SÖZLER – Otuz Üçüncü Söz (890-940)

890

Otuz Üçüncü Söz

Otuz Üç Penceredir

Bir cihette Otuz Üçüncü Mektup ve bir cihette Otuz Üçüncü Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِى اْلاٰفَاقِ وَفِۤى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ شَهِيدٌ * 1

SUAL: Şu iki âyet-i câmianın [geniş, kapsamlı ayet] ifade ettiği vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve vahdâniyet-i İlâhiye [Allah’ın bir ve tek olması] ve evsâf [özellikler] ve şuûnât-ı Rabbâniyeye, [bütün varlıkların Rabbi olan Allah’ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zât’a ait nitelikler] âlem-i asgar [en küçük âlem] ve ekber olan insan ve kâinatın vech-i delâletlerini, [delil olma yönü] mücmel [kısa, kısaca] ve kısa bir surette beyanlarını isteriz. Çünkü münkirler [Allah’a inanmayan] pek ileri gittiler. “Ne vakte kadar وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 2 deyip elimizi kaldıracağız?” diyorlar.

Elcevap: Yazılan bütün otuz üç adet Sözler, o âyetin denizinden ve ifaza [feyizlendirme] ettiği hakikat bahrinden otuz üç katredir. [damla] Onlara baksanız, cevabınızı alabilirsiniz. Şimdilik, yalnız o denizden bir katrenin [damla] reşehâtına [damlalar, sızıntılar] işaret nev’inden şöyle deriz ki:

Meselâ, nasıl ki bir zât-ı mu’ciznümâ, [mu’cize gösteren zat] büyük bir saray yapmak istese, evvelâ temellerini, esaslarını, muntazaman, hikmetle vaz eder ve ilerideki neticelerine ve gayelerine muvafık bir tarzda tertip eder. Sonra menzillere, kısımlara maharetle

891

tefrik ve tafsil ediyor. Sonra o menzilleri tanzim ve tertip ediyor. Sonra nukuşlarla [işlemeler] tezyin [süsleme] ediyor. Sonra elektrik lâmbalarıyla tenvir [aydınlatma] ediyor. Sonra, o muhteşem ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] sarayda maharetini, ihsânâtını tecdit [yenileme] etmek için, herbir tabakada yeni yeni icadlar, tebdiller, [başka bir şeyle değiştirme] tahviller [değişme, dönüşme] yapıyor. Sonra, herbir menzilde kendi makamına merbut [bağlı] bir telefon raptedip [bağlama] birer pencere açarak, herbirinden onun makamı görünür.

Aynen öyle de, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Hâkim-i Hakîm, [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden] Adl-i Hakem ve bin bir esmâ-i kudsiye [Allah’ın kutsal isimleri] ile müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] Fâtır-ı Bîmisal, şu âlem-i ekber [en büyük âlem] olan kâinat sarayının ve hilkat [yaratılış] şeceresinin [ağaç] icadını irade etti. Altı günde, o sarayın, o şecerenin [ağaç] esâsâtını [esaslar] desâtir-i hikmet [hikmet kanunları; İlâhî [Allah tarafından olan] gaye ve fayda ile şekillenen kanunlar] ve kavânin-i ilm-i ezelîsi [Cenâb-ı Allah’ın ezelî ilminin kanunları] ile vaz’ [koyma, yerleştirme] etti.2 Sonra ulvî ve süflî [alçak] tabakata ve dallara ayırıp, kaza ve kader desâtiriyle [düsturlar, kanunlar] tafsil ve tasvir etti. Sonra, her mahlûkatın her taifesini ve her tabakasını, sun’ [sanat] ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] düsturuyla [kâide, kural] tanzim etti.3 Sonra, herşeyi herbir âlemi, ona lâyık bir tarzda, meselâ semâyı yıldızlarla, zemini çiçeklerle tezyin [süsleme] ettiği gibi, süslendirip tezyin [süsleme] etti.4 Sonra, o kavânin-i külliye [türleri, sınıfları içine alan, kapsamlı kanunlar] ve desâtir-i umumiye [genel prensipler] meydanlarında esmâlarını tecellî ettirip tenvir [aydınlatma] etti. Sonra, bu kanun-u küllînin [genel ve kapsamlı kanun] tazyikinden feryad eden fertlere, Rahmânü’r-Rahîm [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi. Demek,

892

o küllî ve umumî desâtiri [düsturlar, kanunlar] içinde hususî ihsânâtı, hususî imdatları, hususî cilveleri var ki, herşey, her vakit, her hâceti [ihtiyaç] için Ondan istimdat [medet isteme] eder, Ona bakabilir.1

Sonra, her menzilden, her tabakadan, her âlemden, her taifeden, her fertten, herşeyden kendini gösterecek, yani vücudunu ve vahdetini [Allah’ın birliği] bildirecek pencereler açmış. Her kalb içinde bir telefon bırakmış. Şimdi, şu hadsiz percerelerden, elbette haddimizin fevkinde [üstünde] olarak bahse girişemeyeceğiz. Onları ilm-i muhit-i İlâhîye [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] havale edip, yalnız âyât-ı Kur’âniyenin lemeâtı [Kur’ân âyetlerinin parıltıları] olan Otuz Üç Pencereyi, Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üçüncü Mektubunun, namazdan sonraki tesbihatın otuz üç aded-i mübarekine muvafık olmak için Otuz Üç Pencereye icmâlî ve muhtasar [kısa] bir surette işaret edip, izahını sair Sözlere havale ederiz.

Birinci Pencere

Bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görüyoruz ki, bütün eşya, hususan zîhayat [canlı] olanların pek çok muhtelif hâcâtı ve pek çok mütenevvi [çeşit çeşit] metâlibi vardır. O matlapları, [doğuş yeri] o hâcetleri, [ihtiyaç] ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden, münasip ve lâyık bir vakitte onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor.2 Halbuki, o hadsiz maksudların en küçüğüne, o muhtaçların kudreti yetişmez, elleri ulaşmaz.

Sen kendine bak: Zâhirî ve bâtınî hasselerin [duyu] ve onların levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] gibi, elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zîhayatları [canlı] kendine kıyas et. İşte, bütün onlar, birer birer vücub-u Vâcibe şehadet ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb [gayb perdesi] arkasında bir Vâcibü’l-Vücudu, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] bir Vâhid-i Ehadi, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] hem gayet Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Rahîm, Mürebbî, [eğitici, terbiye edici] Müdebbir [idare eden, çekip çeviren] ünvanları içinde akla gösterir.

893

Şimdi, ey münkir-i cahil [cahil inkârcı] ve ey fâsık-ı gafil! [âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan günahkâr kimse] Bu faaliyet-i hakîmâneyi, basîrâneyi, [görerek] rahîmâneyi [şefkatle, merhametli bir şekilde] neyle izah edebilirsin? Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz, câmid [cansız] esbabla mı izah edebilirsin?

İkinci Pencere

Eşya, vücut ve teşahhusatlarında, [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddit, [kararsız, şüpheli] mütehayyir, [hayrete düşen] şekilsiz bir surette iken, birden bire gayet muntazam, hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] öyle bir teşahhus [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] vechi veriliyor ki, meselâ herbir insanın yüzünde, bütün ebnâ-yı cinsinden [aynı cins ve türden gelenler] herbirisine karşı birer alâmet-i farika [ayırt edici işaret] o küçük yüzde bulunduğu ve zâhir ve bâtın duygularıyla, kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] teçhiz edildiği cihetle, o yüz, gayet parlak bir sikke-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] olduğunu ispat eder. Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücuduna şehadet ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasıyla [birşeyin geneli, bütün] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettikleri o sikke, [mühür] bütün eşyanın Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] mahsus bir hâtem [mühür] olduğunu akıl gözüne gösterir.

Ey münkir! [Allah’a inanmayan] Hiçbir cihetle kabil-i taklit [taklidi mümkün] olmayan şu sikkeleri [mühür] ve mecmuundaki parlak sikke-i samediyeti [Allah’ın hiç birşeye muhtaç olmadığını, fakat herşeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren mühür] hangi destgâha [iş yeri] havale edebilirsin?

Üçüncü Pencere

Zeminin yüzünde, dört yüz bin muhtelif taifedenHaşiye ibaret olan bütün hayvânat ve nebâtat [bitkiler] envâının [tür] ordusu, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] ayrı ayrı erzakları, suretleri, silâhları, libasları, [elbise] talimatları, terhisatları, [askerliğin bitişiyle salıverilme] kemâl-i mizan [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] ve intizamla, hiçbir şey

894

unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak, bir surette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir [mühür] ki, hiçbir şüphe kabul etmez, güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehaddir. [bir olan ve birliği herbir şeyde görülen Allah’ı gösteren mühür] Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede harika olan şu idareye karışsın? Çünkü, şu birbiri içinde girift [karmaşık, iç içe] olan envâları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa, elbette karıştıracak. Halbuki, 1 فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرىٰ مِنْ فُطُورٍ sırrıyla, hiçbir karışık alâmeti yoktur. Demek ki hiçbir parmak karışamıyor.

Dördüncü Pencere

İstidat lisanıyla bütün tohumlar tarafından; ve ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] lisanıyla bütün hayvanlar tarafından; ve lisan-ı ıztırarî [çaresizlik ve mecburiyet dili] ile bütün muztarlar [çaresiz] tarafından edilen duaların makbuliyetidir.2 [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma]

İşte, bu nihayetsiz duaların bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] kabul ve icabeti, [cevap verme, kabul etme] herbiri vücuba [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve vahdete [Allah’ın birliği] şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu, büyük bir mikyasta, [ölçü] bilbedâhe, [açık bir şekilde] bir Hâlık-ı Rahîm [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] ve Mücîbe [bütün dualara cevap veren Allah] delâlet eder ve baktırır.

Beşinci Pencere

Görüyoruz ki, eşya, hususan zîhayat [canlı] olanlar, def’î [bir anda, kısa zamanda] gibi âni bir zamanda vücuda gelir. Halbuki, def’î [bir anda, kısa zamanda] ve âni bir surette, basit bir maddeden çıkan şeyler gayet basit, şekilsiz, san’atsız olması lâzım gelirken, çok maharete muhtaç bir hüsn-ü san’atta, [güzel san’at] çok zamana muhtaç ihtimamkârâne [dikkatlice ve özenle çalışarak] nakışlarla [işleme] münakkâş, çok âlâta [aletler] muhtaç acip san’atlarla müzeyyen, [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] çok maddelere muhtaç bir surette halk olunuyorlar.

İşte, bu def’î [bir anda, kısa zamanda] ve âni bir surette bu harika san’at ve güzel heyet, herbiri bir

895

Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet ve vahdet-i rububiyetine [Allah’ın varlıkları terbiye ve idare etmesindeki birlik] işaret ettikleri gibi, mecmuu, gayet parlak bir tarzda, nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bir Vâcibü’l-Vücudu [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] gösterir.

Şimdi, ey sersem münkir! [Allah’a inanmayan] Haydi, bunu neyle izah edersin? Senin gibi sersem, âciz, cahil tabiatla mı? Veyahut, hadsiz derece hata ederek, o Sâni-i Mukaddese “tabiat” ismini verip, onun mu’cizât-ı kudretini, [Allah’ın kudret mu’cizeleri] o tesmiye [isimlendirme] bahanesiyle tabiata isnad edip, bin derece muhali birden irtikâp [kötü iş işleme] etmek mi istersin?

Altıncı Pencere

اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِى تَجْرِى فِى الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَۤا اَنْزَلَ اللهُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ مَۤاءٍ فَاَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَۤابَّةٍﮎ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَۤاءِ وَاْلاَرْضِ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ * 1

Şu âyet, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve vahdeti [Allah’ın birliği] gösterdiği gibi, bir İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] gösteren gayet büyük bir penceredir. İşte şu âyetin hülâsatü’l-hülâsası [esas, öz] şudur ki:

Kâinatın ulvî ve süflî [alçak] tabakatındaki bütün âlemler, ayrı ayrı lisanla birtek neticeyi, yani birtek Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] gösteriyorlar. Şöyle ki:

Nasıl göklerde-hattâ kozmoğrafyanın [astronomi, gök bilimi] itirafıyla dahi-gayet büyük neticeler için gayet muntazam hareketler, bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] vücud ve vahdetini [Allah’ın birliği] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir. Öyle de, zeminde, bilmüşahede—hattâ [görerek ve gözlemleyerek] coğrafyanın

896

şehadetiyle ve ikrarıyla—gayet büyük maslahatlar [amaç, yarar] için, mevsimlerdeki gibi gayet muntazam tahavvülâtlar [başka bir hâle geçme, dönüşme] dahi, aynı o Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] vücub-u vahdetini [Allah’ın birliğinin zorunlu oluşu] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir.

Hem nasıl berde [soğuk] ve bahirde [açık, berrak] kemâl-i rahmetle [mükemmel bir şefkat ve merhamet] rızıkları verilen ve kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] muhtelif şekiller giydirilen ve kemâl-i rububiyetle [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] türlü türlü duygularla teçhiz edilen bütün hayvânat, birer birer yine o Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] vücuduna şehadet ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] gayet geniş bir mikyasta [ölçü] azamet-i ulûhiyetini [Allah’ın ilâhlığının büyüklük ve ihtişamı] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir. Öyle de, bağlardaki muntazam nebâtat [bitkiler] ve nebâtâtın [bitkiler] gösterdikleri müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] çiçekler ve çiçeklerin gösterdikleri mevzun [ölçülü] meyveler ve meyvelerin gösterdikleri müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] nakışlar, [işleme] birer birer yine o Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücuduna şehadet ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret etmekle beraber, külliyetleriyle, gayet şâşaalı bir surette cemâl-i rahmetini [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir.

Hem nasıl cevv-i semâdaki [gökyüzü] bulutlardan mühim hikmetler ve gayeler ve lüzumlu faideler ve semereler [meyve] için tavzif [görevlendirme] edilen ve gönderilen katreler, [damla] katreler [damla] adedince yine o Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücubunu [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve vahdetini [Allah’ın birliği] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir. Öyle de, zemindeki bütün dağların ve dağlar içindeki madenlerin, ayrı ayrı hâsiyetleriyle [özellik] beraber, ayrı ayrı maslahatlar [amaç, yarar] için ihzar [hazırlama] ve iddiharları, [biriktirme, depolama] dağ metanetinde [gayret, kararlılık] bir kuvvetle, yine o Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve vahdetini [Allah’ın birliği] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir.

Hem nasıl sahrâlarda ve dağlardaki küçük küçük tepelerin türlü türlü muntazam çiçeklerle süslenmeleri, herbiri bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücubuna [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] şehadet ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla [birşeyin geneli, bütün] haşmet-i saltanatını [saltanatın görkemi] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir. Öyle de, bütün otlarda ve ağaçlardaki bütün yaprakların türlü türlü eşkâl-i muntazamaları [düzenli şekiller] ve ayrı ayrı vaziyetleri ve cezbekârâne [kendinden geçmiş bir şekilde] mevzun [ölçülü] hareketleri, yapraklar adedince, yine o Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetini [Allah’ın birliği] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir.

897

Hem nasıl bütün ecsâm-ı nâmiyede, [büyüyen cisimler, gelişen varlıklar] büyümek zamanında muntazaman hareketleri ve türlü türlü âlâtla [aletler] teçhizleri ve çeşit çeşit meyvelere şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] teveccühleri, [ilgi] herbiri ferden ferdâ [birer birer] yine o Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret eder; ve heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] gayet büyük bir mikyasta, [ölçü] ihata-i kudretini [Allah’ın kudretinin herşeyi kuşatması] ve şümul-ü hikmetini [Allah’ın hikmetinin herşeyi kapsaması] ve cemâl-i san’atını [Allah’ın san’atının güzelliği] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir. Öyle de, bütün hayvanî cesetlerde kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] nefislerini, ruhlarını yerleştirmek, türlü türlü cihazatla kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] teslih etmek, [silahlandırma] türlü türlü hizmetlerde kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] göndermek, hayvânat adedince, belki cihazatları sayısınca, yine o Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ve işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] gayet parlak bir surette cemâl-i rahmetini [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir.

Hem nasıl bütün kalblere, insan ise her nevi ulûm [ilimler] ve hakikatleri bildiren, hayvan ise her nevi hâcetlerinin [ihtiyaç] tedarikini öğreten bütün ilhâmât-ı gaybiye [gayb âleminden gelen ilhamlar; Cenâb-ı Hakkın ihtiyaçlarını temin etmeleri için varlıklara vermiş olduğu duygu] bir Rabb-i Rahîmin [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] vücudunu ihsas [hissettirme] eder ve rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] işaret eder. Öyle de, gözlere kâinat bostanındaki mânevî çiçekleri toplayan şuâât-ı ayniye [gözdeki ışık hüzmeleri, göz feri] gibi zâhirî ve bâtınî bütün duyguların ayrı ayrı âlemlere herbiri birer anahtar olmaları, yine o Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] o Fâtır-ı Alîm, [herşeyi bilen ve harika üstün san’atıyla yaratan, sonsuz ilim sahibi Allah] o Hâlık-ı Rahîm, [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] o Rezzâk-ı Kerîmin [bütün varlıkların ihtiyaçları olan rızıklarını veren, sınırsız ikram ve cömertlik sahibi Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdet [Allah’ın birliği] ve ehadiyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] güneş gibi gösterir.

İşte, şu yukarıda geçen on iki ayrı ayrı pencerelerden, on iki vecihten [yön] bir pencere-i âzam [çok büyük pencere] açılıyor ki, on iki renkli bir ziya-yı hakikatle [hakikat ışığı] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ehadiyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve vahdâniyetini [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir.

898

İşte, ey bedbaht münkir! [Allah’a inanmayan] Şu daire-i arz [yerküre, dünya] kadar, belki medar-ı senevîsi [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] kadar geniş olan şu pencereyi neyle kapatabilirsin? Ve güneş gibi parlak olan şu maden-i nuru [nur kaynağı] neyle söndürebilirsin? Ve hangi perde-i gaflette [gaflet perdesi] saklayabilirsin?

Yedinci Pencere

Şu kâinat yüzünde serpilen masnuatın [san’at eseri] kemâl-i intizamları [tam ve mükemmel düzen] ve kemâl-i mevzuniyetleri [mükemmel bir ölçü ve denge] ve kemâl-i ziynetleri [mükemmel süs] ve icadlarının suhuleti [kolaylık] ve birbirine benzemeleri ve birtek fıtrat izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeleri, nasıl ki bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve kemâl-i kudretini [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve vahdetini [Allah’ın birliği] gayet geniş bir mikyasta [ölçü] gösteriyorlar. Öyle de,

· câmid [cansız] ve basit unsurlardan hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebâtın [yazı için kullanılan sıvı] icadı, mürekkebat [bir bütünü oluşturan parçalar] adedince yine o Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret etmekle beraber,

· heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] gayet parlak bir tarzda, kemâl-i kudretini [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve vahdetini [Allah’ın birliği] gösterdiği gibi,

· terkibât-ı mevcudat [varlıkların değişik elementlerin birleşmesiyle meydana gelişleri] tabir edilen terkip [birleşim, sentez] ve tahlil hengâmındaki [ân, zaman] teceddütte, [yenileme] nihayet derecede ihtilât [birbirine karışma] ve karışma içinde nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik ile, meselâ topraktaki tohumların ve köklerin çok karışık olduğu halde hiç şaşırmayarak, bir surette sünbüllenmelerini [başak] ve vücutlarını temyiz ve tefrik etmek ve ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak ve çiçek ve meyvelere tefrik etmek ve hüceyrât-ı bedene [beden hücreleri] karışık bir surette giden gıdaî maddeleri kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve kemâl-i mizanla [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] ayırıp tefrik etmek, yine o Hakîm-i Mutlak [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] ve o Alîm-i Mutlak [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] ve o Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve kemâl-i kudretini [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve vahdetini [Allah’ın birliği] gösterdiği gibi,

· zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ekip, biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulatını ondan almak ve o

899

câmide, âcize, [güçsüz, zayıf] cahile olan zerrâta [atomlar] gayet şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] ve gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve muktedirâne hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve o Sâni-i Zülkemâlin [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve kemâl-i kudretini [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve azamet-i rububiyetini [Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü] ve vahdetini [Allah’ın birliği] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir.

İşte, bu dört yolla büyük bir pencere marifetullaha [Allah’ı bilme ve tanıma] açılır ve büyük bir mikyasta, [ölçü] bir Sâni-i Hakîmi [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] akla gösterir. Şimdi, ey bedbaht gafil! Şu halde Onu görmek ve tanımak istemezsen, aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul!

Sekizinci Pencere

Nev-i beşerdeki bütün ervâh-ı neyyire ashabı [nur saçan ruh sahipleri] olan enbiyalar [nebiler, peygamberler] (aleyhimüsselâm), bâhir [açık] ve zâhir mu’cizatlarına istinad ederek; ve bütün kulûb-u münevvere aktâbı [nurlu kalb sahiplerinin en önde gelenleri, büyük velîler gibi] olan evliyalar, keşif ve kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] itimad ederek; ve bütün ukûl-u [akıllar] nuraniye erbabı olan asfiyalar, [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] tahkikatlarına [araştırma, inceleme] istinad ederek, birtek Vâhid-i Ehad, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] Vâcibü’l-Vücud, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Hâlık-ı Külli Şeyin [herşeyin yaratıcısı olan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve kemâl-i rububiyetine [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] şehadetleri, pek büyük ve nuranî bir penceredir; hem her vakit o makam-ı rububiyeti [rububiyet makamı] göstermektedir.

Ey biçare münkir! [Allah’a inanmayan] Kime güveniyorsun ki bunları dinlemiyorsun? Veyahut gündüz içinde gözünü kapamakla, dünyayı gece mi oldu zannediyorsun?

Dokuzuncu Pencere

Kâinattaki ibâdât-ı umumiye, [bütün varlıkların yaptığı ibadetler] bilbedâhe [açık bir şekilde] bir Mâbud-u Mutlakı [ibadete layık tek varlık olan Allah] gösteriyor.

Evet, âlem-i ervaha [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] ve bâtına giden ve ruhanî ve meleklerle görüşen zâtların

900

şehadetleriyle sabit olan umum ruhanî ve melâikelerin [melekler] kemâl-i imtisal [tam ve mükemmel bir şekilde emre uyma] ile ubûdiyetleri [Allah’a kulluk] ve bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] bütün zîhayatların [canlı] kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] ubûdiyetkârâne [kulluğa yakışır tarzda] vazifeler görmeleri ve, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] gibi bütün cemâdâtın [cansız olan şeyler] kemâl-i itaatle [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] ubûdiyetkârâne [kulluğa yakışır tarzda] hizmetleri, bir Mâbud-u Bilhakkın vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetini [Allah’ın birliği] gösterdiği gibi, herbir taifesi icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetini taşıyan bütün âriflerin hakikatli marifetleri, [Allah’ı bilme ve tanıma] bütün şâkirler [Allah’a şükreden] taifesinin semeredar [meyve] şükürleri ve bütün zâkirlerin [zikreden] feyizli zikirleri ve bütün hâmidlerin [hamd eden] nimet arttıran hamdleri ve bütün muvahhidlerin [Allah’ın birliğine inanan] burhan[delil] tevhidleri ve tavsifleri [bir sıfatla niteleme] ve bütün muhiblerin [Allah’ı seven] hakikî muhabbet ve aşkları ve bütün mürîdlerin sadık irade ve rağbetleri ve bütün müniblerin [tevbe edip Allah’a yönelen] ciddî talep ve inâbeleri, [tevbe edip Allah’a yönelen] yine Mâruf, [bilinen] Mezkûr, [adı geçen] Meşkûr, [bütün varlıkların Kendisine şükrettiği Allah] Mahmud, [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] Vâhid, [bir] Mahbub, [sevimli/sevgili] Mergub, [bütün yaratılmışların Kendisinin rızasını istediği Allah] Maksud olan o Mâbud-u Ezelînin [varlığının başlangıcı olmayan ve ibadete lâyık olan Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] ve vahdetini [Allah’ın birliği] gösterdiği gibi, kâmil insanlardaki bütün makbul ibâdâtın [ibadetler] ve o makbul ibâdâtın [ibadetler] neticesinden hasıl olan füyuzat [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] ve münacat, [dua, Allah’a yakarış] müşahedat [gözlem yapmalar] ve keşfiyat, [keşifler] yine o Mevcud-u Lemyezel [varlığı zevâl [batış, kayboluş] bulmayan, sürekli var olan Allah] ve o Mâbud-u Lâyezâlin [varlığı hiçbir zaman son bulmayan ve ibadete layık tek ilâh olan Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetini [Allah’ın birliği] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir.

İşte, şu üç cihette ziyadar [ışıklı] büyük bir pencere, vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] açılır.

Onuncu Pencere

وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَلَكُمُ الْفُلْكَ

901

لِتَجْرِىَ فِى الْبَحْرِ بِاَمْرِهِ وَسَخَّرَلَكُمُ اْلاَنْهَارَ * وَسَخَّرَلَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَۤائِبَيْنِ وَسَخَّرَلَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ * وَاٰتٰيكُمْ مِنْ كُلِّ مَاسَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَا * 1

Şu kâinattaki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] birbirine teâvünü, [yardımlaşma] tecavübü, [birbirine cevap verme] tesanüdü [dayanışma] gösterir ki, umum mahlûkat birtek Mürebbînin [eğitici, terbiye edici] terbiyesindedirler, birtek Müdebbirin [idare eden, çekip çeviren] idaresindedirler, birtek Mutasarrıfın [dilediği gibi idare eden] taht-ı tasarrufundadırlar, [tasarrufu altında] birtek Seyyidin hizmetkârlarıdırlar. Çünkü, zemindeki zîhayatları [canlı] levazımat-ı hayatiyeyi [hayat için gerekli olan şeyler] emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile pişiren güneşten ve takvimcilik [program] eden kamerden [ay] tut, tâ ziya, hava, mâ, gıdanın zîhayatların [canlı] imdadına koşmalarına ve nebâtâtın [bitkiler] dahi hayvânâtın imdadına koşmalarına ve hayvânat dahi insanların imdadına koşmalarına, hattâ âzâ-yı bedenin [vücut organları] birbirinin muavenetine [yardım] koşmalarına ve hattâ gıda zerrâtının [atomlar] hüceyrât-ı bedeniyenin [beden hücreleri] imdadına koşmalarına kadar câri olan bir düstur-u teâvün [yardımlaşma kanunu] ile, câmid [cansız] ve şuursuz olan o mevcudat-ı müteâvine, [birbiriyle yardımlaşan varlıklar] bir kanun-u kerem, [cömertlik ve ikram etme kanunu] bir namus-u şefkat, [şefkat kanunu] bir düstur-u rahmet [rahmet prensibi] altında, gayet hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] kerîmâne [çok cömert bir şekilde] birbirine yardım etmek, birbirinin sadâ-yı hâcetine [ihtiyaç sesi] cevap vermek, birbirini takviye etmek, elbette, bilbedâhe, [açık bir şekilde] birtek, yektâ, [eşsiz] Vâhid-i Ehad, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] Ferd-i Samed, [bir ve tek olan ve Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah] Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] Alîm-i Mutlak, [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] Rahîm-i Mutlak, [herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allah] Kerîm-i Mutlak [lütuf ve cömertliği sınırsız olan Allah] bir Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] hizmetkârları ve memurları ve masnuları olduklarını gösterir.

902

İşte, ey biçare müflis [iflas etmiş] felsefî! Bu muazzam pencereye ne diyorsun? Senin tesadüfün buna karışabilir mi?

On Birinci Pencere

اَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ * 1

Bütün ervah [ruhlar] ve kulûbun [kalbler] dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] neş’et [doğma] eden ıztırabat ve keşmekeş ve ıztırabattan neş’et [doğma] eden mânevî elemlerden kurtulmaları, birtek Hâlıkı tanımakla olur. Bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] birtek Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vermekle necat [kurtuluş] buluyorlar, birtek Allah’ın zikriyle mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olurlar. Çünkü, hadsiz mevcudat [var edilenler, varlıklar] birtek zâta verilmezse, Yirmi İkinci Sözde kat’î ispat edildiği gibi, o zaman her birtek şeyi hadsiz esbaba isnad etmek lâzım gelir ki, o halde birtek şeyin vücudu, umum mevcudat [var edilenler, varlıklar] kadar müşkül [zorluk] olur.

Çünkü, Allah’a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbaba vermek lâzım gelir. O vakit, bir meyve, kâinat kadar müşkülât peydâ eder, belki daha ziyade müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer [asker] yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülât olur. Ve yüz nefer [asker] bir zabitin [subay] idaresine verilse, bir nefer [asker] hükmünde kolay olur. Öyle de, çok muhtelif esbabın birtek şeyin icadında ittifakları, yüz derece müşkülâtlı olur. Ve pek çok eşyanın icadı birtek zâta verilse, yüz derece kolay olur.

İşte, mahiyet-i insaniyedeki [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen nihayetsiz ıztıraptan kurtaracak, yalnız tevhid-i Hâlık ve marifet-i İlâhiyedir. [Allah’ı bilme ve tanıma] Madem küfürde ve şirkte nihayetsiz müşkülât ve ıztırabat var. Elbette o yol muhaldir, hakikati yoktur. Madem tevhidde, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] yaratılışındaki suhulete [kolaylık] ve kesrete [çokluk] ve hüsn-ü san’ata [güzel san’at] muvafık olarak, nihayetsiz suhulet [kolaylık] ve kolaylık var. Elbette o yol vâciptir, hakikattir.2

903

İşte, ey bedbaht ehl-i dalâlet! [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] Bak, dalâlet yolu ne kadar karanlıklı ve elemli! Ne zorun var ki oradan gidiyorsun? Hem bak, iman ve tevhid yolu ne kadar kolay ve safâlı! [gönül hoşnutluğu] Oraya gir, kurtul.

On İkinci Pencere

سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ اْلاَعْلٰى * اَلَّذِى خَلَقَ فَسَوّٰى * وَالَّذِى قَدَّرَ فَهَدٰى * 1

sırrınca, umum eşyada, hususan zîhayat [canlı] masnularda, hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi, herşeye bir miktar-ı muntazam ve bir suret, hikmetle verildiği; ve o suret ve o miktarda, maslahatlar [amaç, yarar] ve faideler için eğri büğrü hudutlar bulunması; hem müddet-i hayatlarında [hayat süresi] değiştirdikleri suret-i libasları ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara [amaç, yarar] muvafık bir tarzda, mukadderât-ı hayatiyeden [kader kalemiyle yazılmış hayat programları] terkip [birleşim, sentez] ve tanzim edilen mânevî ve muntazam birer suret, birer miktar bulunması, bilbedâhe [açık bir şekilde] gösterir ki, bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve bir Hakîm-i Zülkemâlin [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertip edilen ve kudretin destgâhında [iş yeri] vücutları verilen o hadsiz masnuat, [sanat eseri] o Zâtın vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] delâlet ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve kemâl-i kudretine [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] hadsiz lisanla şehadet ederler.

Sen kendi cismine ve âzâlarına ve onlardaki eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve faidelerine bak, kemâl-i hikmet [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] içinde kemâl-i kudreti [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] gör.

On Üçüncü Pencere

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

sırrınca, herşey lisan-ı mahsusuyla [kendine özel dil] Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] yad eder, takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] eder. Evet, bütün

904

mevcudatın [var edilenler, varlıklar] lisan-ı hâl [hal dili] ve kal ile ettiği tesbihat, birtek Zât-ı Mukaddesin [her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah] vücudunu gösteriyor.

Evet, fıtratın şehadeti reddedilmez. Delâlet-i hal ise, hususan çok cihetlerle gelse, şüphe getirmez. Bak, hadsiz fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] şehadeti tazammun [içerme, içine alma] eden ve nihayetsiz tarzlarda lisan-ı hâl [hal dili] ile delâlet eden ve mütedahil [birbiri içinde] daireler gibi birtek merkeze bakan şu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] muntazam suretleri, herbiri birer dildir; ve mevzun [ölçülü] heyetleri, herbiri birer lisan-ı şehadettir; [şahitlik eden dil] ve mükemmel hayatları, herbiri birer lisan-ı tesbihtir ki, Yirmi Dördüncü Sözde kat’î ispat edildiği gibi, o bütün dillerle pek zâhir bir surette tesbihatları ve tahiyyâtları ve birtek Mukaddes Zâta şehadetleri, ziya güneşi gösterdiği gibi, bir Zât-ı Vâcibü’l-Vücud‘u [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] gösterir ve kemâl-i ulûhiyetine delâlet eder.

On Dördüncü Pencere

قُلْ مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ 1* وَاِنْ مِنْ شىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ * 2

مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا 3* اِنَّ رَبِّى عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ حَفِيظٌ * 4

sırlarınca, herşey, herşeyinde ve her şe’ninde [belirleyici özellik] tek bir Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] muhtaçtır.

Evet, kâinattaki mevcudata [var edilenler, varlıklar] bakıyoruz ve görüyoruz ki, zaaf-ı mutlak içinde bir kuvvet-i mutlaka tezahürâtı var; ve acz-i mutlak [sınırsız güçsüzlük] içinde bir kudret-i mutlakanın [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] âsârı [eserler/asırlar] görünüyor: meselâ, nebâtâtın [bitkiler] tohumlarında ve köklerindeki ukde-i hayatiyelerinin [hayat düğümü] intibahları [uyanış] zamanında gösterdikleri harika vaziyetleri gibi.

905

Hem fakr-ı mutlak [sınırsız fakirlik] ve kuruluk içinde bir gınâ-yı mutlakın [sınırsız zenginlik] tezahürâtı var: kıştaki toprağın ve ağaçların vaziyet-i fakirâneleri [fakirce durum] ve baharda şâşaalı servet ve gınâları [zenginlik] gibi.

Hem cumûd-u mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın tereşşuhâtı [belirti] görünüyor: anâsır-ı câmidenin zîhayat [canlı] maddelere inkılâbı [değişim, devrim] gibi.

Hem bir cehl-i mutlak [sonsuz bir cahillik] içinde muhit bir şuurun tezahürâtı görünüyor: zerrelerden yıldızlara kadar herşeyin harekâtında nizâmât-ı âleme ve mesâlih-i hayata ve metâlib-i hikmete muvafık bir tarzda hareket etmeleri ve şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] vaziyetleri gibi.

İşte, bu acz içindeki kudret; ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] içindeki kuvvet; ve fakr içindeki servet ve gınâ; [zenginlik] ve cumud [cansızlık] ve cehil [bilgisizlik] içindeki hayat ve şuur, bilbedâhe [açık bir şekilde] ve bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] bir Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ve Kaviyy-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak [sınırsız zenginliğe sahip olan Allah] ve Alîm-i Mutlak [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] ve Hayy-ı Kayyûm [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] bir Zâtın vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] karşı her taraftan pencereler açar, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] büyük bir mikyasta, [ölçü] bir cadde-i nuraniyeyi [nurlu, aydınlık cadde] gösterir.

İşte, ey tabiat bataklığına düşen gafil! Eğer tabiatı bırakıp kudret-i İlâhiyeyi [Allah’ın güç ve iktidarı] tanımazsan, herbir şeye, hattâ herbir zerreye hadsiz bir kuvvet ve kudret ve nihayetsiz bir hikmet ve maharet, belki ekser eşyayı görecek, bilecek, idare edecek bir iktidar, herşeyde bulunduğunu kabul etmek lâzım gelir.

On Beşinci Pencere

اَلَّذِۤى اَحْسَنَ كُلَّ شىْءٍ خَلَقَهُ * 1

sırrınca, herşeye, o şeyin kabiliyet-i mahiyetine göre kemâl-i mizan [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] ve intizamla

906

biçilip hüsn-ü san’atla [güzel san’at] tertip edilip, en kısa yolda, en güzel bir surette, en hafif bir tarzda, istimalce [çalıştırma, vazifelendirme] en kolay bir şekilde (meselâ kuşların elbiselerine ve her vakit tüylerini kolayca oynatmalarına ve istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmelerine bak), hem israfsız, [boş yere harcamadan yapılan] hikmetli bir tarzda vücut vermek, suret giydirmek, eşya adedince dillerle bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet ve bir Kadîr-i Alîm-i [herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten Allah] Mutlaka işaret ederler.

On Altıncı Pencere

Rû-yi zeminde [yeryüzü] mevsim be mevsim [her mevsim] tazelenen mahlûkatın icad ve tedbirlerindeki intizamat [düzenler, dengeler] ve tanzimat, bilbedâhe [açık bir şekilde] bir hikmet-i âmmeyi [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] gösterir.1 Sıfat mevsufsuz [bir sıfatla nitelenen] olmadığından, elbette o hikmet-i âmme, [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] bir Hakîmi gösterir.

Hem o perde-i hikmet içinde harika tezyinat, [süslemeler] bilbedâhe [açık bir şekilde] bir inâyet-i tammeyi [bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenliliğin eksiksiz ve tam oluşu] gösterir. Ve o inâyet-i tamme, [bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenliliğin eksiksiz ve tam oluşu] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] inâyetkâr bir Hâlık-ı Kerîmi [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] gösterir.

Ve o perde-i inâyette, umuma şamil bir taltifat [lütuf ve iyiliklerde bulunma işleri] ve ihsanat, bilbedâhe [açık bir şekilde] bir rahmet-i vâsia[Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] gösterir. Ve o rahmet-i vâsia, [Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] bir Rahmân-ı Rahîmi [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] gösterir.

Ve o perde-i rahmet üstünde dahi, bütün rızka muhtaç zîhayatların [canlı] lâyık ve mükemmel bir tarzda iâşeleri ve erzakları, bilbedâhe, [açık bir şekilde] terbiyekârâne [terbiye ederek] bir rezzâkıyet [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] ve şefkatkârâne [şefkat dolu] bir rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] gösterir. Ve o terbiye ve idare, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] bir Rezzâk-ı Kerîmi [bütün varlıkların ihtiyaçları olan rızıklarını veren, sınırsız ikram ve cömertlik sahibi Allah] gösterir.

Evet, zeminin yüzünde kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] terbiye edilen ve kemâl-i inâyetle

907

tezyin [süsleme] edilen ve kemâl-i rahmetle [mükemmel bir şefkat ve merhamet] taltif [güzellikle muamele etmek] edilen ve kemâl-i şefkatle [tam bir şefkat] iâşe edilen bütün mahlûkat, birer birer bir Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Rahîm, Rezzâkın [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] vücubuna [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] şehadet ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret ettikleri gibi, yeryüzünün mecmuunda tezahür eden ve umumunda görülen ve kast ve iradeyi bilbedâhe [açık bir şekilde] gösteren hikmet-i âmme; [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] ve hikmeti dahi tazammun [içerme, içine alma] eden, umum masnuata [san’at eseri] şamil inâyet-i tamme; [bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenliliğin eksiksiz ve tam oluşu] ve inâyet ve hikmeti tazammun [içerme, içine alma] eden ve umum mevcudat-ı arziyeye [yeryüzünde yaşayan varlıklar] şamil olan rahmet-i vâsia; [Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] ve rahmet ve hikmet ve inâyeti de tazammun [içerme, içine alma] eden, umum zîhayata [canlı] şamil bir surette ve gayet kerîmâne [çok cömert bir şekilde] bir tarzda olan rızık ve iâşe-i umumiyeyi birden nazara al, bak:

Nasıl ki, elvân-ı seb’a, [yedi renk] ziyayı teşkil eder; ve yeryüzünü tenvir [aydınlatma] eden o ziya, nasıl şüphesiz güneşi gösterir. Öyle de, o hikmet içindeki inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] içindeki rahmet ve rahmet içindeki iâşe-i rızkî, nihayet derecede Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Rahîm, Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] bir Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vahdetini [Allah’ın birliği] ve kemâl-i rububiyetini, [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] büyük bir mikyasta, [ölçü] yüksek bir derecede, parlak bir surette gösterir.1

İşte, ey sersem münkir-i gafil! [gaflet içinde olan inkârcı] Göz önündeki bu hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] kerîmâne, [çok cömert bir şekilde] rahîmâne, [şefkatle, merhametli bir şekilde] rezzâkane [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] terbiyeti ve bu acip ve harika ve mu’cize keyfiyeti neyle izah edebilirsin? Senin gibi serseri tesadüfle mi? Ve kalbin gibi kör kuvvetle mi? Ve kafan gibi sağır tabiatla mı? Ve senin gibi âciz, câmid, [cansız] câhil esbabla mı? Yoksa, nihayetsiz derecede mukaddes, münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve müberrâ, [arınmış, temiz] muallâ [yüce] ve nihayetsiz

908

derecede Kadîr, Alîm, Semî’, [herşeyi duyan ve işiten Allah] Basîr [gören] olan Zât-ı Zülcelâle, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] nihayetsiz derecede âciz, câhil, sağır, kör, mümkün, miskin olan “tabiat” namını verip nihayetsiz hata işlemek mi istersin? Hem güneş gibi parlak şu hakikati hangi kuvvetle söndürebilirsin, hangi perde-i gaflet [gaflet perdesi] altında saklayabilirsin?

On Yedinci Pencere

اِنَّ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ لاٰيَاتٍ لِلْمُؤْمِنِينَ * 1

Zeminin yüzünü yaz zamanında temâşâ edip görüyoruz ki: İcad-ı eşyada müşevveşiyeti [dağınık, karışık] iktiza [bir şeyin gereği] eden ve intizamsızlığa sebep olan nihayetsiz sehâvet ve bir cûd-u mutlak, [sınırsız cömertlik] gayet derecede bir insicam [uyum] ve intizam içinde görünüyor. İşte, zemin yüzünü tezyin [süsleme] eden bütün nebâtâtı [bitkiler] gör.

Hem mizansızlığı [ölçü] ve kabalığı iktiza [bir şeyin gereği] eden, icad-ı eşyadaki [eşyaya vücut vermek] sür’at-i mutlaka [sınırsız hız] dahi kemâl-i mevzuniyet [mükemmel bir ölçü ve denge] içinde görünüyor. İşte, zemin yüzünü süslendiren bütün meyvelere bak.

Hem ehemmiyetsizliği, belki çirkinliği iktiza [bir şeyin gereği] eden kesret-i mutlaka [sınırsız derecede çokluk] dahi, kemâl-i hüsn-ü san’at [mükemmel güzel san’at] içinde görünüyor. İşte, yeryüzünü yaldızlayan bütün çiçeklere bak.

Hem san’atsızlığı, basitliği iktiza [bir şeyin gereği] eden, icad-ı eşyadaki [eşyaya vücut vermek] suhulet-i mutlaka [sınırsız kolaylık] dahi, nihayetsiz derecede san’atkârlık [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve maharet ve ihtimamkârlık [dikkatle çalışma, özenle iş görme] içinde görünüyor. İşte, yeryüzündeki ağaç ve nebâtat [bitkiler] cihâzâtının sandıkçaları [küçük sandık] ve programları ve tarihçe-i hayatlarının [hayat hikayesi] kutucukları hükmünde olan bütün tohumlara, çekirdeklere dikkatle bak.

Hem ihtilâf ve ayrılığı iktiza [bir şeyin gereği] eden uzaklık ve bu’d-u mutlak [sınırsız uzaklık] dahi bir ittifak-ı mutlak [tam birliktelik] içinde görünüyor. İşte, bütün aktâr-ı zeminde [yeryüzünün dört bir tarafı] zer’ edilen her nevi hububata [tohum] bak.

Hem karışmayı ve bulaşmayı iktiza [bir şeyin gereği] eden kemâl-i ihtilât, [tam bir karışıklık] bilâkis, kemâl-i imtiyaz  

909

ve tefrik içinde görünüyor. İşte, bütün yeraltına karışık atılan ve madde itibarıyla birbirine benzeyen tohumların, sünbül [başak] vaktinde kemâl-i imtiyazları ve ağaçlara giren muhtelif maddelerin yaprak, çiçek ve meyvelere kemâl-i imtiyazla tefrikleri ve mideye giren karışık gıdaların muhtelif âzâ ve hüceyrâta [hücrecikler] göre kemâl-i imtiyazla ayrılmalarına bak, kemâl-i hikmet [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] içinde kemâl-i kudreti [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] gör.

Hem ehemmiyetsizliği, kıymetsizliği iktiza [bir şeyin gereği] eden gayet derecede mebzuliyet [bolluk] ve nihayet derecede ucuzluk dahi, yeryüzünde masnuatça, [san’at eseri] san’atça, nihayet derecede kıymettar ve pahalı bir keyfiyette görünüyor. İşte, o hadsiz acaib-i san’at [hayranlık uyandıran san’at] içinde, yeryüzünün Rahmânî sofrasında, yalnız, kudretin şekerlemeleri olan dutların nevilerine bak, kemâl-i rahmeti [mükemmel bir şefkat ve merhamet] kemâl-i san’at [eksiksiz ve mükemmel san’at] içinde gör.

İşte, bütün rû-yi zeminde, [yeryüzü] gayet kıymettarlıkla [değerli olma] beraber hadsiz ucuzluk; ve hadsiz ucuzluk içinde, hadsiz ihtilât [birbirine karışma] ve karışıklıkla beraber hadsiz imtiyaz ve tefrik; ve hadsiz imtiyaz ve tefrik içinde, gayet uzaklıkla beraber son derecede muvafakat ve benzeyiş; ve son derece benzemek içinde, gayet derecede suhulet [kolaylık] ve kolaylıkla beraber gayet derecede ihtimamkârâne [dikkatlice ve özenle çalışarak] yapılış; ve gayet derecede güzel yapılış içerisinde, sür’at-i mutlaka [sınırsız hız] ve çabuklukla beraber gayet derecede mevzun [ölçülü] ve mizan[ölçü] ve israfsızlık; [boş yere harcamadan yapılan] ve gayet derecede israfsızlık [boş yere harcamadan yapılan] içinde, son derece çokluk ve kesretle [çokluk] beraber son derecede hüsn-ü san’at; [güzel san’at] ve son derece hüsn-ü san’at [güzel san’at] içinde, nihayet derecede sehâvetle [cömertlik] beraber intizam-ı mutlak, [sınırsız düzenlilik] elbette gündüz ışığı, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir Kadîr-i Zülcelâlin, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] bir Hakîm-i Zülkemâlin, [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] bir Rahîm-i Zülcemâlin [güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve kemâl-i kudretine [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve cemâl-i rububiyetine [Allah’ın bütün mahlukâtı terbiye ediciliğinin güzelliği] ve vâhidiyetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] şehadet ederler, لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى 1 sırrını gösterirler.

Şimdi, ey biçare cahil, gafil, muannid, [inatçı] muattıl! [Allah’ı inkâr eden] Bu hakikat-i uzmâ[büyük hakikat] neyle tefsir

910

edebilirsin? Bu nihayet derecede mu’cize ve harika keyfiyeti neyle izah edebilirsin? Bu hadsiz derecede acip şu san’atları neye isnad edebilirsin? Bu yeryüzü derecesinde geniş bu pencereye hangi perde-i gafleti [gaflet perdesi] atıp kapatabilirsin? Senin tesadüfün nerede, tabiat dediğin ve güvendiğin şuursuz yoldaşın ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] istinadgâhın [dayanak, sığınak] ve arkadaşın nerede? Bu işlere tesadüfün karışması yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] değil mi? Ve şu harika işlerin binden birinin tabiata havalesi bin derece muhal [bâtıl, boş söz] olmuyor mu? Yoksa câmid, [cansız] âciz tabiatın, herbir şeyin içinde o şeyden yapılan eşya adedince mânevî makine ve matbaaları mı var?

On Sekizinci Pencere

اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 1

Yirmi İkinci Sözde izah edilen şu temsile bak ki: Nasıl mükemmel, muntazam, san’atlı, saray gibi bir eser, bilbedâhe, [açık bir şekilde] muntazam bir fiile delâlet eder. Yani, bir bina, bir dülgerliğe [yapı ustası] delâlet eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] mükemmel bir fâile [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve mahir bir ustaya, bir dülgere [yapı ustası] delâlet eder. Ve mükemmel usta ve dülger [yapı ustası] ünvanları, bilbedâhe, [açık bir şekilde] mükemmel bir sıfata, yani san’at melekesine [alışkanlık] delâlet eder. Ve mükemmel sıfat ve o mükemmel meleke-i san’at, [san’at kabiliyeti, becerisi] bilbedâhe, [açık bir şekilde] mükemmel bir istidadın [kabiliyet] vücuduna delâlet eder. Ve mükemmel bir istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ise, âli [yüce] bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delâlet eder.

Öyle de, zeminin yüzünü, belki kâinatı dolduran müteceddid [yenilenen, tazelenen] eserler, bilbedâhe, [açık bir şekilde] gayet derece-i kemâlde [mükemmellik derecesi] bulunan ef’âli [fiiler, davranışlar] gösteriyor.

Ve şu nihayet derecedeki intizam ve hikmet dairesindeki ef’âl, [fiiler, davranışlar] bilbedâhe, [açık bir şekilde] ünvanları ve isimleri mükemmel olan bir fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] gösteriyor. Çünkü muntazam, hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] fiiller fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olmadığı, kat’iyen [kesinlikle] malûm.

Ve son derece mükemmel ünvanlar, o fâilin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] son derece kemâldeki sıfatlarına delâlet eder. Çünkü, fenn-i sarfça, [gramer ilmi, dilbilgisi] nasıl ism-i fâil [gr. bir iş, oluş veya durumu yüklenen şahsı bildiren kelimedir, meselâ; kâtip] masdardan [fiillerin asıl kökü] yapılır. Öyle de, unvanların ve isimlerin dahi masdarları [fiillerin asıl kökü] ve menşeleri, sıfatlardır.

911

Ve son derece-i kemâlde [mükemmellik derecesi] sıfatlar, şüphesiz, son derece mükemmel olan şuûnât-ı zâtiyeye [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler] delâlet eder.

Ve kabiliyet-i zâtiye, [zâtındaki kabiliyet, istidat] tabir edemediğimiz o mükemmel şuûn-u zâtiye, [zâtî nitelikler, özellikler] bihakkılyakin, hadsiz derece-i kemâlde [mükemmellik derecesi] olan bir zâta delâlet eder.

İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san’at [san’at eserleri] ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel [mükemmel eser] olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; [belirleyici özellik] ve şe’n [belirleyici özellik] ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat [sanat eseri] adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] silsile-i mahlûkat [yaratıklar zinciri] kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir. [Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyıp bilme gibi yüce bir makama çıkma] Hiçbir cihette içine şüphe girmeyen müteselsil [zincirleme] bir burhan-ı hakikattir. [hakdelili]

Şimdi, ey biçare münkir-i gafil! [gaflet içinde olan inkârcı] Silsile-i kâinat [kâinat halkası, varlıklar zinciri] kadar kuvvetli şu burhanı [delil] neyle kırabilirsin? Şu masnuat [sanat eseri] adedince hakikatin şuâını gösteren hadsiz delikli ve kafesli şu pencereyi neyle kapatabilirsin? Hangi perde-i gafleti [gaflet perdesi] üstüne çekebilirsin?

On Dokuzuncu Pencere

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ، السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

sırrınca, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] semâvâtın ecrâmına [büyük varlıklar, gök cisimleri] o kadar hikmetler, mânâlar takmış ki, güya celâl ve cemâlini ifade etmek için, semâvâtı güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle söylettirdiği gibi, cevv-i semâda [gökyüzü] olan mevcudata [var edilenler, varlıklar] dahi öyle

912

hikmetler ve mânâlar ve maksatlar takmış ki, güya o cevv-i semâ[gökyüzü] berkler, şimşekler, ra’dlar, [gök gürültüsü] katreler [damla] kelimeleriyle intak [konuşturma] ediyor ve kemâl-i hikmet [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve cemâl-i rahmetini [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ders veriyor. Ve nasıl zemin kafasını hayvânat ve nebâtat [bitkiler] denilen mânidar kelimeleriyle söyleştirip kemâlât-ı san’atını [olgun, güzel san’atlar] kâinata gösteriyor.

Öyle de, o kafanın birer kelimesi olan nebatları [bitki] ve ağaçları dahi yapraklar, çiçekler, meyveler kelimeleriyle intak [konuşturma] edip yine kemâl-i san’atını [eksiksiz ve mükemmel san’at] ve cemâl-i rahmetini [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ilân ediyor. Ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup dekaik-i san’atını [san’at incelikleri] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] ehl-i şuura [bilinç sahibi kimseler] talim ediyor.

İşte, bu hadsiz kelimât-ı tesbihiye [Allah’ın yüceliğini dile getiren sözler] içinde, yalnız tek bir sünbül [başak] ve tek bir çiçeğin tarz-ı ifadesine [ifade etme tarzı] kulak verip dinleyeceğiz, nasıl şehadet eder, bileceğiz.

Evet, herbir nebat, [bitki] herbir ağaç, pek çok lisanla Sânilerini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] öyle gösteriyorlar ki, ehl-i dikkati [dikkat sahibi insanlar] hayretlerde bırakır ve bakanlara “Sübhanallah, ne kadar güzel şehadet ediyor” dedirtirler.

Evet, herbir nebâtın çiçek açması zamanında ve sünbül [başak] vermesi ânında, tebessümkârâne mânevî tekellümleri [konuşma] hengâmındaki [ân, zaman] tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir. Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzıyla ve muntazam sünbülün [başak] lisanıyla ve mevzun [ölçülü] tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla [kelimeler] hikmeti gösteren o nizam, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] ilmi gösteren bir mizan [ölçü] içindedir. Ve o mizan [ölçü] ise, maharet-i san’atı [san’attaki ustalık] gösteren bir nakş-ı san’at [san’at işlemesi] içindedir. Ve o nakş-ı san’at, [san’at işlemesi] lütuf ve keremi [cömertlik] gösteren bir ziynet içindedir. Ve o ziynet dahi, rahmet ve ihsanı [bağış] gösteren lâtif [berrak, şirin, hoş] kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler öyle bir lisan-ı şehadettir [şahitlik eden dil] ki, hem Sâni-i Zülcemâlini [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] esmâsıyla tarif eder, hem evsâfıyla [özellikler] tavsif [bir sıfatla niteleme] eder, hem cilve-i esmâsını [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] tefsir eder, hem teveddüd [kendini sevdirme] ve taarrüfünü, [kendini tanıtma] yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.

913

İşte, birtek çiçekten böyle bir şehadet işitsen, acaba zemin yüzündeki Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen, ne derece yüksek bir kuvvetle Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetini [Allah’ın birliği] ilân ettiklerini işitsen, hiç şüphen ve vesvesen ve gafletin kalabilir mi? Eğer kalsa, sana insan ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] denilebilir mi?

Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak. İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen [ölçülü] açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, masum çocuklar gibi, nesîmin [hoş ve hafif rüzgâr] esmesiyle oynaması içindeki lâtif [berrak, şirin, hoş] ağzını gör. Nasıl bir dest-i keremle yeşillenen yaprakların diliyle ve bir neş’e-i lütufla tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla ve bir cilve-i rahmetle [İlâhî rahmetin yansıması] gülen meyvelerin kelimâtıyla [kelimeler] ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mizan; [ölçü] ve adli gösteren mizan [ölçü] içinde bulunan dikkatli san’atlar, nakışlar; [işleme] ve maharetli nakışlar [işleme] ve ziynetler içinde rahmet ve ihsanı [bağış] gösteren ayrı ayrı tatmaklar; ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mu’cize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zâhir bir surette bir Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Rahîm, Muhsin, [bağış ve iyiliklerde bulunan] Mün’im, [gerçek nimet verici olan Allah] Mücemmil, Mufaddılın vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetini [Allah’ın birliği] ve cemâl-i rahmetini [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösterir.

İşte, eğer bütün rû-yi zemindeki [yeryüzü] ağaçların lisan-ı hâllerini [hal dili] birden dinleyebilsen, يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ 1 hazinesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın.

İşte, ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil! Bu derece hadsiz lisanlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerîm-i Zülcemâl, tanımak istenilmezse, bu lisanları susturmalı. Madem ki susturulmaz,

914

dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan kurtulamazsın. Çünkü sen kulağını kapamakla kâinat sükût etmez, mevcudat [var edilenler, varlıklar] susmaz, vahdâniyet [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şahitleri seslerini kesmezler. Elbette seni mahkûm ederler.

Yirminci Pencere Haşiye [dipnot]

فَسُ بْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شىْءٍ * 1

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُۤ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ * وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَۤا اَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ * 2

Nasıl cüz’iyat ve neticelerde ve teferruatta kemâl-i hikmet [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve cemâl-i san’at [Allah’ın san’atının güzelliği] görünüyor. Öyle de, tesadüfî ve karışık tevehhüm [kuruntu] edilen küllî unsurların, büyük mahlûkatın zâhiren karışık vaziyetleri dahi bir hikmet ve san’atla vaziyetler alıyorlar. İşte ziyanın parlaması, sair hikmetli hidemâtının [hizmetler] delâletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlâhiyeyi [Allah’ın san’atla yarattığı varlıklar] izn-i Rabbânî [bütün varlıkların Rabbi olan Allah’ın izni] ile teşhir ve ilân etmektir. Demek bir Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah]

915

tarafından ziya istihdam [çalıştırma] ediliyor; çarşı-yı âlem [dünya çarşısı] sergilerindeki antika san’atlarını onunla irâe ediyor.

Şimdi rüzgârlara bak ki: Sair hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] kerîmâne [çok cömert bir şekilde] faidelerinin ve vazifelerinin şehadetiyle, gayet mühim ve kesretli [çokluk] vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak, bir Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] tarafından bir tavziftir, [görevlendirme] bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbânînin [Allah’ın emri] çabuk yerine getirilmesine sür’atle çalışmaktır.

Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara: Yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Çünkü onlara terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden, âsâr-ı rahmet [rahmet eserleri] olan faidelerin ve semerelerin [meyve] şehadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hâcetle iddiharlarının [biriktirme, depolama] ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle [her şeyin belirli gayelere yönelik olarak mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapılmasını gösteren ilim terazisi] gönderilmelerinin delâletiyle gösteriliyor ki, bir Rabb-i Hakîmin [her işi hikmetle yapıp herşeyi idare ve terbiye eden Allah] teshiriyle [boyun eğdirme] ve iddiharıyladır. [biriktirme, depolama] Ve kaynamaları ise, Onun emrine heyecanla imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmeleridir.

Şimdi yerdeki bütün taşların ve cevahirlerin [cevherler] ve madenlerin envâına [tür] bak: Bunların tezyinatları [süslemeler] ve menfaatli hâsiyetleri [özellik] bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] tezyiniyle, tertibiyle, tedbiriyle, tasviriyle olduğunu, onlara müteallik [alakalı, ilgili] hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] faideleri ve mesâlih-i hayatiye [hayat için faydalı şeyler] ve levâzımât-ı insaniye ve hâcât-ı hayvaniyeye muvafık bir tarzda ihzarları [hazırlama] gösteriyor.

Şimdi çiçeklere, meyvelere bak: Bunların gülümsemeleri ve tadları ve güzellikleri ve nakışları [işleme] ve koku vermeleri bir Sâni-i Kerîmin, [sonsuz cömertlik ve kerem sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah] bir Mün’im-i Rahîmin [sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve gerçek nimet verici olan, Allah] sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak, muhtelif renk ve koku ve tadlarla her nev’e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir.

Şimdi kuşlara bak: Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] intak [konuşturma] ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’î [kesin delil] ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.

Şimdi bulutlara bak: Yağmurun şıpıltıları mânâsız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına kat’î delil ise, hâli [boş] bir boşlukta

916

o acaibi icad etmek ve onlardan âb-ı hayat [hayat suyu] hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak [arzulu, aşırı istekli] zîhayatlara [canlı] emzirmek gösteriyor ki, o şırıltı, o gürültü, gayet mânidar ve hikmettardır [herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapan] ki, bir Rabb-i Kerîmin [sonsuz ikram ve ihsan sahibi, herşeyi idare ve terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah] emriyle müştaklara [arzulu, aşırı istekli] o yağmur bağırıyor ki, “Sizlere müjde, geliyoruz!” mânâsını ifade ederler.

Şimdi göğe bak: Gök içinde hadsiz ecramdan [büyük cisimler] yalnız kamere [ay] dikkat et. Onun hareketi bir Kadîr-i Hakîmin [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] emriyle olduğu, ona müteallik [alakalı, ilgili] ve yeryüzüne ait mühim hikmetlerdir ki, başka yerde beyan ettiğimizden kısa kesiyoruz.

İşte, ziyadan tut, tâ kamere [ay] kadar, saydığımız küllî unsurlar gayet geniş bir tarzda ve büyük bir mikyasta [ölçü] bir pencere açar, bir Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vahdetini [Allah’ın birliği] ve kemâl-i kudretini [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve azamet-i saltanatını gösterir, ilân ederler.

İşte, ey gafil! Eğer bu gök gürlemesi gibi bu sadâyı susturabilirsen ve güneşin ışığı gibi parlak o ziyayı söndürebilirsen, Allah’ı unut. Yoksa aklını başına al, سُبْحَانَ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ 1 de.

Yirmi Birinci Pencere

وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذٰلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ * 2

Şu kâinatın lâmbası olan güneş, Kâinat Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücuduna ve vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] güneş gibi parlak ve nuranî bir penceredir.

Evet, manzume-i şemsiye [güneş sistemi] denilen, küremizle beraber on iki seyyare,3 [gezegen] cirmleri [büyük cisim] küçüklük—büyüklük itibarıyla pek çok muhtelif ve mevkileri uzaklık—yakınlık noktasında pek çok mütefavit [birbirinden farklı] ve sür’at-i hareketleri [hareketin hızı] çok mütenevvi [çeşit çeşit] olduğu halde, kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve hikmetle ve kemâl-i mizanla [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] ve bir saniye kadar şaşırmayarak

917

hareketleri ve deveranları ve güneş ile, cazibe kanunu tabir edilen bir kanun-u İlâhî [Allah’ın kanunu] ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidâları, büyük bir mikyasta [ölçü] bir azamet-i kudret-i İlâhiyeyi [Allah’ın kudretinin sonsuz büyüklüğü] ve vahdâniyet-i Rabbâniyeyi [herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın birliği] gösterir. Çünkü o câmid [cansız] cirmleri, [büyük cisim] o şuursuz büyük kütleleri nihayet derecede intizam ve mizan-ı hikmet [her şeyin belirli gayelere yönelik olarak mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapılmasını gösteren ilim terazisi] içinde, muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam [çalıştırma] etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti ispat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünkü, bir dakika tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden [eksen] çıkmasına sebebiyet verir, başkalarıyla müsademe [çarpışma] etmesine yol açar. Küre-i arzdan [yer küre, dünya] bin defa büyük cirmlerle [büyük cisim] müsademenin [çarpışma] ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.

Manzume-i şemsiyenin, [güneş sistemi] yani şemsin me’mumları [tâbi olan, uyan] ve meyveleri olan on iki seyyarenin [gezegen] acaibini ilm-i muhit-i İlâhîye [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] havale edip, yalnız gözümüzün önünde, seyyaremiz [gezegen] bulunan arza bakıyoruz. Görüyoruz ki, bu seyyaremiz, [gezegen] bir azamet-i şevket-i Rububiyeti [büyük ve haşmetli bir idare ve terbiye edicilik] ve haşmet-i saltanat-ı Ulûhiyeti [Allah’ın saltanatının heybet ve görkemi] ve kemâl-i rahmet [mükemmel bir şefkat ve merhamet] ve hikmeti gösterir bir surette, güneşin etrafında, emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile, Birinci Mektupta beyan edildiği gibi, pek büyük bir hizmet için bir uzun seyir ve seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye [Allah’ın gemisi, dünya] olarak, acaib-i masnuat-ı İlâhiye [Allah’ın hayrette bırakan san’at eserleri] ile doldurulmuş ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ibâdullaha [Allah’ın kulları] seyrangâh [gezi ve seyir yeri] gibi bir mesken-i seyyar [gezici yer, mekân] vaziyeti verilmiş. Ve evkat [vakitler] ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi, kamer [ay] dahi dakik [derin ve ince] hesaplarla, azîm hikmetlerle ona takılmış ve o kamere [ay] başka menzillerde ayrı seyir ve seyahat verilmiş.1

İşte, bu mübarek seyyaremizin [gezegen] şu halleri, küre-i arz [yer küre, dünya] kuvvetinde bir şehadetle bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetini [Allah’ın birliği] ispat eder. Madem şu seyyaremiz [gezegen] böyledir. Manzume-i şemsiyeyi [güneş sistemi] ona kıyas edebilirsin.

918

Hem şemse, kendi mihveri üstünde, cazibe denilen mânevî ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] emriyle döndürüp, o seyyârâtı [gezegenler] o mânevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyârâtı [gezegenler] ile, saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür’atle, bir tahmine göre Herkül Burcu [gökyüzünün kuzey yönünde Herkül ismi verilen bir yıldız kümesi] tarafına veya Şemsü’ş-Şumus [güneşler güneşi, en büyük güneş] cânibine [taraf, yön] sevk etmek, elbette, Ezel ve Ebed Sultanı [başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan] olan Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kudretiyle ve emriyledir. Güya, haşmet-i rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] göstermek için, bu emirber [emre hazır] neferleri [asker] hükmünde olan manzume-i şemsiye [güneş sistemi] ordusu ile bir manevra yaptırır.

Ey kozmoğrafya[astronomi, gök bilimi] efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir? Hangi esbabın eli buna ulaşabilir? Hangi kuvvet buna yanaşabilir? Haydi, sen söyle. Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelâl, [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Sultan, Allah] aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı? Bahusus [hususan, özellikle] kâinatın meyvesi, neticesi, gayesi, hülâsa[esas, öz] olan zîhayatları [canlı] başka ellere verir mi? Başkasını müdahale ettirir mi? Bahusus [hususan, özellikle] o meyvelerin en câmii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halifesi ve o Sultanın âyinedar [ayna olan, yansıtan] bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı? Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip haşmet-i saltanatını [saltanatın görkemi] hiçe indirir mi? Kemâl-i hikmetini [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] sukut [alçalış, düşüş] ettirir mi?

Yirmi İkinci Pencere

اَلَمْ نَجْعَلِ اْلاَرْضَ مِهَادًا * والْجِبَالَ اَوْتَادًا * وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا * 1

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا * 2

Küre-i arz [yer küre, dünya] bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında yüz bin lisanı vardır. Her lisanında yüz bin burhanı [delil] var ki, herbiri çok cihetle Vâcibü’l-Vücud, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah]

919

Vâhid-i Ehad, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] herşeye Kadîr, herşeye Alîm bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve evsâf-ı kudsiyesine [mukaddes vasıflar, sıfatlar] ve Esmâ-i Hüsnâsına [Allah’ın en güzel isimleri] şehadet ederler.

Evet, arzın evvel-i hilkatine [yaratılışın başlangıcı] bakıyoruz ki, mâyi [sıvı] haline gelen bir madde-i seyyâleden [akıcı madde] taş, ve taştan toprak halk edilmiş. Mâyi [sıvı] kalsaydı, kabil-i süknâ [oturmaya elverişli, oturulabilir] olmazdı. O mâyi [sıvı] taş olduktan sonra demir gibi sert olsaydı, kabil-i istifade [kullanmaya elverişli] olmazdı. Elbette buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] hâcetlerini [ihtiyaç] gören bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] hikmetidir.

Sonra, tabaka-i türâbiye, [toprak tabakası] dağlar direği üzerine atılmış, tâ içindeki dahilî inkılâplardan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] gelen zelzeleler, dağlarla teneffüs edip, zemini hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın. Hem denizin istilâsından toprağı kurtarsın. Hem zîhayatların [canlı] levâzımât-ı hayatiyesine [hayat için gerekli şeyler] birer hazine olsun. Hem havayı tarasın, gazât-ı muzırradan [zararlı gazlar] tasfiye etsin, tâ teneffüse kabil [mümkün] olsun. Hem suları biriktirip iddihar [biriktirme, depolama] etsin. Hem zîhayata [canlı] lâzım olan sair madenlere menşe ve medar [kaynak, dayanak] olsun.

İşte, bu vaziyet bir Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ve bir Hakîm-i Rahîmin [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] gayet kat’î ve kuvvetli şehadet eder.

Ey coğrafyacı efendi! Bunu neyle izah edersin? Hangi tesadüf şu acaib-i masnuatla [hayrette bırakan san’at eserleri] dolu sefine-i Rabbâniyeyi [Allah’ın gemisi, dünya] bir meşher-i acaip [şaşırtıcı şeylerin sergilendiği yer] yaparak, yirmi dört bin sene bir mesafede bir senede sür’atle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?

Hem zeminin yüzündeki acip san’atlara bak: Anâsırlar [kâinattaki unsurlar, elementler] ne derece hikmetle tavzif [görevlendirme] edilmişler. Bir Kadîr-i Hakîmin [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] emriyle zemin yüzündeki Rahmân misafirlerine nasıl güzel bakıyorlar, hizmetlerine koşuyorlar.

Hem acip ve garip san’atlar içinde rengârenk, acip, hikmetli, zemin yüzünün simasındaki bu nakış[işleme] çizgilere bak: Nasıl sekenelerine [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] enhar [nehirler] ve çayları, deniz

920

ve ırmakları, dağ ve tepeleri, ayrı ayrı mahlûklarına [varlıklar] ve ibâdına lâyık birer mesken ve vesâit-i nakliye [ulaşım araçları] yapmış. Sonra yüz binler ecnâs-ı nebâtat [bitki cinsleri] ve envâ-ı hayvânâtıyla [hayvan türleri] kemâl-i hikmet [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve intizamla doldurup hayat vererek şenlendirmek, vakit be vakit muntazaman mevt [ölüm] ile terhis ederek boşaltıp yine muntazaman ba’sü ba’de’l-mevt [ölümden sonra yeniden dirilme] suretinde doldurmak, bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve bir Hakîm-i Zülkemâlin [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] yüz binler lisanlarla şehadet ederler.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Yüzü acaib-i san’ata [hayranlık uyandıran san’at] bir meşher [sergi] ve garaib-i mahlûkata [hayrette bırakan yaratıklar] bir mahşer ve kafile-i mevcudata [varlıklar kafilesi, topluluğu] bir memer [geçilecek yer, köprü] ve sufûf-u ibâdına [kulların meydana getirdiği saflar] bir mescid ve makarr [kalınacak yer, merkez] olan zemin, bütün kâinatın kalbi hükmünde olduğundan, kâinat kadar nur-u vahdâniyeti [Allah’ın birliğini gösteren nur] gösterir.

İşte, ey coğrafyacı efendi! Bu zemin kafası yüz bin ağız, herbirinde yüz bin lisanla Allah’ı tanıttırsa ve sen Onu tanımazsan, başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatini [kusur ve kabahat derecesi] düşün. Ne derece dehşetli bir cezaya seni müstehak eder, bil, ayıl ve başını bataklıktan çıkar, اٰمَنْتُ بِاللهِ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شىْءٍ 1 de.

Yirmi Üçüncü Pencere

اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ * 2

Hayat, kudret-i Rabbâniye [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] mu’cizâtının en nuranîsidir, en güzelidir. Ve vahdâniyet [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] burhanlarının [delil] en kuvvetlisi ve en parlağıdır. Ve tecelliyât-ı Samedâniye [Allah’ın herşeyin Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren yansımaları] âyinelerinin en câmii ve en berrakıdır.

Evet, hayat, tek başıyla, bir Hayy-ı Kayyûmu [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] bütün esmâ [Allah’ın isimleri] ve şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bildirir.

921

Çünkü hayat pek çok sıfâtın memzuç [karışmış, karışık] bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. Elvân-ı seb’a [yedi renk] ziyada ve muhtelif edviyeler [devâlar, çareler] tiryakta nasıl ki mümtezicen [kaynaşmış olarak] bulunur. Öyle de, hayat dahi pek çok sıfattan yapılmış bir hakikattir. O hakikattaki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisat [genişleme, yayılma] ederek inkişaf [açığa çıkma] edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri [büyük bir kısmı] ise, hissiyat suretinde kendilerini ihsas [hissettirme] ederler ve hayattan kaynama suretinde kendilerini bildirirler.

Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hükümfermâ [hüküm süren] olan rızık ve rahmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve hikmeti tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ, hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismi dahi tecellî eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerîm [cömert, ikram sahibi] ismi de tecellî edip meskenini hâcâtına göre tertip ve tezyin [süsleme] eder. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemâli için türlü türlü ihsanlarla [bağış] taltif [güzellikle muamele etmek] eder. Yine aynı halde Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekâsına ve inkişafına [açığa çıkma] lâzım maddî, mânevî gıdaları yetiştiriyor ve kısmen bedeninde iddihar [biriktirme, depolama] ediyor.

Demek, hayat bir nokta-i mihrakiye [odak noktası] hükmünde, muhtelif sıfât birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir, ve hâkezâ… İşte, hayat bu câmi’ [kapsamlı] mahiyeti itibarıyla, şuûn-u zâtiye-i Rabbâniyeye [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eden bir âyine-i samediyettir. [hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşey Kendisine muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna]

İşte bu sırdandır ki, Hayy-ı Kayyûm [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud, [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] hayatı pek çok kesretle [çokluk] ve mebzuliyetle [çok bulunan, bol] halk edip neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp ona hizmetkâr eder. Çünkü hayatın vazifesi büyüktür. Evet, samediyetin [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] âyinesi [aynası] olmak kolay birşey değil, âdi bir vazife değil!

922

İşte, göz önünde her vakit gördüğümüz bu had ve hesaba gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcibü’l-Vücud [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] ve Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve sıfât-ı kudsiyesini [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] ve Esmâ-i Hüsnâsını, [Allah’ın en güzel isimleri] lemeâtın [Lem’alar isimli eser] güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabul etmeyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyayı inkâr etmeye mecbur oluyor. Öyle de, Hayy-ı Kayyûm, [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ve Mümît [ölümü yaratan Allah] olan Şems-i Ehadiyeti [herbir varlıkta birlik cilveleri görünen Güneş, Allah] tanımayan adam, zeminin yüzünü, belki mazi [geçmiş] ve müstakbeli [gelecek] dolduran zîhayatların [canlı] vücudunu inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli, hayat mertebesinden düşüp câmid [cansız] bir cahil-i eçhel [en cahilden daha cahil, katmerli [kat kat] cahil] olmalı!

Yirmi Dördüncü Pencere

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ * 1

Mevt, [ölüm] hayat kadar bir burhan-ı rububiyettir. [Rablığın delili; Allah’ın varlıklar üzerindeki egemenliği, terbiye ve idare etmesinin delili] Gayet kuvvetli bir hüccet-i vahdâniyettir. [Allah’ın birliğinin delili] اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ 2 delâletince, mevt [ölüm] adem, [hiçlik, yokluk] idam, [hiçlik, yokluk] fenâ, hiçlik, fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] bir inkıraz [dağılıp yok olma] değil; belki bir Fâil-i Hakîm [herşeyi hikmetle yapan Allah] tarafından, hizmetten terhis ve tahvil-i mekân [yer değiştirme] ve tebdil-i beden [beden değiştirme] ve vazifeden paydos ve haps-i bedenden [beden hapsi] âzâd etmek ve muntazam bir eser-i hikmet [hikmet eseri] olduğu, Birinci Mektupta gösterilmiştir.

Evet, nasıl zemin yüzündeki masnuat [sanat eseri] ve zîhayatlar [canlı] ve hayattar zemin yüzü, bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet ediyorlar. Öyle de, o zîhayatlar, [canlı] ölümleriyle bir Hayy-ı Bâkînin [sürekli var olan ve sonsuz hayat sahibi olan Allah] sermediyetine [daimîlik, süreklilik] ve vâhidiyetine [Allah’ın birliği] şehadet ediyorlar. Yirmi İkinci Sözde, mevt, [ölüm] gayet kuvvetli bir burhan-ı vahdet [birliğin güçlü delili]

923

ve bir hüccet-i sermediyet olduğu ispat ve izah edildiğinden, şu bahsi o Söze havale edip, yalnız mühim bir nüktesini [derin anlamlı söz] beyan edeceğiz. Şöyle ki: Nasıl zîhayatlar, [canlı] vücutlarıyla bir Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna delâlet ediyorlar. Öyle de, o zîhayatlar, [canlı] ölümleriyle bir Hayy-ı Bâkînin [sürekli var olan ve sonsuz hayat sahibi olan Allah] sermediyetine, [daimîlik, süreklilik] vâhidiyetine [Allah’ın birliği] şehadet ediyorlar. Meselâ, yalnız birtek zîhayat [canlı] olan zemin yüzü, intizâmâtıyla, [düzenler, tertipler] ahvâliyle [haller] Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] gösterdiği gibi, öldüğü vakit, yani kış, beyaz kefeniyle, ölmüş o zemin yüzünü kapamasıyla, nazar-ı beşeri [insanın bakışı] ondan çeviriyor. Veyahut, nazar, o giden bahar cenazesinin arkasından maziye gider, daha geniş bir manzarayı gösterir. Yani, herbiri birer mu’cize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] olan, zemin dolusu bütün geçen baharlar misillü, [benzer] yeni gelecek birer harika-i kudret ve birer hayattar zemin olan, bahar dolusu hayattar mevcudat-ı arziyenin [yeryüzünde yaşayan varlıklar] gelmelerini ihsas [hissettirme] ve vücutlarına şehadet ettiklerinden, öyle geniş bir mikyasta, [ölçü] öyle parlak bir surette, öyle kuvvetli bir derecede bir Sâni-i Zülcelâlin, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir Kadîr-i Zülkemâlin, [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] bir Kayyûm-u Bâkînin, [devamlı hayat sahibi olan ve herşeyi her an ayakta tutan Allah] bir Şems-i Sermedînin [devamlı ve sürekli güneş] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve bekâ ve sermediyetine [daimîlik, süreklilik] şehadet ederler ve öyle parlak delâili [deliller] gösterirler ki, ister istemez, bedâhet [açıklık] derecesinde, “Âmentü billâhi’l-Vâhidi’l-Ehad” dedirtir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا 1 sırrınca, hayattar bu zemin, bir baharda Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] şehadet ettiği gibi, onun ölmesiyle, zamanın geçmiş ve gelecek iki kanadına dizilmiş mu’cizât-ı kudretine [Allah’ın kudret mu’cizeleri] nazarı çeviriyor. Bir bahar yerine binler baharı gösteriyor. Bir mu’cize yerine binler mu’cizât-ı kudretine [Allah’ın kudret mu’cizeleri] işaret eder. Ve onlardan her bahar, şu hazır bahardan daha kat’î şehadet eder. Çünkü, mazi [geçmiş] tarafına geçenler, zâhirî esbablarıyla beraber gitmişler; arkalarında, yine kendileri gibi başkalar, yerlerine gelmişler. Demek, esbab-ı zâhiriye [görünen sebepler] hiçtir. Yalnız bir Kadîr-i Zülcelâl [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] onları halk edip hikmetiyle esbaba bağlayarak gönderdiğini gösteriyor.

924

Ve gelecek zamanda dizilmiş hayattar olan zemin yüzleri ise daha parlak şehadet eder. Çünkü, yeniden, yoktan, hiçten yapılıp gönderilecek yere konup, vazife gördürüp, sonra gönderilecekler.

İşte, ey tabiata saplanan ve bataklıkta boğulmak derecesine gelen gafil! Bütün mazi [geçmiş] ve müstakbele ulaşacak hikmetli ve kudretli mânevî el sahibi olmayan birşey, nasıl bu zeminin hayatına karışabilir? Senin gibi hiç ender hiç [hiç içinde hiç] olan tesadüf ve tabiat buna karışabilir mi? Kurtulmak istersen, “Tabiat, olsa olsa bir defter-i kudret-i İlâhiyedir. Tesadüf ise, cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] perdesidir” de, hakikate yanaş.

Yirmi Beşinci Pencere

Nasıl ki, madrup, elbette dâribe delâlet eder. San’atlı bir eser, san’atkârı icab eder. Veled, [çocuk] vâlidi [baba] iktiza [bir şeyin gereği] eder. Tahtiyet, fevkiyeti istilzam [gerektirme] eder, ve hâkezâ…

Bütün umur-i [emirler] izafiye tabir ettikleri, birbirisiz olmayan evsâf-ı nisbiye misillü, [benzer] şu kâinatın cüz’iyatında ve heyet-i umumiyesinde görünen imkân dahi, vücubu [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] gösterir. Ve bütün onlarda görünen infial, bir fiili gösterir. Ve umumunda görünen mahlûkiyet, [yaratılmış olma] hâlıkıyeti [her şeyi yaratan Allah] gösterir. Ve umumunda görünen kesret [çokluk] ve terkip, [birleşim, sentez] vahdeti [Allah’ın birliği] istilzam [gerektirme] eder. Ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve fiil ve hâlıkıyet ve vahdet, [Allah’ın birliği] bilbedâhe [açık bir şekilde] ve bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] mümkün, münfail, [fiilden etkilenen] kesir, [çok] mürekkep, [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] mahlûk olmayan, vâcib ve fâil, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] vâhid [bir] ve hâlık [her şeyi yaratan Allah] olan mevsuflarını [bir sıfatla nitelenen] ister. Öyle ise, bilbedâhe, [açık bir şekilde] bütün kâinattaki bütün imkânlar, bütün infialler, bütün mahlûkiyetler, [yaratılmış olma] bütün kesret [çokluk] ve terkipler, [birleşim, sentez] bir Zât-ı Vâcib ü’l-Vücud, Fa’âlün [çok işleyen, daima faaliyette bulunan Allah] limâ Yürid,1 Hâlık-ı Külli Şeye,2 [herşeyin yaratıcısı olan Allah] Vâhid-i Ehade3 [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] şehadet eder.

925

Elhasıl: [kısaca, özetle] Nasıl imkândan vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] görünüyor; infialden fiil ve kesretten [çokluk] vahdet-bunların [Allah’ın birliği] vücudu, onların vücuduna kat’iyen [kesinlikle] delâlet eder. Öyle de, mevcudat [var edilenler, varlıklar] üstünde görünen masnûiyet ve merzukiyet [rızıklanma] gibi sıfatlar dahi, sâniiyet, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] rezzâkiyet gibi şe’nlerin [belirleyici özellik] vücutlarına kat’î delâlet ediyor. Şu sıfâtın vücudu dahi, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilbedâhe, [açık bir şekilde] bir Hallâk [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] ve Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Sâni-i Rahîmin [sonsuz şefkat ve merhamet sahibi, herşeyi san’atla yaratan Allah] vücuduna delâlet eder.

Demek, herbir mevcut taşıdığı yüzler, bu çeşit sıfatlar lisanıyla, Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] yüzler Esmâ-i Hüsnâsına [Allah’ın en güzel isimleri] şehadet ederler. Bu şehadetler kabul edilmezse, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bütün bu çeşit sıfatlarını inkâr etmek lâzım gelir.

Yirmi Altıncı Pencere Haşiye [dipnot]

Şu kâinatın mevcudatı [var edilenler, varlıklar] yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemâller ve hüsünler, [güzellik] bir cemâl-i sermedî [sürekli devam eden güzellik] cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu gösterir. Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, daimî bir şemsin şualarının âyineleri olduklarını gösterdikleri gibi, seyyal [akıcı] zaman ırmağında, seyyar mevcudatın [var edilenler, varlıklar] üstünde parlayan lemeât-ı cemâliye [güzellik parıltıları] dahi, bir cemâl-i sermedîye [sürekli devam eden güzellik] işaret ederler ve onun bir nevi emareleridirler.

Hem kâinat kalbindeki ciddî aşk, bir Mâşuk-u Lâyezâlîyi [varlıklar tarafından çokça sevilen ve sürekli var olan Allah] gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan birşey, esaslı bir surette meyvesinde bulunmadığı delâletiyle, şecere-i kâinatın [kainat ağacı] hassas meyvesi olan nev-i insandaki [insan türü, insanlık] ciddî aşk-ı lâhutî [Cenâb-ı Hakka olan sevgi ve aşk] gösterir ki, bütün kâinatta—fakat başka şekillerde—hakikî aşk ve muhabbet bulunuyor. Öyle ise, kalb-i kâinattaki [kâinatın kalbi] şu hakikî muhabbet ve aşk, bir Mahbûb-u Ezelîyi [Ezelî Sevgili, varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratılmışlar tarafından çok sevilen Allah] gösterir.

926

Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizaplar, [bir şeyin çekiciliğine kapılma] cezbeler, cazibeler, ezelî bir hakikat-i cazibedarın [çekici hakikat, cazibeli gerçek] cezbiyle olduğunu hüşyar [uyanık] kalblere gösterir.

Hem mahlûkatın en hassas ve nuranî taifesi olan ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve velâyetin [velilik] ittifakıyla, zevk ve şuhuda [görme] istinad ederek, bir Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] cilvesine, tecellîsine mazhar [erişme, nail olma] olduklarını ve o Celîl-i Zülcemâlin [sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmetiyle sahibi olan Allah] kendini tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olduklarını müttefikan [birleşerek] haber vermeleri, yine bir Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun, [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] bir Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] vücuduna ve insanlara kendini tanıttırmasına kat’iyen [kesinlikle] şehadet eder.

Hem kâinat yüzünde ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] üstünde işleyen kalem-i tahsin ve tezyin, [süsleme] o kalem sahibi Zâtın esmâsının güzelliğini vazıhan [açık, âşikar] gösteriyor.

İşte, kâinat yüzündeki cemâl ve kalbindeki aşk ve sinesindeki incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve gözlerindeki keşif ve şuhud [görme] ve hey’âtındaki [kısımlar, parçalar] hüsün [güzellik] ve tezyinat, [süslemeler] pek lâtif, [berrak, şirin, hoş] nuranî bir pencere açar. Onunla, bütün esmâsı cemîle bir Cemîl-i Zülcelâli [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] ve bir Mahbub-u Lâyezâlîyi [asla kaybolup gitmeyecek yegâne sevgili olan Allah] ve bir Mâbud-u Lemyezeli, [varlığı asla son bulmayan ve ibadete lâyık tek ilâh olan Allah] hüşyar [uyanık] olan akıl ve kalblere gösterir.

İşte, ey maddiyat karanlığında, evham zulümatında, boğucu şübehat [şüpheler, tereddütler] içinde çırpınan gafil! Kendine gel, insaniyete lâyık bir surette yüksel, şu dört delikle bak, cemâl-i vahdeti [birliğin güzelliği, Cenâb-ı Allah’ın eşi, benzeri ve ortağı olmamasının güzelliği] gör, kemâl-i imanı [tam ve mükemmel bir iman] kazan, hakikî insan ol!

Yirmi Yedinci Pencere

اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ * 1

Kâinatta, esbab [sebebler] ve müsebbebat [sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar] görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki, en

927

âlâ bir sebep, en âdi bir müsebbebe [netice, eser, sebebin sonucu] kuvveti yetmiyor. Demek esbab [sebebler] bir perdedir; müsebbepleri [sebep olunan şey, sebebin sonucu] yapan başkadır.

Meselâ, hadsiz masnuattan, [san’at eseri] yalnız cüz’î [ferdî, küçük] bir misal olarak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hafızaya [bellek, hafıza duyusu] bakıyoruz. Görüyoruz ki, öyle bir câmi’ [kapsamlı] kitap, belki kütüphane hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, [hayat serüveni] içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mu’cize-i kudrete [Allah’ın kudret mu’cizesi] hangi sebep gösterilebilir? Telâfif-i dimağiye [beyinde bulunan kıvrımlar] mi? Basit, şuursuz hüceyrat [hücrecikler] zerreleri mi? Tesadüf rüzgârları mı? Halbuki, o mu’cize-i san’at, [san’at mu’cizesi] öyle bir Zâtın san’atı olabilir ki, beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a’mâlinden, [amel defteri] muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük senet istinsah [kopyasını çıkarma] edip, yazıp, aklının eline verecek bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] san’atı olabilir.

İşte, beşerin kuvve-i hafızasına [bellek, hafıza duyusu] misal olarak, bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et. Ve bu câmi’, [kapsamlı] küçücük mu’cizelere, sair müsebbebatı [netice, eser, sebebin sonucu] da kıyas et. Çünkü, hangi müsebbebe [netice, eser, sebebin sonucu] ve masnua [san’at eseri] baksan, o derece harika bir san’at var ki, değil onun âdi, basit sebebi, belki bütün esbab [sebebler] toplansa, ona karşı izhar-ı acz [âcizliğini gösterme] edecekler. Meselâ, büyük bir sebep zannedilen güneşi ihtiyarlı, şuurlu farz ederek, ona denilse, “Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?” Elbette diyecek ki: “Hâlıkımın [her şeyi yaratan Allah] ihsanıyla, [bağış] dükkânımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkânımda bulunur ve ne de benim iktidarım dahilindedir.”

Hem nasıl ki müsebbebdeki [netice, eser, sebebin sonucu] harika san’at ve tezyinat, [süslemeler] esbabı azledip, Müsebbibü’l-Esbab [bütün sebepleri ve sebeplerin neticesini yaratan Allah] olan Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] işaret ederek, وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ اْلاَمْرُ كُلُّهُ 1 sırrınca Ona teslim-i umur [işlerin teslimi] eder. Öyle de, müsebbebata [netice, eser, sebebin sonucu] takılan neticeler, gayeler, faideler, bilbedâhe, [açık bir şekilde] perde-i esbab [sebepler perdesi] arkasında bir

928

Rabb-i Kerîmin, [sonsuz ikram ve ihsan sahibi, herşeyi idare ve terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah] bir Hakîm-i Rahîmin [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] işleri olduğunu gösterir. Çünkü, şuursuz esbab, [sebebler] elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki, görüyoruz, vücuda gelen her mahlûk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faideleri, çok hikmetleri takip ederek vücuda geliyor. Demek, bir Rabb-i Hakîm [her işi hikmetle yapıp herşeyi idare ve terbiye eden Allah] ve Kerîm, [cömert, ikram sahibi] o şeyleri yapıp gönderiyor, o faideleri onlara gaye-i vücut yapıyor.

Meselâ yağmur geliyor. Yağmuru zâhiren intaç [netice verme] eden esbab, [sebebler] hayvânâtı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu malûmdur. Demek, hayvânâtı halk eden ve rızıklarını taahhüt eden bir Hâlık-ı Rahîmin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ yağmura “rahmet” deniliyor. Çünkü çok âsâr-ı rahmet [rahmet eserleri] ve faideleri tazammun [içerme, içine alma] ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş, takattur etmiş, katre [damla] katre [damla] geliyor.

Hem bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün ziynetli nebâtat [bitkiler] ve hayvânattaki tezyinat [süslemeler] ve gösterişler, bilbedâhe, [açık bir şekilde] perde-i gayb [gayb perdesi] arkasında bu süslü ve güzel san’atlarla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] delâlet ederler. Demek, eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat’iyen [kesinlikle] delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, [açık bir şekilde] Vedûd, [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] Mâruf [bilinen] bir Sâni-i Kadîrin [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eder.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Sebep gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbep [sebep olunan şey, sebebin sonucu] ise gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] gayesi, faidesi dahi, câhil ve câmid [cansız] olan esbabı ortadan atar, bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] eline teslim eder. Hem müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] yüzündeki tezyinat [süslemeler] ve maharetler, kendi kudretini zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni-i Hakîme [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] işaret eder.

Ey esbabperest [sebeplere tapan] biçare! Bu üç mühim hakikati neyle izah edebilirsin? Sen nasıl

929

kendini kandırabilirsin? Aklın varsa, esbab [sebebler] perdesini yırt, “Vahdehû lâ şerîke lehu”1 de, hadsiz evhamdan kurtul.

Yirmi Sekizinci Pencere

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ * 2

Şu kâinata bakıyoruz: Görüyoruz ki, hüceyrât-ı bedenden [beden hücreleri] tut, tâ mecmu-u âleme şamil bir hikmet ve tanzim var.

Hüceyrât-ı bedene [beden hücreleri] bakıyoruz: Görüyoruz ki, mesâlih-i bedeni gören ve idare eden birisinin emriyle, kanunuyla, o küçücük hüceyrelerde [hücre] ehemmiyetli bir tedbir var. Mideye nasıl bir kısım rızık içyağı suretinde iddihar [biriktirme, depolama] olunup vakt-i hâcette [ihtiyaç zamanı] sarf edilir. Aynen, o küçücük hüceyrelerde [hücre] de o tasarruf ve iddihar [biriktirme, depolama] var.

Nebâtâta [bitkiler] bakıyoruz: Gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] bir terbiye, bir tedbir görünüyor.

Hayvânâta bakıyoruz: nihayet derecede kerîmâne [çok cömert bir şekilde] bir terbiye ve iâşe görüyoruz.

Kâinatın erkân-ı azîmesine bakıyoruz: Mühim gayeler için haşmetkârâne bir tedvir [çekip çevirme] ve tenvir [aydınlatma] görüyoruz.

Âlemin mecmuuna bakıyoruz: Muntazam bir memleket, bir şehir, bir saray hükmünde, âli [yüce] hikmetler, gali gayeler için mükemmel bir tanzimat görüyoruz. Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında [bölüm, kısım] izah ve ispat edildiği üzere, bir zerreden tut, tâ yıldızlara kadar, zerre miktar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine mânen münasebettardırlar [alâkalı, ilgili] ki, bütün yıldızları musahhar [boyun eğdirilmiş] etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dinlettiremez. Bir zerreye hakikî rab olmak için,

930

bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir. Hem, Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfında [bölüm, kısım] izah ve ispat edildiği üzere, semâvâtın halk ve tesviyesine muktedir olmayan, beşerin simasındaki teşahhusu [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] yapamaz.

Demek, bütün semâvâtın rabbi olmayan, birtek insanın simasındaki alâmet-i farika [ayırt edici işaret] olan nakş-ı simâvîyi yapamaz. İşte, kâinat kadar büyük bir pencere ki, onunla bakılsa,

اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ * لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 1

âyetleri, büyük harflerle kâinat sahifelerinde yazılı olduğu gibi, akıl gözüyle de görülecek. Öyle ise, görmeyenin ya aklı yok, ya kalbi yok. Veya insan suretinde bir hayvandır.

Yirmi Dokuzuncu Pencere

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne [gerçek nimet verici olan Allah’ı düşünürek] seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarıçiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mânâ kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turra[mühür, nişan] ise, kimin sikkesi [mühür] ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler Onun mühürleridir, sikkeleridir. [mühür]

Şu mühür tahayyülünden [hayal etme] sonra şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühürle mühürlenmiş bir mektup, o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de, şu çiçek bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu envâ-ı nakışlarla ve mânidar nebâtat [bitkiler] satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahrâ ve ova, bir mektub-u Rahmânî hey’âtını [kısımlar, parçalar] aldı.

İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Herbir şey, bir mühr-ü Rabbânî  

931

hükmünde, bütün eşyayı kendi Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] isnad eder, kendi Kâtibinin mektubu olduğunu ispat eder. İşte, herbir şey öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] mal eder.

Demek, herbir şeyde, hususan zîhayatlarda [canlı] öyle harika bir nakış, [işleme] öyle mu’cizekâr bir san’at var ki, onu öyle yapan ve öyle mânidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir. Ve bütün eşyayı yapan, elbette O olacaktır. Demek bütün eşyayı yapamayan, birtek şeyi icad edemez.

İşte, ey gafil! Şu kâinatın yüzüne bak ki, birbiri içinde hadsiz mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] hükmünde olan sahâif-i mevcudat ve herbir mektup üstünde hadsiz sikke-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] mühürleriyle temhir edilmiş bütün bu mühürlerin şehadetlerini kim tekzip edebilir? Hangi kuvvet onları susturabilir? Kalb kulağıyla hangisini dinlesen “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah“1 [“Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet ederim”] dediğini işitirsin.

Otuzuncu Pencere

لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا * 2

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ * 3

Şu Pencere, imkân ve hudûsa [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] müesses [kurulmuş] umum mütekellimînin [konuşan] penceresidir ve ispat-ı Vâcibü’l-Vücuda karşı caddeleridir. Bunun tafsilâtını, [ayrıntılar] Şerhu’l-Mevâkıf ve Şerhu’l-Makàsıd gibi, muhakkiklerin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] büyük kitaplarına havale ederek, yalnız Kur’ân’ın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir iki şuaı göstereceğiz. Şöyle ki:

Âmiriyet [âmirlik, yöneticilik] ve hâkimiyetin muktezası, [bir şeyin gereği] rakip kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir,

932

müdahaleyi ref etmektir. [kaldırmak] Onun içindir ki, küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizamını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilâyette iki vali bulunsa, hercümerc [alt üst olma] ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karma karışıklığa sebebiyet verirler.

Madem hâkimiyet ve âmiriyetin [âmirlik, yöneticilik] gölgesinin zayıf bir gölgesi ve cüz’î [ferdî, küçük] bir nümunesi, muavenete [yardım] muhtaç, âciz insanlarda böyle rakip ve zıddı ve emsalinin müdahalesini kabul etmezse, acaba saltanat-ı mutlaka [Allah’ın bütün varlık âlemi üzerindeki sınırsız hâkimiyeti] suretindeki hâkimiyet ve rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] derecesindeki âmiriyet, [âmirlik, yöneticilik] bir Kadîr-i Mutlakta [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ne derece o redd-i müdahale kanunu [hiç kimsenin karışmasını kabul etmeme kanunu] ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et. Demek, ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ve rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] en kat’î ve daimî lâzımı, vahdet [Allah’ın birliği] ve infiraddır. [tek başına olma]

Buna bir burhan-ı bâhir [açık delil] ve şahid-i kâtı’, kâinattaki intizam-ı ekmel [çok mükemmel düzen] ve insicam-ı ecmeldir. [çok güzel uyumluluk, hiç pürüzü olmama] Sinek kanadından tut, tâ semâvât kandillerine kadar öyle bir nizam var ki, akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından [beğenme, güzel bulma] “Sübhanallah, maşaallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] der, secde eder. Eğer zerre miktar şerike yer bulunsaydı, müdahalesi olsaydı, لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 1 âyet-i kerimesinin delâletiyle, nizam bozulacaktı, suret değişecekti, fesadın âsârı [eserler/asırlar] görünecekti. Halbuki,

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ * ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَهُوَ حَسِيرٌ * 2

delâletiyle ve şu ifade ile, nazar-ı beşer, [insanın bakışı] kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak, menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkit [tenkitçi] akla diyecek: “Beyhude yoruldum, kusur yok” demesiyle gösteriyor ki, Nizam ve intizam gayet mükemmeldir. Demek, intizam-ı kâinat, [kâinatın düzeni] vahdâniyetin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] kat’î şahididir.

933

Gel gelelim hudûsa. [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] Mütekellimîn [kelâm âlimleri] demişler ki: “Âlem mütegayyirdir. [değişen] Her mütegayyir [değişen] hâdistir. Herbir hâdisin bir muhdisi, yani mucidi var. Öyle ise bu kâinatın kadîm [eski] bir mucidi var.”

Biz de deriz: Evet, kâinat hâdistir. Çünkü, görüyoruz, her asırda, belki her senede, belki her mevsimde bir kâinat, bir âlem gider, biri gelir. Demek bir Kadîr-i Zülcelâl [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] var ki, bu kâinatı hiçten icad ederek, her senede, belki her mevsimde, belki her günde birisini icad eder, ehl-i şuura [bilinç sahibi kimseler] gösterir ve sonra onu alır, başkasını getirir, birbiri arkasına takıp zincirleme bir surette zamanın şeridine asıyor. Elbette, bu âlem gibi birer kâinat-ı müteceddide hükmünde olan, her baharda gözümüzün önünde hiçten gelen ve giden kâinatları icad eden bir Zât-ı Kadîrin [herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] mu’cizât-ı kudretidirler. [Allah’ın kudret mu’cizeleri] Elbette, âlem içinde her vakit âlemleri halk edip değiştiren Zât, mutlaka şu âlemi dahi o halk etmiştir ve şu âlemi ve rû-yi zemini [yeryüzü] o büyük misafirlere misafirhane yapmıştır.

Gelelim imkân bahsine. Mütekellimîn [kelâm âlimleri] demişler ki: “İmkân, mütesâviyü’t-tarafeyndir. Yani, adem [hiçlik, yokluk] ve vücud, ikisi de müsavi [eşit] olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucid lâzımdır. Çünkü, mümkinat [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] birbirini icad edip teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] edemez. Yahut o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise bir Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vardır ki bunları icad ediyor” Devir ve teselsülü, [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] on iki burhan, [delil] yani arşî [arştan gelen; Cenab-ı Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yerden gelen] ve süllemî gibi namlarla müsemmâ, [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] meşhur on iki delil-i kat’î [kesin delil] ile devri iptal etmişler ve teselsülü [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] muhal [bâtıl, boş söz] göstermişler; silsile-i esbabı [sebepler zinciri] kesip Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücudunu ispat etmişler.

Biz de deriz ki: Esbab, [sebebler] teselsülün [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] berâhiniyle [deliller] âlemin nihayetinde kesilmesinden ise, herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye [herşeyin yaratıcısı olan Allah] has sikkeyi [mühür] göstermek daha kat’î, daha kolaydır. Kur’ân’ın feyziyle, bütün Pencereler ve bütün Sözler o esas üzerine gitmişler. Bununla beraber, imkân noktasının hadsiz bir vüs’ati [genişlik] var; hadsiz cihetlerle Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücudunu gösteriyor. Yalnız mütekellimînin [konuşan] teselsülün [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] kesilmesi

934

yoluna—elhak geniş ve büyük olan o caddeye—münhasır değildir. Belki had ve hesaba gelmeyen yollarla Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma] yol açar. Şöyle ki:

Herbir şey, vücudunda, sıfâtında, müddet-i bekâsında hadsiz imkânat, yani gayet çok yollar ve cihetler içinde mütereddit [kararsız, şüpheli] iken, görüyoruz ki, o hadsiz cihetler içinde vücutça muntazam bir yolu takip ediyor. Herbir sıfatı da, mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i bekâsında bütün değiştirdiği sıfat ve haller dahi böyle bir tahsisle veriliyor. Demek bir muhassısın [tahsis edici, belirleyici] iradesiyle, bir müreccihin [tercih eden] tercihiyle, bir Mucid-i Hakîmin icadıyladır ki, hadsiz yollar içinde hikmetli bir yolda onu sevk eder; muntazam sıfâtı ve ahvâli [haller] ona giydiriyor.

Sonra infiraddan [tek başına olma] çıkarıp, bir terkipli [birleşim, sentez] cisme cüz yapar; imkânat ziyadeleşir. Çünkü o cisimde binler tarzda bulunabilir. Halbuki, neticesiz o vaziyetler içinde, neticeli, mahsus bir vaziyet ona verilir ki, mühim neticeleri ve faideleri ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor.

Sonra, o cisim dahi diğer bir cisme cüz yaptırılıyor; imkânat daha ziyadeleşir. Çünkü binlerle tarzda bulunabilir. İşte, o binler tarz içinde birtek vaziyet veriliyor, o vaziyetle mühim vazifeler gördürülüyor, ve hâkezâ… Gittikçe daha ziyade kat’î bir Hakîm-i Müdebbirin vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] gösteriyor, bir Âmir-i Alîmin emriyle sevk edildiğini bildiriyor. Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz olup giden bütün bu terkiplerde, [birleşim, sentez] nasıl bir nefer, [asker] takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, mütedahil [birbiri içinde] o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti, intizamlı birer hizmeti bulunuyor. Hem nasıl ki, senin gözbebeğinden bir hüceyre, [hücre] gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var. Senin başın heyet-i umumiyesi nisbetine dahi hikmetli bir vazifesi ve hizmeti vardır. Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan damarlarına, his ve hareket âsablarına, hattâ bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus vazifesi, hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkânat içinde, bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir.

935

Öyle de, bu kâinattaki mevcudat, [var edilenler, varlıklar] herbiri kendi zâtıyla, sıfâtıyla, çok imkânat yolları içinde has bir vücudu ve hikmetli bir sureti ve faideli sıfatları, nasıl bir Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] şehadet ederler. Öyle de, mürekkebâta [yazı için kullanılan sıvı] girdikleri vakit, herbir mürekkepte [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] daha başka bir lisanla, yine Sâniini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ilân eder. Git gide, tâ en büyük mürekkebe [yazı için kullanılan sıvı] kadar nisbeti, vazifesi, hizmeti itibarıyla Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve ihtiyarına ve iradesine şehadet eder. Çünkü, birşeyi, bütün mürekkebâta [yazı için kullanılan sıvı] hikmetli münasebetleri muhafaza suretinde yerleştiren, bütün o mürekkebâtın [yazı için kullanılan sıvı] Hâlıkı olabilir. Demek birtek şey binler lisanlarla Ona şehadet eder hükmündedir.

İşte, kâinatın mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kadar değil, belki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] sıfât ve mürekkebâtı [yazı için kullanılan sıvı] adedince imkânat noktasından da Vâcibü’l- Vücudun vücuduna karşı şehadetler geliyor.

İşte, ey gafil! Kâinatı dolduran bu şehadetleri, bu sadâları işitmemek, ne derece sağır ve akılsız olmak lâzım geliyor, haydi sen söyle!

Otuz Birinci Pencere

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِۤى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ * 1

وَفِى اْلاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ * وَفِۤى اَنْفُسِكُمْ اَفَلاَ تُبْصِرُونَ * 2

Şu Pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] Ve enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] cihetinde şu pencerenin tafsilâtını [ayrıntılar] binler muhakkıkîn-i evliyanın [evliyadan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] mufassal [ayrıntılı] kitaplarına havale ederek, yalnız feyz-i Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:

On Birinci Sözde beyan edildiği gibi, insan öyle bir nüsha-i câmiadır ki, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bütün esmâsını, insanın nefsiyle insana ihsas [hissettirme] ediyor. Tafsilâtını [ayrıntılar] başka Sözlere havale edip yalnız Üç Noktayı göstereceğiz.

936

BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir.

Birinci vecih: [yön] Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks [eksiklik, noksanlık] ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] kudretini, kuvvetini, gınâsını, [zenginlik] rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye [Cenâb-ı Allah’ın Zâtını niteleyen yüce sıfatlar] bu suretle âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, [zayıflık, güçsüzlük] hadsiz a’dâsına [düşmanlar] karşı bir nokta-i istinad [dayanak noktası] aramakla, vicdan daima Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına [Allah’ın yüce katı] dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad [dayanak noktası] ve nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin [çok merhametli ve şefkatli olan ve sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.

İkinci vecih [yön] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ise: İnsana verilen nümuneler nev’inden cüz’î [ferdî, küçük] ilim, kudret, basar, [görme] sem’, [işitme] mâlikiyet, [sahiplik] hâkimiyet gibi cüz’iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, [görme] sem’ine, [işitme] hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, “Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder,” ve hâkezâ…

Üçüncü vecih [yön] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ise: İnsan, üstünde nakışları [işleme] görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder. Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının [bölüm, kısım] başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında [genel yapı ve özellik] nakışları [işleme] zâhir olan yetmişten ziyade esmâ [Allah’ın isimleri] vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Lâtif [berrak, şirin, hoş] isimlerini, ve

937

hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtıyla, [aletler] cihazat ve cevarihiyle, [organlar] letâif [duygular] ve mâneviyâtıyla, havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını [işleme] gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] var; öyle de, o esmânın nukuşunda [işlemeler] dahi bir nakş-ı âzam [büyük nakış] var ki, o da insandır.

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid [cansız] hükmünde insan olmak ihtimali var.

İKİNCİ NOKTA: Mühim bir sırr-ı ehadiyete [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] işaret eder. Şöyle ki:

İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki, bütün âzâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlâhiye [Allah’ın iradesi, dilemesi] cilvesi olan evâmir-i tekvîniye [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] ve o evâmirden vücud-u hâricî [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] giydirilmiş bir kanun-u emrî [Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun] ve lâtife-i Rabbâniye [insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] olan ruh,1 onların idaresinde, onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcatlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak, yakın, bir hükmünde; birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ, çok nuraniyet kesb [elde etme, kazanma] etmişse, herbir cüz’ü ile görebilir ve işitebilir.

Öyle de, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 2 Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] madem Onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve âzâsında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette, âlem-i ekber [en büyük âlem] olan kâinatta, o Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] irade-i külliyesine [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] ve kudret-i mutlakasına, [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette Ona ağır gelmez, birbirine mâni olmaz, o Hâlık-ı Zülcelâli meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın, uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile herşeyi görebilir, seslerini işitebilir. Ve herşey ile herşeyi bilir, ve hâkezâ…

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir

938

vazifesi var. Fakat o bahis, Hayat Penceresinde ve Yirminci Mektubun Sekizinci Kelimesinde tafsili geçtiğinden, ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:

Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç [karışmış, karışık] nakışlar, [işleme] pek çok esmâ [Allah’ın isimleri] ve şuûnât-ı zâtiyeye [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler] işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] şuûnât-ı zâtiyesine [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder. Şu sırrın izahı, Allah’ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından, kapıyı kapıyoruz.

Otuz İkinci Pencere

هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّينِ كُلِّهِ وَكَفٰى بِاللهِ شَهِيدًا * 1

قُلْ يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اِنِّى رَسُولُ اللهِ اِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِى لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ يُحْيِى وَيُمِيتُﮎ * 2

Şu Pencere, semâ-i risaletin güneşi, belki güneşler güneşi olan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın penceresidir. Şu gayet parlak ve pek büyük ve çok nuranî pencere, Otuz Birinci Söz olan Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] Risalesiyle On Dokuzuncu Söz olan Nübüvvet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (aleyhissalâtü vesselâm) Risalesinde ve On Dokuz İşaretli olan On Dokuzuncu Mektupta ne derece nuranî ve zâhir olduğu ispat edildiğinden, o iki Sözü ve o Mektubu ve o Mektubun On Dokuzuncu İşaretini bu makamda düşünüp, sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki:

Tevhidin bir burhan-ı nâtıkı [konuşan delil] olan Zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâm, risalet [elçilik, peygamberlik] ve velâyet [velilik] cenahlarıyla, [kanat] yani kendinden evvel bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] icmâlarını [özet] ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] icmâkârâne tevatürlerini [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] tazammun [içerme, içine alma] eden bir kuvvetle, bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı]

939

gösterip ilân etmiş ve âlem-i İslâmiyet [İslâm âlemi] gibi geniş, parlak, nuranî bir pencereyi marifetullaha [Allah’ı bilme ve tanıma] açmıştır. İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylânî gibi milyonlar muhakkıkîn-i asfiya [her şeyin gerçeğini araştırıp bulan seçkin İslâm alimleri] ve sıddıkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar.

Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu itham [suçlama] edip bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi, sen söyle.

Otuz Üçüncü Pencere

اَلْحَمْدُ ِللهِ الَّذِۤى اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا قَيِّمًا * 1
الۤرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ * 2

Bütün geçmiş Pencereler, Kur’ân denizinden bazı katreler [damla] olduğunu düşün; sonra Kur’ân’da ne kadar âb-ı hayat [hayat suyu] hükmünde olan envâr-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin. Fakat bütün o Pencerelerin menbaı [kaynak] ve madeni ve aslı olan Kur’ân’a gayet mücmel [kısa, kısaca] bir surette, gayet basit bir tarzda bakılsa dahi, yine gayet parlak, nuranî bir pencere-i câmiadır. O pencere ne kadar kat’î ve parlak ve nuranî olduğunu, Yirmi Beşinci Söz olan İ’câz-ı Kur’ân Risalesine ve On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretine havale ediyoruz. Ve Kur’ân’ı bize gönderen Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] Arş-ı Rahmânîsine [bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Rahmân isminin tasarruf dairesi, makamı] niyaz edip deriz:

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا 3 * رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا * 4
رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ 5 * وَتُبْ عَلَيْنَا اِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ * 6*

940

 İhtar

Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektup, imanı olmayanı, inşaallah [Allah dilerse] imana getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî [güçlü, kuvvetli] ve taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana, bütün kemâlât-ı hakikiyenin [hakikî, gerçek mükemmellikler ve üstünlükler] medarı [kaynak, dayanak] ve esası olan marifetullahta [Allah’ı bilme ve tanıma] terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] verir, daha nuranî, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, “Bir pencere bana kâfi [yeterli] geldi, yeter” diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh, herbir Pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.

Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] Risalesinde asıl muhatap mü’min idi; mülhid, [dinsiz] ikinci derecede istimâ [dinleme] makamında idi. Şu risalede ise, muhatap, münkirdir; [Allah’a inanmayan] istimâ [dinleme] makamlarında mü’mindir. Bunu düşünüp öylece bakmalı.

Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] mühim bir sebebe binaen şu Mektup gayet sür’atle yazıldığından ve hattâ müsvedde halinde kaldığından, elbette bana ait olan tarz-ı ifadede [ifade etme tarzı] müşevveşiyet [düzensizlik, karışıklık] ve kusurlar olacaktır. Nazar-ı müsamaha [hoşgörü bakışı] ile bakmalarını ve ellerinden gelirse ıslahlarını ve mağfiret [bağışlama] ile bana dua eylemelerini ihvanlarımdan [kardeş] isterim.

وَالسَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى * وَالْمَلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ اٰمِينَ * 3