaynak, dayanak] olan bin bir esmâsının müsemmâ[adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] olan Cemîl-i Zülcelâl, [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] Mahbub-u Zülkemâl [sonsuz kemâl sahibi olan ve gerçek anlamda sevilmeye layık olan Allah] ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat Onun muhabbetiyle mest [kendinden geçme] ve sergerdan [başı dönmüş] olmasının şayeste [layık] bulunduğu anlaşılmaz mı?

İşte şu sırdandır ki, Vedûd [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] ismine mazhar [erişme, nail olma] bir kısım evliya, “Cenneti istemiyoruz. Bir lem’a-i muhabbet-i İlâhiye [Allah sevgisinin parıltısı] ebeden bize kâfidir” demişler.

Hem ondandır ki, hadiste geldiği gibi, “Cennette bir dakika rüyet-i cemâl-i İlâhî, [Allah’ın güzelliğini seyretme] bütün Cennet lezâizine [lezzetler] fâiktir.”2 [üstün]

İşte şu nihayetsiz kemâlât-ı muhabbet, [sevginin mükemmellikleri] vâhidiyet [Allah’ın birliği] ve ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] dairesinde, Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kendi esmâ [Allah’ın isimleri] ve mahlûkatıyla hâsıl olur. Demek, o daire haricinde tevehhüm [kuruntu] olunan kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] değildir.

851

BEŞİNCİ REMİZ: Beş Noktadır.

Birinci nokta: Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] vekili der ki: “Ehâdisinizde dünya tel’in [lânetleme] edilmiş1, cîfe [leş, ölü hayvan] ismiyle yad edilmiş.2 Hem bütün ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] dünyayı tahkir [aşağılama] ediyor, ‘Fenadır, pistir’ diyorlar. Halbuki, sen bütün kemâlât-ı İlâhiyeye [Allah’a ait mükemmellikler] medar [kaynak, dayanak] ve hüccet, [delil] onu gösteriyorsun ve âşıkane [âşık gibi] ondan bahsediyorsun.”

Elcevap: Dünyanın üç yüzü var.

Birinci yüzü Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] esmâsına bakar. Onların nukuşunu [işlemeler] gösterir. Mânâ-yı harfiyle, onlara âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder.3 Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedâniyedir. [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.

İkinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, [tarla] rahmetin mezheresidir.4 [çiçeklik] Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire [aşağılama] değil, muhabbete lâyıktır.

Üçüncü yüzü insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] mel’abe-i hevesâtı [heveslerin oyun yeri] olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır.5 İşte, hadiste varid [söylenen, gelen] olan tahkir [aşağılama] ve ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ettiği nefret, bu yüzdedir.

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kâinattan ve mevcudattan [var edilenler, varlıklar] ehemmiyetkârâne, [çok önem vererek] istihsankârâne [beğenerek] bahsi ise,6 evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın [Allah dostları] mergub [bütün yaratılmışların Kendisinin rızasını istediği Allah] dünyaları evvelki iki yüzdedir.

852

Şimdi, dünyayı tahkir [aşağılama] edenler dört sınıftır.

Birincisi: Ehl-i marifettir [Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler] ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma] ve muhabbet ve ibadetine sed çektiği için tahkir [aşağılama] eder.

İkincisi: Ehl-i âhirettir [âhiret ehli, âhiret hayatını esas tutan kimseler] ki, ya dünyanın zarurî işleri onları amel-i uhrevîden [âhirete ait iş] men ettiği için veyahut şuhud [görme] derecesinde imanla Cennetin kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve mehâsinine [güzellikler] nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet, Hazret-i Yusuf aleyhisselâma güzel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi, dünyanın ne kadar kıymettar mehâsini [güzellikler] varsa, Cennetin mehâsinine [güzellikler] nisbet edilse hiç hükmündedir.1

Üçüncüsü: Dünyayı tahkir [aşağılama] eder, çünkü eline geçmez. Şu tahkir [aşağılama] dünyanın nefretinden gelmiyor, muhabbetinden ileri geliyor.

Dördüncüsü: Dünyayı tahkir [aşağılama] eder; zira dünya eline geçiyor, fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir [aşağılama] eder, “Pistir” der. Şu tahkir [aşağılama] ise, o da dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki makbul tahkir [aşağılama] odur ki, hubb-u âhiretten [âhiret sevgisi] ve marifetullahın [Allah’ı bilme ve tanıma] muhabbetinden ileri gelir.

Demek, makbul tahkir, [aşağılama] evvelki iki kısımdır. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bizi onlardan yapsın. Âmin, bihurmeti Seyyidi’l-Mürselîn.