SÖZLER – Yirmi Birinci Söz (362-374)

362

Yirmi Birinci Söz

İki Makamdır

Birinci Makam

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا * 1

BİR ZAMAN sinnen, [yaş itibarıyla] cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat hergün, hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”

O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki, tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zat o sözü bütün nüfus-u emmârenin [insana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere teşvik eden nefisler] namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.

Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkep [bilmediğinden habersiz kimsenin cehaleti] içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil, Beş İkazı benden işit.

BİRİNCİ İKAZ

Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. [sonsuza kadar yaşayacağını sanmak] Keyif için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasaydın ki ömrün azdır, hem faidesiz gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin [sonsuz âhiret hayatı] saadetine medar [kaynak, dayanak] olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek, usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak [arzu, istek] ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.

363

İKİNCİ İKAZ

Ey şikemperver [boğazına düşkün] nefsim! Acaba, hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu?

Madem vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil, belki telezzüz [lezzet alma] ediyorsun. Öyle ise, hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı [hayat suyu] ve lâtife-i Rabbâniyemin [insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] havâ-yı nesîmini [atmosfer] cezb [çekme] ve celb [çekme] eden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.

Evet, nihayetsiz teessürat [üzülme, etkilenme] ve elemlere maruz ve müptelâ [bağımlı] ve nihayetsiz telezzüzâta [lezzet alma] ve emellere meftun [aşık] ve pürsevda [sevgiyle dolu] bir kalbin kut [gıda] ve kuvveti, herşeye kadîr bir Rahîm-i Kerîmin [herbir varlığa rahmet ve merhametiyle tecelli eden ve cömertlik sahibi Allah] kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.

Evet, şu fâni dünyada kemâl-i sür’atle [çok hızlı] vâveylâ-yı firakı [ayrılık feryadı] koparan giden, ekser mevcudatla [var edilenler, varlıklar] alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı [hayat suyu] ise, herşeye bedel bir Mâbûd-u Bâkînin, [ibadete lâyık olan ve varlığı hiçbir zaman son bulmayan Allah] bir Mahbûb-u Sermedînin [varlığı sonsuz sevgili Allah] çeşme-i rahmetine [rahmet çeşmesi] namaz ile teveccüh [ilgi] etmekle içilebilir.

Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir Zâtın âyinesi [aynası] olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letâfetli [güzel, hoş] bulunan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] bir sırr-ı insanî, zînur [nurlu] bir lâtife-i Rabbâniye, [insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] şu kasavetli, [sıkıntılı, üzüntülü] ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye [dünyanın halleri] içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

ÜÇÜNCÜ İKAZ

Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini bugün düşünüp muztarip [çaresiz] olmak; hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl [akıl kârı] mıdır?

Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah [kanat] kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak [karışma, katılma] etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde, o tutar, mühim bir kuvvetini sağ cenaha [kanat] gönderir, merkezi zayıflaştırır.

364

Hem sol cenahta [kanat] düşmanın askeri yokken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, “Ateş et” emrini verir, merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder, târümâr eder.

Evet, buna benzersin. Çünkü geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalb olmuş. Elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] iltihak; [karışma, katılma] ve meşakkati, sevaba inkılâb [değişim, devrim] etmiş. Öyle ise, ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzım gelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler; şimdiden düşünüp usanmak ve fütur [usanç] getirmek, aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir.

Madem hakikat böyledir. Âkıl [akıllı] isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün. Ve “Onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarf ediyorum” de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılâb [değişim, devrim] eder.

İşte, ey sabırsız nefsim! Sen üç sabırla mükellefsin. Birisi, taat [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] üstünde sabırdır. Birisi, mâsiyetten [günah] sabırdır. Diğeri, musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu Üçüncü İkazdaki temsilde görünen hakikati rehber tut, merdâne “Yâ Sabûr[kullarına sabır gücü ihsan eden Allah] de, üç sabrı omuzuna al. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi [yeterli] gelebilir; ve o kuvvetle dayan.

DÖRDÜNCÜ İKAZ

Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubûdiyet [kulluk görevi] neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır; ve fütursuz [usanmadan] çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada [dünya misafirhanesi] âciz ve fakir kalbine kut [gıda] ve gınâ; [zenginlik] ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya; ve herhalde mahkemen olan mahşerde sened ve berat; ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] köprüsünde nur ve burâk olacak bir namaz neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?

Bir adam sana yüz liralık bir hediye va’d etse, yüz gün seni çalıştırır. Hulfü’l-va’d [sözünden dönme] edebilir o adama itimad edersin, fütursuz [usanmadan] işlersin. Acaba hulfü’l-va’d [sözünden dönme] hakkında muhal [bâtıl, boş söz] olan bir Zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gibi bir hediyeyi sana va’d etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam [çalıştırma]

365

etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre [zoraki, angarya iş gören] gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu va’dinde itham [suçlama] ve hediyesini istihfaf [hafife alma] etsen, pek şiddetli bir tedibe ve dehşetli bir tâzibe [azap, eziyet] müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz [usanmadan] hizmet ettiğin halde, Cehennem gibi bir haps-i ebedînin [sonsuz bir hapis] havfı, [korku] en hafif ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?

BEŞİNCİ İKAZ

Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgıl-i dünyeviyenin [dünya meşguliyetleri] kesretinden [çokluk] midir veyahut derd-i maişetin [geçim derdi] meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?

Sen istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] cihetiyle bütün hayvânâtın fevkinde [üstünde] olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] levâzımâtını [bir işin gerçekleşmesi için gerekli olan şeyler] tedarikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen [asıl görev] hayvan gibi çabalamak değil, belki hakikî bir insan gibi hakikî bir hayat-ı daime [devamlı hayat] için sa’y [çalışma] etmektir?

Bununla beraber, meşâgıl-i dünyeviye [dünya meşguliyetleri] dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî [lüzumsuz] bir surette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyâni [anlamsız, faydasız] meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiriyorsun. Meselâ “Zuhal‘in [Satürn gezegeni] etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya [astronomi, gök bilimi] ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] alıyorsun!

Eğer desen, “Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur [usanç] veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin [geçim derdi] zarurî işleridir.” Öyle ise, ben de sana derim ki:

Eğer yüz kuruş bir gündelikle çalışsan, sonra biri gelse, dese ki: “Gel, on dakika kadar şurayı kaz; yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.” Sen ona “Yok, gelmem. Çünkü on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak” desen, ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin.

Aynen onun gibi, sen şu bağında nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen, bütün sa’yin [çalışma] semeresi, [meyve] yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar [kaynak, dayanak] olan namaza sarf etsen, o vakit, bereketli

366

nafaka-i dünyeviye [dünya hayatında geçinmek için lüzumlu olan şey] ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene [âhiret hayatında geçinmek için lüzumlu olan şey] ve zâd-ı âhiretine [âhiret azığı] ehemmiyetli bir menba olan iki maden-i mânevî [mânevî kaynak] bulursun.

Birinci maden: Bütün bağındakiHaşiye yetiştirdiğin, çiçekli olsun, meyveli olsun, her nebatın, [bitki] her ağacın tesbihatından, güzel bir niyetle, bir hisse alıyorsun.

İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese-hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun-sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şartla ki, sen Rezzâk-ı Hakikî [gerçek rızık verici Allah] namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını Onun mahlûkatına veren bir tevziat [dağıtım] memuru nazarıyla kendine baksan…

İşte, bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasâret [zarar] eder. Ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder. Ve sa’ye [çalışma] pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i mânevî [mânevî kuvvet] temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflâs eder. Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur [usanç] gelir. “Neme lâzım,” der. “Ben zaten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti niçin çekeceğim?” diyecek, kendini tembelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: “Daha ziyade ibadetle beraber sa’y-i helâle [helâl çalışma] çalışacağım. Tâ kabrime daha ziyade ışık göndereceğim, âhiretime daha ziyade zahîre [azık] tedarik edeceğim.”

Elhasıl: [kısaca, özetle] Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona mâliksin. Öyle ise, hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil; lâakal [en az] günün bir saatini, ihtiyat [dikkat, tedbir] akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye [âhiret sandığı] olan bir mescide veya bir seccadeye at.

Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var.

Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki, âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine [rengârenk, süslü, parlak] bakar. Siyah ise siyah görünür; kırmızı ise kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O âyine [ayna] şişesi düzgünse, sarayı güzel gösterir. Düzgün değilse çirkin gösterir. En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü, [benzer] sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi

367

âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde [tarafında] şehadet ettirebilirsin. Eğer namazı kılsan, o namazınla o âlemin Sâni-i Zülcelâline [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] müteveccih [yönelen] olsan, birden, sana bakan âlemin tenevvür [aydınlanma, nurlanma] eder. Adeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümâtını dağıtır ve o hercümerc-i [alt üst olma] dünyeviyedeki karma karışık perişaniyet içindeki tebeddülât [başkalaşma, değişme] ve harekât, hikmetli bir intizam ve mânidar bir kitabet-i kudret [kudret yazması] olduğunu gösterir.

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 âyet-i pür-envârından bir nuru senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in’ikâsıyla [yansıma] ışıklandırır, senin lehinde [tarafında] nuraniyetle şehadet ettirir.

Sakın deme, “Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede?” Zira, bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif [bir sıfatla niteleme] eder. Fark yalnız icmal [kısaca, özet olarak] ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âmînin—velev hissetmezse—namazı, büyük bir velînin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır—velev şuurun taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmezse. Fakat derecâta [dereceler] göre inkişaf [açığa çıkma] ve tenevvü[çeşitlenme] ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar, ne kadar merâtip [mertebeler] bulunur. Öyle de, namazın derecatında [dereceler] da daha fazla meratip [mertebeler, dereceler] bulunabilir. Fakat bütün o merâtipte, [mertebeler] o hakikat-i nuraniyenin [nurlu gerçek] esası bulunur.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ قَالَ ﴿ اَلصَّلٰوةُ عِمَادُ الدِّينِ ﴾ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ * 2

ba

368

Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamı

Kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun [içerme, içine alma] eder.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ * 1

EY MARAZ-I VESVESE İLE MÜPTELÂ! [bağımlı] Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer; ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf [korku] etmezsen hafif olur, mahfî [gizli] kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider.

Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksâm-ı kesiresinden [çok kısımlar] kesîrü’l-vuku [çok, çeşitli] olan yalnız Beş Vechini [cihet, yön, taraf] beyan edeceğim; belki sana ve bana şifa olur. Zira şu vesvese öyle birşeydir ki, cehil [bilgisizlik] onu davet eder, ilim onu tard [kovma] eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.

BİRİNCİ VECİH – BİRİNCİ YARA

Şeytan, evvelâ şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şüpheden şetme [çirkin söz, kötü düşünce] döner. Hayale karşı şetme [çirkin söz, kötü düşünce] benzer bazı pis hatıraları ve münâfi-i edep [edebe aykırı] çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah!” dedirtir, ye’se [ümitsizlik] düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi, Rabbine karşı sû-i edepte [edepsizlik] bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:

Bak, ey biçare vesveseli adam! Telâş etme. Çünkü senin hatırına gelen şetim [çirkin söz, kötü düşünce] değil, belki tahayyüldür. [hayal etme] Tahayyül-ü küfür, [küfrü hayal etme] küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm [çirkin ve kötü şeyleri hayal etme] dahi şetm değildir. Zira, mantıkça, tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise hükümdür.

369

Hem bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin, ondan müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ve müteessiftir. [eseflenmiş, üzgün] Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. [zarar zannetmek] Yani, onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır [zarar gören] olmaktır. Çünkü hükümsüz bir tahayyülü [hayal etme] hakikat tevehhüm [kuruntu] eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder; onun sözünü ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği odur.

İKİNCİ VECİH

Budur ki, mânâlar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler, oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında bir nevi suretleri nesceder. [dokuma] Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mânâ geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve temiz iseler, suretler mülevves [kirli, pis] ve rezil ise, giymek yoktur, fakat temas var. Vesveseli adam, teması, telebbüsle [giyinme] iltibas [karıştırma] eder. “Eyvah!” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hisset-i nefs, beni matrud [kovulmuş] eder.” Şeytan onun şu damarından çok istifade eder.

Şu yaranın merhemi şudur: Dinle ey biçare! Nasıl ki senin namazın edeb-i nezihânesinin vesilesi olan zahirî taharete, [temizlik] batnının [iç] bâtınındaki necaset [pislik] ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de, maânî-i mukaddesenin, [her türlü kusur ve noksandan yüce, mukaddes mânâlar] suret-i mülevveseye [kirli ve çirkin görünüş] mücavereti [komşuluk] zarar etmez. Meselâ, sen âyât-ı İlâhiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden, bir maraz, [hastalık] ya bir iştiha, [arzu, istek] ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, devâ-i illet ve kaza-i hâcetin levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] görecek, bakacak, onlara münasip süflî [alçak] suretleri nescedecek. [dokuma] Ve gelen mânâlar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs [kirlenme] var ve ne zarar var ve ne hatar [tehlike] var. Yalnız hatar [tehlike] ise, hasr-ı nazardır, [dikkati bir şey üzerinde toplama] zann-ı zarardır. [zararlı sanma]

ÜÇÜNCÜ VECİH

Budur ki: Eşya mabeynlerinde [ara] bazı münasebât-ı hafiye [gizli münasebetler] bulunur. Hattâ, hiç ümit etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzat bulunur; veya senin hayalin, meşgul olduğu san’ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış.

370

Şu sırr-ı münasebettendir [bağlantı sırrı] ki, bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves [kirli, pis] şeyi hatıra getirir. Fenn-i beyanda [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı] beyan olunduğu gibi, “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir.” [yakınlık sebebi] Yani, iki zıddın suretlerinin cem’ine [bir araya gelme] vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. [hayalî münasebet, bağlantı] Bu münasebetle gelen tahattura [hatıra gelme]tedâi-yi efkâr[fikirlerin çağrışımı] tabir edilir. Meselâ, sen namazda, münacatta, [dua, Allah’a yakarış] Kâbe karşısında, huzur-u İlâhîde [Allah’ın huzuru] iken, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedâi-yi efkâr, [fikirlerin çağrışımı] seni tutup en uzak mâlâyâniyât-ı [anlamsız, faydasız] rezileye sevk eder.

Senin başın böyle bir tedâi-yi efkâra [fikirlerin çağrışımı] müptelâ [bağımlı] ise, sakın telâş etme. Belki intibaha [uyanış] geldiğin anda dön. “Aman, ne kusur ettim!” deyip tetkikle meşgul olup durma; tâ o zayıf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira, teessür [üzülme, etkilenme] gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zayıf tahatturun [hatıra gelme] melekeye [alışkanlık] döner, bir maraz-ı hayalî [hayalî hastalık] olur. Korkma, maraz-ı kalbî [kalbî hastalık] değil. Şu nevi tahattur [hatıra gelme] ise, galiben [çoğunlukla] ihtiyarsızdır. [irade dışı] Hususan, hassas asabîlerde daha galiptir. Şeytan şu nevi vesvesenin madenini çok işlettirir.

Şu yaranın merhemi şudur ki:

Tedâi-yi efkâr, [fikirlerin çağrışımı] galiben [çoğunlukla] ihtiyarsızdır; [irade dışı] onda mes’uliyet yoktur. Hem tedâide [çağrışım] mücaveret [komşuluk] var, temas ve ihtilât [birbirine karışma] yoktur. Onun için, efkârın [fikirler] keyfiyetleri birbirine sirayet [bulaşma] etmez, birbirine zarar vermez. Nasıl ki, şeytan ile melek-i ilham, [ilham meleği] kalb taraflarında mücaveretleri [komşuluk] var. Ve füccar [günahkârlar] ve ebrârın [iyi kimseler] karâbetleri [yakınlık] ve bir meskende durmaları zarar vermez. Öyle de, tedâi-yi efkâr [fikirlerin çağrışımı] saikasıyla, [sebebiyle] istemediğin pis hayalât gelip nezih [temiz] efkârın içine girse, zarar vermez-meğer kasten olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazan kalb yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele birşeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur. Pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.

DÖRDÜNCÜ VECİH

Amelin en iyi suretini taharrîden [araştırma] neş’et [doğma] eden bir vesvesedir ki, takvâ zannıyla teşeddüt [şiddetlenme] ettikçe, hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin

371

daha evlâsını ararken harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terk ettiriyor. “Acaba amelim sahih oldu mu?” der, iade eder. Bu hal devam eder, gayet ye’se [ümitsizlik] düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var.

BİRİNCİ MERHEM: Bu gibi vesvese, ehl-i i’tizâle lâyıktır. Çünkü onlar derler: “Medar-ı teklif [görev ve sorumluluk sebebi] olan ef’al [fiiller, davranışlar] ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü [güzellik] var, sonra o hüsne [güzellik] binaen emredilmiş; veya kubhu [çirkinlik] var, sonra ona binaen nehyedilmiş. [yasak] Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında [bakış açısı] olan hüsün [güzellik] ve kubh [çirkinlik] zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî [Allah tarafından konulan yasak] ona tâbidir.” Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim nefsülemirdeki [işin gerçeği, aslı] güzel surette yapılmış mıdır?”

Amma mezheb-i hak [doğru mezhep] olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, [yasak] sonra kabih [çirkin] olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle [yasak] çirkinlik tahakkuk [gerçekleşme] eder. Hüsün [güzellik] ve kubh, [çirkinlik] mükellefin ıttılaına [anlamak, bilgi sahibi olmak] bakar ve ona göre takarrur [karar bulma] eder. Şu hüsün [güzellik] ve kubh [çirkinlik] ise, surî [görünüşte] ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsülemirde [işin gerçeği, aslı] varmış; lâkin sen ona hiç muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mûtezile der: “Hakikatte kabih [çirkin] ve fâsittir. [bozuk] Lâkin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin; ve özrün var.” Öyle ise, Ehl-i Sünnet mezhebine göre zahir-i şeriate [şeriatın görünürdeki yönü] muvafık olarak işlediğin ameline “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul olmuş mu?” de, gururlanma, ucbe [kendini beğenme, gurur] girme.

İKİNCİ MERHEM: Dinde harec [zorluk] yoktur. لاَحَرَجَ فِى الدِّينِ 1 Madem dört mezhep haktır. Madem istiğfara [af dileme] müncer olan [sonuçlanan] derk-i [anlama, algılama] kusur ise, gurura müncer olan [sonuçlanan] hüsn-ü amelin rüyetine—böyle [Allah’ın cemâlini görme] vesveseli adama—müreccahtır. Yani, böyle

372

vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar [af dileme] etse, daha evlâdır.

Madem böyledir. Sen vesveseyi at. Şeytana de ki: Şu hal bir harecdir. [zorluk] Hakikat-i hale [bir şeyin gerçek durumu] muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmak güçtür, dindeki yüsre [kolaylık] münafidir. [aykırı] لاَحَرَجَ فِى اَلدِّينُ 1 اَلدِّينُ يُسْرٌ 2 esasına muhaliftir. Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka [doğru mezhep] muvafık gelir. O bana kâfidir. Hem lâakal [en az] ben aczimi itiraf ederek, ibadeti lâyıkı vechile [yönüyle] eda edemediğimden istiğfar [af dileme] ve tazarru [dua, yakarış] ile merhamet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] dehâlet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilâne [kendi kusur ve aczini bilerek] bir niyaza vesiledir.

BEŞİNCİ VECİH

Mesâil-i imâniyede [imanî meseleler] şüphe suretinde gelen vesvesedir. Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü [hayal etme] taakkul [akıl erdirme] ile iltibas [karıştırma] eder. Yani, hayale gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm [kuruntu] edip, itikadına [inanç] halel [eksik, kusur] gelmiş zanneder. Hem bazan tevehhüm [kuruntu] ettiği bir şüpheyi, imana zarar veren bir şek [şüphe] zanneder. Hem bazan tasavvur ettiği bir şüpheyi, tasdik-i aklîye [aklen doğrulama] girmiş bir şüphe zanneder. Hem bazan bir emr-i küfrîde [inkârla ilgili husus] tefekkürü, küfür zanneder. Yani, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin [düşünme duygusu] cevelânını [akma, dolaşma] ve tetkikatını ve bîtarafâne [tarafsız] muhakemesini, hilâf-ı iman [imana zıt] zanneder. İşte, telkinât-ı şeytaniyenin [şeytanın telkinleri] eseri olan şu zanlardan ürkerek, “Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma [inanç] halel [eksik, kusur] gelmiş” der. O haller galiben [çoğunlukla] ihtiyarsız [irade dışı] olduğundan, cüz-ü ihtiyarîsiyle [insandaki çok az seçim gücü, irade] ıslah edemediğinden ye’se [ümitsizlik] düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:

Tahayyül-ü küfür, [küfrü hayal etme] küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür [küfrü tevehhüm etme; küfür olmadığını kesin bildiği halde, küfürmüş gibi vehimlenme] dahi küfür değildir.

373

Tasavvur-u dalâlet, [inançsızlığı zihinde şekillendirme] dalâlet olmadığı gibi, tefekkür-ü dalâlet [inançsızlığı düşünme] dahi dalâlet değildir. Çünkü hem tahayyül, [hayal etme] hem tevehhüm, [kuruntu] hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden [aklen doğrulama] ve iz’ân-ı kalbîden [kalben kabul etme] ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz-ü ihtiyariyeyi [insandaki çok az seçim gücü, irade] pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî [dinin yükümlülükleri] altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz’an [kesin şekilde inanma] öyle değiller. Bir mizana [ölçü] tâbidirler.

Hem tahayyül, [hayal etme] tevehhüm, [kuruntu] tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an [kesin şekilde inanma] değiller. Öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar [karar kılınan yer] bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şüphe, ondan tevellüt [doğma] edebilir.

Hem bîtarafâne [tarafsız] muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi [karşı taraf] iltizam [kabul etme, taraftarlık] ede ede, tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız [irade dışı] taraf-ı muhalifi [karşı taraf] iltizam [kabul etme, taraftarlık] eder. Ona vâcip olan hakkın iltizamı [kabul etme, taraftarlık] kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi [gereksiz vekil] olacak bir halet, [hal, durum] zihninde takarrur [karar bulma] eder.

Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî [bir şeyin özünde mümkün olması] ile imkân-ı zihnîyi [bir şeyin mümkün olabileceğini zihinde düşünmek] birbiriyle iltibas [karıştırma] eder. Yani, birşeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkûk [şüpheli] tevehhüm [kuruntu] eder. Halbuki, ilm-i kelâmın kaidelerindendir ki, imkân-ı zâtî [bir şeyin özünde mümkün olması] ise yakîn-i ilmîye [kesin ve sağlam bilgi] münâfi [aykırı] değil ve zaruret-i zihniyeye [zihnin zorunlulukları] zıddiyeti yoktur. Meselâ, şu dakikada Karadeniz’in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî [bir şeyin özünde mümkün olması] ile muhtemeldir. Halbuki, yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zâtî [bir şeyin özünde mümkün olması] bize şek [şüphe] vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ şu güneş, zâtında mümkündür ki, bugün gurub [batış] etmesin veya yarın tulû [doğma] etmesin. Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez.

İşte, bunun gibi, meselâ hakaik-ı imâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] gurubuna [batış] ve hayat-ı uhreviyenin [âhiret hayatı] tulûuna [doğma] imkân-ı zâtî [bir şeyin özünde mümkün olması] cihetinde gelen vehimler,

374

yakîn-i imânîye [imanın kesinliği] zarar vermez. Hem لاَعِبْرَةَ ِلْلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ 1 yani, “Bir delilden neş’et [doğma] etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur” olan kaide-i meşhure, [meşhur ve yaygın kâide, kural] hem usulü’d-din, [din metodolojisi, kelâm ilmi] hem usulü’l-fıkhın [fıkıh metodolojisi] kaide-i mukarreresindendir. [kesin olarak kabul edilen kural]

Eğer desen: “Bu derece mü’minlere muzır [zararlı] ve müz’iç [rahatsız eden] olan vesvese ne hikmete binaen bize belâ olmuş?”

Elcevap: İfrâta varmamak, hem galebe [üstün gelme] çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza [uyanıklık] sebeptir, taharrîye [araştırma] dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı [duyarsız] atar, tehâvünü [aldırış etmeme] def eder. Onun için, Hakîm-i Mutlak, [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] şu dâr-ı imtihanda, [imtihan yeri] şu meydan-ı müsabakada [yarış meydanı] bize bir kamçı-yı teşvik [teşvik kamçısı] olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîme [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] şekvâ [şikayet] etmeli, اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ 2 demeli.