SÖZLER – Otuz İkinci Söz -2 (853-889)

853

Üçüncü Mevkıf [bölüm, kısım]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

Şu Üçüncü Mevkıf [bölüm, kısım] İkinci Noktadır. O da İki Mebhastır. [bahis, kısım]

Birinci Mebhas [bahis, kısım]

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sırrınca, herşeyden Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı pencereler hükmünde çok vecihler [yön] var. Bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hakaiki, [doğru gerçekler] bütün kâinatın hakikati, esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet [akıl aracılığıyla varlıklar üzerinde sürekli sorgulama yapan hikmet ilmi; felsefe] Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismine ve hakikatli fenn-i tıp [tıp ilmi] Şâfî [şifa veren Allah] ismine ve fenn-i hendese Mukaddir [herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah] ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun [fenler, bilimler] ve kemâlât-ı beşeriye [insanlara ait mükemmellikler] ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin [mükemmel insan tabakaları, grupları] hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın [evliyadan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] bir kısmı demişler: “Hakikî hakaik-i eşya, [varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri] esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat [canlı] şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] cilve-i nakşı [nakşın görüntüsü] görünebilir.”

Şu ince ve dakik [derin ve ince] ve pek büyük ve geniş hakikati, bir temsille fehme takribe [yaklaştırma] çalışacağız. İki üç ayrı ayrı elekle elemek suretinde tahlil edeceğiz. Ne kadar uzun beyan etsek yine kısadır; usanmamak gerek. Şöyle:

854

Nasıl ki, gayet mahir bir tasvirci [resimleyici, suret verici] ve heykeltraş bir zât, gayet güzel bir çiçekle ve insan cins-i lâtifinden [güzel cins, kadınlar] gayet güzel bir hasnânın suret ve heykelini yapmak istese, evvelâ o iki şeyin umumî şekillerini bazı hatlarla tayin eder. Şu tayini bir tanzim iledir, bir takdir ile yapıyor, hendeseye [geometri] istinaden hudut tayin ediyor. Şu tanzim ve takdir, bir hikmet ve ilim ile yapıldığını gösteriyor ki, tanzim ve tahdit fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdit arkasında, ilim ve hikmet mânâları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli kendini gösterecek.

İşte, kendini gösterdi ki, o hudutlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki, içindeki pergelin harekâtıyla tayin edilen âzâlar, san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve inâyetkârâne [düzenleme ve özen gösterme tarzında] düşüyor. Öyle ise, o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun’ [sanat] ve inâyet mânâları var, hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler.

İşte, ondandır ki, bir hüsün [güzellik] ve ziynete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise, sun’ [sanat] ve inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] çalıştıran, irade-i tahsin [güzelleştirme iradesi, isteği] ve kasd-ı tezyindir. [süsleme kasdı, amacı] Öyle ise, onlar hükmediyorlar ki, tezyine, tenvire [aydınlatma] başladı, bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayattarlık heyetini verdi.

Elbette, şu tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tenvir [aydınlatma] mânâsını çalıştıran, lütuf ve kerem [cömertlik] mânâsıdır. Evet, o iki mânâ, onda o derece hükmeder ki, adeta o çiçek bir lütf-u mücessem, [cisimleşmiş lütuf] o heykel bir kerem-i mütecessiddir. [maddi vücut giymiş kerem]

Şimdi, bu mânâ-yı kerem ve lütfu çalıştıran ve tahrik eden, teveddüd [kendini sevdirme] ve taarrüf [kendini tanıtma] mânâlarıdır. Yani, kendini hüneriyle tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek mânâları arkada hükmediyor. Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet [merhamet etme isteği, eğilimi] ve irade-i nimetten [nimet verme isteği, iradesi] geliyor.

Madem rahmet ve irade-i nimet [nimet verme isteği, iradesi] arkada hükmediyor. Öyle ise, o heykeli, nimetin envâıyla [tür] dolduracak, tezyin [süsleme] edecek, o çiçeğin suretini de bir hediyeye takacak.

İşte, o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymettar nimetlerle doldurdu

855

ve o çiçek suretini de bir mücevherata [kıymetli taşlar] taktı. Demek bu rahmet ve irade-i nimeti [nimet verme isteği, iradesi] çalıştıran, terahhum [acıma, şefkat etme] ve tahannündür. Yani, acımak ve şefkat etmek mânâsı, rahmet ve nimeti tahrik ediyor.

Ve o müstağnî [çok uzak ve arınmış] ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan zâtta olan terahhum [acıma, şefkat etme] ve tahannün mânâsını tahrik eden ve izhara [açığa çıkarma, gösterme] sevk eden, elbette o zâttaki mânevî cemâl ve kemâldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemâlin en şirin cüz’ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san’at âyinesiyle görünmek ve müştakların [arzulu, aşırı istekli] gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yani, cemâl ve kemâl—çünkü bizzat sevilirler—herşeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, [güzellik] hem aşktırlar. Hüsün [güzellik] ve aşkın ittihadı [birleşme] bu noktadandır. Cemâl, madem kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister. İşte, heykele konulan ve surete takılan sevimli nimetler, güzel meyveler, o cemâl-i mânevînin, kendi kabiliyetlerine göre birer lem’asını [parıltı] taşıyorlar; o lem’aları [parıltı] hem cemâl sahibine, [sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah] hem başkasına gösteriyorlar.

Aynen öyle de, Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] Cenneti ve dünyayı, semâvâtı ve zemini, nebâtat [bitkiler] ve hayvânâtı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] bütün eşyayı, cilve-i esmâsıyla [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] eşkâlini tahdit ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene [belirlenmiş miktar] veriyor. Onun ile, bunlara Mukaddir, [herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah] Munazzım, Musavvir [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah] isimlerini okutturuyor.

Öyle bir tarzda şekl-i umumîsinin hududunu tayin eder ki, Alîm, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismini gösterir.

Sonra, ilim ve hikmet cetveliyle, o hudut içinde, o şeyin tasvirine başlar. Öyle bir tarzda ki, sun’ [sanat] ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] mânâlarını ve Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] isimlerini gösteriyor.

Sonra, san’atın yed-i beyzâsıyla, [beyaz, parlak el (Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bir mu’cizesine telmih var; Hz. Mûsâ’nın eli mu’cize olarak nur saçardı)] inâyetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] fırçasıyla, o suretin—eğer birtek insan ve birtek çiçek ise—göz, kulak, yaprak, püskül gibi âzâlarına bir hüsün, [güzellik] bir ziynet renkleri veriyor. Eğer zemin ise, maâdin, [madenler] nebâtat [bitkiler] ve hayvânâtına bir hüsün [güzellik]

856

ve ziynet renkleri veriyor. Eğer Cennet ise, bağlarına, kasırlarına, [köşk, saray] hurilerine bir hüsün [güzellik] ve ziynet renkleri veriyor, ve hâkezâ, başkalarını kıyas et.

Hem öyle bir tarzda tezyin [süsleme] ve tenvir [aydınlatma] eder ki, lütuf ve kerem [cömertlik] mânâları onda o derece hükmediyor ki, adeta o mevcud-u müzeyyen, o masnu-u münevver bir lütf-u mücessem, [cisimleşmiş lütuf] bir kerem-i mütecessid [maddi vücut giymiş kerem] hükmüne geçer, Lâtif [berrak, şirin, hoş] ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] ismini zikreder.

Sonra, o lütuf ve keremi [cömertlik] şu cilveye sevk eden, elbette teveddüd [kendini sevdirme] ve taarrüftür, [kendini tanıtma] yani kendini zîhayata [canlı] sevdirmek ve zîşuura [akıl ve şuur sahibi] bildirmek şe’nleridir [belirleyici özellik] ki, Lâtif, [berrak, şirin, hoş] Kerîm [cömert, ikram sahibi] isimlerinin arkalarında Vedûd [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] ve Mâruf [bilinen] isimlerini okutuyor ve masnuun lisan-ı hâlinden [hal dili] işitiliyor.

Sonra, o müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] mevcudu, o güzel mahlûku leziz meyveler, sevimli neticelerle süslendirip, ziynetten nimete, lütuftan rahmete çevirir, Mün’im [gerçek nimet verici olan Allah] ve Rahîm ismini okutturur ve zâhirî perdeler arkasında o iki ismin cilvesini gösterir.

Sonra, bu Rahîm ve Kerîmi, Müstağnî-yi ale’l-Itlak [her cihetle sınırsız zenginlik sahibi olan Allah] olan Zâtta, bu cilveye sevk eden, elbette bir terahhum, [acıma, şefkat etme] tahannün şe’nleridir [belirleyici özellik] ki, ism-i Hannân ve Rahmân’ı okutturuyor ve gösteriyor.

Şu terahhum, [acıma, şefkat etme] tahannün mânâlarını cilveye sevk eden, elbette bir cemâl ve kemâl-i zâtîdir [Cenâb-ı Hakkın Zâtına ait mükemmellik, kusursuzluk] ki, tezahür etmek ister. Cemîl [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] ismini ve Cemîl [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] isminde münderiç [içine konulmuş, yerleştirilmiş] olan Vedûd [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] ve Rahîm isimlerini okutturuyor. Çünkü cemâl bizzat sevilir. Zîcemâl [güzellik sahibi] ve cemâl, kendi kendini sever. Hem hüsündür, [güzellik] hem muhabbettir. Kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] dahi bizzat mahbubdur, sebepsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, [Allah’ı seven] hem mahbubdur. Madem nihayetsiz derece-i kemâlde [mükemmellik derecesi] bir cemâl ve nihayetsiz derece-i cemâlde

857

bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] nihayet derecede sevilir, muhabbete ve aşka lâyıktır. Elbette, âyinelerde ve âyinelerin kabiliyetlerine göre lemeâtını [Lem’alar isimli eser] ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezahür etmek ister.

Demek, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Hakîm-i Zülcemâlin [sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] ve Kadîr-i Zülkemâlin [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] zâtındaki cemâl-i zâtî [zâtında olan güzellik] ve kemâlât-ı zâtiyesi terahhum [acıma, şefkat etme] ve tahannün ister ve Rahmân ve Hannân [rahmetin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah] isimlerini tecellîye sevk eder.

Terahhum [acıma, şefkat etme] ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle Rahîm ve Mün’im [gerçek nimet verici olan Allah] isimlerini cilveye sevk eder.

Rahmet ve nimet ise teveddüd, [kendini sevdirme] taarrüf [kendini tanıtma] şe’nlerini [belirleyici özellik] iktiza [bir şeyin gereği] edip Vedûd [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] ve Mâruf [bilinen] isimlerini tecellîye sevk eder, masnuun bir perdesinde onları gösterir.

Teveddüd [kendini sevdirme] ve taarrüf [kendini tanıtma] ise, lütuf ve kerem [cömertlik] mânâlarını tahrik eder, Lâtif [berrak, şirin, hoş] ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] isimlerini, masnuun bazı perdelerinde okutturuyor.

Lütuf ve kerem [cömertlik] şe’nleri [belirleyici özellik] ise, tezyin [süsleme] ve tenvir [aydınlatma] fiillerini tahrik eder, Müzeyyin [herşeyi eşsiz sanatıyla süsleyen, güzelleştiren Allah] ve Münevvir [herşeyi maddî ve mânevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah] isimlerini, masnuun hüsün [güzellik] ve nuraniyeti lisanıyla okutturur.

Ve o tezyin [süsleme] ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] şe’nleri [belirleyici özellik] ise, sun’ [sanat] ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] mânâlarını iktiza [bir şeyin gereği] eder ve Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Muhsin [bağış ve iyiliklerde bulunan] isimlerini, o masnuun güzel simasıyla okutturur.

Ve o sun’ [sanat] ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ise, bir ilim ve hikmeti iktiza [bir şeyin gereği] eder ve ism-i Alîm ve Hakîm’i, o masnuun intizamlı, hikmetli âzâsıyla okutturur.

O ilim ve hikmet ise, tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktiza [bir şeyin gereği] ediyor; Musavvir [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah] ve Mukaddir [herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah] isimlerini, masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir.

858

İşte, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bütün masnuatını [san’at eseri] öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat [canlı] kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış.

Meselâ, temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı sânisinden [ikinci kısım] bir ferd-i hasnânın yalnız zâhirî hilkatlerinde çok sahifeler vardır. Başka büyük ve küllî masnua[san’at eseri] o iki cüz’î [ferdî, küçük] misale kıyas et.

Birinci sahife: Umumî şekil ve miktarını gösteren heyettir ki, yâ Musavvir, [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah]Mukaddir, [herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah] yâ Munazzım isimlerini yad eder.

İkinci sahife: Suretlerinde ayrı ayrı âzâların inkişafıyla [açığa çıkma] hasıl olan çiçek ve insanın basit heyetidir ki, o sahifede Alîm, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] isimleri gibi çok isimler yazılıyor.

Üçüncü sahife: O iki mahlûkun ayrı ayrı âzâlarına ayrı ayrı hüsün [güzellik] ve ziynet vermekle, o sahifede Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Bâri’ isimleri gibi çok isimler yazılıyor.

Dördüncü sahife: Öyle bir ziynet ve hüsün, [güzellik] o iki masnua [san’at eseri] veriliyor ki, güya lütuf ve kerem [cömertlik] tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş, onlar olmuş. O sahife yâ Lâtif, [berrak, şirin, hoş]Kerîm [cömert, ikram sahibi] gibi çok isimleri yad eder, okur.

Beşinci sahife: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnâya sevimli evlâtlar, güzel ahlâklar takmakla, o sahife yâ Vedûd, [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah]Mün’im [gerçek nimet verici olan Allah] gibi isimleri okutturuyor.

Altıncı sahife: O in’âm [nimet verme] ve ihsan [bağış] sahifesinde yâ Rahmân, yâ Hannân [rahmetin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah] gibi isimler okunuyor.

Yedinci sahife: O nimetlerde, o neticelerde öyle lemeât-ı hüsün ve cemâl görünüyor ki, hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş halis bir şükür ve sâfi bir

859

muhabbete lâyık olur. O sahifede yâ Cemîl-i [ey bütün güzelliklerin sahibi ve sonsuz güzellik sahibi Allah] Zülkemâl, yâ Kâmil-i Zülcemâl isimleri yazılı okunuyor.

İşte, yalnız bir güzel çiçek ve hasnâ bir insan ve yalnız maddî ve zâhir suretinde bu kadar esmâyı gösterirse, acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat [canlı] ve büyük ve küllî mevcudat, [var edilenler, varlıklar] ne derece ulvî ve küllî esmâyı okutuyor, kıyas edebilirsin.

Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle ve hayat ve letâif [duygular] sahifeleriyle Hayy, [diri, canlı] Kayyûm [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] ve Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] gibi ne kadar esmâ-i kudsiye-i nuraniyeyi okur ve okutturur, kıyas edebilirsin.

İşte, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rû-yi zemin [yeryüzü] dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yıldızlar o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. [işleme] Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi o çiçeğin nakış[işleme] boyalarıdır. Âlem güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan küçük bir âlemdir.

Huriler nev’i ve ruhanîler cemaati ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem herbiri külliyetiyle, hem herbir ferdi tek başıyla, Sâni-i Zülcemâlinin [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] esmâsını gösterdikleri gibi, Onun cemâline, kemâline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı âyinelerdir. Ve nihayetsiz cemâl ve kemâline ve rahmet ve muhabbetine birer şahid-i sadıktır. [doğru sözlü şahit] Ve o cemâl ve kemâlin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtıdır, birer emârâtıdır. [belirtiler, işaretler] İşte, şu nihayetsiz envâ-ı kemâlât, [mükemmellik çeşitleri] daire-i vâhidiyette ve ehadiyette [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] hâsıldır. Demek, o daire haricinde tevehhüm [kuruntu] olunan kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] değildir.

İşte, hakaik-i eşyanın [varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri] esmâ-i İlâhiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî hakaik, o esmânın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] zikir ve tesbih ettiğini anla, وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 1 nin

860

bir mânâsını bil ve سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى بِشِدَّةِ ظُهُورِهِ 1 de. Ve âyetlerin âhirlerinde olan * وَهُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ 2 * وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ 3 وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 4 gibi zikir ve tekrarlarındaki bir sırrı fehmet.

Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh [açık] göremiyorsan, Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmâyı vâzıhan [açık] okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını [işleme] anlar, görürsün.

ba

İkinci Noktanın İkinci Mebhası [bahis, kısım]

EHL-İ DALÂLETİN vekili, tutunacak ve dalâletini ona bina edecek hiçbir şey bulamadığı ve mülzem [susturulmuş, mağlup edilmiş] kaldığı zaman şöyle diyor ki: “Ben, saadet-i dünya[dünya mutluluğu] ve lezzet-i hayatı [hayatın lezzeti] ve terakkiyât-ı medeniyeti [medenî ve teknolojik ilerlemeler] ve kemâl-i san’atı, [eksiksiz ve mükemmel san’at] kendimce, âhireti düşünmemekte ve Allah’ı tanımamakta ve hubb-u dünyada [dünya sevgisi] ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle [ciddi gayret] sevk ettim ve ediyorum.”

Elcevap: Biz dahi Kur’ân namına diyoruz ki: Ey biçare insan! Aklını başına al, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] vekilini dinleme. Eğer onu dinlersen hasâretin [zarar] o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.

Senin önünde iki yol var: Birisi, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] vekilinin gösterdiği şekavetli [sıkıntılı, mutsuz] yoldur. Diğeri, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tarif ettiği saadetli yoldur.

İşte, o iki yolun pek çok muvazenelerini, [karşılaştırma/denge] çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde [Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık] gördün ve anladın. Şimdi, makam münasebetiyle, binde bir muvazenelerini [karşılaştırma/denge] yine gör, anla. Şöyle ki:

Şirk ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve fısk [günah] ve sefahetin [ahmaklık, beyinsizlik] yolu, insanı nihayet derecede sukut [alçalış, düşüş] ettiriyor.

861

Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü, zayıf ve âciz beline yükletir. Çünkü, insan Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit, insan, gayet derecede âciz ve zayıf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup,1 bütün sevdiği ve alâka peydâ ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak [ayrılık] elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında [hayat süresi] gayet cüz’î [ferdî, küçük] bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile, nihayetsiz elemlerle ve emellerle faidesiz çarpışır ve hadsiz arzuların ve makàsıdın [gayeler, istenilen şeyler] tahsiline, semeresiz, [meyve] boşu boşuna çalışır.2 Hem kendi vücudunu yükleyemediği halde, koca dünya yükünü biçare beline ve kafasına yüklenir. Daha Cehenneme gitmeden Cehennem azâbını çeker.3

Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azâbı hissetmemek için, ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] nev’inden gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten [geçici] hissetmez. Fakat hissedeceği zaman, kabre yakın olduğu vakit, birden hisseder. Çünkü, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakikî abd [köle] olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki, o cüz’î [ferdî, küçük] ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır [zararlı] mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanları, hayatına karşı tehacüm [her taraftan hücum etme] vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde, her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor.

Hem bu vaziyette iken, insaniyet itibarıyla nev-i insanî [insan türü, insanlık] ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı bir Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir

862

Zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvâli [korkular] ve insanın ahvâli, [haller] onu daima iz’âç [sıkıntı, rahatsızlık] eder. Kendi elemiyle beraber, insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, tâunu, [salgın ve ölümcül hastalık] tufanı, kaht u galâsı, fenâ ve zevâli, [batış, kayboluş] ona gayet müz’iç [rahatsız eden] ve karanlıklı birer musibet suretinde onu tâzip [azap] eder.

Hem şu haldeki insan, merhamet ve şefkate lâyık değildir. Çünkü kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Sözde, kuyuya girmiş iki kardeşin muvazene-i halinde denildiği gibi, nasıl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbaplar içinde, nezahetli, tatlı, namuslu, hoş, meşru bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] ve mülevves [kirli, pis] bir lezzet için çirkin ve necis [pis] bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde vahşi canavarlar içinde tahayyül [hayal etme] etse, titreyip, bağırıp çağırsa, nasıl merhamete lâyık değil. Çünkü ehl-i namus [namus sahibi] ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamları ve temiz kapları mülevves, [kirli, pis] pis taşlar tasavvur eder, kırmaya başlar. Hem mecliste muhterem kitapları ve mânidar mektupları mânâsız ve âdi nakışlar [işleme] tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar, ve hâkezâ… Böyle bir şahıs nasıl merhamete müstehak değildir, belki tokata müstehaktır.

Öyle de, sû-i ihtiyarından [irâdenin kötüye kullanılması] neş’et [doğma] eden küfür sarhoşluğuyla ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] divaneliğiyle, Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] şu misafirhane-i dünyasını [dünya misafirhanesi] tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm [kuruntu] edip; ve cilve-i esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimlerinin görüntüsü] tazelendiren masnuatın, [san’at eseri] zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] geçmelerini, adem [hiçlik, yokluk] ile idam [hiçlik, yokluk] tasavvur ederek; ve tesbihat sadâlarını zevâl [batış, kayboluş] ve firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık] vâveylâ[çığlık, feryad] olduklarını tahayyül [hayal etme] ettiğinden; ve mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] olan şu mevcudat [var edilenler, varlıklar]

863

sahifelerini mânâsız, karma karışık tasavvur ettiğinden; ve âlem-i rahmete [Allah’ın sonsuz rahmetin yaşanacağı âlem] yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem [yokluk karanlıkları] ağzı tasavvur ettiğinden; ve eceli, hakikî ahbaplara visal [kavuşma] daveti olduğu halde, bütün ahbaplardan firak [ayrılık] nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde [acı veren azap] bırakıyor, hem mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] hem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] esmâsını, hem mektubatını inkâr ve tezyif [alay etme, küçük düşürme] ve tahkir [aşağılama] ettiğinden merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi, şiddetli bir azaba da müstehaktır, hiçbir cihette merhamete lâyık değildir.

İşte, ey bedbaht ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sefahet! [ahmaklık, beyinsizlik] Şu dehşetli sukuta [alçalış, düşüş] karşı ve ezici meyusiyete [ümitsiz] mukabil hangi tekemmülünüz, [mükemmelleşme] hangi fünununuz, [fenler, bilimler] hangi kemâliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyâtınız [ilerleme] karşı gelebilir? Ruh-u beşerin [insan ruhu] eşedd-i ihtiyaçla [çok şiddetli ihtiyaç] muhtaç olduğu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz? Hem güvendiğiniz ve bel bağladığınız ve âsâr-ı İlâhiyeyi [Allah’ın eserleri] ve ihsânât-ı Rabbâniyeyi [Allah’ın lütuf ve bağışları] onlara isnat ettiğiniz hangi tabiatınız, hangi esbabınız, hangi şerikiniz, hangi keşfiyâtınız, [keşifler] hangi milletiniz, hangi bâtıl mâbudunuz, [ibadet edilen] sizi, sizce idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] olan mevtin [ölüm] zulümâtından kurtarıp, kabir hududundan, berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] hududundan, mahşer hududundan, sırat [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] köprüsünden hâkimâne [hükmeder bir şekilde] geçirebilir, saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] edebilir? Halbuki, kabir kapısını kapamadığınız için, siz kat’î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır ki, bütün bu daire-i azîme [büyük daire] ve bu geniş hudutlar, Onun taht-ı emrinde [emri altında] ve tasarrufundadır.

Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve gaflet! “Gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir” kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zât ve sıfât ve esmâsına sarf edilecek muhabbet ve marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] istidadını [kabiliyet]

864

ve şükür ve ibâdât [ibadetler] cihâzâtını nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] bir surette sarf ettiğinizden, bil’istihkak [hak etmek suretiyle] cezasını çekiyorsunuz. Çünkü Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ait muhabbeti nefsinize verdiniz; mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belâsını çekiyorsunuz. Çünkü hakikî bir rahatı, o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakikî mahbub [sevimli/sevgili] olan Kadîr-i Mutlaka [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, daima elem çekiyorsunuz.

Hem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtına ait muhabbeti dünyaya verdiniz ve âsâr-ı san’atını, [san’at eserleri] âlemin esbabına taksim ettiniz; belâsını çekiyorsunuz. Çünkü, o hadsiz mahbuplarınızın [sevgili] bir kısmı size Allahaısmarladık demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor, sevse de size bir faide vermiyor. Daima hadsiz firaklardan [ayrılık] ve ümitsiz, dönmemek üzere zevâllerden [batış, kayboluş] azap çekiyorsunuz.

İşte, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] saadet-i hayatiye [hayat mutluluğu] ve tekemmülât-ı insaniye [insana ait mükemmellikler, ilerlemeler] ve mehâsin-i medeniyet [medeniyetin güzellikleri] ve lezzet-i hürriyet [hür olmanın verdiği lezzet] dedikleri şeylerin içyüzleri ve mahiyetleri budur. Sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve sarhoşluk bir perdedir; muvakkaten [geçici] hissettirmez. “Tuh onların aklına!” de.

Amma Kur’ân’ın cadde-i nuraniyesi [nurlu, aydınlık cadde] ise, bütün ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] çektiği yaraları hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ile tedavi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalâlet ve helâket [mahvolma] kapılarını kapatır. Şöyle ki:

İnsanın zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczini ve fakr ve ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîme [çok merhametli ve şefkatli olan ve sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] tevekkül ile tedavi eder.1 Hayat ve vücudun yükünü Onun kudretine, rahmetine teslim edip, kendine yüklemeyip, belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur.2 Kendisinin “nâtık [konuşan] bir hayvan” değil, belki hakikî bir insan ve makbul bir misafir-i Rahmân [sonsuz rahmet sahibi olan Allah’ın misafiri] olduğunu bildirir. Dünyayı, bir misafirhane-i Rahmân [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya]

865

olduğunu göstermekle ve dünyadaki mevcudat [var edilenler, varlıklar] ise esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] âyineleri olduklarını ve masnua[san’at eseri] ise her vakit tazelenen mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] olduklarını bildirmekle, insanın fenâ-yı dünyadan [dünyanın geçiciliği] ve zevâl-i eşyadan [varlıkların kaybolup gitmesi] ve hubb-u fâniyattan [fâni olan şeyleri sevme] gelen yaralarını güzelce tedavi eder ve evhamın zulümatından kurtarır.

Hem mevt [ölüm] ve eceli, âlem-i berzaha [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] giden ve âlem-i bekâda olan ahbaplara visal [kavuşma] ve mülâkat [buluşma, karşılaşma] mukaddimesi [başlangıç] olarak gösterir. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] nazarında bütün ahbabından bir firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık] telâkki [anlama, kabul etme] ettiği ölüm yaralarını böylece tedavi eder. Ve o firak, ayn-ı lika olduğunu ispat eder.

Hem kabrin âlem-i rahmete [Allah’ın sonsuz rahmetin yaşanacağı âlem] ve dâr-ı saadete [mutluluk yeri; Cennet] ve bağistan[bağ, bahçe] cinâna [cennetler] ve nuristan-ı Rahmân‘a [sonsuz rahmet sahibi olan Allah’ın nurlu memleketi] açılan bir kapı olduğunu ispat etmekle, beşerin en müthiş korkusunu izale [giderme] edip, en elîm ve kasavetli [sıkıntılı, üzüntülü] ve sıkıntılı olan berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] seyahatini en leziz ve ünsiyetli [cana yakın, dost] ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani, kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bağistan[bağ, bahçe] rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.

Hem mü’mine der: İhtiyarın cüz’î [ferdî, küçük] ise, kendi Mâlikinin irade-i külliyesine [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] işini bırak.1 İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] kudretine itimat et.2 Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] düşün.3 Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme.4 Fikrin sönük ise, Kur’ân’ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur’ân birer yıldız misil[benzer] sana ışık verir.5 Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni

866

bekliyor.1 Hem hadsiz arzuların, makàsıdın [gayeler, istenilen şeyler] varsa, onları düşünüp muztarip [çaresiz] olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.2

Hem der: Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin.3 Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelâlin memlûküsün.4 [köle, kul] Öyle ise, sen kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme. Çünkü hayatı veren Odur, idare eden de Odur.5 Hem dünya sahipsiz değil ki! Sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvâlini [korkular] düşünüp merak etme. Çünkü onun sahibi Hakîmdir, Alîmdir.6 Sen de misafirsin; fuzulî [lüzumsuz] olarak karışma, karıştırma.

Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat [var edilenler, varlıklar] başıboş değiller; belki vazifedar memurdurlar,7 bir Hakîm-i Rahîmin [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] nazarındadırlar. Onların âlâm [elemler, acılar] ve meşakkatlerini düşünüp ruhuna elem çektirme;8 ve onların Hâlık-ı Rahîminin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.9 Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ tâun [salgın ve ölümcül hastalık] ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri o Rahîm-i Hakîmin elindedirler.10 O Hakîmdir, abes iş yapmaz; Rahîmdir, rahîmiyeti [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.11

Hem der: Şu âlem çendan [gerçi] fânidir; fakat ebedî bir âlemin levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] yetiştiriyor. Çendan [gerçi] zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveler veriyor, bâki bir zâtın bâki esmâsının cilvelerini gösteriyor. Ve çendan [gerçi] lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat

867

Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] iltifâtâtı, zevâlsiz [batmayan] hakikî lezzetlerdir. Elemler ise, sevap cihetiyle mânevî lezzet yetiştiriyor.1 Madem meşru daire, ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine safâlarına, [gönül hoşnutluğu] keyiflerine kâfidir. Gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] daireye girme. Çünkü o dairedeki bir lezzetin bazan bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifâtât-ı Rahmâniyeyi kaybetmeye sebeptir.2

Hem dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolunda sabıkan [bundan önce] beyan edildiği gibi, esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] insanı öyle bir sukut [alçalış, düşüş] ettiriyor ki,3 hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyât-ı beşeriye, [insanlığa ait gelişmeler, ilerlemeler] hiçbir kemâlât-ı fenniye [ilim ve sanat alanındaki gelişmeler] insanı çıkaramadığı halde, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] iman ve amel-i salihle, [Allah için yapılan iyi işler] o esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] sukuttan, [alçalış, düşüş] insanı âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkarır. Ve delâil-i kat’iye [kesin deliller] ile çıkarmasını ispat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyât-ı mâneviyenin [manevî ilerlemeler] basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihâzâtıyla dolduruyor.4

Hem beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı [karışık, gürültülü] olan ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshil [kolaylaştırma] eder ve kolaylaştırır. Bin, belki elli bin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesaiti [araçlar, vasıtalar] gösterir.5

Hem Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâli [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] tanıttırmakla, insanı Ona bir memur abd [köle] ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhanesinde, hem berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] ve uhrevî menzillerde kemâl-i rahatla [tam anlamıyla rahatlık] seyahatini temin eder. Nasıl ki, bir padişahın müstakim [doğru ve düzgün] bir memuru, onun daire-i memleketinde, [memleket dairesi] hem her vilâyetin hudutlarından suhuletle [kolaylıkla] ve tayyare, gemi, şimendifer [tren] gibi sür’atli

868

vasıta-i seyahatle gezer, geçer. Öyle de, Sultan-ı Ezelîye [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] iman ile intisap [bağlanma] eden ve amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya [dünya misafirhanesi] menzillerinden ve âlem-i berzah [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkezâ kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hudutlarından berk [şimşek] ve burâk sür’atinde geçer, tâ saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bulur. Ve şu hakikati kat’î ispat eder ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve evliyaya gösterir.

Hem de Kur’ân’ın hakikati der ki: Ey mü’min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır [zararlı] olan nefs-i emmârene [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] verme.1 Onu mahbub [sevimli/sevgili] ve onun hevâsını kendine mâbud [ibadet edilen] ittihaz [edinme, kabullenme] etme.2 Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık; hem nihayetsiz sana ihsan [bağış] edebilen; hem istikbalde seni nihayetsiz mes’ut eden; hem bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mes’ut olduğun bütün zâtları ihsânâtıyla mes’ut eden; hem nihayetsiz kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bulunan; ve nihayetsiz derecede kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] ulvî, münezzeh, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] kusursuz, noksansız, zevâlsiz [batmayan] cemâl sahibi [sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah] olan; ve bütün esmâsı nihayet derecede güzel olan; ve her isminde pek çok envâr-ı hüsün ve cemâl bulunan; ve Cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle Onun cemâl-i rahmetini [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ve rahmet-i cemâlini gösteren; ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün [güzellik] ve cemâl ve mehâsin [güzellikler] ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Onun cemâline ve kemâline işaret eden ve delâlet eden ve emare olan bir Zâtı mahbub [sevimli/sevgili] ve mâbud [ibadet edilen] ittihaz [edinme, kabullenme] et.

Hem der: Ey insan! Onun esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, [insandaki sevgi yeteneği] sair bekâsız mevcudata [var edilenler, varlıklar] verme, faidesiz mahlûkata dağıtma.3 Çünkü, âsâr [eserler/asırlar] ve mahlûkat fânidirler.4 Fakat o âsârda [eserler/asırlar] ve o masnuatta [san’at eseri] nakışları, [işleme] cilveleri görünen Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri]  

869

bâkidirler, daimîdirler. Ve esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtın herbirisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-ı kemâl ve muhabbet var. Sen yalnız Rahmân ismine bak ki, Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bir lem’ası ve dünyadaki bütün rızık ve nimet bir katresidir. [damla]

İşte, şu muvazene, [karşılaştırma/denge] ehl-i dalâletle [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ehl-i imanın [Allah’a inanan] hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine işaret eden

لَقَدْخَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِۤى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ * ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ * اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ * 1

hem netice ve âkıbetlerine işaret eden فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ 2 olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu’cizâne, beyan ettiğimiz muvazeneyi [karşılaştırma/denge] ifade ederler.

Birinci âyet, On Birinci Sözde tafsilen o âyetin i’cazkârâne [mu’cize oluş] ve îcazkârâne [az sözle çok mânâlar anlatma] ifade ettiği hakikati, o Sözde beyan edildiğinden, onu oraya havale ederiz. İkinci âyet ise, yalnız bir küçük işaretle göstereceğiz ki, ne kadar ulvî bir hakikati ifade ediyor. Şöyle ki:

Şu âyet, mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: “Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.”3 Ve mefhum-u muhalifle [bir sözün ters mânâsı, zıt anlam] delâlet ediyor ki, “Ehl-i imanın [Allah’a inanan] dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.

Yani, ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] madem semâvât ve arzın [gökler ve yer] vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat [düşürme] ediyor, Sânilerini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet [düşmanlık] ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak

870

değil, belki onlara nefrin [beddua] eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalifle [bir sözün ters mânâsı, zıt anlam] der: “Semâvât ve arz, [gökler ve yer] ehl-i imanın [Allah’a inanan] ölmesiyle ağlarlar.” Zira, ehl-i iman [Allah’a inanan] ise, çünkü semâvât ve arzın [gökler ve yer] vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlerini tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri mânâları iman ile anlıyor. “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar” diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] ediyor. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına onlara ve onlar âyine [ayna] oldukları esmâya muhabbet ediyor. İşte, bu sır içindir ki, semâvât ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın [Allah’a inanan] zevâline [batış, kayboluş] mahzun oluyorlar.

Mühim bir sual: Diyorsunuz ki: “Muhabbet ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] değil. Hem, ihtiyac-ı fıtrîye [doğal ihtiyaç] binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâtlarımı severim. Refika-i hayatımı [hayat arkadaşı, eş] severim. Dost ve ahbaplarımı severim. Enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zât ve sıfât ve esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?”

Elcevap: Dört Nükteyi [derin anlamlı söz] dinle.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Muhabbet çendan [gerçi] ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] değil. Fakat, ihtiyar ile, muhabbetin yüzü bir mahbuptan [sevgili] diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ, bir mahbubun çirkinliğini göstermekle, veyahut asıl lâyık-ı muhabbet [sevgiye lâyık] olan diğer bir mahbuba perde veya âyine [ayna] olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecazî mahbuptan [sevgili] hakikî mahbuba çevrilebilir.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Tâdât [sayma] ettiğin sevdiklerini sevme demiyoruz. Belki onları Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına ve Onun muhabbeti namına sev deriz.

Meselâ, leziz taamları, güzel meyveleri, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsanı [bağış] ve o Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] in’âmı [nimetlendirme] cihetinde sevmek, Rahmân ve Mün’im [gerçek nimet verici olan Allah] isimlerini sevmektir; hem mânevî bir şükürdür. Şu muhabbet yalnız nefis hesabına olmadığını ve

871

Rahmân namına olduğunu gösteren, meşru dairesinde kanaatkârâne kazanmak ve mütefekkirâne, [gerçek nimet verici olan Allah’ı düşünürek] müteşekkirâne [teşekkür ederek] yemektir.

Hem peder ve valideyi şefkatle teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muhabbetine aittir.1 O muhabbet ve hürmet, şefkat, Allah için olduğunun alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَۤا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَۤا اُفٍّ * 2

âyeti, beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı davet etmesi, Kur’ân’ın nazarında valideynin [anne ve baba] hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir. Madem peder kimseyi değil, yalnız veledinin [çocuk] kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil, veled [çocuk] dahi pedere karşı hak dâvâ edemez. Demek, valideyn [anne ve baba] ve veled [çocuk] ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa [münakaşa sebebi] yok. Zira, münakaşa ya gıpta ve hasetten gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa, haksızlıktan gelir. Veledin [çocuk] hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâvâ etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.

Ve evlâtlarını, o Zât-ı Rahîm-i Kerîmin [sonsuz rahmet ve ikram sahibi olan Zât, Allah] hediyeleri olduğu için kemâl-i şefkat [tam bir şefkat] ve merhametle onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakka aittir. Ve o muhabbet ise, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına olduğunu gösteren alâmet ise, vefatlarında sabır ile şükürdür, meyusâne [ümitsiz] feryad etmemektir.3 “Hâlıkımın, [her şeyi yaratan Allah] benim nezaretime verdiği sevimli bir mahlûku idi, bir memlûkü [köle, kul] idi. Şimdi hikmeti iktiza [bir şeyin gereği] etti, benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte [köle, kul] bir zâhirî hissem varsa, hakikî bin hisse onun Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] aittir. اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ 4 deyip teslim olmaktır.

872

Hem dost ve ahbap ise, eğer onlar iman ve amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] sebebiyle Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dostları iseler, اَلْحُبُّ فِى اللهِ 1 sırrınca, o muhabbet dahi Hakka aittir.

Hem refika-i hayatını, [hayat arkadaşı, eş] rahmet-i İlâhiyenin mûnis, [cana yakın] lâtif [berrak, şirin, hoş] bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et.2 Fakat çabuk bozulan hüsn-ü suretine [dış görünüşün güzelliği] muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet [hoşluk, gözellik] ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. [ahlâk güzelliği] Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî, ciddî, samimî, nuranî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat [şefkatten kaynaklanan güzellik] ve hüsn-ü sîret, [ahlâk güzelliği] âhir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaife, lâtife [güzel ve ince mânâ] mahlûkun hukuk-u hürmeti o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa, hüsn-ü suretin [dış görünüşün güzelliği] zevâliyle, [batış, kayboluş] en muhtaç olduğu bir zamanda biçare hakkını kaybeder.

Hem enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyayı sevmek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] makbul ibâdı olmak cihetiyle, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] namına ve hesabınadır. Ve o nokta-i nazardan [bakış açısı] Ona aittir.3

Hem hayatı, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insana ve sana verdiği en kıymettar ve hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] kazandıracak bir sermaye ve bir define ve bâki kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] cihâzâtını câmi’ [kapsamlı] bir hazine cihetiyle onu sevmek, muhafaza etmek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hizmetinde istihdam [çalıştırma] etmek, yine o muhabbet bir cihette Mâbûda [ibadete layık olan Allah] aittir.

Hem gençliğin letâfetini, [hoşluk, gözellik] güzelliğini, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] lâtif, [berrak, şirin, hoş] şirin, güzel bir nimeti nokta-i nazarından [bakış açısı] istihsan [beğenme, güzel bulma] etmek, sevmek, hüsn-ü istimal [güzel ve iyi kullanma] etmek, şâkirâne [şükreder bir şekilde] bir nevi muhabbet-i meşruadır. [dine uygun, helâl sevgi]

Hem baharı, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nuranî esmâlarının en lâtif, [berrak, şirin, hoş] güzel nakışlarının [işleme] sahifesi ve Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] antika san’atının en müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve şâşaalı bir meşher-i san’atı

873

olduğu cihetiyle mütefekkirâne [gerçek nimet verici olan Allah’ı düşünürek] sevmek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] esmâsını sevmektir.

Hem dünyayı, âhiretin mezraası1 [tarla] ve esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] âyinesi [aynası] ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mektubatı ve muvakkat [geçici] bir misafirhanesi cihetinde sevmek, nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] karışmamak şartıyla, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ait olur.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfiyle sev;2 mânâ-yı ismiyle sevme.3 “Ne kadar güzel yapılmış” de. “Ne kadar güzeldir” deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb [kalbin içi] âyine-i Sameddir [hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşey Kendisine muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna] ve Ona mahsustur.

اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَحُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ * 4 de.

İşte, bütün tâdât [sayma] ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevâlsiz [batmayan] bir visaldir. [kavuşma] Hem muhabbet-i İlâhiyeyi [Allah sevgisi] ziyadeleştirir. Hem meşru bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet [lezzetin tâ kendisi] bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.

Meselâ, nasıl ki bir padişah-ı âli,Haşiye [yüce hükümdar] sana bir elmayı ihsan [bağış] etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:

Biri: Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah, o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz’îdir. [ferdî, küçük] Hem zevâl [batış, kayboluş] bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf [eseflenme, üzülme] kalır.

874

İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifâtât-ı şâhânedir. Güya o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir [cisimleşmiş] diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder. Hem iltifâtın gılâfı [kılıf, örtü] olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. [üstünde] İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.

Aynen onun gibi, bütün nimetlere ve meyvelere zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilâne telezzüz [lezzet alma] etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan [bağış] ve iltifâtâtın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa, hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] esmâsına karşı olan muhabbetin tabakatı var. Sabıkan [bundan önce] beyan ettiğimiz gibi, bazan âsâra [eserler/asırlar] muhabbet suretiyle esmâyı sever. Bazan esmâyı, kemâlât-ı İlâhiyenin [Allah’a ait mükemmellikler] ünvanları olduğu cihetle sever. Bazan insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmâya muhtaç ve müştak [arzulu, aşırı istekli] olur ve o ihtiyaçla sever. Meselâ, sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlûkata karşı âcizâne istimdat [medet isteme] ihtiyacını hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse, o zâtın “in’âm [nimet verme] edici” ünvanı ve “kerîm[cömert, ikram sahibi] ismi ne kadar senin hoşuna gider; ne kadar o zâtı o ünvanla seversin. Öyle de, yalnız Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Rahmân ve Rahîm isimlerini düşün ki, sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü’min âbâ [babalar] ve ecdadını ve akraba ve ahbabını dünyada nimetlerin envâıyla [tür] ve Cennette envâ-ı lezâizle [lezzet çeşitleri] ve saadet-i ebediyede [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes’ut ettiği cihette o Rahmân ismi ve Rahîm ünvanı ne kadar sevilmeye lâyıktırlar; ve ne derece o iki isme ruh-u beşer [insan ruhu] muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى رَحْمٰنِيَّتِهِ وَعَلٰى رَحِيمِيَّتِهِ 1 yerindedir, anlarsın.

875

Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olduğun, senin bir nevi hânen ve içindeki mevcudat [var edilenler, varlıklar] senin o hânenin ünsiyetli [cana yakın, dost] levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] ve sevimli müzeyyenatı [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlûkatı kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] tanzim ve tedbir ve terbiye eden Zâtın Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismine ve Mürebbî [eğitici, terbiye edici] ünvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğunu, dikkat etsen anlarsın.

Hem bütün alâkadar olduğun ve zevâlleriyle [batış, kayboluş] müteellim [acı çeken] olduğun insanları, mevtleri [ölüm] hengâmında [ân, zaman] adem [hiçlik, yokluk] zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir Zâtın Vâris, [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Bâis [sebep, neden] isimlerine, Bâkî, Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ve Muhsin [bağış ve iyiliklerde bulunan] ünvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu, dikkat etsen anlarsın.

İşte, insanın mahiyeti ulviye, [yüce] fıtratı câmia olduğundan, binler envâ-ı hâcât [ihtiyaç çeşitleri] ile binbir esmâ-i İlâhiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf [kat kat] ihtiyaç, iştiyaktır. [arzu, istek] Muzaaf [kat kat] iştiyak, [arzu, istek] muhabbettir. Muzaaf [kat kat] muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülâtına [mükemmelleşme] göre, merâtib-i muhabbet, [sevgi dereceleri] merâtib-i esmâya [isimlerin mertebeleri] göre inkişaf [açığa çıkma] eder. Bütün esmâya muhabbet dahi, çünkü o esmâ Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ünvanları ve cilveleri olduğundan, muhabbet-i zâtiyeye [Allah’ın yüce zâtına sevgi] döner. Şimdi, yalnız nümune olarak, bin bir esmâdan yalnız Adl [adalet] ve Hakem [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] ve Hak ve Rahîm isimlerinin bin bir mertebelerinden bir mertebeyi beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Hikmet ve adl [adalet] içindeki Rahmânü’r-Rahîm [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] ve Hak ismini âzamî bir dairede görmek istersen, şu temsile bak: Nasıl ki, bir orduda dört yüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki, herbir taife beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edeceği silâhları ayrı ve mizacına deva olacak ilâçları

876

ayrı oldukları halde, bütün o dört yüz taife, ayrı ayrı, takım bölük tefrik edilmeyerek, belki birbirine karışık olduğu halde, onları kemâl-i şefkat [tam bir şefkat] ve merhametinden ve harikulâde iktidarından ve mu’cizâne ilim ve ihatasından [herşeyi kuşatma] ve fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz [benzer] birtek padişah, onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilâç ve silâhlarını, muinsiz [yardımcı] olarak, bizzat kendisi verse, o zât acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm [cömert, ikram sahibi] bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü, bir taburda on milletten efrad [bireyler] bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkül [zorluk] olduğundan, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] ne cinsten olursa olsun bir tarzda teçhiz edilir.

İşte, öyle de, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] adl [adalet] ve hikmet içindeki ism-i Hak ve Rahmânü’r-Rahîm‘in [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde, zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem, dört yüz bin milletten mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] nebâtat [bitkiler] ve hayvânat ordusuna bak ki, bütün o milletler, o taifeler birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası [elbise] ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı [hayat tarzı] ayrı, talimatı ayrı, terhisatı [askerliğin bitişiyle salıverilme] ayrı oldukları halde ve o hâcatlarını tedarik edecek iktidarları ve o metâlibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet [hikmet dairesi] ve adl [adalet] içinde, mîzan [denge, ölçü] ve intizam ile Hak ve Rahmân, Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] ve Rahîm, Kerîm [cömert, ikram sahibi] ünvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas [karıştırma] etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.

İşte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mîzan [denge, ölçü] ile yapılan bir işe başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] Hakîm-i Mutlak, [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] Kàdîr-i Külli Şeyden başka, bu san’ata, bu tedbire, bu rububiyete, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] bu tedvire [çekip çevirme] hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebep müdahale edebilir?1

877

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, [arkadaş, yoldaş, yardımcı] valideynime, [anne ve baba] evlâdıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, [nebiler, peygamberler] güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik, [alakalı, ilgili] ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin, Kur’ân’ın emrettiği tarzda olsa, neticeleri, faideleri nedir?

Elcevap: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitap yazmak lâzım gelir. Şimdilik, yalnız icmâlen [özet] bir iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ dünyadaki muaccel [peşin] neticeleri beyan edilecek. Sonra, âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:

Sabıkan [bundan önce] beyan edildiği gibi, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur; safâları, [gönül hoşnutluğu] lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak [ayrılık] yüzünden belâlı bir hırkat [ayrılık ateşi] olur. Lezzet, zevâl [batış, kayboluş] yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına olmadıkları için, ya faidesizdir veya azaptır (eğer harama girmişse).1

Sual: Enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyaya muhabbet nasıl faidesiz kalır?

Elcevap: Ehl-i teslisin İsâ aleyhisselâma ve Râfızîlerin [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] Hazret-i Ali radıyallahu anh’a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi.2 Eğer o muhabbetler, Kur’ân’ın irşad [doğru yol gösterme] ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına ve muhabbet-i Rahmân [sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah’a duyulan sevgi] namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var.

Amma dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir.

Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men etmektir.3 O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevk edersin.4

878

Refika-i hayatına [hayat arkadaşı, eş] muhabbetin, madem hüsn-ü sîret [ahlâk güzelliği] ve maden-i şefkat [şefkat kaynağı] ve hediye-i rahmet [Allah’ın rahmet hediyesi] olduğuna bina edilmiş. O refikaya [arkadaş, yoldaş, yardımcı] samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleşir, mes’udâne [mutlu bir şekilde] hayatını geçirirsin. Yoksa, hüsn-ü surete [dış görünüşün güzelliği] muhabbet nefsânî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muaşereti [güzel geçim] de bozar.

Peder ve valideye karşı muhabbetin, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına olduğu için, hem bir ibadet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirirsin. En âli [yüce] bir hisle, en merdâne bir himmetle [ciddi gayret] onların tûl-ü ömrünü ciddî arzu edip bekàlarına dua etmek, tâ “Onların yüzünden daha ziyade sevap kazanayım” diye samimî hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhanî [ruhun aldığı lezzet] almaktır. Yoksa, nefsanî, dünya itibarıyla olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr [yük] olacak bir vaziyete girdikleri zaman, en süflî [alçak] ve en alçak bir hisle vücutlarını istiskal etmek, [ağır bulmak, sıkılmak] sebeb-i hayatın [hayat sebebi] olan o muhterem zâtların mevtlerini [ölüm] arzu etmek gibi vahşî, kederli, ruhanî bir elemdir.

Evlâdına muhabbet ise, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] senin nezaretine ve terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli [cana yakın, dost] o mahlûklara [varlıklar] muhabbet ise, saadetli bir muhabbet, bir nimettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle meyusâne [ümitsiz] feryad edersin. Sabıkan [bundan önce] geçtiği gibi, “Onların Hâlıkları [her şeyi yaratan Allah] hem Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] hem Rahîm olduğundan, onlar hakkında o mevt [ölüm] bir saadettir” dersin. Senin hakkında da, onları sana veren Zâtın rahmetini düşünürsün, firak [ayrılık] eleminden kurtulursun.

Ahbaplara muhabbetin ise, madem Allah içindir. O ahbapların firakları, [ayrılık] hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize [kardeşlik] mâni olmadığı için, o mânevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkat [buluşma, karşılaşma] lezzeti daimî olur. Allah için olmazsa, bir günlük mülâkat [buluşma, karşılaşma] lezzeti, yüz günlük firak [ayrılık] elemini netice verir.Haşiye [dipnot]

879

Enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] karanlıklı bir vahşetgâh [ürkütücü yer] görünen âlem-i berzah, [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] o nuranîlerin vücutlarıyla tenevvür [aydınlanma, nurlanma] etmiş menzilgâhları [konaklama yeri] suretinde sana göründüğü için, o âleme gitmeye tevahhuş, [korkma, çekinme] tedehhüş [dehşete düşme] değil, belki bilâkis temayül [eğilim gösterme] ve iştiyak [arzu, istek] hissini verir; hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] lezzetini kaçırmaz. Yoksa, onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin [dünyaya yalnız dünya için ve maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar] meşâhir-i insaniyeye [insanların meşhurları, ünlü kişiler] muhabbeti nev’inden olsa, o kâmil insanların fenâ ve zevâllerini [batış, kayboluş] ve mazi [geçmiş] denilen mezar-ı ekberinde [çok büyük mezar] çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yani, “Öyle kâmilleri çürüten bir mezara ben de gireceğim” diye düşünür, mezaristana endişeli bir nazarla bakar, ah çeker. Evvelki nazarda ise, cisim libasını [elbise] mazide bırakıp kendileri istikbal salonu olan berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] âleminde kemâl-i rahatla [tam anlamıyla rahatlık] ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârâne [dostça, canayakın bir şekilde] bakar.

Hem güzel şeylere muhabbetin, madem Sânileri [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hesabınadır,1 “Ne güzel yapılmışlar” tarzındadır. O muhabbetin bir leziz tefekkür olduğu halde, hüsünperest, [güzellik] cemâlperest [güzelliğe düşkün] zevkinin nazarını daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin definelerine yol açar, baktırır. Çünkü, o güzel âsârdan [eserler/asırlar] ef’âl-i İlâhiyenin [kâinattaki varlıkları ortaya çıkaran İlâhi fiiller] güzelliğine intikal ettirir. Ondan esmânın güzelliğine, ondan sıfâtın güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] cemâl-i bîmisâline [benzersiz güzellik] karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet bu surette olsa, hem lezzetlidir, hem ibadettir ve hem tefekkürdür.

Gençliğe muhabbetin ise, madem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] güzel bir nimeti cihetinde sevmişsin. Elbette onu ibadette sarf edersin, sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] boğdurup öldürmezsin. Öyle ise, o gençlikte kazandığın ibadetler, o fâni gençliğin bâki meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâki meyvelerini elde ettiğin halde,

880

gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibadete muvaffakiyet [başarı] ve merhamet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] gibi beş on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede “Eyvah, gençliğim gitti” diye teessüf [eseflenme, üzülme] edip gençliğe ağlamayacaksın. Nasıl ki, öylelerin birisi demiş:

لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشِيبُ

Yani, “Keşke gençliğim birgün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini şekvâ [şikayet] ederek haber verecektim.”

Bahar gibi ziynetli meşherlere [sergi] muhabbet ise, madem san’at-ı İlâhiyeyi [Allah’ın san’atı] seyran itibarıyladır. O baharın gitmesiyle, temâşâ lezzeti zâil [geçici, yok olucu] olmaz. Çünkü, bahar, yaldızlı bir mektup gibi verdiği mânâları her vakit temâşâ edebilirsin. Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi, sana o temâşâ lezzetini idame ettirmekle beraber, o baharın mânâlarını, güzelliklerini sana tazelendirirler. O vakit muhabbetin esefli, [üzüntü, acı] elemli, muvakkat [geçici] olmaz; lezzetli, safâlı [huzur ve keyif veren] olur.

Dünyaya muhabbetin ise, madem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] namınadır. O vakit dünyanın dehşetli mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] sana ünsiyetli [cana yakın, dost] bir arkadaş hükmüne geçer. Mezraa-i âhiret [âhiretin tarlası] cihetiyle sevdiğin için, herşeyinde âhirete faide verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne musibetleri sana dehşet verir, ne zevâl [batış, kayboluş] ve fenâsı sana sıkıntı verir. Kemâl-i rahatla [tam anlamıyla rahatlık] o misafirhanede müddet-i ikametini [kalış süresi] geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] gibi seversen, yüz defa sana söylemişiz ki, sıkıntılı, ezici, boğucu, fenâya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur, gidersin.

İşte, bazı mahbupların, [sevgili] Kur’ân’ın irşad [doğru yol gösterme] ettiği surette olduğu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letâfetini [hoşluk, gözellik] gösterdik. Kur’ân’ın gösterdiği yolda olmazsa, yüzden bir mazarratına [zarar] işaret ettik. Şimdi, şu mahbupların, [sevgili] dâr-ı bekâda, âlem-i âhirette, [âhiret âlemi] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] âyât-ı beyyinâtıyla [ap açık âyetler] işaret ettiği neticeleri işitmek ve anlamak istersen, işte o çeşit meşru muhabbetlerin dâr-ı âhiretteki [âhiret âlemi] neticelerini bir Mukaddime [başlangıç] ve Dokuz İşaret ile, yüzden bir faidesini icmâlen [özet] göstereceğiz.

881

MUKADDİME: Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] celîl [sonsuz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah] ulûhiyetiyle, [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] cemil [güzel] rahmetiyle, kebîr [büyük] rububiyetiyle, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] kerîm [cömert, ikram sahibi] re’fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif [berrak, şirin, hoş] hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve hissiyatla, bu derece cevârih [organlar] ve cihazatla ve muhtelif âzâ ve âlâtla [aletler] ve mütenevvi [çeşit çeşit] letâif [duygular] ve mâneviyatla teçhiz ve tezyin [süsleme] etmiştir ki, tâ mütenevvi [çeşit çeşit] ve pek çok âlât [aletler] ile, hadsiz envâ-ı nimetini, [nimet çeşitleri] aksâm-ı ihsânâtını, [bağışların kısımları] tabakat-ı rahmetini [rahmet tabakaları] o insana ihsas [hissettirme] etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ bin bir esmâsının hadsiz envâ-ı tecelliyatlarını, insana o âlât [aletler] ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin.

Ve o insandaki pek kesretli [çokluk] âlât [aletler] ve cihâzâtın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyeti [Allah’a kulluk] olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfâtı vardır.

Meselâ, göz, suretlerdeki güzelliklerini ve âlem-i mubsaratta [görünen varlıklar âlemi] güzel mu’cizât-ı kudretin [Allah’ın kudret mu’cizeleri] envâı[tür] temâşâ eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle [ibret gözüyle bakış] Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem malûmdur, tarife hacet yok.

Meselâ, kulak, sadâların envâlarını, lâtif [berrak, şirin, hoş] nağmelerini ve mesmuat [duyulanlar, işitilenler] âleminde Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] letâif-i rahmetini [rahmetin güzellikleri] hisseder. Ayrı bir ubûdiyet, [Allah’a kulluk] ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfâtı var.

Meselâ, kuvve-i şâmme, [koku alma duyusu] kokular taifesindeki letâif-i rahmeti [rahmetin güzellikleri] hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükrâniyesi, [şükür vazifesi] bir lezzeti vardır. Elbette mükâfâtı dahi vardır.

Meselâ, dildeki kuvve-i zâika, [tad alma duyusu] bütün mat’ûmâtın [yenecek şeyler] ezvâkını [zevkler, lezzetler] anlamakla, gayet mütenevvi [çeşit çeşit] bir şükr-ü mânevî [mânevî şükür] ile vazife görür.

Ve hâkezâ, bütün cihâzât-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin [duygular] böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.

İşte, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ve Hakîm-i Mutlak, [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] bu insanda istihdam [çalıştırma] ettiği bu cihâzâtın

882

elbette herbirerlerine lâyık ücretlerini verecektir. O müteaddit [bir çok] envâ-ı muhabbetin sabıkan [bundan önce] beyan edilen dünyadaki muaccel [peşin] neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadık [doğru kavrayış, doğru sezgi] ile ispat edilir. Âhiretteki neticeleri ise, kat’iyen [kesinlikle] vücutları ve tahakkukları, [gerçekleşme] icmâlen [özet] Onuncu Sözün on iki hakikat-i kàtıa-i [kesin gerçek] sâtıasıyla ve Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] altı esas-ı bâhiresiyle ispat edildiği gibi, tafsilen

اَصْدَقُ الْكَلاَمِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلاَمُ اللهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ * 1

olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] âyât-ı beyyinâtıyla, [ap açık âyetler] tasrih [açık şekilde bildirme] ve telvih ve remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve işârâtıyla [işaretler] kat’iyen [kesinlikle] sabittir. Daha uzun burhanları [delil] getirmeye lüzum yok. Zaten başka Sözlerde ve Cennete dair Yirmi Sekizinci Sözün Arabî olan İkinci Makamında ve Yirmi Dokuzuncu Sözde [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] çok burhanlar [delil] geçmiştir.

BİRİNCİ İŞARET: Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne [şükreder bir şekilde] muhabbet-i meşruanın [dine uygun, helâl sevgi] uhrevî neticesi, Kur’ân’ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir.2 Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin “Elhamdü lillâh” kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada “Elhamdü lillâh” yersin. Ve nimette ve taam [gıda, yiyecek] içinde in’âm-ı İlâhîyi [Allah’ın ihsanı, nimet vermesi] ve iltifat-ı Rahmânîyi [Allah’ın sonsuz rahmetiyle lütuf ve ikramda bulunması] gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, [mânevî şükür] Cennette gayet leziz bir taam [gıda, yiyecek] suretinde sana verileceği, hadisin nassıyla,3 Kur’ân’ın işârâtıyla [işaretler] ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla [bir şeyin gereği] sabittir.4

İKİNCİ İŞARET: Dünyada meşru bir surette nefsine muhabbet, yani, mehâsinine [güzellikler] bina edilen muhabbet değil, belki noksaniyetlerini görüp tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] etmeye bina edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevk etmek neticesi, o nefse

883

lâyık mahbupları [sevgili] Cennette veriyor. Nefis madem dünyada hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve hevesini Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yolunda hüsn-ü istimal [güzel ve iyi kullanma] etmiş. Cihâzâtını, duygularını hüsn-ü suretle [dış görünüşün güzelliği] istihdam [çalıştırma] etmiş. Kerîm-i Mutlak, [lütuf ve cömertliği sınırsız olan Allah] ona dünyadaki meşru ve ubûdiyetkârâne [kulluğa yakışır tarzda] muhabbetin neticesi olarak, Cennette, Cennetin yetmiş ayrı ayrı envâ-ı ziynet ve letâfetinin [hoşluk, gözellik] nümuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi [Cennet elbisesi] giydirip, nefisteki bütün hasseleri [duyu] memnun edecek, okşayacak yetmiş envâ-ı hüsünle [güzellik çeşitleri] vücudunu süslendirip, herbiri ruhlu küçük birer Cennet hükmünde olan hurileri o dâr-ı bekàda [daimî ve kalıcı yer] vereceği, pek çok âyât ile tasrih [açık şekilde bildirme] ve ispat edilmiştir.1 Hem dünyada gençliğe muhabbet, yani, ibadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi, dâr-ı saâdette [mutluluk yurdu] ebedî bir gençliktir.2

ÜÇÜNCÜ İŞARET: Refika-i hayatına [hayat arkadaşı, eş] meşru dairesinde, yani lâtif [berrak, şirin, hoş] şefkatine, güzel hasletine, [huy, karakter] hüsn-ü sîretine [ahlâk güzelliği] binaen samimî muhabbet ile refika-i hayatını [hayat arkadaşı, eş] da nâşizelikten, sair günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise, Rahîm-i Mutlak, [herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allah] o refika-i hayatı, [hayat arkadaşı, eş] hurilerden daha güzel bir surette ve daha ziynetli bir tarzda, daha cazibedar bir şekilde, ona dâr-ı saadette [mutluluk yeri; Cennet] ebedî bir refika-i hayatı [hayat arkadaşı, eş] ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizâne [lezzet alarak] nakletmek ve eski hatıratı birbirine tahattur [hatıra gelme] ettirecek enîs, [cana yakın, dost] lâtif, [berrak, şirin, hoş] ebedî bir arkadaş, bir muhib [Allah’ı seven] ve mahbub [sevimli/sevgili] olarak verileceğini vaad etmiştir.3 Elbette vaad ettiği şeyi kat’î verecektir.

DÖRDÜNCÜ İŞARET: Valideyn [anne ve baba] ve evlâda muhabbet-i meşruanın [dine uygun, helâl sevgi] neticesi, nass-ı Kur’ân [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü] ile, Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onların makamları ayrı ayrı da olsa, yine o mes’ut aileye sâfi olarak lezzet-i sohbeti, Cennete lâyık bir hüsn-ü muaşeret [güzel geçim] suretinde, dâr-ı bekàda [daimî ve kalıcı yer] ebedî mülâkat [buluşma, karşılaşma] ile ihsan [bağış] eder. Ve on beş yaşına

884

girmeden, yani hadd-i bülûğa [ergenlik çağı] vasıl olmadan vefat eden çocuklar, وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ 1 ile tabir edilen Cennet çocukları şeklinde ve Cennete lâyık bir tarzda, gayet süslü, sevimli bir surette, onları Cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarına verir, veledperverlik [çocuk] hislerini memnun eder, ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife [sorumluluk yaşı] girmediklerinden, ebedî, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar.2 Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlâsı Cennette bulunur.3 Yalnız, çok şirin olan veledperverlik, [çocuk] yani çocuklarını sevip okşamak zevki, Cennet tenasül [üreme] yeri olmadığından, Cennette yoktur zannedilirdi. İşte bu surette o dahi vardır. Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır.4 İşte, kablelbülûğ [ergenlik yaşına gelmeden önce] evlâdı vefat edenlere müjde!

BEŞİNCİ İŞARET: Dünyada اَلْحُبُّ فِى اللهِ 5 hükmünce salih ahbaplara muhabbetin neticesi, Cennette عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ 6 ile tabir edilen, karşı karşıya

kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturup, hoş, şirin, güzel, tatlı bir surette, dünya maceralarını ve kadîm [eski] olan hatıratlarını birbirine nakledip eğlendirmeleri suretinde, firaksız, [ayrılık] sâfi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbaplarıyla görüştüreceği, Kur’ân’ın nassıyla sabittir.7

ALTINCI İŞARET: Enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyaya Kur’ân’ın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi, o enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyanın şefaatlerinden berzahda, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] haşirde istifade etmekle beraber, gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] o muhabbet vasıtasıyla istifaza [feyizlenme] etmektir.8 Evet, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ 9 sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âli-makam bir zâtın tebaiyetiyle [tabi olma, uyma] girebilir.

885

YEDİNCİ İŞARET: Güzel şeylere ve bahara meşrû muhabbetin, yani, “ne kadar güzel yapılmış” nazarıyla, o âsârın [eserler/asırlar] arkasındaki ef’âlin [fiiler, davranışlar] güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı ef’al arkasındaki güzel esmânın cilvelerini ve o güzel esmanın [Allah’ın isimleri] arkasında sıfâtın tecelliyatını ve hâkezâ, sevmekliğin neticesi ise, dâr-ı bekâda o güzel gördüğü masnûattan bin def’a daha güzel bir tarzda esmânın cilvesini ve esmâ içindeki cemâl ve sıfâtını, Cennette görmektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî Radıyallahü anh demiş ki: “Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] temessülâtıdır.” [belirme, görünme] Teemmel!

SEKİZİNCİ İŞARET: Dünyada, dünyanın âhiret mezraası1 [tarla] ve esmâ-i İlâhiye âyinesi [aynası] olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirâne [gerçek nimet verici olan Allah’ı düşünürek] muhabbetin uhrevî neticesi, dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni değil, bâki bir Cennet verilecektir.2 Hem dünyada yalnız zayıf gölgeleri gösterilen esmâ, [Allah’ın isimleri] o Cennetin âyinelerinde en şâşaalı bir surette gösterilecektir.

Hem dünyayı mezraa-i âhiret [âhiretin tarlası] yüzünde sevmenin neticesi, dünyayı fidanlık, yani ancak fidanları bir derece yetiştiren küçük bir mezraası [tarla] hükmünde olacak öyle bir Cenneti verecek ki, dünyada havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve hissiyât-ı insaniye [insanın hisleri, duyguları] küçük fidanlar olduğu halde, Cennette en mükemmel bir surette inkişaf [açığa çıkma] ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidatları, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] envâ-ı lezâiz [lezzet çeşitleri] ve kemâlâtla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] sünbüllenecek [başak] surette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin mukteza[bir şeyin gereği] olduğu gibi, hadisin nususuyla3 [nasslar, açık hükümler] ve Kur’ân’ın işârâtıyla4 [işaretler] sabittir.

Hem madem dünyanın, her hatânın başı olan mezmum [kınanmış] muhabbeti5 değil, belki esmâya ve âhirete bakan iki yüzünü, esmâ ve âhiret için sevmiş ve ibadet-i fikriye ile o yüzleri mamur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibadet etmiş. Elbette dünya

886

kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir. [Allah’ın rahmetinin ve hikmetinin gereği] Hem madem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasını1 [tarla] sevmiş ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muhabbetiyle âyine-i esmâsını [Allah’ın isimlerini gösteren ayna, varlıklar] sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub [sevimli/sevgili] ister. O da dünya kadar bir Cennettir.

Sual: O kadar büyük ve hâli [boş] bir Cennet neye yarar?

Elcevap: Nasıl ki, eğer mümkün olsaydı, hayal sür’atiyle zemin aktârını [bölgeler] ve yıldızların ekserini gezsen, “Bütün âlem benimdir” diyebilirsin. Melâike [melek] ve insan ve hayvanların iştirakleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de, o Cennet dahi dolu olsa, “O Cennet benimdir” diyebilirsin. Hadiste “Bazı ehl-i Cennete verilen beş yüz senelik bir Cennet” sırrı,2 Yirmi Sekizinci Sözde ve İhlâs Lem’asında [Yirminci Lem’a] beyan edilmiştir.

DOKUZUNCU İŞARET: İman ve muhabbetullahın [Allah sevgisi] neticesi, ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve tahkikin [araştırma, inceleme] ittifakıyla, dünyanın bin sene hayat-ı mes’udânesi [mutlu bir hayat] bir saatine değmeyen Cennet hayatı; ve Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] cemâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] müşahedesi, rüyetidir [Allah’ın cemâlini görme] ki,Haşiye hadis-i kat’î3 [doğruluğu kesin hadis] ile ve Kur’ân’ın nassıyla4 sabittir. Hazret-i Süleyman aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ile meşhur bir zâtın rüyetine [Allah’ın cemâlini görme] iştiyak[arzu, istek] bir merak, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi bir cemâl ile mümtaz [seçkin] bir zâtın şuhuduna [görme] meraklı bir iştiyak, [arzu, istek] herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün mehâsin [güzellikler] ve kemâlâtından [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] binler derece yüksek olan Cennetin bütün

887

mehâsin [güzellikler] ve kemâlâtı, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bir cilve-i cemâli [güzelliğin görüntüsü] ve kemâli olan bir Zâtın rüyeti [Allah’ın cemâlini görme] ne kadar mergub, [bütün yaratılmışların Kendisinin rızasını istediği Allah] merak-âver [merak verici] ve şuhudu [görme] ne derece matlub [istek] ve iştiyakâver [arzu, istek] olduğunu kıyas edebilirsen et.

اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا فِى الدُّنْيَا حُبَّكَ وَحُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ وَاْلاِسْتِقَامَةَ كَمَا اَمَرْتَ وَفِى اْلاٰخِرَةِ رَحْمَتَكَ وَرُؤْيَتَكَ * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ اٰمِينَ * 3

 Tenbih

Şu Sözün âhirinde uzun tafsilâtı [ayrıntılar] uzun görme. Ehemmiyetine nisbeten kısadır; daha uzun ister.

Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işârât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın işaretleri] namına hakikattir. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış birşey gördünüz; muhakkak biliniz ki, haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.

ba

888

 Münâcât

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zâtın sarayca menus sadâsıyla çalar, tâ ona açılsın. Öyle de, biçare ben dahi, Senin dergâh-ı rahmetini, [Allah’ın rahmet kapısı] mahbub [sevimli/sevgili] abdin olan Üveysü’l-Karânî’nin nidâsıyla ve münâcâtıyla [Allah’a yalvarış, dua] şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç. Ekûlü kemâ kàle:

اِلٰهِى اَنْتَ رَبِّى وَاَنَا الْعَبْدُ…. وَاَنْتَ الْخَالِقُ وَاَنَا الْمَخْلُوقُ

وَاَنْتَ الرَّزَّاقُ وَاَنَا الْمَرْزُوقُ…. وَاَنْتَ الْمَالِكُ وَاَنَا الْمَمْلُوكُ

وَاَنْتَ الْعَزِيزُ وَاَنَا الذَّلِيلُ…. وَاَنْتَ الْغَنِّىُ وَاَنَا الْفَقِيرُ

وَاَنْتَ الْحَىُّ وَاَنَا الْمَيِّتُ…. وَاَنْتَ الْبَاقِى وَاَنَا الْفَانِى

وَاَنْتَ الْكَرِيمُ وَاَنَا اللَّئِيمُ…. وَاَنْتَ الْمُحْسِنُ وَاَنَا الْمُسِيئُ

وَاَنْتَ الْغَفُورُ وَاَنَا الْمُذْنِبُ…. وَاَنْتَ الْعَظِيمُ وَاَنَا الْحَقِيرُ

وَاَنْتَ الْقَوِىُّ وَاَنَا الضَّعِيفُ…. وَاَنْتَ الْمُعْطِى وَاَنَا السَّۤائِلُ 1

889

وَاَنْتَ اْلاَمِينُ وَاَنَا الْخَۤائِفُ…. وَاَنْتَ الْجَوَّادُ وَاَنَا الْمِسْكِينُ

وَاَنْتَ الْمُجِيبُ وَاَنَا الدَّاعِى…. وَاَنْتَ الشَّافِى وَاَنَا الْمَرِيضُ

فَاغْفِرْلِى ذُنُوبىِ وَتَجَاوَزْ عَنِّى وَاشْفِ اَمْرَاضِى يَۤا اَللهُ يَاكَافِى يَا رَبِّ يَا وَافِى يَا رَحِيمُ يَا شَافِى يَا كَرِيمُ يَا مُعَافِى فَاعْفُ عَنِّى مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَعَافِنِى مِنْ كُلِّ دَاٍۤء وَارْضَ عَنِّى اَبدًا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * 1

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 2