SÖZLER – Yirmi Dokuzuncu Söz (678-723)

678

Yirmi Dokuzuncu Söz [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır]

 Bekà-i ruh ve melâike [melek] ve haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dairdir.

اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ * بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * تَنَزَّلُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ * 1

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى * 2

Şu makam, iki maksad-ı esas [temel maksad, hedef] ile bir mukaddimeden [başlangıç] ibarettir.

Mukaddime [başlangıç]

MELÂİKE ve ruhaniyâtın [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir denilebilir. Evet, On Beşinci Sözün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi, hakikat kat’iyen [kesinlikle] iktiza [bir şeyin gereği] eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] bulunsun ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] olsun ve o sekeneler [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] o semâvâta münasip bulunsun. Şeriatin lisanında, pek çok muhtelifü’l-cins [çeşit çeşit, değişik türler] olan o sekenelere [bir yerde ikâmet edenler, sakinler]melâike [melek] ve ruhaniyat[ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] tesmiye [isimlendirme] edilir.

Evet, hakikat böyle iktiza [bir şeyin gereği] eder. Zira, şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûklarla [varlıklar] doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla [akıl ve şuur sahibi] şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih [açık şekilde bildirme] eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan, müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] kasırlar [köşk, saray] misali olan semâvât dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat [canlı] ve zîhayatın [canlı] ziyası olan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zevil’idrak [idrak sahipleri]

679

mahlûklarla [varlıklar] elbette doludur. O mahlûklar [varlıklar] dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin [âlem sarayı] seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] dellâllarıdırlar. [davetçi, ilan edici] Küllî ve umumî ubûdiyetleriyle, [Allah’a kulluk] kâinatın büyük ve küllî mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tesbihatlarını temsil ediyorlar.

Evet, şu kâinatın keyfiyâtı, onların vücutlarını gösteriyor. Çünkü, kâinatı had ve hesaba gelmeyen dakik [derin ve ince] san’atlı tezyinat [süslemeler] ve o mânidar mehâsinle [güzellikler] ve hikmettar [herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapan] nukuşla [işlemeler] süslendirip tezyin [süsleme] etmesi, bilbedâhe, [açık bir şekilde] ona göre mütefekkir [düşünen] istihsan [beğenme, güzel bulma] edicilerin ve mütehayyir [hayrete düşen] takdir edicilerin enzârını [bakışlar] ister, vücutlarını talep eder. Evet, nasıl ki hüsün [güzellik] elbette bir âşık ister. Taam [gıda, yiyecek] ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san’at [güzel san’at] içinde gıda-yı ervah [ruhların gıdası] ve kut-u kulûb, [kalplerin gıdası] elbette melâike [melek] ve ruhanîlere bakar, gösterir.

Madem bu nihayetsiz tezyinat, [süslemeler] nihayetsiz bir vazife-i tefekkür [tefekkür görevi] ve ubûdiyet [Allah’a kulluk] ister. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezarete, şu vüs’atli [geniş] ubûdiyete [Allah’a kulluk] karşı, milyondan ancak birisini yapabilir. Demek, bu nihayetsiz ve çok mütenevvi [çeşit çeşit] olan şu vezâif [görevler] ve ibadete, nihayetsiz melâike [melek] envâları, ruhaniyat [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] ecnasları [cinsler, türler] lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi [büyük kâinat mescidi] saflarıyla doldurup şenlendirsin.

Evet, şu kâinatın herbir cihetinde, herbir dairesinde, ruhaniyat [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] ve melâikelerden [melekler] birer taife, birer vazife-i ubûdiyetle [kulluk görevi] muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivâyât-ı ehâdisiyenin [Peygamberimizden rivâyet edilen hadisler] işârâtıyla [işaretler] ve şu intizam-ı âlemin [kâinatta var olan düzen] hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı câmide-i seyyâre, [gezici ve cansız gök cisimleri] yıldızlar seyyârâtından [gezegenler] tut, tâ yağmur katarâtına [damlalar] kadar, bir kısım melâikenin [melekler] sefine [gemi] ve merâkibidirler. [binekler] O melâikeler, [melekler] bu seyyârelere [gezegen] izn-i İlâhi [Allah’ın izni] ile binerler, âlem-i şehadeti [görünen alem] seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihatını temsil ederler.

680

Hem denilebilir: Bir kısım hayattar ecsam, [cisimler] bir hadis-i şerifte “Ehl-i Cennet ruhları, berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] âleminde yeşil kuşların cevflerine [iç, karın] girerler ve Cennette gezerler”1 diye işaret ettiği, “tuyurun hudrun[yeşil renkli kuşlar] tesmiye [isimlendirme] edilen Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar, bir cins ervâhın [ruhlar] tayyareleridir. Onlar, bunların içine emr-i Hakla [Allah’ın emri] girerler, âlem-i cismaniyâtı [maddî âlem] seyredip, o hayattar cesetlerdeki göz, kulak gibi duygularıyla, âlem-i cismanîdeki [maddî âlem] mu’cizât-ı fıtratı [yaratılış mu’cizeleri] temâşâ ediyorlar, tesbihat-ı mahsusalarını [özel tesbihler, Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma] eda ediyorlar.

İşte, nasıl hakikat böyle iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Hikmet dahi aynen öyle iktiza [bir şeyin gereği] eyliyor. Çünkü, şu kesafetli [bulanık, yoğun, katı] ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küduretli [bulanık, yoğun] ve nur-u hayata [hayat ışığı] münasebeti pek cüz’î [ferdî, küçük] olan sudan, mütemadiyen, hummâlı bir faaliyetle, letafetli [hoş, güzel] hayatı ve nuraniyetli zevil’idraki [idrak sahipleri] halk eden Fâtır-ı Hakîm, [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] elbette, ruha çok lâyık ve hayata çok münasip şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet [karanlık] bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i lâtifeden [cismanî olmayan, ruhla ilgili madde] bir kısım zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkları [varlıklar] vardır. Hem pek çok kesretli [çokluk] olarak vardır.

ba

681

Birinci Maksat

MELÂİKENİN tasdiki, imanın bir rüknüdür. [esas, şart] Şu Maksatta, dört nükte-i esasiye [esas nükte, ince ve derin mânâ] vardır.

BİRİNCİ ESAS

Vücudun kemâli, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat herşeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, herşeyi, herbir zîhayat [canlı] olan şeye mal eder; birşeyi bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile, bir şey-i zîhayat diyebilir ki, “Şu bütün eşya malımdır. Dünya hanemdir. Kâinat, Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.”

Nasıl ki ziya, ecsâmın [cisimler] görülmesine sebeptir ve renklerin—bir kavle [söz] göre—sebeb-i vücududur. Öyle de, hayat dahi mevcudatın [var edilenler, varlıklar] keşşafıdır. [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] Keyfiyâtın tahakkukuna [gerçekleşme] sebeptir. Hem cüz’î [ferdî, küçük] bir cüz’ü, küll [bütün] ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri bir cüz’e sığıştırmaya sebeptir. Ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad [birleşme] ettirip bir vahdete [Allah’ın birliği] medar, [kaynak, dayanak] bir ruha mazhar [erişme, nail olma] yapmak gibi, kemâlât-ı vücudun umumuna sebeptir. Hattâ hayat, kesret [çokluk] tabakatında bir çeşit tecellî-i vahdettir [Allah’ın birlik tecellisi] ve kesrette [çokluk] ehadiyetin [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] bir âyinesidir.

Bak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetimdir, gariptir, yalnızdır. Münasebeti, yalnız oturduğu mekânla ve ona karışan şeylerle vardır. Başka, kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten madumdur. [yok, ölü] Çünkü, ne hayatı var ki hayatla alâkadar olsun, ne şuuru var ki taallûk [ait olma, ilgilendirme] etsin. Şimdi, bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına: Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtatlarıyla [bitkiler] öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: “Şu arz benim bahçemdir, ticarethanemdir.” İşte, zîhayattaki [canlı]

682

meşhur havass-ı zâhire ve bâtına [görünen ve görünmeyen hisler, duygular] duygularından başka, gayr-ı meş’ur, [bilincine varılmayan] sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] ve şâika [insanı belli bir yöne teşvik eden duyu] hisleriyle beraber, o arı, dünyanın ekser envâıyla [tür] ihtisas ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve mübadele [değiş tokuş] ve tasarrufa sahip olur.

İşte, en küçük zîhayatta [canlı] hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat, tabaka-i insaniye [insan tabakası] olan en yüksek mertebeye çıktıkça öyle bir inbisat [genişleme, yayılma] ve inkişaf [açığa çıkma] ve tenevvür [aydınlanma, nurlanma] eder ki, hayatın ziyası olan şuur ile, akıl ile, bir insan, kendi hanesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat, [canlı] kendi aklıyla avâlim-i ulviyede [yüce âlemler] ve ruhiyede ve cismaniyede gezer. Yani, o zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zîhayat, [canlı] mânen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] mir’ât-ı ruhuna [ruh aynası] misafir olup, irtisam [resmedilme] ve temessül [belirme, görünme] ile geliyorlar.

Hayat, Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] en parlak bir burhan-ı vahdeti [birliğin güçlü delili] ve en büyük bir maden-i nimeti [nimet kaynağı] ve en lâtif [berrak, şirin, hoş] bir tecellî-i merhameti [merhamet yansıması] ve en hafî [gizli] ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i san’atıdır. [san’atın güzel nakşı]

Evet, hafî [gizli] ve dakiktir. Çünkü, envâ-ı hayatın [hayat çeşitleri, yaşayış seviyeleri] en ednâ[basit, aşağı] olan hayat-ı nebat [bitki hayatı] ve o hayat-ı nebatın [bitki hayatı] en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin [hayat düğümü] tenebbühü, [uyanış, yeşerme] yani uyanıp açılarak neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulması—o derece zâhir ve kesrette [çokluk] ve mebzuliyette—ülfet [çok bulunan, bol] içinde, zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] beri hikmet-i beşeriyenin [insanın bilgi ve felsefesi] nazarında gizli kalmıştır. Hakikati, hakikî olarak beşerin aklıyla keşfedilmemiş.

Hem hayat o kadar nezih [temiz] ve temizdir ki, iki vechi, yani mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] vecihleri [yön] temizdir, paktır, şeffaftır. Dest-i kudret, [Allah’ın kudret eli] esbabın perdesini vaz etmeyerek, doğrudan doğruya mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] ediyor. Fakat sair şeylerdeki umur-u hasiseye [alçak ve değersiz işler] ve kudretin izzetine [büyüklük, yücelik] uygun gelmeyen nâpâk [temiz olmayan] keyfiyât-ı zâhiriyeye [görünürdeki haller, durumlar] menşe olmak için, esbab-ı zâhiriyeyi [görünen sebepler] perde etmiştir.

683

Elhasıl: [kısaca, özetle] Denilebilir ki, hayat olmazsa, vücut vücut değildir, ademden farkı olmaz. Hayat ruhun ziyasıdır. Şuur hayatın nurudur. Madem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] bir intizam-ı kâmil-i ekmel [tam ve çok mükemmel bir düzenlilik] vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, [kusursuz ve pürüzsüz bir sağlamlık] bir insicam-ı ahkem [sağlam bir akış ve uyumlu gidiş] görünüyor. Madem şu biçare, perişan küremiz, sergerdan [başı dönmüş] zeminimiz bu kadar had ve hesaba gelmez zevilhayat [canlılar] ile, zevil’ervah [ruh sahipleri] ile ve zevil’idrak [idrak sahipleri] ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] ile ve kat’î bir yakin ile hükmolunur ki, şu kusûr-u semâviye [gökteki saraylar] ve şu buruc-u sâmiyenin [yüksek burçlar] dahi kendilerine münasip zîhayat, [canlı] zîşuur [akıl ve şuur sahibi] sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nuranî sekeneler [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] bulunur. Nar, nuru yakmaz. Belki ateş ışığa medet verir.

Madem kudret-i ezeliye, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] en âdi maddelerden, en kesif [katı] unsurlardan hadsiz zîhayat [canlı] ve zîruhu [ruh sahibi] halk eder; ve gayet ehemmiyetle, madde-i kesifeyi, [yoğun, katı madde] hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye [cismanî olmayan, ruhla ilgili madde] çevirir; ve nur-u hayatı [hayat ışığı] herşeyde kesretle [çokluk] serpiyor; ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette, o Kadîr-i Hakîm, [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi, esir gibi, ruha yakın ve münasip olan sair seyyâlât-ı lâtife [akıcı ve cismanî olmayan, ruhla ilgili] maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, câmid [cansız] bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, [ışık maddesi] hattâ zulmetten, hattâ esir maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, [canlı] zîşuuru [akıl ve şuur sahibi] kesretle [çokluk] halk eder ki, hayvânâtın pek çok muhtelif ecnasları [cinsler, türler] gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlûkları, [varlıklar] o seyyâlât-ı lâtife [akıcı ve cismanî olmayan, ruhla ilgili] maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, [melek] bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır. [cinsler, türler]

Melâikelerin [melekler] ve ruhanîlerin kesretle [çokluk] vücutlarını kabul etmek ne derece hakikat ve bedihî [açık, aşikâr] ve makul olduğunu ve Kur’ân’ın beyan ettiği gibi onları kabul

684

etmeyen ne derece hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] ve hilâf-ı hikmet [hikmete zıt] bir hurafe, bir dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bir hezeyan, [boş söz, saçmalama] bir divanelik olduğunu, şu temsile bak, gör:

İki adam, biri bedevî, vahşî, diğeri medenî, aklı başında olarak, arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî, muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rastgeliyorlar. Görüyorlar ki, o hane amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acip bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin etrafı da zîruh [ruh sahibi] ve zîhayatlarla [canlı] doludur. Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususî şerâit-i hayatiyeleri [hayat için gerekli şartlar] vardır ki, onların bir kısmı âkilü’n-nebattır, yalnız nebâtatla [bitkiler] yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka birşey yemiyorlar.

O iki adam bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] saraylar, âli [yüce] kasırlar [köşk, saray] görünüyor. O sarayların ortalarında geniş destgâhlar [iş yeri] ve vüs’atli [geniş] meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığıyla veya o sarayın sekenelerinin [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] gizlenmesi sebebiyle, o sarayın sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hanedeki şerâit-i hayatiye [hayat şartları] o saraylarda bulunmuyor.

O vahşî, bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerâit-i hayat [hayat için gerekli şartlar] orada bulunmadığından, der: “O saraylar, sekenelerden [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] hâlidir, boştur, zîruh [ruh sahibi] içinde yoktur” der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını [boş söz, saçmalama] yapar.

İkinci adam der ki: Ey bedbaht! Şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki, zîruhla, [ruh sahibi] amelelerle doldurulmuş. Ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam [çalıştırma] ediyor. Bak, bu hane etrafında boş bir yer yoktur; zîhayat [canlı] ve zîruhla [ruh sahibi] doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, [süslemeler] şu san’atlı sarayların, onlara münasip âli [yüce] sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] bulunmasın? Elbette o saraylar umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerâit-i hayatiyeleri [hayat için gerekli şartlar] var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliğiyle sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet, adem-i vücuda [var olmama, meydana gelmeme] delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet [delil] olamaz.

685

İşte, şu temsil gibi, ecrâm-ı ulviye [gök cisimleri] ve ecsâm-ı seyyare [gezici cisimler] içinde küre-i arzın [yer küre, dünya] hakaret ve kesafetiyle [yoğunluk, katılık] beraber bu kadar hadsiz zîruhların, [ruh sahibi] zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] cüzleri dahi birer menba-ı hayat [hayat kaynağı] kesilmesi, birer mahşer-i huveynat [küçük canlıların toplanma yeri] olması, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilbedâhe [açık bir şekilde] ve bi’t-tarikı’l-evlâ [en doğru ve tercihe değer yol ile] ve bi’l-hadsi’s-sâdık [doğruluğuna hemen hükmedilecek bir şekilde] ve bi’l-yakîni’l-kat’î [kesin bilgiye dayanarak] delâlet eder, şehadet eyler, ilân eder ki, şu nihayetsiz feza-yı âlem [gökyüzü, uzay] ve şu muhteşem semâvât, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] zîhayat, [canlı] zîruhlarla [ruh sahibi] doludur. Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, [ses] râyihadan, [güzel ve hoş koku] kelimattan, [ifadeler, sözler] esirden ve hattâ elektrikten ve sair seyyâlât-ı lâtifeden [akıcı ve cismanî olmayan, ruhla ilgili] halk olunan o zîhayat [canlı] ve o zîruhlara [ruh sahibi] ve o zîşuurlara, [akıl ve şuur sahibi] Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] (aleyhissalâtü vesselâm), Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân]melâike [melek] ve cân [cinler] ve ruhaniyattır” [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] der, tesmiye [isimlendirme] eder.

Melâikenin [melekler] ise, ecsâmın [cisimler] muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre [damla] yağmura müekkel [görevli] olan melek, şemse müekkel [görevli] meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] dahi, onların da pek çok ecnâs-ı muhtelifeleri [çeşitli cinsler] vardır.

ŞU NÜKTE-İ ESASİYENİN HÂTİMESİ:

Bittecrübe, [deneme yoluyla] madde asıl değil ki, vücut ona musahhar [boyun eğdirilmiş] kalsın ve tâbi olsun. Belki, madde, bir mânâ ile kaimdir. [ayakta duran] İşte o mânâ hayattır, ruhtur.

Hem, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] madde mahdum [efendi, kendisine hizmet edilen] değil ki, herşey ona ircâ [döndürme] edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatin tekemmülüne [mükemmelleşme] hizmet eder. O hakikat hayattır. O hakikatin esası da ruhtur.

Bilbedâhe, [açık bir şekilde] madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ondan istenilsin.

686

Belki mahkûmdur; bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollarla hareket eder. İşte o esas hayattır, ruhtur, şuurdur.

Hem, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] madde lüb [öz, iç] değil, esas değil, müstekar [karar kılınan yer] değil ki, işler ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ona takılsın, ona bina edilsin. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyyâ [hazır] bir kışırdır, [kabuk] bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir.

Görülmüyor mu ki, gözle görülmeyen hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik] bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki, maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat [hayat eserleri, belirtileri] tezayüd [artma] ediyor, nur-u ruh [ruhun nuru] teşeddüt [şiddetlenme] ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça, ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi, hararet-i ruh, [ruhun sıcaklığı] nur-u hayat [hayat ışığı] daha şiddetli tecellî ediyor.

İşte, hiç mümkün müdür ki, bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhâtı [belirti] bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, [görünmeyen, iç âlem] zîruh [ruh sahibi] ve zîşuurlarla [akıl ve şuur sahibi] dolu olmasın? Hiç mümkün müdür ki, şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki [görünen alem] mânânın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhâtı [belirti] ve lemeat [parıltılar] ve semerâtının [meyve] menâbii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine ircâ [döndürme] edilip izah edilsin? Hâşâ ve kat’â [kesinlikle] ve asla! Bu hadsiz tereşşuhat [belirti] ve lemeat [parıltılar] gösteriyor ki, şu âlem-i maddiyat ve şehadet [maddî ve görünen âlem] ise, âlem-i melekût [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] ve ervah [ruhlar] üstünde serpilmiş tenteneli [tül gibi, ince ve şeffaf] bir perdedir.

İKİNCİ ESAS

Melâikenin [melekler] vücuduna ve ruhanîlerin sübutuna [bir şeyin var olması] ve hakikatlerinin vücuduna bir icmâ-ı mânevî [mânevî fikir birliği] ile, tabirde ihtilâflarıyla beraber, bütün ehl-i akıl [akıl sahibi kimseler] ve ehl-i nakil, [geçmiş bilgileri nakledenler] bilerek, bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Hattâ, maddiyatta çok ileri giden hükema-i işrâkıyyunun [bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] olduğu görüşünü savunan filozoflar] meşâiyyun [Aristo geleneğini izleyen felsefeciler] kısmı, melâikenin [melekler] mânâsını inkâr etmeyerek,

687

“Herbir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i [eşyanın şekil ve suretlerinden farklı olan ve dış dünyada maddî olarak varlığı gözükmeyen mahiyet, hakikat, gerçek; soyut ve mânevî öz] ruhaniyeleri vardır” derler. Melâikeyi [melekler] öyle tabir ediyorlar. Eski hükemanın [âlimler, filozoflar] işrâkıyyun [bilginin kaynağının manevi aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünde olan felsefeciler] kısmı dahi, melâikenin [melekler] mânâsında kabule muztar [çaresiz] kalarak, yalnız yanlış olarak “ukul-u aşere” ve “erbâbü’l-envâ‘” [türlerin yöneticileri; bir felsefî iddiaya göre her türün bir tanrısı¬nın olması] diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan, [din sahipleri, dine inananlar]melekü’l-cibal, [dağlardan sorumlu olan görevli melek] melekü’l-bihar, [denizlerden sorumlu olan görevli melek] melekü’l-emtar[yağmurdan sorumlu olan görevli melek] gibi, her nev’e göre birer melek-i müekkel, [görevli melek] vahyin ilhamı [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve irşadıyla [doğru yol gösterme] bulunduğunu kabul ederek, o namlarla tesmiye [isimlendirme] ediyorlar. Hattâ, akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdat [cansız varlıklar] derecesine mânen sukut [alçalış, düşüş] etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] dahi, melâikenin [melekler] mânâsını inkâr edemeyerek, Haşiye [dipnot] “kuvâ-yı sâriye” namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.

Ey melâike [melek] ve ruhaniyatın [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] kabulünde tereddüt gösteren biçare adam! Neye istinad ediyorsun, hangi hakikate güveniyorsun ki, bütün ehl-i akıl [akıl sahibi kimseler] bilerek, bilmeyerek melâikenin [melekler] mânâsının sübutuna [bir şeyin var olması] ve tahakkukuna [gerçekleşme] ve ruhanîlerin tahakkukları [gerçekleşme] hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Madem ki Birinci Esasta ispat edildiği gibi, hayat, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] keşşafıdır, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] belki neticesidir, zübdesidir. [en seçkin kısım, öz, tereyağı] Bütün ehl-i akıl, [akıl sahibi kimseler] mânâ-yı melâikenin [“melekler” kavramının ifade ettiği mânâ] kabulünde mânen müttefiktirler. Ve şu zeminimiz, bu kadar zîhayat [canlı] ve zîruhlarla [ruh sahibi] şenlendirilmiştir. Şu halde hiç mümkün olur mu ki, şu feza-yı vasîa sekenelerden, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] şu semâvât-ı lâtife mutavattinînden hâli [boş] kalsın?

Hiç hatırına gelmesin ki, şu hilkatte câri olan namuslar, kanunlar, kâinatın

688

hayattar olmasına kâfi [yeterli] gelir. Çünkü, o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar itibarî emirlerdir, [gerçekte olmadığı halde varsayılan iş, olgu] vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] düsturlardır; [kâide, kural] ademî [hiçlikle ilgili] sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike [melek] denilen ibâdullah [Allah’ın kulları] olmazsa, o namuslara, o kanunlara bir vücut taayyün [belirleme] edemez, bir hüviyet teşahhus [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] edemez, bir hakikat-i hariciye [dış dünyaya ait gerçek] olamaz. Halbuki, hayat bir hakikat-i hariciyedir. [dış dünyaya ait gerçek] Vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] bir emir, hakikat-i hariciyeyi [dış dünyaya ait gerçek] yüklenemez.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Madem ehl-i hikmetle [felsefeciler] ehl-i din [din sahipleri, dindarlar] ve ashab-ı akıl ve nakil [akıl ve bilim sahipleri ve dinî bilgileri nakleden kimseler] mânen ittifak etmişler ki, mevcudat [var edilenler, varlıklar] şu âlem-i şehadete [görünen alem] münhasır değildir. Hem madem, zâhir olan âlem-i şehadet, [görünen alem] câmid [cansız] ve teşekkül-ü ervâha [ruhların meydana gelmesi] nâmuvafık [uygunsuz] olduğu halde, bu kadar zîruhlarla [ruh sahibi] tezyin [süsleme] edilmiş. Elbette, vücut ona münhasır değildir. Belki daha çok tabakat-ı vücut [varlık tabakaları] vardır ki, âlem-i şehadet [görünen alem] onlara nisbeten münakkaş [nakışlanmış] bir perdedir.

Hem madem, denizin balığa nisbeti gibi, ervâha [ruhlar] muvafık olan âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i mânâ [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] ervahlarla [ruhlar] dolu olmak iktiza [bir şeyin gereği] eder. Hem madem bütün emirler mânâ-yı melâikenin [“melekler” kavramının ifade ettiği mânâ] vücuduna şehadet ederler. Elbette, bilâşek velâ şüphe, [şeksiz ve şüphesiz] melâike [melek] vücutlarının ve ruhanî hakikatlerinin en güzel sureti ve ukul-ü selime [sağlam düşünme melekesi olan insanlar] kabul edecek ve istihsan [beğenme, güzel bulma] edecek en makul keyfiyeti odur ki, Kur’ân şerh ve beyan etmiştir. O Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] der ki: “Melâike, [melek] ibâd-ı mükerremdir. [şerefli, saygın kullar] Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar.”

Melâike, [melek] ecsâm-ı lâtife-i nuraniyedirler. [gözle görünmeyen nurânî cisimler] Muhtelif nevilere münkasımdırlar. [kısımlara ayrılmış] Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir; kelâm sıfatından gelen şeriat-i İlâhiyenin [Allah’ın koyduğu kanun, nizam] hameleleri, [taşıyan] mümessilleri, [temsilci] mütemessilleridir. [cisim şeklinde görünen] Öyle de, melâike [melek] dahi muazzam bir

689

ümmettir ki, onların amele kısmı irade sıfatından gelen şeriat-i tekvîniyenin hamelesi, [taşıyan] mümessili [temsilci] ve mütemessilleridirler. [cisim şeklinde görünen] Müessir-i Hakikî [gerçek tesir sahibi] olan kudret-i fâtıranın [yaratıcı kudret] ve irade-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî iradesi] emirlerine tâbi bir nevi ibâdullahtırlar [Allah’ın kulları] ki, ecrâm-ı ulviyenin [gök cisimleri] herbiri onların birer mescidi, birer mâbedi [ibadet edilen yer] hükmündedirler.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Mesele-i melâike ve ruhaniyat [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] [melekler ve ruhanî varlıklar meselesi] o mesâildendir [meseleler] ki, tek bir cüz’ün vücudu ile bir küllün tahakkuku [gerçekleşme] bilinir; birtek şahsın rüyeti [Allah’ın cemâlini görme] ile umum nev’in vücudu malûm olur. Çünkü kim inkâr ederse külliyen inkâr eder. Birtekini kabul eden, o nev’in umumunu [türün bütünü, insanlığın tamamı] kabul etmeye mecburdur.

Madem öyledir, işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyan, [din sahipleri, dine inananlar] bütün asırlarda, zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] şimdiye kadar melâikenin [melekler] vücuduna ve ruhanîlerin tahakkukuna [gerçekleşme] ittifak etmişler ve insanın taifeleri birbirinden bahsi ve muhaveresi [karşılıklı konuşma] ve rivâyeti gibi, meleklerle muhavere [karşılıklı konuşma] edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivâyet edilmesine icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] etmişlerdir. Acaba, hiçbir fert melâikelerden [melekler] bilbedâhe [açık bir şekilde] görünmezse, hem bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] bir şahsın veya müteaddit [bir çok] eşhasın [kişiler] vücudu kat’î bilinmezse, hem onların bilbedâhe, [açık bir şekilde] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] vücutları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve vücudî [varlığa ait, var olmakla ilgili] bir emirde ve şuhuda [görme] istinad eden bir halde müstemirren [devamlı, kararlı] ve tevatüren [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] o ittifak devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu itikad-ı umumînin [çoğunluğun, genelin inancı] menşei, [kaynak] mebâdi-i zaruriye [zorunlu prensipler ve temel bilgiler] ve bedihî [açık, aşikâr] emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakikatsiz bir vehim, bütün inkılâbât-ı beşeriyede, [insanlığın geçirdiği değişimler, başkalaşmalar] bütün akaid-i insaniyede [insanlığa ait inançlar] istimrar [devam etme] etsin, bekà bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyânın, bu icmâ-ı azîmin [büyük fikir birliği] senedi, bir hads-i kat’î [doğru ve kesin sezgi] olmasın, bir yakîn-i şuhudî [görür gibi inanma]  

690

olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i kat’î, [doğru ve kesin sezgi] o yakîn-i şuhudî [görür gibi inanma] hadsiz emarelerden ve o emareler hadsiz müşahedat [gözlem yapmalar] vakıalarından ve o müşahedat [gözlem yapmalar] vakıaları, şeksiz [şüphesiz] ve şüphesiz, mebâdi-i zaruriyeye [zorunlu prensipler ve temel bilgiler] istinad etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyandaki [din sahipleri, dine inananlar] bu itikadat-ı [inanç] umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrat [defalarca] ile melâike [melek] müşahedelerinden ve ruhanîlerin rüyetlerinden [Allah’ın cemâlini görme] hasıl olan mebâdi-i zaruriyedir, [zorunlu prensipler ve temel bilgiler] esâsât-ı kat’iyedir.

Hem hiç mümkün müdür, hiç makul müdür, hiç kabil [mümkün] midir ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye [insanların sosyal hayatı] semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya, tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] suretiyle ve icmâ-ı mânevî [mânevî fikir birliği] kuvvetiyle ihbar ettikleri ve şehadet ettikleri melâike [melek] ve ruhaniyatın [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] vücutları ve müşahedeleri bir şüphe kabul etsin, bir şekke medar [kaynak, dayanak] olsun? Bahusus [hususan, özellikle] onlar şu meselede ehl-i ihtisastırlar. [sahasında uzman olan kimseler] Malûmdur ki, iki ehl-i ihtisas, [sahasında uzman olan kimseler] binler başkasına müreccahtırlar. [tercih edilen] Hem şu meselede ehl-i ispattırlar. Malûmdur ki, iki ehl-i ispat, binler ehl-i nefiy ve inkâra müreccahtırlar. [tercih edilen]

Ve bilhassa, kâinat semâsında daim parlayan ve hiçbir vakit gurub [batış] etmeyen, âlem-i hakikatin şemsü’ş-şumusu [güneşler güneşi, en büyük güneş] olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ihbaratı ve risalet [elçilik, peygamberlik] güneşi olan Zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) şehâdâtı [şahitlikler ve tanıklıklar] ve müşahedâtı, [gözlemler] hiç kabil [mümkün] midir ki, bir şüphe kabul etsin?

Madem tek bir ruhaniyatın [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] vücudu bir zamanda tahakkuk [gerçekleşme] etse, şu nev’in umumen tahakkukunu [gerçekleşme] gösteriyor. Ve madem şu nev’in vücudu tahakkuk [gerçekleşme] ediyor. Elbette onların suret-i tahakkukunun en ahseni, [daha güzel] en makulü, en makbulü, şeriatin şerh ettiği gibidir, Kur’ân’ın gösterdiği gibidir, Sahib-i Miracın gördüğü gibidir.

DÖRDÜNCÜ ESAS

Şu kâinatın mevcudatına [var edilenler, varlıklar] nazar-ı dikkatle [dikkat içeren bakış] bakılsa görünür ki, cüz’iyat gibi

691

külliyatın dahi birer şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] vardır ki, birer vazife-i külliyesi görünüyor, onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ, bir çiçek kendince bir nakş-ı san’atı [san’at işlemesi] gösterip lisan-ı hâliyle [hal dili] esmâ-i Fâtırı zikrettiği gibi, küre-i arz [yer küre, dünya] bahçesi dahi bir çiçek hükmündedir, gayet muntazam küllî vazife-i tesbihiyesi [Allah’ı övme ve şanına layık ifadelerle anma görevi] vardır. Nasıl ki bir meyve, bir intizam içinde bir ilânâtı, tesbihatı ifade ediyor. Öyle de, koca bir ağacın heyet-i umumiyesiyle gayet muntazam bir vazife-i fıtriyesi [yaratılıştan gelen görev] ve ubûdiyeti [Allah’a kulluk] vardır. Nasıl bir ağaç, yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtıyla [kelimeler] bir tesbihatı var. Öyle de, koca semâvât denizi dahi, kelimâtı [kelimeler] hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve aylarıyla Fâtır-ı Zülcelâline [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] tesbihat yapar ve Sâni-i Zülcelâline [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hamd eder, ve hâkezâ… Mevcudat-ı hariciyenin herbiri, sureten [görünüş itibarıyla] câmid, [cansız] şuursuzken, gayet hayatkârâne ve şuurdarâne [şuurlu bir şekilde] vazifeleri ve tesbihatları vardır. Elbette, nasıl melâikeler [melekler] bunların âlem-i melekûtta [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] mümessilidirler, [temsilci] tesbihatlarını ifade ederler. Bunlar dahi, âlem-i mülk ve âlem-i şehadette [görünen alem] o melâikelerin [melekler] timsalleri, [görüntü] haneleri, mescidleri hükmündedirler.

Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü Dalında beyan edildiği gibi, şu saray-ı âlemin [âlem sarayı] Sâni-i Zülcelâli, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o saray içinde istihdam [çalıştırma] ettiği dört kısım amelenin birincisi, melâike [melek] ve ruhanîlerdir. Madem nebâtat [bitkiler] ve cemâdat [cansız varlıklar] bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gayet mühim, ücretsiz hidemattadırlar. [hizmetler] Ve hayvânat, bir ücret-i cüz’iye [küçük ücret] mukabilinde, bilmeyerek gayet küllî maksatlara hizmet ediyorlar. Ve insan, müeccel [ertelenmiş] ve muaccel [peşin] iki ücret mukabilinde o Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] makàsıdını [gayeler, istenilen şeyler] bilerek tevfik-i hareket [uygun hareket] etmek ve herşeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sair hademelere nezaret etmekle istihdam [çalıştırma] edilmeleri, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görünüyor. Elbette dördüncü kısım, belki en birinci kısım olan hizmetkârlar, ameleler bulunacaktır.

692

Hem insana benzer ki, o Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] makàsıd-ı külliyesini bilir, bir ubûdiyetle [Allah’a kulluk] tevfik-i hareket [uygun hareket] ederler. Hem insanın hilâfına olarak, hazz-ı nefisten ve cüz’î [ferdî, küçük] ücretlerden tecerrüd [sıyrılma] ederek yalnız Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nazarıyla, emriyle, teveccühüyle, [ilgi] hesabıyla, namıyla ve kurbiyetiyle [yakın] ihtisas ile ve intisab [bağlanma, mensup olma] ile hasıl ettikleri lezzet ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve zevk ve saadeti kâfi [yeterli] görüp, hâlisen [katıksız, samimi olarak] muhlisen [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] çalışıyorlar.

Cinslerine göre, kâinattaki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] envâına [tür] göre, vazife-i ibadetleri tenevvü [çeşitlenme] ediyor. Bir hükûmetin muhtelif dairelerde muhtelif vazifedarları gibi, saltanat-ı rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] dairelerinde vezâif-i ubûdiyeti [kulluk görevleri] ve tesbihatı öyle tenevvü [çeşitlenme] ediyor. Meselâ, Hazret-i Mikail, yeryüzü tarlasında ekilen masnuât-ı İlâhiyeye, [Allah’ın san’atla yarattığı varlıklar] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] havliyle, [güç] kuvvetiyle, hesabıyla, emriyle, bir nâzır-ı umumî hükmündedir, tabir caizse umum çitfçi-misal melâikelerin [melekler] reisidir. Hem Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle, umum hayvânâtın mânevî çobanlarının reisi, büyük bir melek-i müekkeli [görevli melek] vardır.

İşte, madem şu mevcudat-ı hariciyenin herbirisinin üstünde birer melek-i müekkel [görevli melek] var olmak lâzım gelir, tâ ki o cismin gösterdiği vezâif-i ubûdiyet [kulluk görevleri] ve hidemât-ı tesbihiyesini âlem-i melekûtta [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] temsil etsin, dergâh-ı Ulûhiyete [Allah’ın yüce katı] bilerek takdim etsin. Elbette, Muhbir-i Sâdıkın [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] rivâyet ettiği melâikeler [melekler] hakkındaki suretler gayet münasiptir ve makuldür. Meselâ, ferman etmiş ki, bazı melâikeler [melekler] bulunur, kırk başı veya kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var. Herbir ağızda kırk bin dille, kırk bin tesbihat yapar. Şu hakikat-i hadisiyenin bir mânâsı var, bir de sureti var.

693

Mânâsı şudur ki: Melâikenin [melekler] ibâdâtı [ibadetler] hem gayet muntazamdır, mükemmeldir; hem gayet küllîdir, geniştir.

Ve şu hakikatin sureti ise şudur ki: Bazı büyük mevcudat-ı cismaniye vardır ki, kırk bin baş, kırk bin tarzla vezâif-i ubûdiyeti [kulluk görevleri] yapar. Meselâ, semâ güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar. Zemin, tek bir mahlûk iken, yüz bin baş ile, her başta yüz binler ağız ile, her ağızda yüz binler lisan ile vazife-i ubûdiyeti [kulluk görevi] ve tesbihat-ı Rabbâniyeyi [herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler] yapıyor. İşte, küre-i arza [yer küre, dünya] müekkel [görevli] melek dahi, âlem-i melekûtta [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] şu mânâyı göstermek için öyle görülmek lâzımdır. Hattâ, ben mutavassıt [orta derece] bir badem ağacı gördüm ki, kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım; kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım; kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle [fen ve felsefe açısından gören göz] dikkat ettim. Herbir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri, renkleri ve san’atları gördüm ki, herbiri Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ayrı ayrı birer cilve-i esmâsını [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] ve birer ismini okutturuyor. İşte, hiç mümkün müdür ki, şu badem ağacının Sâni-i Zülcelâli [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Hakîm-i Zülcemâli, [sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] bu câmid [cansız] ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun mânâsını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] takdim eden, ona münasip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli [görevli melek] ona bindirmesin?

Ey arkadaş! Şuraya kadar beyanatımız, kalbi kabule ihzar [hazırlama] etmek ve nefsi teslime mecbur etmek ve aklı iz’âna [kesin şekilde inanma] getirmek için bir mukaddime [başlangıç] idi. Eğer o mukaddimeyi [başlangıç] bir derece fehmettinse, melâikelerle [melekler] görüşmek istersen hazır ol. Hem evhâm-ı seyyieden temizlen. İşte, Kur’ân âlemi kapıları açıktır. İşte Kur’ân cenneti müfettehatü’l-ebvâbdır; gir, bak. Melâikeyi [melekler] o cennet-i Kur’âniye içinde, güzel bir surette gör. Herbir âyet-i tenzil, birer menzildir. İşte, şu menzillerden bak:

694

وَالْمُرْسَلاَتِ عُرْفًا * فَالْعَاصِفَاتِ عَصْفًا * وَالنَّاشِرَاتِ نَشْرًا فَالْفَارِقَاتِ فَرْقًا * فَالْمُلْقِيَاتِ ذِكْرًا * 1

وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا * وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا * وَالسَّابِحَاتِ سَبْحًا * فَالسَّابِقَاتِ سَبْقًا * فَالْمُدَبِّرَاتِ اَمْرًا * 2

تَنَزَّلُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ * 3

عَلَيْهَا مَلٰۤئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَۤا اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ * 4

Hem dinle:

سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ * لاَ يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِهِ يَعْمَلُونَ * 5

senâlarını işit.

Eğer cinnîlerle görüşmek istersen

قُلْ اُوحِىَ اِلَىَّ اَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ الْجِنِّ * 6

surlu sûreye gir, onları gör, dinle, ne diyorlar. Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki:

اِنَّا سَمِعْنَا قُرْاٰنًا عَجَبًا * يَهْدِۤى اِلَى الرُّشْدِ فَاٰمَنَّابِهِ وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّنَۤا اَحَدًا * 7

ba

695

İkinci Maksat

 Kıyamet ve mevt-i dünya [dünyanın ölümü] ve hayat-ı âhiret hakkındadır

Şu Maksadın dört esası ve bir mukaddime-i [başlangıç] temsiliyesi vardır.

MUKADDİME

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dâvâ etse, “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden muhkem [değiştirilemez] bir surette bina ve tamir edilecektir”; elbette, onun dâvâsına karşı altı sual terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder.

Birincisi: Niçin tahrip edilecek? Sebep ve muktazi [gerekçe] var mıdır? Eğer, “Evet, var” diye ispat etti.

İkincisi, şöyle bir sual gelir ki: “Bunu tahrip edip, tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir” diye ispat etti.

Üçüncüsü, şöyle bir sual gelir ki: “Tahribi mümkün müdür? Hem, sonra tahrip edilecek midir?” Eğer “Evet” diye imkân-ı tahribi, hem vukuunu ispat etse; iki sual daha ona varid [söylenen, gelen] olur ki:

“Acaba şu acip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer “Evet” diye bunları da ispat etse, o vakit bu meselenin hiçbir cihette, hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şek [şüphe] ve şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte, şu temsil gibi; dünya sarayının, şu kâinat şehrinin tahrip ve tamiri için muktazi [gerekçe] var. Fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve ustası muktedir; tahribi mümkün ve vaki olacak, tamiri mümkün ve vaki olacaktır. İşte şu meseleler Birinci Esastan sonra ispat edilecektir.

BİRİNCİ ESAS

Ruh, katiyen bâkidir. Birinci Maksattaki melâike [melek] ve ruhanîlerin vücutlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu meselemiz olan bekà-i ruha [ruhun devamlılığı] dahi delildirler. Bence mes’ele o kadar kat’îdir ki, fazla beyan abes olur. Evet, şu âlem-i berzahta, [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi]

696

âlem-i ervahta [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye [kalıcı ve devamlı ruhlar] kafileleri ile bizim mabeynimizdeki [ara] mesafe o kadar ince ve kısadır ki, burhan [delil] ile göstermeye lüzum kalmaz. Had ve hesaba gelmeyen ehl-i keşfin [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] ve şuhudun [görme] onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfü’l-kuburun [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] onları görmeleri, hattâ bir kısım avâmın da onlarla muhabereleri ve umumun da rüya-yı sâdıkada onlarla münasebet peydâ etmeleri, muzaaf [kat kat] tevatürler [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] suretinde adeta beşerin ulûm-u müteârifesi [herkesçe bilinen bilgiler] hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî [açık, aşikâr] birşeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izale [giderme] için, hads-i kalbînin ve iz’ân-ı aklînin pek çok menbalarından bir mukaddime [başlangıç] ile dört menbaına [kaynak] işaret edeceğiz.

MUKADDİME: Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatinde ispat edildiği gibi, ebedî, sermedî, [daimi, sürekli] misilsiz [benzer] bir cemâl, elbette âyinedar [ayna olan, yansıtan] müştakının [arzulu, aşırı istekli] ebediyetini ve bekàsını ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemâl-i san’at, [eksiksiz ve mükemmel san’at] mütefekkir [düşünen] dellâlının [davetçi, ilan edici] devamını talep eder. Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, [bağış] muhtaç müteşekkirlerinin [şükreden] devam-ı tena’umlarını iktiza [bir şeyin gereği] eder.

İşte, o âyinedar [ayna olan, yansıtan] müştak, [arzulu, aşırı istekli] o dellâl [davetçi, ilan edici] mütefekkir, [düşünen] o muhtaç müteşekkir, [şükreden] en başta ruh-u insanîdir. [insan ruhu] Öyle ise, ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] yolunda o cemâl, o kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] o rahmete refakat edecek, bâki kalacaktır.

Yine Onuncu Sözün Altıncı Hakikatinde ispat edildiği gibi, değil ruh-u beşer, [insan ruhu] hattâ en basit tabakat-ı mevcudat [varlık tabakaları, dereceleri] dahi, fenâ için yaratılmamışlar, bir nevi bekàya mazhardırlar. Hattâ, ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zâhirîden [görünürdeki vücud] gitse, bin vech [cihet, yön, taraf] ile bir nevi bekàya mazhardır. Çünkü sureti hadsiz hafızalarda bâki kalır. Kanun-u teşekkülâtı, [oluşum kanunu] yüzer tohumcuklarında bekà bulup devam eder.

697

Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sureti [suretinin, şeklinin örneği ] bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] ediliyor, dağdağalı [karışık, gürültülü] inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] içinde kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] zerrecikler gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, bâki kalır. Elbette, gayet cemiyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve hâricî vücut giydirilmiş ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zîhayat [canlı] ve nuranî kanun-u emrî [Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun] olan ruh-u beşer, [insan ruhu] ne derece kat’iyetle bekàya mazhar [erişme, nail olma] ve ebediyetle merbut [bağlı] ve sermediyetle [daimîlik, süreklilik] alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl “Zîşuur [akıl ve şuur sahibi] bir insanım” diyebilirsin?

Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kanun-u teşekkülâtını, [oluşum kanunu] bir nokta gibi en küçük çekirdekte derc [yerleştirme] edip muhafaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, [sonsuz haşmet ve büyüklük sahibi olan ve her şeyi hikmetle yaratan Allah] bir Zât-ı Hafîz-i Bîzevâl hakkında, “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder?” denilir mi?

BİRİNCİ MENBA: Enfüsîdir. [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi [devamlı ve kalıcı ruh] anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamışsa, o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe [açık bir şekilde] aynen bâki kalmıştır. Öyle ise, madem ceset gelip geçicidir. Mevt [ölüm] ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekàsına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta [hayat süresi] tedricî [aşamalı, derece derece] ceset libasını [elbise] değiştiriyor; mevtte [ölüm] ise birden soyunur.

Gayet kat’î bir hads [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] ile, belki müşahede ile sabittir ki, ceset ruhla kaimdir. [ayakta duran] Öyle ise, ruh onunla kaim [ayakta duran] değildir. Belki ruh binefsihî kaim [ayakta duran] ve hâkim olduğundan, ceset istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine [bağımsızlık] halel [eksik, kusur] vermez.

Belki ceset ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası [elbise] değil. Belki ruhun libası, [elbise] bir derece sabit ve letafetçe [güzellik, hoşluk] ruha münasip bir gılâf[kılıf, örtü] lâtifi [berrak, şirin, hoş] ve bir beden-i misalîsi [görüntüden ibaret beden] vardır. Öyle ise, mevt [ölüm] hengâmında [ân, zaman] bütün bütün çıplak olmaz; yuvasından çıkar, beden-i misalîsini [görüntüden ibaret beden] giyer.

İKİNCİ MENBA: Âfâkîdir. [dış dünyaya ait] Yani, mükerrer müşahedat [gözlem yapmalar] ve müteaddit [bir çok] vakıat [olaylar] ve

698

kerrat [defalarca] ile münasebattan [bağlantılar, ilişkiler] neş’et [doğma] eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. [tecrübeyle elde edilen sonuç, bilgi] Evet, tek bir ruhun bâdelmemat [öldükten sonra] bekàsı anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekàsını istilzam [gerektirme] eder. Zira, fenn-i mantıkça [mantık ilmi] kat’îdir ki, zâtî bir hassa [duyular] birtek fertte görünse, bütün efratta [fertler] dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü zâtîdir. Zâtî olsa her fertte bulunur. Halbuki, değil bir fert, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez [sayılamayan] müşahedâta [gözlemler] istinad eden âsâr [eserler/asırlar] ve bekà-i ervâha [ruhların devamlılığı, ölümsüzlüğü] delâlet eden emârat [belirtiler, işaretler] o derece kat’îdir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücutlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de, şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] ve ervahta, [ruhlar] ölmüş, vefat etmiş insanların ervâhı [ruhlar] pek çok kesretle [çokluk] vardır ve bizimle münasebettardırlar. [alâkalı, ilgili] Mânevî hedâyâmız [hediyeler] onlara gidiyor; onların nuranî feyizleri de bizlere geliyor.

Hem hads-i kat’î [doğru ve kesin sezgi] ile vicdanen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle [bozulma, dağılma] maruz değil. Çünkü basittir; vahdeti [Allah’ın birliği] var. Tahrip ve inhilâl [bozulma, dağılma] ve bozulmak ise, kesret [çokluk] ve terkip [birleşim, sentez] edilmiş şeylerin şe’nidir. [belirleyici özellik] Sabıkan [bundan önce] beyan ettiğimiz gibi, hayat, kesrette [çokluk] bir tarz-ı vahdeti [birlik hali] temin eder, bir nevi bekàya sebebiyet verir. Demek vahdet [Allah’ın birliği] ve bekà, ruhta esastır ki, ondan kesrete [çokluk] sirayet [bulaşma] eder.

Ruhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl [bozulma, dağılma] iledir. O tahrip ve inhilâl [bozulma, dağılma] ise, vahdet [Allah’ın birliği] yol vermez ki girsin, besâtet [basitlik, sâdelik] bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam [hiçlik, yokluk] iledir. İdam ise, Cevâd-ı Mutlakın [sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Allah] hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu [cömertlik] bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, [varlık nimeti] o nimet-i vücuda [varlık nimeti] pek müştak [arzulu, aşırı istekli] ve lâyık olan ruh-u insanîden [insan ruhu] geri alsın.

ÜÇÜNCÜ MENBA: Ruh, zîhayat, [canlı] zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] nuranî vücud-u hâricî [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] giydirilmiş, câmi’, [kapsamlı] hakikattar, [bir gerçeğe dayanan] külliyet kesb [elde etme, kazanma] etmeye müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] bir kanun-u emrîdir. [Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun] Halbuki, en

699

zayıf olan kavânîn-i emriye, sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve bekàya mazhardırlar. Çünkü, dikkat edilse, maruz-u tagayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tagayyürat [başkalaşmalar] ve inkılâbat [büyük değişimler] ve etvâr-ı hayat [hayat boyu yaşanan değişiklikler, hayat safhaları] içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâki kalıyor.

İşte, herbir şahs-ı insanî, [insanın kişiliği] mahiyetinin câmiiyetiyle [kapsayıcılık] ve küllî şuuruyla ve umumî tasavvurâtıyla, [düşünceler, hayaller] bir şahıs iken bir nev’ hükmüne geçmiştir. Bir nev’e gelen ve câri olan kanun, o şahs-ı insanîde [insanın kişiliği] dahi câridir.

Madem Fâtır-ı Zülcelâl, [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] insanı câmi’ [kapsamlı] bir âyine [ayna] ve küllî bir ubûdiyetle [Allah’a kulluk] ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır. Her fertteki hakikat-i ruhiye, yüz binler suret değiştirse, izn-i Rabbânî [bütün varlıkların Rabbi olan Allah’ın izni] ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise, o şahs-ı insanînin [insanın kişiliği] hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izniyle ve ibkàsıyla, [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] daima bâkidir.

DÖRDÜNCÜ MENBA: Ruha bir derece müşabih [benzer] ve ikisi de âlem-i emirden [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] ve iradeden geldiklerinden masdar [fiillerin asıl kökü] itibarıyla ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne [kanunlar] dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki, eğer o kanun-u emrî [Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun] vücud-u hâricî [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] giyseydi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkidir. Daima müstemir, [devamlı, kararlı] sabittir. Hiçbir tagayyürat [başkalaşmalar] ve inkılâbat, [büyük değişimler] o kanunların vahdetine [Allah’ın birliği] tesir etmez, bozmaz. Meselâ, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, [oluşum kanunu] zerre gibi bir çekirdeğinde, ölmeyerek bâki kalır.

İşte, madem en âdi ve zayıf emrî kanunlar dahi böyle bekà ile, devam ile alâkadardır. Elbette, ruh-u insanî, [insan ruhu] değil yalnız bekà ile, belki ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünkü, ruh dahi Kur’ân’ın nassı ile, قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى 1

700

ferman-ı celîli [Cenab-ı Allah’ın yücelerden gelen fermanı] ile, âlem-i emirden [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] gelmiş bir kanun-u zîşuur [şuur, bilinç sahibi kanun] ve bir namus-u zîhayattır [hayat sahibi kanun] ki, kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] ona vücud-u hâricî [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] giydirmiş.

Demek, nasıl ki sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] ve âlem-i emirden [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] gelen şuursuz kavânin, [kanunlar] daima veya ağleben [çoğunlukla] bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] tecellîsi ve âlem-i emirden [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] gelen ruh, bekàya mazhar [erişme, nail olma] olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır. Çünkü zîvücuttur, [varlık sahibi] hakikat-i hariciye [dış dünyaya ait gerçek] sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, [güçlü, kuvvetli] daha ulvîdir. Çünkü zîşuurdur. [akıl ve şuur sahibi] Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymettardır. Çünkü zîhayattır. [canlı]

İKİNCİ ESAS

Saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] muktazi [gerekçe] vardır. Ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan fâil, Allah] de muktedirdir. Hem harab-ı âlem, [âlemi yıkıp bozma] mevt-i dünya [dünyanın ölümü] mümkündür. Hem vaki olacaktır. Yeniden ihyâ-yı âlem [âlemi yeniden diriltme] ve haşir mümkündür; hem vaki olacaktır. İşte bu altı meseleyi, birer birer aklı ikna edecek muhtasar [kısa] bir tarzda beyan edeceğiz. Zaten Onuncu Sözde, kalbi iman-ı kâmil [mükemmel iman] derecesine çıkaracak derecede burhanlar [delil] zikredilmiştir. Şurada ise, yalnız aklı ikna edecek, susturacak, Eski Said’in Nokta Risalesindeki [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer almaktadır] beyanatı tarzında bahsedeceğiz.

Evet, saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] muktazi [gerekçe] mevcuttur. O muktazinin [gerekçe] vücuduna delâlet eden burhan-ı kat’î, [kesin delil] On Menba ve Medardan [kaynak, dayanak] süzülen bir hadsdir.

BİRİNCİ MEDAR: [kaynak, dayanak] Dikkat edilse, şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] bir intizam-ı kasdî [özellikle ve kasden yapılmış bir düzen] vardır. Her cihette reşahât-ı ihtiyar [irade ve dileme sızıntıları] ve lemeât-ı kast [amaç ve hedefi gösteren parıltılar] görünür. Hattâ, herşeyde bir nur-u kast, [amaç ve hedef nuru, ışığı] her şe’nde [belirleyici özellik] bir ziya-yı irade, [irade ışığı] her harekette bir

701

lem’a-i ihtiyar, her terkipte [birleşim, sentez] bir şule-i hikmet, semerâtının [meyve] şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor.

İşte, eğer saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden [son derece zayıf ve vehimden ibaret olan görüntü] ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyat ve revâbıt [bağlar] ve niseb, [nispetler, bağlar] hebâ [boş, faydasız] olup gider.

Demek, nizamı nizam eden, saadet-i ebediyedir. [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] Öyle ise, nizam-ı âlem, [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] işaret ediyor.

İKİNCİ MEDAR: [kaynak, dayanak] Hilkat-i kâinatta [evrenin yaratılışı] bir hikmet-i tâmme [eksiksiz tam hikmet] görünüyor. Evet, inâyet-i ezeliyenin [Ezelî olan Allah’ın kâinata koyduğu bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen, istikrar] [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] timsali [görüntü] olan hikmet-i İlâhiye, [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların [amaç, yarar] riayeti ve hikmetlerin iltizamı [kabul etme, taraftarlık] lisanıyla, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ilân eder. Çünkü, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olmazsa, şu kâinatta bilbedâhe [açık bir şekilde] sabit olan hikmetleri, faideleri mükâbere [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme] ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Sözün Onuncu Hakikati bu hakikati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifâen [yeterli görerek] burada ihtisar [kısaltma] ederiz.

ÜÇÜNCÜ MEDAR: [kaynak, dayanak] Akıl ve hikmet ve istikrâ [ayrı ayrı hadiselerdeki ortak vasıfları tesbit edip genel bir sonuç çıkarmak; tümevarım, endüksiyon] ve tecrübenin şehadetleriyle sabit olan hilkat-i mevcudattaki [varlıkların yaratılması] adem-i abesiyet [abes olmayış, lüzumsuz olmayış] ve adem-i israf, [israfsızlık] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] işaret eder.

Fıtratta israf ve hilkatte abesiyet [anlamsızlık] olmadığına delil, Sâni-i Zülcelâlin, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] herşeyin hilkatinde [yaratılış] en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sureti ve en güzel keyfiyeti ihtiyar ve intihap [seçmek] etmesidir ve bazan birşeyi yüz vazifeyle tavzif [görevlendirme] etmesidir ve bir ince şeye bin meyve ve gayeleri takmasıdır. Madem israf yok ve abesiyet [anlamsızlık] olmaz. Elbette saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olacaktır. Çünkü, dönmemek üzere adem, [hiçlik, yokluk] herşeyi abes eder, herşey israf olur.

Umum fıtratta, ezcümle insanda, fenn-i menâfiü’l-âzâ şehadetiyle sabit olan adem-i israf [israfsızlık] gösteriyor ki, insanda olan hadsiz istidâdât-ı mâneviye ve nihayetsiz

702

âmâl ve efkâr [fikirler] ve müyûlât [meyiller, eğilimler] dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, [mükemmelleşme eğilimi] bir kemâlin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, [mutlu olma eğilimi] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] namzet [aday] olduğunu kat’î olarak ilân eder. Öyle olmazsa, insanın mahiyet-i hakikiyesini [gerçek mahiyet, nitelik] teşkil eden o esaslı mâneviyat, o ulvî âmâl, hikmetli mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hilâfına olarak, israf ve abes olur, kurur, hebâen [boş, faydasız] gider. Şu hakikat, Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinde ispat edildiğinden, kısa kesiyoruz.

DÖRDÜNCÜ MEDAR: [kaynak, dayanak] Pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, [gökyüzü, atmosfer] hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında [hayat süresi] değiştirdiği bedenler ve mevte [ölüm] benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyamet, bir kıyamet-i kübrânın [büyük kıyamet] tahakkukunu [gerçekleşme] ihsas [hissettirme] ediyor, remzen [ince işaret] haber veriyorlar.

Evet, meselâ haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allah’ın dünya denilen büyük saatindeki yevm, [gün] sene, ömr-ü beşer, [insan ömrü] deverân-ı dünya, [dünyanın devreleri] birbirine mukaddime [başlangıç] olarak birbirinden haber veriyor, döner, işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten [ölüm] sonra subh-u kıyamet [kıyamet sabahı] o destgâhtan, [iş yeri] o saat-i uzmâdan [büyük saat] çıkacağını remzen [ince işaret] haber veriyorlar.

Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyamet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emârât-ı haşri [haşrin belirtileri, işaretleri] gördüğü gibi, beş altı senede bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] bütün zerrâtını [atomlar] değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî [aşamalı, derece derece] bir kıyamet ve haşir taklidini görmüş. Hem, hayvan ve nebat [bitki] nevilerinde üç yüz binden ziyade haşir ve neşir [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] ve kıyamet-i nev’iyeyi [bir tür ve cinsin ölüp dirilmesi] her baharda müşahede ediyor. İşte, bu kadar emârat [belirtiler, işaretler] ve işârât-ı haşriye [haşrin işaretleri] ve bu kadar alâmat [alametler, işaretler] ve rumuzât-ı neşriye, [âhiretteki dirilişin ince delilleri] elbette kıyamet-i kübrânın [büyük kıyamet] tereşşuhâtı [belirti] hükmünde, o haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] işaret ediyorlar.

Bir Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] tarafından, nevilerde böyle kıyamet-i nev’iyeyi, [bir tür ve cinsin ölüp dirilmesi] yani bütün

703

nebâtat [bitkiler] köklerini ve bir kısım hayvanları aynen baharda ihyâ [diriltme, hayat verme] etmek ve yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri gibi sair bir kısım şeyleri aynıyla değil, misliyle [benzer] iade ederek bir nevi haşir ve neşir [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] yapmak, herbir şahs-ı insanîde [insanın kişiliği] kıyamet-i umumiye [genel, herşeyi içine alan kıyamet] içinde bir kıyamet-i şahsiyeye [kişinin kıyameti] delil olabilir. Çünkü, insanın birtek şahsı, başkasının bir nev’i hükmündedir. Zira, fikir nuru, insanın âmâline ve efkârına [fikirler] öyle bir genişlik vermiş ki, mazi [geçmiş] ve müstakbeli [gelecek] ihata [herşeyi kuşatma] eder; dünyayı dahi yutsa tok olmaz. Sair nevilerde fertlerin mahiyeti cüz’iyedir, kıymeti şahsiyedir, nazarı mahduttur, [sınırlanmış] kemâli mahsurdur, lezzeti ve elemi ânidir. Beşerin ise, mahiyeti ulviyedir, [yüce] kıymeti gàliyedir, [kıymetli] nazarı âmmdır, [bakışı geniş ve kuşatıcı] kemâli hadsizdir, mânevî lezzeti ve elemi kısmen daimîdir. Öyle ise, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] sair nevilerde tekerrür eden bir çeşit kıyametler, haşirler, şu kıyamet-i kübrâ-yı umumiyede [umumî olan büyük kıyamet] her şahs-ı insanî [insanın kişiliği] aynıyla iade edilerek haşredilmesine [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] remzeder, [ince işaret] haber verir. Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde iki kere iki dört eder derecesinde kat’iyetle ispat edildiğinden, burada ihtisar [kısaltma] ederiz.

BEŞİNCİ MEDAR: [kaynak, dayanak] Beşerin cevher-i ruhunda [ruhun özü] derc [yerleştirme] edilmiş gayr-ı mahdut [sınırsız] istidadat ve o istidadatta mündemiç [içinde bulunan] olan gayr-ı mahsur [sınırlanmamış] kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et [doğma] eden hadsiz meyiller [arzu, istek] ve o hadsiz meyillerden [arzu, istek] hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüt [doğma] eden gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] efkâr [fikirler] ve tasavvurât-ı insaniye, [insanın düşünceleri, hayalleri] şu âlem-i şehadetin [görünen alem] arkasında bulunan saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih [yönelen] olmuş olduğunu ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] görüyor.

İşte, hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu kat’î ve şedit [çok şiddetli] ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, [sonsuz mutluluğa olan eğilim, arzu] saadet-i ebediyenin tahakkukuna [gerçekleşme] dair, vicdana bir hads-i kat’î [doğru ve kesin sezgi] veriyor. Onuncu Sözün On Birinci Hakikati, bu hakikati gündüz gibi gösterdiğinden, kısa kesiyoruz.

704

ALTINCI MEDAR: [kaynak, dayanak] Rahmân-ı Rahîm [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] olan şu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] Sâni-i Zülcemâlinin [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] rahmeti, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gösteriyor. Evet, nimeti nimet eden, nimeti nıkmetlikten [sıkıntı, azap] halâs [kurtulma] eden ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] firak-ı ebedîden [sonsuz ayrılık] hasıl olan vâveylâlardan [çığlık, feryad] kurtaran saadet-i ebediyeyi, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] o rahmetin şe’nindendir [belirleyici özellik] ki, beşerden esirgemesin. Çünkü, bütün nimetlerin re’si, reisi, gayesi, neticesi olan saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret suretinde dirilmezse, bütün nimetler nıkmetlere [sıkıntı, azap] tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ederler. O tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ise, bilbedâhe [açık bir şekilde] ve bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve umum kâinatın şehadetiyle muhakkak ve meşhud [görünen] olan rahmet-i İlâhiyenin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki, rahmet, güneşten daha parlak bir hakikat-i sabitedir.

Bak, rahmetin cilvelerinden ve lâtif [berrak, şirin, hoş] âsârından [eserler/asırlar] olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık] ve hicrân-ı lâyezâlîye, [bitmeyen hicran, sonsuz ayrılık acısı] hayat-ı insaniye incirar edeceğini farz etsen, görürsün ki, o lâtif [berrak, şirin, hoş] muhabbet en büyük bir musibet olur. O leziz şefkat en büyük bir illet [asıl sebep] olur. O nuranî akıl en büyük bir belâ olur. Demek rahmet—çünkü rahmettir—hicrân-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. Onuncu Sözün İkinci Hakikati bu hakikati gayet güzel bir surette gösterdiğinden, burada ihtisar [kısaltma] edildi.

YEDİNCİ MEDAR: [kaynak, dayanak] Şu kâinatta görünen ve bilinen bütün letâif, [duygular] bütün mehâsin, [güzellikler] bütün kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bütün incizâbat, bütün iştiyâkat, [şiddetli arzu ve istek] bütün terahhumat [acıma, şefkat etme] birer mânâdır, birer mazmundur, [mânâ, kavram] birer kelime-i mâneviyedir ki, şu kâinatın Sâni-i Zülcelâlinin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] lütuf ve merhametinin tecelliyâtını, ihsan [bağış] ve kereminin [cömertlik] cilvelerini bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] bilbedâhe [açık bir şekilde] kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor.

Madem şu âlemde bir hakikat vardır. Bilbedâhe [açık bir şekilde] hakikî rahmet vardır. Madem hakikî rahmet vardır. Saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olacaktır. Onuncu Sözün Dördüncü Hakikati, İkinci Hakikati ile beraber şu hakikati gündüz gibi aydınlatmıştır.

705

SEKİZİNCİ MEDAR: [kaynak, dayanak] İnsanın fıtrat-ı zîşuuru [şuurlu yaratılış] olan vicdanı, saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, “Ebed, ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdanî olan incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedârın [çekici hakikat, cazibeli gerçek] yalnız cezbiyle olabilir. Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinin Hâtimesi bu hakikati göstermiştir.

DOKUZUNCU MEDAR: [kaynak, dayanak] Sadık, masduk, [tasdik edilmiş] musaddak [doğrulanan] olan Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmın ihbarıdır. Evet, o zâtın sözleri saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapılarını açmıştır ve onun kelâmları saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] karşı birer penceredir. Zaten bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] icmâını ve bütün evliyanın tevatürünü [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] elinde tutmuş, bütün kuvvetiyle bütün dâvâları, tevhid-i İlâhîden [Allah’ın birliği] sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz [bir merkezde toplanma] ediyor. Acaba şu kuvveti sarsacak birşey var mıdır? Onuncu Sözün On İkinci Hakikati şu hakikati pek zâhir bir surette göstermiştir.

ONUNCU MEDAR: [kaynak, dayanak] On üç asırda yedi vech [cihet, yön, taraf] ile i’câzını [mu’cize oluş] muhafaza eden ve, Yirmi Beşinci Sözde ispat edildiği üzere, kırk adet envâ-ı i’câzıyla [mu’cizelik çeşitleri] mu’cize olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ihbârât-ı kat’iyesidir. [kesin haberler] Evet, o Kur’ân’ın nefs-i ihbarı, [ihbarın kendisi] haşr-i cismanînin [bedenle birlikte diriliş] keşşafıdır [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] ve şu tılsım-ı muğlâk-ı âlemin [kâinattaki anlaşılması zor sır] ve şu remz-i hikmet-i kâinatın [kâinattaki hikmetin ince işareti] miftahıdır. [anahtar]

Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] tazammun [içerme, içine alma] ettiği ve mükerreren [defalarca] tefekküre emredip nazara vaz eylediği berâhin-i akliye-i kat’iye [kesin aklî deliller] binlerdir. Ezcümle, bir kıyas-ı temsilîyi [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] tazammun [içerme, içine alma] eden قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ 1

706

ve وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا 1 ve bir delil-i adalete [adalet delili] işaret eden وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ 2 gibi pek çok âyat ile haşr-i cismanîdeki [bedenle birlikte diriliş] saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gösterecek pek çok dürbünleri nazar-ı beşerin [insanın bakışı] dikkatine vaz etmiştir. Kur’ân’ın sair âyetlerle izah ettiği şu وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve  قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ 3 deki kıyas-ı temsilînin [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] hülâsasını [esas, öz] Nokta Risalesinde [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer almaktadır] şöyle beyan etmişiz ki:

Vücud-u insan, [insan bedeni] tavırdan tavra geçtikçe acip ve muntazam inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] geçiriyor. Nutfeden [memelilerin yaratıldığı su] alâkaya, alâkadan mudgaya, [et parçası] mudgadan [et parçası] azm [kemik] ve lâhme, [et] azm [kemik] ve lâhimden halk-ı cedîde, [yeni yaratılış] yani insan suretine inkılâbı, [değişim, devrim] gayet dakik [derin ve ince] düsturlara [kâide, kural] tâbidir. O tavırların herbirisinin öyle kavânîn-i mahsusa [özel kanunlar] ve öyle nizâmât-ı muayyene [belirlenmiş düzenler] ve öyle harekât-ı muttarıdaları [birbirini düzenli şekilde izleyen hareketler] vardır ki, cam gibi, altında bir kast, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir.

İşte, şu tarzda o vücudu yapan Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] her sene bir libas [elbise] gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekàsı için, inhilâl [bozulma, dağılma] eden eczaların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe [birleşim, sentez] muhtaçtır. İşte o beden hücreleri, muntazam bir kanun-u İlâhî [Allah’ın kanunu] ile yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u Rabbânî [Allah’ın kanunu] ile tamir etmek için, rızık namıyla bir madde-i lâtifeyi [cismanî olmayan, ruhla ilgili madde] ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hacetleri nisbetinde, Rezzâk-ı Hakikî, [gerçek rızık verici Allah] bir kanun-u mahsusla [özel kanun] taksim ve tevzi [(sahiplerine) dağıtma] ediyor.

Şimdi, o Rezzâk-ı Hakîmin [herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve bütün varlıkların rızıklarını bol bir şekilde tekrar tekrar veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah] gönderdiği o madde-i lâtifenin [cismanî olmayan, ruhla ilgili madde] etvârına [haller, tavırlar] bak.

707

Göreceksin ki, o maddenin zerrâtı, [atomlar] bir kafile gibi küre-i havada, [hava küresi, atmosfer] toprakta, suda dağılmışken, birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi [amaçlı bir hareket] işmam [hissetirme] eden bir keyfiyetle toplanıyorlar. Güya onlardan herbir zerre bir vazifeyle bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi, gayet muntazam toplanıyorlar. Hem gidişatından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtarın [dilediğini yapmakta serbest olan] bir kanun-u mahsusuyla [özel kanun] sevk edilip, cemâdat [cansız varlıklar] âleminden mevâlide, [doğumla çoğalanlar] yani zîhayat [canlı] âlemine girerler. Sonra, nizâmât-ı muayyene [belirlenmiş düzenler] ve harekât-ı muttarıda [birbirini düzenli şekilde izleyen hareketler] ile ve desâtir-i mahsusa [özel kurallar] ile, rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört matbahta [mutfak] pişirildikten sonra ve dört inkılâbât-ı acîbeyi [şaşırtıcı ve hayret verici değişimler] geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra, bedenin aktârına [bölgeler] yayılarak, bütün muhtaç olan âzâların muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına [ihtiyaç derecesi] göre, Rezzâk-ı Hakikînin [gerçek rızık verici Allah] inâyetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve muntazam kanunlarıyla inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] ederler.

İşte, o zerrattan [atomlar] hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle [fen ve felsefe açısından gören göz] baksan göreceksin ki, basîrâne, [görerek] muntazamâne, semîâne, [işiterek] alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab [sebebler] hiç ona karışamaz. Çünkü, herbirisi, unsur-u muhitten [her yeri kaplayan unsur] tut, tâ beden hücresine kadar, hangi tavra girmişse, o tavrın kavânîn-i muayyenesiyle [belirli kanunlar] güya ihtiyaren [iradeyi kullanarak, isteyerek] amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmişse, öyle muntazam adım atıyor ki, bilbedâhe [açık bir şekilde] bir Sâik-i Hakîmin [herşeyi hikmetli bir şekilde bir amaca yönlendiren Allah] emriyle gidiyor gibi görünüyor. İşte, böyle muntazam tavırdan tavra, tabakadan tabakaya, git gide, hedef-i maksadından [asıl gaye, kastedilen hedef] ayrılmayarak, tâ makam-ı lâyıkına, [lâyık olduğu makam] meselâ Tevfik‘in [başarı] gözbebeğine emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecellî-i rububiyet [Allah’ın rububiyetinin terbiye ve idare ediciliğinin görünümü] gösteriyor ki, iptidâ [başlangıç] o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzet [aday] idiler. Güya herbirisinin

708

alnında ve cephesinde “Filân hücrenin rızkı olacak” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader [kader kalemi] ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.

Acaba mümkün müdür ki, bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhit bir hikmetle rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] eden ve zerrattan [atomlar]seyyârâta [gezegenler] kadar bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] tutmuş ve intizam ve mizan [ölçü] dairesinde döndüren Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] neş’e-i uhrâ[âhirette ikinci kez diriltilme] yapmasın veya yapamasın?

İşte, çok âyât-ı Kur’âniye, [Kur’ân ayetleri] şu hikmetli neş’e-i ûlâ[insanın ilk yaratılışı] nazar-ı beşere [insanın bakışı] vaz ediyor; haşir ve kıyametteki neş’e-i uhrâ[âhirette ikinci kez diriltilme] ona temsil ederek istib’âdı [akıldan uzak görme] izale [giderme] eder. Der: قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ 1 Yani, “Sizi hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] etmişse, Odur ki sizi âhirette diriltecektir.” Hem der ki:

وَهُوَ الَّذِى يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ 2 Yani, “Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden [yaratılış] daha kolay, daha rahattır.”

Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa, sonra bir boruyla çağırılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de, bir bedende birbiriyle imtizaçla [birbiriyle karışıp kaynaşma] ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve münasebet peydâ eden zerrât-ı esasiye, [asıl parçalar] Hazret-i İsrafil aleyhisselâmın sûru ile Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] emrine “Lebbeyk[“buyurun, emredin efendim”] demeleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler [çekirdek] ve tohumlar hükmünde olan ve hadiste acbü’z-zeneb [kuyruk sokumundan bulunan ve insanın tekrar yaratılışında çekirdek görevini görecek olan hücre; bir tür genetik şifre]

709

1 tabir edilen ecza-yı esasiye [asıl parçalar] ve zerrât-ı asliye, [temel zerreler] ikinci neş’e için kâfi [yeterli] bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] beden-i insanîyi [insan bedeni] onların üstünde bina eder.

Üçüncü âyet olan وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ 2 gibi âyetlerin işaret ettikleri kıyas-ı adlînin [adaletle ilgili kıyas] hülâsa[esas, öz] şudur ki:

Âlemde çok görüyoruz ki, zalim, fâcir, [günahkâr] gaddar insanlar gayet refah ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] adamlar gayet zahmet ve zilletle [alçaklık] ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi [eşit] kılar. Eğer şu müsavat [eşitlik] nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü, [ferahlama, rahatlama] kâinatın şehadetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i İlâhiye, [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedâhe, [açık bir şekilde] bir mecma-i âhari [âhirette toplanma] iktiza [bir şeyin gereği] ederler ki, birinci cezasını, ikinci mükâfâtını görsün. Tâ, şu intizamsız, perişan beşer, istidadına [kabiliyet] münasip tecziye [cezalandırma] ve mükâfat görüp, adalet-i mahzâya [mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] medar [kaynak, dayanak] ve hikmet-i Rabbâniyeye [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] mazhar [erişme, nail olma] ve hikmetli mevcudat-ı âlemin [âlemdeki varlıklar] bir büyük kardeşi olabilsin.

Evet, şu dâr-ı dünya, [dünya yurdu] beşerin ruhunda mündemiç [içinde bulunan] olan hadsiz istidatların [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] sünbüllenmesine [başak] müsait değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür, öyle ise ebede namzet [aday] tir. [sonsuzluğa aday] Mahiyeti âliyedir. Öyle ise cinayeti dahi azîmdir, sair mevcudata [var edilenler, varlıklar] benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] kalamaz, abes edilmez, fenâ-yı mutlakla [kesin yokoluş] mahkûm olamaz, adem-i sırfa [tam anlamıyla yokluk] kaçamaz. Ona, Cehennem ağzını açmış, bekliyor. Cennet ise, âguş-u nazdârânesini [nazlı bir şekilde sarmalayan kucak] açmış, gözlüyor. Onuncu Sözün Üçüncü Hakikati bu ikinci misalimizi gayet güzel gösterdiğinden, burada kısa kesiyoruz.

İşte, misal için şu iki âyet-i kerime gibi pek çok berâhin-i lâtife-i akliyeyi [akla dayalı ince, güzel deliller]

710

tazammun [içerme, içine alma] eden sair ayetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte, Menâbi-i Aşere ve On Medar, [kaynak, dayanak] bir hads-i kat’î, [doğru ve kesin sezgi] bir burhan-ı katıı [sağlam delil] intaç [netice verme] ediyorlar. Ve o pek esaslı hads [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] ve o pek kuvvetli burhan, haşir ve kıyamete dâi [davet eden, çağıran] ve muktazinin [gerekçe] vücuduna kat’iyen [kesinlikle] delâlet ettikleri gibi, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] dahi—Onuncu Sözde kat’iyen [kesinlikle] ispat edildiği üzere—Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser Esmâ-i Hüsnâsı, [Allah’ın en güzel isimleri] haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vücudunu iktiza [bir şeyin gereği] ederler ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] tahakkukuna [gerçekleşme] kat’î delâlet ederler. Demek haşir ve kıyamete muktazi [gerekçe] o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek [şüphe] ve şüpheye medar [kaynak, dayanak] olamaz.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] muktedirdir. Evet, nasıl haşrin muktazisi, [gerekçe] şüphesiz mevcuttur. Haşri yapacak Zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler Ona nisbeten birdirler. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar kolaydır.

Evet, bir Kadîr ki, şu âlem, bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, [âlemler] zerrâtı, [atomlar] cevâhiri, [cevherler, özler] nihayetsiz lisanlarla Onun azametine ve kudretine şehadet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi [bedenle birlikte diriliş] o kudretten istib’âd [akıldan uzak görme] etsin?

Evet, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] bir Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden; hattâ her senede birer yeni, seyyar, muntazam kâinatı icad eden; hattâ her günde birer yeni, muntazam âlem yapan; daima şu semâvât ve arz [gökler ve yer] yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] halk eden, değiştiren; ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] gösteren; ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla [işleme] tezyin [süsleme] ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın [yer küre, dünya] başına

711

birtek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini, [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] cemâl-i san’atını [Allah’ın san’atının güzelliği] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden bir Zât, nasıl kıyameti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek denilir mi?

Şu Kadîrin kemâl-i kudretini [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğini ve en büyük şey, en küçük şey gibi Onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrat [fertler] birtek fert gibi o kudrete kolay geldiğini şu âyet-i kerime ilân ediyor:

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * 1

Şu âyetin hakikatini Onuncu Sözün Hâtimesinde [son] icmâlen [özet] ve Nokta Risalesinde [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer almaktadır] ve Yirminci Mektupta izahen beyan etmişiz. Şu makam münasebetiyle, Üç Mesele suretinde bir parça izah ederiz.

İşte, kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] zâtiyedir. [kendisinden olan, ilinti olmayan] Öyle ise acz tahallül [araya girme, içine karışma] edemez.

Hem melekûtiyet-i eşyaya [eşyanın iç yüzü, esas mahiyeti] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Öyle ise mevâni [maniler, engeller] tedahül [iç içe geçme] edemez.

Hem nisbeti kanunîdir. Öyle ise, cüz, külle müsavi [eşit] gelir; ve cüz’î, [ferdî, küçük] küllî hükmüne geçer.

İşte, şu üç meseleyi ispat edeceğiz.

BİRİNCİ MESELE: Kudret-i Ezeliye, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] Zât-ı Akdes-i İlâhiyenin lâzime-i zaruriye-i zâtiyesidir. [zâtının ayrılmaz ve zorunlu gerekliliği] Yani, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] Zâtın lâzımesidir; [gereklilik] hiçbir cihet-i infikâki [ayrılma, çözülme yönü] olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam [gerektirme] eden Zâta bilbedâhe [açık bir şekilde] ârız [ortaya çıkma] olamaz. Çünkü, o halde cem-i zıddeyn [iki zıddın bir arada olması] lâzım gelir.

Madem acz, Zâta ârız [ortaya çıkma] olamaz. Bilbedâhe, [açık bir şekilde] o Zâtın lâzımı olan kudrete tahallül [araya girme, içine karışma] edemez. Madem acz, kudretin içine giremez. Bilbedâhe, [açık bir şekilde] o kudret-i zâtiyede [iktidar; temel, öznel kudret] merâtip [mertebeler] olamaz. Çünkü, herşeyin vücut merâtibi, [mertebeler] o şeyin zıtlarının tedahülü [iç içe geçme] iledir.

712

Meselâ hararetteki merâtip, [mertebeler] burûdetin [soğukluk] tahallülü [araya girme, içine karışma] iledir. Hüsündeki [güzellik] derecat, [dereceler] kubhun [çirkinlik] tedahülü [iç içe geçme] iledir. Ve hâkezâ, kıyas et. Fakat mümkinatta [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] hakikî ve tabiî lüzum-u zâtî olmadığından, mümkinatta [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] zıtlar birbirine girebilmiş, mertebeler tevellüt [doğma] ederek ihtilâfat [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] ile tagayyürât-ı [başkalaşım, değişme] âlem neş’et [doğma] etmiştir.

Madem ki kudret-i ezeliyede [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] merâtip [mertebeler] olamaz. Öyle ise, makdûrat dahi, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüğe müsavi [eşit] ve zerreler yıldızlara emsal olur. Bütün haşr-i beşer birtek nefsin ihyâ[diriltme, hayat verme] gibi, bir baharın icadı birtek çiçeğin sun’u [sanat] gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbaba isnad edilse, o vakit birtek çiçek, bir bahar kadar ağır olur. Şu Sözün İkinci Makamının dördüncü Allahu ekber mertebesinin âhir fıkrasının [bölüm] haşiyesinde, [dipnot] hem Yirmi İkinci Sözde, hem Yirminci Mektupta ve zeylinde [ek] ispat edilmiş ki, hilkat-i eşya Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] verilse, bütün eşya birşey gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse, birşey bütün eşya kadar külfetli, ağır olur.

İKİNCİ MESELE ki, kudret melekûtiyet-i eşyaya [eşyanın iç yüzü, esas mahiyeti] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Evet, kâinatın âyine [ayna] gibi iki yüzü var. Biri mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ciheti ki, âyinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] ciheti ki, âyinenin parlak yüzüne benzer.

Mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ciheti ise, zıtların cevelângâhıdır. [akma, dolaşma] Güzel-çirkin, hayır-şer, küçük-büyük, ağır-kolay gibi emirlerin mahall-i vürududur. İşte, şunun içindir ki, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esbab-ı zâhirîyi tasarrufât-ı kudretine [Allah’ın kudretiyle dilediği gibi icraat ve faaliyetlerde bulunması] perde etmiştir—tâ, dest-i kudret, [Allah’ın kudret eli] zâhir akla göre hasis ve nâlâyık emirlerle bizzat mübaşereti [bir işe başlama, girişim, temas etme] görünmesin. Çünkü azamet ve izzet [büyüklük, yücelik] öyle ister. Fakat o vesait [araçlar, vasıtalar] ve esbaba hakikî tesir vermemiştir. Çünkü vahdet-i ehadiyet öyle ister.

713

Melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] ciheti ise, herşeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusâtın [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] renkleri, muzahrafatları [atıklar] ona karışmaz. O cihet, vasıtasız, kendi Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] müteveccihtir. [yönelen] Onda terettüb-ü esbab, teselsül[peşpeşe gelme, birbirini takip etme] ilel yoktur. Ona illiyet, mâlûliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur. Mâniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur.

Elhasıl, [kısaca, özetle] o kudret hem basittir, hem nâmütenâhidir, [sonsuz] hem zâtîdir. Mahall-i taallûk-u kudret [kudretin tecelli ettiği yer] ise, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde, büyük küçüğe karşı tekebbürü [büyüklenme] yok; cemaat ferde karşı rüçhanı olamaz; küll, [bütün] cüz’e nisbeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.

ÜÇÜNCÜ MESELE ki, kudretin nisbeti kanunîdir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mesele-i gàmızayı birkaç temsille zihne takrib [yaklaştırma] edeceğiz.

İşte, kâinatta şeffafiyet, [şeffaflık] mukabele, [karşılama; karşılık verme] muvazene, [karşılaştırma/denge] intizam, tecerrüt, [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] itaat birer emirdir ki, çoğu aza, büyüğü küçüğe müsavi [eşit] kılar.

Birinci temsil: Şeffafiyet [şeffaflık] sırrını gösterir. Meselâ, şemsin feyz-i tecellîsi [yansımadan doğan feyiz, bereket] olan timsali [görüntü] ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde [damla] aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, [yer küre, dünya] perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] olsa, şemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, [zahmet verme, itişip kakışma] tecezzîsiz, [bölünme, parçalanma] tenakussuz [eksilme, noksanlaşma] bir olur. Eğer faraza şems fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] olsaydı ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verseydi, bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyizden daha ağır olamazdı.

İkinci temsil: Mukabele [karşılama; karşılık verme] sırrıdır. Meselâ, zîhayat [canlı] fertlerden, yani insanlardan terekküp [birleşme] eden bir daire-i azîmenin [geniş ve büyük daire] nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki [kuşatıcı daire] fertlerin ellerinde de birer âyine [ayna] farz edilse, nokta-i merkeziyenin muhit âyinelerine verdiği feyiz ve cilve-i akis [yansımanın görüntüsü] müzahametsiz, [zahmet verme, itişip kakışma] tecezzîsiz, [bölünme, parçalanma] tenakussuz, [eksilme, noksanlaşma] nisbeti birdir.

714

Üçüncü temsil: Muvazene [karşılaştırma/denge] sırrıdır. Meselâ, hakikî ve hassas ve çok büyük bir mizan [ölçü] bulunsa, iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre, herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvetle o hassas, azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.

Dördüncü temsil: İntizam sırrıdır. Meselâ, en azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.

Beşinci temsil: Tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] sırrıdır. Meselâ, teşahhusattan [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] mücerred [bekar] bir mahiyet, bütün cüz’iyâtına, [ferdler, küçük şeyler] en küçüğünden en büyüğüne, tenakus [eksilme, noksanlaşma] etmeden, tecezzî [bölünme, parçalanma] etmeden bir bakar, girer. Teşahhusât-ı zâhiriye cihetindeki hususiyetler müdahale edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredin nazarını tağyir [değiştirme] etmez. Meselâ iğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye [eşyanın şekil ve suretlerinden farklı olan ve dış dünyada maddî olarak varlığı gözükmeyen mahiyet, hakikat, gerçek; soyut ve mânevî öz] mâliktir. Bir mikrop, bir gergedan gibi, mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.

Altıncı temsil: İtaat sırrını gösterir. Meselâ, bir kumandan, “Arş” emriyle bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emirle bir orduyu tahrik eder.

Şu temsil-i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kâinatta, bittecrübe, [deneme yoluyla] herşeyin bir nokta-i kemâli [mükemmellik ve olgunluk noktası] vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf [kat kat] meyil, [arzu, istek] ihtiyaç olur. Muzaaf [kat kat] ihtiyaç, iştiyak [arzu, istek] olur. Muzaaf [kat kat] iştiyak, [arzu, istek] incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] olur. Ve incizap, [bir şeyin çekiciliğine kapılma] iştiyak, [arzu, istek] ihtiyaç, meyil, [arzu, istek] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] evâmir-i tekvîniyesinin, [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] mahiyet-i eşya tarafından birer habbe [dane, tohum] ve nüve-i [çekirdek] imtisalidirler. Mümkinat [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuttur. Hususî kemâli, istidatlarını [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] kuvveden fiile çıkaran, ona mahsus bir vücuttur.

İşte, bütün kâinatın kün emrine [Allah’ın birşeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emri] itaati, birtek nefer [asker] hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen kün emr-i ezelîsine mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] itaati ve imtisalinde [bağlanma, boyun eğme] yine iradenin tecellîsi olan meyil [arzu, istek] ve ihtiyaç ve şevk ve incizap, [bir şeyin çekiciliğine kapılma]

715

birden, beraber mündemiçtir. [içinde bulunan] Lâtif [berrak, şirin, hoş] su, nazik bir meyille [arzu, istek] incimad [donma] emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.

Şu altı temsil, hem nâkıs, [eksik] hem mütenâhi, [sınırlı] hem zayıf, hem tesir-i hakikîsi [gerçek tesir] yok olan mümkinat [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] kuvvetinde ve fiilinde bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görünse, elbette hem gayr-ı mütenâhi, [sınırsız, sonsuz] hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan [tam anlamıyla yokluk] icad eden ve bütün ukulü [akıllar] hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecellî eden kudret-i ezeliyeye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] nisbeten, şüphesiz herşey müsavidir. [eşit] Hiçbir şey Ona ağır gelmez.

Gaflet olunmaya, şu altı sırrın küçük mizanlarıyla [ölçü] o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib [yaklaştırma] ve istib’âdı [akıldan uzak görme] izale [giderme] için zikredilir.

ÜÇÜNCÜ ESASIN NETİCE VE HÜLÂSASI: [esas, öz] Madem kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] gayr-ı mütenâhidir. [sınırsız, sonsuz] Hem Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] lâzime-i zaruriyedir. Hem herşeyin lekesiz, perdesiz melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] ciheti Ona müteveccihtir. [yönelen] Hem Ona mukabildir. Hem, tesâvi-i tarafeynden ibaret olan imkân itibarıyla muvazenettedir. [karşılaştırma/denge] Hem, şeriat-i fıtriye-i [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların fiillerini düzen altına alan kanunlar] kübrâ olan nizam-ı fıtrata ve kavânîn-i âdetullaha [Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları] mutîdir. [emre uyan] Hem, mânilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden, melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] ciheti mücerred [bekar] ve sâfidir. Elbette, en büyük şey, en küçük şey gibi, o kudrete ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Öyle ise, haşirde bütün zevil’ervâhın [ruh sahiplari ] ihyâsı, [diriltme, hayat verme] bir sineğin baharda ihyâsından [diriltme, hayat verme] daha ziyade kudrete ağır olmaz. Öyle ise, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 fermanı mübalâğasızdır, doğrudur, haktır. Öyle ise, müddeâmız [dava, tez; iddia edilen şey] olan “Fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] muktedirdir” o cihette hiçbir mâni yoktur, kat’î bir surette tahakkuk [gerçekleşme] etti.

716

DÖRDÜNCÜ ESAS

Nasıl kıyamet ve haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] muktazi [gerekçe] var; ve haşri getirecek Fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] dahi muktedirdir. Öyle de, şu dünyanın kıyamet ve haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] kabiliyeti vardır. İşte, “Şu mahal kabildir” olan müddeâmızda [dava, tez; iddia edilen şey] dört mesele vardır:

Birincisi: Şu âlem-i dünyanın [dünya âlemi] imkân-ı mevtidir.

İkincisi: O mevtin [ölüm] vukuudur.

Üçüncüsü: O harap olmuş, ölmüş dünyanın, âhiret suretinde tamir ve dirilmesinin imkânıdır.

Dördüncüsü: O mümkün olan tamir ve ihyânın [diriltme, hayat verme] vuku bulmasıdır.

BİRİNCİ MESELE: Şu kâinatın mevti mümkündür. Çünkü birşey kanun-u tekâmülde [gelişme ve mükemmelleşme kanunu] dahil ise, o şeyde alâküllihal [her durumda] neşvünemâ [büyüyüp gelişme] vardır. Neşvünemâ [büyüyüp gelişme] ve büyümek varsa, ona alâküllihal [her durumda] bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi varsa, alâküllihal [her durumda] bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikrâ [ayrı ayrı hadiselerdeki ortak vasıfları tesbit edip genel bir sonuç çıkarmak; tümevarım, endüksiyon] ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin [ölüm] pençesinden kendini kurtaramaz.

Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır; o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek; veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.

Hem nasıl ki kâinatın bir nüsha-i musağğara[küçültülmüş nümune] olan bir şecere-i zîhayat tahrip ve inhilâlden [bozulma, dağılma] başını kurtaramaz. Öyle de, şecere-i hilkatten [yaratılış ağacı] teşa’ub [kısım ve bölümlere ayrılma] etmiş olan silsile-i kâinat, [kâinat halkası, varlıklar zinciri] tamir ve tecdit [yenileme] için tahripten, dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel, irade-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî iradesi] izniyle hâricî bir maraz [hastalık] veya muharrip [tahrip eden, bozan] bir hadise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîmi [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde, hattâ fennî bir hesapla, birgün gelecek ki

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ * وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ * وَاِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْ * 1

717

اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ * وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ * وَاِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ * 1

mânâları ve sırları, Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] izniyle tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerâta [can çekişme/ölüm anı] başlayıp, acip bir hırıltıyla ve müthiş bir savtla [ses] feza[uzay] çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile dirilecektir.

İnce remizli [işaretli] bir mesele: Nasıl ki su, kendi zararına olarak incimad [donma] eder. Buz, buzun zararına temeyyu [erime] eder. Lüb, [öz, iç] kışrın [kabuk] zararına kuvvetleşir. Lâfız, [ifade, kelime] mânâ zararına kalınlaşır. Ruh, ceset hesabına zayıflaşır. Ceset, ruh hesabına inceleşir. Öyle de, âlem-i kesif [katı ve yoğun olan madde âlemi] olan dünya, âlem-i lâtif [nurlu ve şeffaf olan âhiret] olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, lâtifleşir. [berrak, şirin, hoş] Kudret-i fâtıra, [yaratıcı kudret] gayet hayret verici bir faaliyetle, kesif, [katı] câmid, [cansız] sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı [hayat ışığı] serpmesi bir remz-i kudrettir [kudret işareti] ki, âlem-i lâtif [nurlu ve şeffaf olan âhiret] hesabına şu âlem-i kesifi [katı ve yoğun olan madde âlemi] nur-u hayatla [hayat ışığı] eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatini kuvvetleştiriyor.

Evet, hakikat ne kadar zayıfsa da, ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] suretlerde seyrüsefer [gidiş geliş, yolculuk] eder. Hakikat büyür, inkişaf [açığa çıkma] eder, gittikçe genişlenir. Kışır [kabuk] ve suret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır; sabit ve büyümüş hakikatin kàmetine [boy, endam] yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında, hakikat ile suret mâkûsen mütenasip [birbirine uygun] tirler. [ters orantılı] Yani suret kalınlaştıkça hakikat inceleşir. Suret inceleştikce, hakikat o nisbette kuvvet bulur.

İşte, şu kanun, kanun-u tekâmüle [gelişme ve mükemmelleşme kanunu] dahil olan bütün eşyaya şamildir. Demek, herhalde bir zaman gelecek ki, kâinat hakikat-i uzmâsının [büyük hakikat] kışır [kabuk] ve sureti olan âlem-i şehadet, [görünen alem] Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir surette tazelenecektir.

يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ 2 sırrı tahakkuk [gerçekleşme] edecektir. Elhasıl, [kısaca, özetle] dünyanın mevti mümkün, hem hiç şüphe getirmez ki mümkündür.

718

İKİNCİ MESELE: Mevt-i dünyanın [dünyanın ölümü] vuku bulmasıdır. Şu meseleye delil, bütün edyân-ı semâviyenin [İlâhî dinler] icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selîmenin [bozulmamış yaratılış, karakter] şehadetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât [başkalaşmalar] ve tebeddülât [başkalaşma, değişme] ve tagayyürâtının [başkalaşım, değişme] işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zîhayat [canlı] dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, [ölüm] asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.

Şu dünyanın sekerâtını [can çekişme/ölüm anı] âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği surette tahayyül [hayal etme] etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczaları dakik, [derin ve ince] ulvî bir nizamla birbirine bağlanmış; hafî, [gizli] nazik, lâtif [berrak, şirin, hoş] bir rabıta [bağ] ile tutunmuş; ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden [gök cisimleri] tek bir cirm, [büyük cisim] kün emrine [Allah’ın birşeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emri] veya “Mihverinden [eksen] çık” hitabına mazhar [erişme, nail olma] olunca, şu dünya sekerâta [can çekişme/ölüm anı] başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar [büyük cisimler] dalgalanacak. Nihayetsiz feza-yı âlemde [gökyüzü, uzay] milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya [çığlık, feryad] başlar. Birbirine çarpışarak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt [ölüm] ve sekeratla, [can çekişme/ölüm anı] Kadîr-i Ezelî [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münasebeleri [birbirine uyan maddeler] başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret [âhiret âlemi] tezahür eder.

ÜÇÜNCÜ MESELE: Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Çünkü, İkinci Esasta ispat edildiği gibi, kudrette noksan yoktur. Muktazi [gerekçe] ise gayet kuvvetlidir. Mesele ise mümkinattandır. [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] Mümkün bir meselenin gayet kuvvetli bir muktazisi [gerekçe] varsa, fâilin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] kudretinde noksaniyet yoksa, ona mümkün değil, belki vaki suretiyle bakılabilir.

Remizli [işaretli] bir nükte: [derin anlamlı söz] Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki, içinde iki unsur var ki her tarafa uzanmış kök atmış: Hayır-şer, güzel-çirkin, nef’-zarar, [fayda] kemâl-noksan, ziya-zulmet, hidayet-dalalet, nur-nar, iman-küfür, taat-isyan, [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] havf-muhabbet [korku]  

719

gibi âsarlarıyla, [eserler/asırlar] meyveleriyle, şu kâinatta ezdad [zıtlar] birbiriyle çarpışıyor, daima tagayyür [başkalaşım, değişme] ve tebeddülâta [başkalaşma, değişme] mazhar [erişme, nail olma] oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının destgâhı [iş yeri] hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, temerküz [bir merkezde toplanma] edip birbirinden ayrılacak, o vakit Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir.

Madem âlem-i bekà, [devamlı ve kalıcı âlem] şu âlem-i fenâdan yapılacaktır. Elbette, anâsır-ı esasiyesi [esas, temel unsurlar] bekàya ve ebede gidecektir. Evet, Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten [yaratılış ağacı] ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın [kâinat halkası, varlıklar zinciri] iki neticesidir ve şu seyl-i şuûnâtın [olayların, iş ve fiillerin akışı] iki mahzenidir [depo] ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın [var edilenler, varlıklar] iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecellîgâhıdır ki, dest-i kudret [Allah’ın kudret eli] bir hareket-i şedîde ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır.

Şu remizli [işaretli] nüktenin [derin anlamlı söz] sırrı şudur ki: Hakîm-i Ezelî, [her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla kayıtlı olmayan Allah] inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] iktizasıyla, [bir şeyin gereği] şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına [Allah’ın en güzel isimleri] âyine [ayna] ve kalem-i kader [kader kalemi] ve kudretine sahife olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise, neşvünemâya [büyüyüp gelişme] sebeptir. O neşvünemâ [büyüyüp gelişme] ise, istidatların [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] inkişafına [açığa çıkma] sebeptir. O inkişaf [açığa çıkma] ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-i nisbiyenin [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] zuhuruna sebeptir. Hakaik-i nisbiyenin [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] zuhuru ise, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Esmâ-i Hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] nukuş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] suretine çevirmesine sebeptir. İşte, şu sırr-ı imtihan [imtihan sırrı] ve sırr-ı teklif [imtihan sırrı] iledir ki, ervâh-ı âliyenin [yüce ruhlar] elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin [alçak ruhlar] kömür gibi maddelerinden tasaffi [saflaşma, arınma] eder, ayrılır.

İşte, bu mezkûr [adı geçen] sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âli [yüce] hikmetler için, âlemi

720

bu surette irade ettiğinden, şu âlemin tagayyür [başkalaşım, değişme] ve tahavvülünü [başka bir hâle geçme, dönüşme] dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve tagayyür [başkalaşım, değişme] için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezc [karışma, bütünleşme] ederek, şerleri hayırlara idhal [dahil etme, içine alma] ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem [toplama, bir araya gelme] ederek, hamur gibi yoğurarak, şu kâinatı tebeddül [başkalaşma, değişme] ve tagayyür [başkalaşım, değişme] kanununa ve tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve tekâmül [ilerleme, mükemmelleşme] düsturuna [kâide, kural] tâbi kıldı.

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] hükmünü icra etti. Kalem-i kader, [kader kalemi] mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u san’atını [sanat nakışları, işlemeleri] tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] etti. Mevcudat, [var edilenler, varlıklar] vezâifini [görevler] ifa etti. Mahlûkat, hizmetlerini bitirdi. Herşey mânâsını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni-i Kadîrin [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] bütün mu’cizât-ı kudretini, [Allah’ın kudret mu’cizeleri] umum havârık-ı san’atını [san’at harikaları] teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fenâ, sermedî [daimi, sürekli] manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hikmet-i sermediyesi [Allah’ın sonsuz hikmeti] ve inâyet-i ezeliyesi, [Ezelî olan Allah’ın kâinata koyduğu bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen, istikrar] [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] tecellîlerinin hakikatlerini, o kalem-i kader [kader kalemi] mektubatının hakaikini, [doğru gerçekler] o nümune-misal nukuş-u san’atının [sanat nakışları, işlemeleri] asıllarını, o vezâif-i mevcudatın faidelerini, gayelerini, o hidemât-ı mahlûkatın ücretlerini ve o kelimât-ı kitab-ı kâinatın ifade ettikleri mânâların hakikatlerini ve istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] çekirdeklerinin sünbüllenmesini [başak] ve bir mahkeme-i kübrâ [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] açmasını ve dünyadan alınmış misalî manzaraların göstermesini ve esbab-ı zâhiriyenin [görünen sebepler] perdesini yırtmasını ve herşey doğrudan doğruya Hâlık-ı Zülcelâline [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] teslim etmesi gibi hakikatleri iktiza [bir şeyin gereği] etti. Ve o mezkûr [adı geçen] hakikatleri iktiza [bir şeyin gereği] ettiği için, kâinatı dağdağa-i tagayyür ve fenâdan, tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve zevâlden [batış, kayboluş] kurtarmak ve ebedîleştirmek

721

için, o zıtların tasfiyesini istedi ve tagayyürün [başkalaşım, değişme] esbabını ve ihtilâfâtın [farklılıklar, ihtilaflar] maddelerini tefrik etmek istedi. Elbette kıyameti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte, şu tasfiyenin neticesinde Cehennem ebedî ve dehşetli bir suret alıp, taifeleri وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ 1 tehdidine mazhar [erişme, nail olma] olacak; Cennet ebedî, haşmetli bir suret giyerek, ehil ve ashabı سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ 2 hitabına mazhar [erişme, nail olma] olacak.

Yirmi Sekizinci Sözün Birinci Makamının İkinci Sualinde ispat edildiği gibi, Hakîm-i Ezelî, [her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla kayıtlı olmayan Allah] şu iki hanenin sekenelerine, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] kudret-i kâmilesiyle [mükemmel ve kusursuz kudret] ebedî ve sabit bir vücut verir ki, hiç inhilâl [bozulma, dağılma] ve tagayyüre [başkalaşım, değişme] ve ihtiyarlığa ve inkıraza [dağılıp yok olma] maruz kalmazlar. Çünkü inkıraza [dağılıp yok olma] sebebiyet veren tagayyürün [başkalaşım, değişme] esbabı bulunmaz.

DÖRDÜNCÜ MESELE: Şu mümkün, vaki olacaktır. Evet, dünya öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harap edildikten sonra, o dünyayı yapan Zât, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır. Şuna delil, başta Kur’ân-ı Kerim, binler berâhin-i akliyeyi tazammun [içerme, içine alma] eden umum âyâtıyla ve bütün kütüb-ü semâviye [vahye dayanan kutsal kitaplar] bunda müttefik bulunduğu gibi, Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] evsâf-ı celâliyesi ve evsâf-ı cemâliyesi [Cenâb-ı Allah’ın güzelliğine ait sıfatları] ve Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] bunun vukuuna kat’î surette delâlet ederler. Ve enbiyaya [nebiler, peygamberler] gönderdiği bütün semâvî fermanları ile, kıyameti ve haşrin icadını vaad etmiş. İşte, madem vaad etmiş, elbette yapacaktır. Onuncu Sözün Sekizinci Hakikatine müracaat et.

Hem, başta Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmın bin mu’cizâtının

722

kuvvetiyle, bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve mürselînin [peygamberler] ve evliya ve sıddıkînin, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] vukuunda müttefik olup haber verdikleri gibi, şu kâinat, bütün âyât-ı tekvîniyesiyle, [kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar] vukuundan haber veriyor.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Onuncu Söz bütün hakaikiyle, [doğru gerçekler] Yirmi Sekizinci Söz İkinci Makamında, Lâsiyyemâlardaki [bilhassa, özellikle] bütün berâhiniyle, [deliller] gurub [batış] etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû [doğma] edeceği derecesinde bir kat’iyetle göstermiştir ki, hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] gurubundan [batış] sonra, şems-i hakikat [hakikat güneşi] hayat-ı uhreviye [âhiret hayatı] suretinde çıkacaktır.

İşte, baştan buraya kadar beyanatımız, ism-i Hakîmden [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] istimdat [medet isteme] ve feyz-i Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] istifade suretinde, kalbi kabule, nefsi teslime, aklı iknaa ihzar [hazırlama] için Dört Esas söyledik. Fakat biz neyiz ki buna dair söz söyleyeceğiz? Asıl şu dünyanın Sahibi, şu kâinatın Hâlıkı, şu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] Mâliki ne söylüyor, onu dinlemeliyiz. Mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] sahibi söz söylerken başkalarının ne haddi var ki fuzuliyâne karışsın?

İşte, o Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] dünya mescidinde ve arz mektebinde, asırlar arkasında oturan taifelerin umum saflarına hitaben irad [sunma, söyleme] ettiği hutbe-i ezeliyesinde, [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] kâinatı zelzeleye veren

اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا * وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا * وَقَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا * يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا * بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا * يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ * فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَاهُ * 1

ve bütün mahlûkatı neş’elendiren, şevke getiren

723

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَاخَالِدُونَ * 1

gibi binler fermanları, Mâlikü’l-Mülkten, [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] Sahib-i Dünya ve Âhiretten dinlemeliyiz. “Âmennâ [“iman ettik”] ve saddaknâ” demeliyiz.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

رَبَّنَا لاَ تُؤٰاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 3

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلّيْتَ عَلٰى سَيِّدِنَا اِبْرٰهِيمَ وَعَلٰۤى اٰلِ سَيِّدِنَا اِبْرٰهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ * 4