SÖZLER – Yirmi Dördüncü Söz (445-487)

445

Yirmi Dördüncü Söz

Şu Söz Beş Daldır. Dördüncü Dala dikkat et. Beşinci Dala yapış, çık, meyvelerini kopar, al.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى * 1

ŞU ÂYET-İ CELÎLENİN şecere-i nuraniyesinin [nurlu ağaç] çok hakikatlerinden bir hakikatinin Beş Dalına işaret ederiz.

BİRİNCİ DAL

Nasıl ki bir sultanın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin [halk] tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ, adliye dairesinde hâkim-i âdil; [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] ve mülkiyede [yönetim daireleri ve kadroları] sultan; ve askeriyede kumandan-ı âzam; [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] ve ilmiyede halife—daha buna kıyasen sair isim ve ünvanlarını bilsen anlarsın ki, birtek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükûmet [yönetim tabakası] mertebelerinde bin isim ve ünvana sahip olabilir. Güya o hâkim, herbir dairede şahsiyet-i mâneviye [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] haysiyetiyle ve telefonuyla mevcut ve hazırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle [temsilci] meşhud [görünen] ve nâzırdır; görünür, görür. Ve herbir mertebede, perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] ve basîrdir; idare eder, bakar.

Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı [başlangıcı ve sonu olmayıp bütün zamanlara egemen olan Allah] olan Rabbü’l-Âlemîn [âlemlerin Rabbi olan Allah] için, rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n [belirleyici özellik] ve namları; ve ulûhiyetinin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı]

446

dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ [ihtişamlı, görkemli] icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül [belirme, görünme] ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] başka başka, fakat birbirini ihsas [hissettirme] eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı [görünümler, meydana çıkmalar] var. Ve ef’âlinin [fiiler, davranışlar] cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal [tamamlama] eder hikmetli tasarrufâtı [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] var. Ve rengârenk san’atında ve mütenevvi [çeşit çeşit] masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır.

Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında [iç] bulunurlar.

Hem mahlûkatın herbir tabakasında, az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm, [genel] herbirisinde has bir tecellî, has bir rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim herşeye muhit ve âmm [genel] olduğu halde, öyle bir kast ve ehemmiyetle birşeye teveccüh [ilgi] eder; güya o isim yalnız o şeye hastır.

Hem, bununla beraber, Hâlık-ı Zülcelâl [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] herşeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nuranî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Hâlık isminin, mahlûkıyetindeki [yaratılmış olma] cüz’î [ferdî, küçük] mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı olan mertebe-i kübrâ [en büyük mertebe] ve ünvan-ı âzama [en büyük ünvan] kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek, bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlûkıyetin [yaratılmış olma] kapısından Hâlık [her şeyi yaratan Allah] isminin müntehâsına [bir şeyin en uç noktası] yetişirsin, daire-i sıfâta [sıfat dairesi] yanaşırsın.

Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuûnât birbirine bakar. Ve temessülât [belirme, görünme] birbiri içine girer. Ve ünvanlar birbirini ihsas [hissettirme] eder. Ve zuhurat [görünümler, gelişmeler] birbirine benzer. Ve tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] birbirine yardım edip itmam [tamamlama] eder. Ve rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] mütenevvi [çeşit çeşit] terbiyeleri birbirine imdat edip muavenet [yardım] eder. Elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] şe’nleri [belirleyici özellik]

447

içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık [her şeyi yaratan Allah] isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşebilir. Belki lâzım gelir ki, onun nazarı, daima karşısında Hüve, [“O”, Allah] Hüvallah [“O Allah’tır”] okusun, görsün. Onun kulağı herşeyden قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 1 dinlesin, işitsin. Onun lisanı Lâ ilâhe illâhû beraber mîzened âlem desin, ilân etsin.

İşte, Kur’ân-ı Mübîn, [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى 2 fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder.

Eğer o yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git, fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Celîl, [sonsuz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah]Celîl, [sonsuz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah]Azîz, [izzet, şeref ve haysiyet sahibi Allah]Cebbâr[azamet ve yücelik sahibi, yarattıklarına istediğini yaptıran Allah] dediklerini işiteceksin.

Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Cemîl, [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah]Cemîl, [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] yâ Rahîm[ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] diyecekler.Haşiye [dipnot]

448

Semâyı dinle. Nasıl “Yâ Celîl-i Zülcemâl[sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmetiyle sahibi olan Allah] diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Yâ Cemîl-i Zülcelâl“diyor. [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Yâ Rahmân, yâ Rezzâk[bütün canlıların rızıklarını veren Allah] diyorlar. Bahardan sor. Bak, nasıl “Yâ Hannân, [rahmetin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah] yâ Rahmân, yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah]Kerîm, [cömert, ikram sahibi]Lâtif, [berrak, şirin, hoş]Atûf, [çok şefkatli, pek merhametli olan Allah] ya Musavvir, [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah]Münevvir, [herşeyi maddî ve mânevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah]Muhsin, [bağış ve iyiliklerde bulunan]Müzeyyin[herşeyi eşsiz sanatıyla süsleyen, güzelleştiren Allah] gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak, nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] okuyor ve cephesinde yazılı; sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat azîm bir musika-i zikriyedir. [zikir musikîsi] En küçük nağme, en gür nağamâta [nağmeler, ezgiler] karışmakla, haşmetli bir letâfet [hoşluk, gözellik] veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.

Fakat, çendan [gerçi] insan bütün esmâya mazhardır; fakat kâinatın tenevvüünü [çeşitlenme] ve melâikenin [melekler] ihtilâf-ı ibâdâtını [ibadetlerin farklı farklı olması] intaç [netice verme] eden tenevvü-ü esmâ, [isimlerin çeşitliliği] insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur. Enbiyanın [nebiler, peygamberler] ayrı ayrı şeriatleri, evliyanın başka başka tarikatleri, asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] çeşit çeşit meşrepleri [hareket tarzı, metod] şu sırdan neş’et [doğma] etmiştir. Meselâ, İsâ aleyhisselâm, sair esmâ [Allah’ın isimleri] ile beraber, Kadîr ismi onda daha galiptir. Ehl-i aşkta [aşk ehli, Allah aşıkları] Vedûd [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] ismi ve ehl-i tefekkürde [varlıklar üzerinde Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünenler] Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismi daha ziyade hâkimdir.

449

İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zâbit, [subay] hem adliye kâtibi, hem mülkiye [yönetim daireleri ve kadroları] müfettişi olsa, onun herbir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mes’uliyeti, birer terakkiyâtı; [ilerleme] ve muvaffakiyetsizliğine [başarı] sebep birer düşman ve rakipleri oluyor. Ve padişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görür. Ve çok lisanlarla ondan medet ister ve âmirinin çok ünvanlarına müracaat eder. Ve düşmanların şerrinden kurtulmak için, muavenetini [yardım] çok suretlerle talep eder.

Öyle de, çok esmâya mazhar [erişme, nail olma] ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara müptelâ [bağımlı] olan insan, münâcâtında, [Allah’a yalvarış, dua] istiâzesinde [Allah’a sığınma] çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın [insan türü, insanlık] medâr-ı fahri [övünç kaynağı] ve elhak en hakikî insan-ı kâmil [insanın Allah’ın fiilleri, isimleri ve sıfatlarının en parlak aynası olma seviyesine ulaşması] olan Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm, Cevşenü’l-Kebîr namındaki münâcâtında [Allah’a yalvarış, dua] bin bir ismiyle dua ediyor, ateşten istiâze [Allah’a sığınma] ediyor.

İşte, şu sırdandır ki, Sûre-i

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ * مَلِكِ النَّاسِ * اِلٰهِ النَّاسِ * مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ * 1

de üç ünvan ile istiâzeyi [Allah’a sığınma] emrediyor ve Bismillâhirrahmânirrahîm’de üç ismiyle istiâneyi [yardım dileme] gösteriyor.

İKİNCİ DAL

Çok esrarın anahtarlarını tazammun [içerme, içine alma] eden iki sırrı beyan eder.

Birinci sır: Evliya ne için usul-i imaniyede [iman esasları] ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, [görünen] keşfiyatlarında [keşifler] çok tehalüf [birbirine zıt olma] ediyorlar. Şuhud [görme] derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki [gerçeğe aykırı] ve muhalif-i hak [gerçeğe zıt] çıkıyor. Hem niçin ehl-i fikir [düşünce sahipleri] ve nazar, herbiri kat’î bir burhanla [delil] hak telâkki [anlama, kabul etme] ettikleri efkârlarında, [fikirler] birbirine mütenakız [birbirine zıt, çelişen] bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar; bir hakikat niçin çok renklere giriyor?

450

İkinci sır: Enbiya-yı sâlife, [daha önce gelmiş peygamberler] niçin haşr-i cismanî [bedenle birlikte diriliş] gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] bir derece mücmel [kısa, kısaca] bırakmışlar, Kur’ân gibi tafsilât [ayrıntılar] vermemişler; sonra ümmetlerinden bir kısmı, ileride o mücmel [kısa, kısaca] olan erkânı inkâra kadar gitmişler? Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hattâ derece-i hakkalyakîne [bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme derecesi] kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye [iman esasları] onların meşreplerinde [hareket tarzı, metod] pek az ve mücmel [kısa, kısaca] bir surette görünüyor. Hattâ, onun içindir ki, onlara tebaiyet [tabi olma, uyma] edenler, ileride o erkân-ı imaniyeye [iman esasları] lâzım olan ehemmiyeti vermemişler; hattâ bazıları sapmışlar. Madem bütün erkân-ı imaniyenin [iman esasları] inkişafıyla [açığa çıkma] hakikî kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] bulunur, niçin ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki, bütün esmânın mertebe-i âzamlarının [en büyük mertebe] mazharı ve bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] serveri [reis, baş] olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin [kutsal kitaplar] reis-i enveri [en nurlu başkan] olan Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bütün erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] vâzıh [açık] bir surette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî [bilerek, direkt] bir tarzda tafsil etmişlerdir.

Evet, çünkü hakikatte hakikî kemâl-i etemm [tam mükemmellik] öyledir. İşte, şu esrarın hikmeti şudur ki:

İnsan çendan [gerçi] bütün esmâya mazhar [erişme, nail olma] ve bütün kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] müstaiddir. [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] Lâkin, iktidarı cüz’î, [ferdî, küçük] ihtiyarı cüz’î, [ferdî, küçük] istidadı [kabiliyet] muhtelif, arzuları mütefavit [birbirinden farklı] olduğu halde, binler perdeler, berzahlar [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] içinde hakikati taharrî [araştırma] eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda [görme] berzahlar [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ortaya düşüyor; bazılar berzahtan [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin [iman esasları] inkişafına [açığa çıkma] menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü [çeşitlenme] ediyor, ayrı ayrı oluyor; bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar [kaynak, dayanak] olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet, ve zılliyet [gölge] ve asliyet [asıl oluş] itibarıyla, cilve-i esmâ [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması]

451

başka başka suret alıyor; bazı istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidatta [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] onun hükmü hükümran oluyor. İşte, şu derin sırra ve şu geniş hikmete, esrarlı, geniş ve hakikatle bir derece karışık bir temsille bazı işaretler ederiz.

Meselâ, Zühre [çiçek] namıyla nakış[işleme] bir çiçek ve kamere [ay] âşık hayatlı bir Katre [damla] ve güneşe bakan safvetli [saf, berrak] bir Reşha‘yı [sızıntı] farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı [arzu, istek] bulunuyor.

Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine [mânevî yol alma] işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] misaldir.Haşiye [dipnot]

Birincisi: Ehl-i fikir, [düşünce sahipleri] ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ehl-i nübüvvetin [peygamberler] işârâtıdır. [işaretler]

İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y [çalışma] edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle [hatadan arındırma, temize çıkarma] ve aklın istimâliyle [dinleme] mücahede [Allah yolunda cihad etme] etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra [eserler/asırlar] dalan ve yalnız istidlâliyle [delil getirme, akıl yürütme] hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle [Allah’ı bilme ve tanıma] hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle [Allah’a kulluk] hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına [anlaşmazlığın sebebi] işaret eden temsillerdir.

İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki [ilerleme] sırrı ve geniş hikmeti Zühre, [çiçek] Katre, [damla] Reşha [sızıntı] ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.

Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı [yansıma] ve ifâza[feyiz verme, bereketlendirme] var: Birisi çiçeklere, birisi kamere [ay] ve seyyarelere, [gezegen] birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır. [yansıma]

Birincisi üç tarzdadır:

Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır [yansıma] ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır. [feyiz verme, bereketlendirme]

Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı [yansıma] vardır.

452

Biri de cüz’î [ferdî, küçük] bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır. [feyizlendirme]

Şu temsilimiz o kavle [söz] göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin [rengârenk, süslü, parlak] istihâle-i in’ikâsiyesinden [yansımanın başkalaşması, farklı bir keyfiyet alması] neş’et [doğma] ediyor; ve bu kavle [söz] göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.

İkincisi: Güneşin, kamere [ay] ve seyyarelere, [gezegen] Fâtır-ı Hakîmin [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, [ay] o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede [küçük suret] denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır. [feyiz verme, bereketlendirme]

Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile, cevv-i hava[gökyüzü, atmosfer] ve denizlerin yüzlerini birer âyine [ayna] ederek, safî ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı [yansıma] var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine [damla] ve havanın reşhalarına [sızıntı] ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüz’î [ferdî, küçük] aksi, birer küçük timsalini [görüntü] veriyor.

İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere [ay] mukabil herbir katreye, [damla] herbir reşhaya, [sızıntı] mezkûr [adı geçen] üç cihette, ikişer tarikle teveccüh [ilgi] ve ifâza[feyiz verme, bereketlendirme] var:

Birinci tarik: [mânevî yol] Bil’asale, [bizzat] doğrudan doğruya, berzahsız, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] hicapsızdır. [utanmadan] Şu yol, nübüvvetin [peygamberlik] tarikini temsil eder.

İkinci yol: Berzahlar [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] tavassut [vasıta olma, aracılık etme] eder. Âyine [ayna] ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet [velilik] mesleğini temsil eder.

İşte, Zühre, [çiçek] Katre, [damla] Reşha, [sızıntı] herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim”; veyahut “Nev’ime tecellî eden güneşin âyinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] içinde mahdut [sınırlanmış] bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] mutlak güneşin âsârını [eserler/asırlar] o mukayyet [kayıt altında, bağlı] güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir [aydınlatma] etmek, umum nebâtat, [bitkiler] hayvânâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı [gezegenler] etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ [ihtişamlı, görkemli] eserleri, o dar kayıt ve mahdut [sınırlanmış] berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] içinde

453

gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî [kalbin görmesi] ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, [hayrette bırakan eserler] eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, [kayıtlı] ayn-ı mutlak [kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi] olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, [çiçek] Katre, [damla] Reşha, [sızıntı] şu hükümleri, yani pek büyük âsârı [eserler/asırlar] güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, [imanî hüküm] şuhud-u kevniyelerine [kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler] müsademe [çarpışma] eder; pek güçlükle inanabilirler.

İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, [çiçek] Katre, [damla] Reşha [sızıntı] farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi [yeterli] gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul [bir işe girme, bir şeyde derinleşme] eden ve nefsi kesafet [yoğunluk, katılık] peydâ eden arkadaş! Sen Zühre [çiçek] ol. Nasıl ki o Zühre [çiçek] çiçeği, ziya-yı şemsten [güneş ışığı] inhilâl [bozulma, dağılma] etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini [görüntü] karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın [kabiliyet] dahi ona benzer.

Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] ise, kamere [ay] âşık olan Katre [damla] olsun ki, kamer, [ay] güneşten aldığı ziya zıllini [gölge] ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, [damla] o nurla yalnız kameri [ay] görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.

Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bilir, esbabı bir perde telâkki [anlama, kabul etme] eder fakir adam, o da Reşha [sızıntı] olsun. Öyle bir Reşha [sızıntı] ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre [çiçek] gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh [ilgi] etsin. Hâlis bir safveti [arılık, berraklık] var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini [görüntü] gözbebeğinde saklıyor.

Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?

İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, [cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah] ihsanıyla [bağış] bizi gayet derece tezyin [süsleme] ve tenvir [aydınlatma] ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan [bağış] edene perestiş [aşırı derece sevme] eder. Perestişe [aşırı derece sevme] lâyık olana kurbiyet  

454

ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza [kabiliyet] göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk [mânevî yol alma] edeceğiz.

Ey Zühre-misal! [çiçek] Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki [ilerleme] ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye [büyük ve kapsamlı mertebe] geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre [çiçek] kesif [katı] bir âyinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilâl [bozulma, dağılma] ve inkisar [kırılma] eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ortaya girmesiyle neş’et [doğma] eden firaktan [ayrılık] kurtulamazsın. Lâkin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsiniyle [güzellikler] telezzüz [lezzet alma] ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık [rızık elde etme] için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun âyinesisin. Vazifen âyinedarlıktır. [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet [Allah’ın rahmet hazinesi] kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.

Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] Nur isminden tecellî eden bir lem’anın [parıltı] katre-misal [damla gibi] bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! [insan kalbi] Sen nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde [işin gerçeği, aslı] nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli [bulanık, yoğun, katı] dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.

Şimdi, sen dahi, ey Katre [damla] içine giren hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] feylesof! Senin katre-i fikrin [düşünce damlası] dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, tâ kamere [ay] kadar terakki [ilerleme] ettin, kamere [ay] girdin. Bak, kamer [ay] kendi zâtında kesafetli, [bulanık, yoğun, katı] zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin [çalışma] beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin [ümitsizlik] zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin [kötü ruhlar] iz’âcâtından [rahatsız etmeler] ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh [ilgi] etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.

455

Bu şartı yaptıktan sonra sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer [ay] yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği [dokuma] hicapların halfinde [arka] ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

İşte, Reşha-misal [sızıntı misali] üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur [buharlaşma] eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, [yoğun, katı madde] nâr-ı aşk [aşk ateşi] ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.

Ey Reşha-misal! [sızıntı] Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse [güneşin kendisi] karşı, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini [hayrette bırakan eserler] ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını [özellikler] tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin [bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik] dehşetli âsârını [eserler/asırlar] ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate [hakka ters] sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan [gerçi] o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini [haşmet ve büyüklüğün kendine lâyık eserleri, neticeleri] gösteremiyorlar.

İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] mezâyâsında [meziyetler, üstün özellikler] ve mertebe-i şuhudun [görme derecesi] tafsilâtında [ayrıntılar] başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an [kesin şekilde inanma] ve hakikati tasdikte ittifak ederler.

İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer [ay] âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in varisliği] (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına [en büyük mertebe] yetişmeyen,

456

haşr-i âzamı [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] ve kıyamet-i kübrâ[büyük kıyamet] taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, [kıyamet ve haşir gerçeği] İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve bazı esmânın derece-i âzamının [en büyük derece] mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble [kalben tam kanaatle inanma] kabul eder.

İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en âzam mertebede, en ekmel [daha mükemmel] tafsilâtla [ayrıntılar] Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın [olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi] iktizasıyla, [bir şeyin gereği] bir derece basit ve iptidaî [başlangıç] bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla [ayrıntılar] ders vermemişler.

Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] bazı erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] mertebe-i uzmâsında [en büyük mertebe] görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta [Allah’ı bilme ve tanıma] derecât-ı ârifîn [ariflerin dereceleri] çok tefavüt ediyor.

Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf [açığa çıkma] eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas [hissettirme] ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa [yetinme] ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde [üstünde] olan esrara girişmeyeceğiz.

ÜÇÜNCÜ DAL

Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’mâlin [ameller, işler] fazilet ve sevaplarından bahseden ehâdis-i şerife [hadis-i şerifler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışları] güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, [ilim ehli olanlar, âlimler] onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enâniyeti kavî [güçlü, kuvvetli] bir kısım da inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız “On İki Asıl”ı beyan ederiz.

BİRİNCİ ASIL: Yirminci Sözün âhirindeki sual ve cevapta izah ettiğimiz meseledir. İcmâli şudur ki:

457

Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi [yüce ruhlar] ervâh-ı sâfileden [alçak ruhlar] tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî [açık, aşikâr] olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet [açıklık] derecesinde bir alâmet-i kıyamet [kıyamet alâmeti] görülse, herkes tasdike muztar [çaresiz] olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] elmas gibi bir istidatla [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] beraber kalır. Sırr-ı teklif [imtihan sırrı] ve netice-i imtihan [imtihan neticesi] zayi olur.

İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâyât [Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi] dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş.

İKİNCİ ASIL: Mesâil-i İslâmiyenin [İslâmî meseleler] tabakatı vardır. Biri bir burhan-ı kat’î [kesin delil] istese, diğeri bir zann-ı galibî [üstün gelen kanaat] ile iktifa [yetinme] eder, başkası yalnız bir kabul-u teslimi [teslimiyet ile kabul etmek] ve reddetmemek ister. Öyle ise, esâsât-ı imaniyeden [imanın esasları] olmayan mesâil-i fer’iye [teferruata dair olan meseleler] veya vukuat-ı zamaniyenin [zamanın olayları] herbirinde bir iz’ân-ı yakîn [kesin delile dayalı olan sağlam inanç] ile bir burhan-ı kat’î [kesin delil] istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.

ÜÇÜNCÜ ASIL: Zaman-ı Sahabede [Sahabelerin zamanı] Benî İsrail [İsrailoğulları] ve Nesârâ [Hıristiyanlar] ulemalarından çoğu İslâmiyete girdiler. Eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman oldu; bazı hilâf-ı vaki [gerçeğe aykırı] malûmât-ı sâbıkaları, İslâmiyetin malı olarak tevehhüm [kuruntu] edildi.

DÖRDÜNCÜ ASIL: Ehâdis-i şerife [hadis-i şerifler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışları] râvilerinin [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] bazı kavilleri [söz, görüş] veyahut istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] ettikleri mânâları, metn-i hadisten [hadisin metni, sözel kısım] telâkki [anlama, kabul etme] ediliyordu. Halbuki, insan hatadan hâli [boş] olmadığı için, hilâf-ı vaki [gerçeğe aykırı] bazı istinbatları [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] veya kavilleri [söz, görüş] hadis zannedilerek zaafına [zayıflık, güçsüzlük] hükmedilmiş.

BEŞİNCİ ASIL: اِنَّ فِى اُمَّتِى مُحَدَّثُونَ 1 yani مُلْهَمُونَ 2 sırrınca, bazı ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler]

458

ve ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] olan muhaddisîn-i muhaddesun [Allah tarafından ilhama mazhar olan hadisçiler] ilhamlarıyla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] gelen bazı maânî, [mânâlar] hadis telâkki [anlama, kabul etme] edilmiş. Halbuki ilham-ı evliya, [evliyanın kalbine doğan mânâ] bazı ârızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] çıkabilir.

ALTINCI ASIL: Beynennas [insanlar arasında] iştihar bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki, durub-u emsal [ata sözleri] hükmüne geçer, hakikî mânâsına bakılmaz. Ne maksat için sevk edilir, ona bakılır. İşte, bu neviden, beynennas [insanlar arasında] teârüf etmiş bazı kıssa ve hikâyâtı, [hikâyeler] Resul[Allah’ın elçisi] Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir maksad-ı irşadî [yol gösterme gayesi] için temsil ve kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] nev’inden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mânâ-yı hakikîsinde [asıl kastedilen mânâ] kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa [insanların adetleri] aittir ve teârüf ve tesâmu-u umumîye [genel duyuş, halkta oluşmuş yaygın kanaat] râcidir. [ait]

YEDİNCİ ASIL: Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye [maddî gerçek] telâkki [anlama, kabul etme] ediliyor, hataya düşer. Meselâ, “Sevr[Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve “Hut[balık] isminde ve âlem-i misalde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve hut [balık] timsalinde, [görüntü] berrî ve bahrî hayvânat nâzırlarından iki melâiketullah, [Allah’ın melekleri] adeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş.

Hem meselâ, bir vakit huzur-u Nebevîde [Hz. Peygamberin hazır bulunduğu ortam] derin bir ses işitildi. Resul[Allah’ın elçisi] Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, tâ ancak bu dakika Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.”1 İşte bu hadisi işiten, hakikate vasıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o hadisten sonra kat’iyen [kesinlikle] sabittir ki, biri geldi, Resul[Allah’ın elçisi] Ekrem aleyhissalâtü vesselâma dedi ki: “Meşhur münafık yirmi dakika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o münafık, Cehennemin bir taşı olarak, bütün müddet-i ömrü tedennîde, [alçalma, gerileme] esfel-i sâfilîne, [aşağıların aşağısı] küfre [inançsızlık, inkâr] sukuttan [alçalış, düşüş] ibaret olduğunu, gayet beliğane [belâgatli] bir surette, Resul[Allah’ın elçisi] Ekrem aleyhissalâtü vesselâm beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.

459

SEKİZİNCİ ASIL: Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, [sınırsız hikmet sahibi yüce Allah] şu dâr-ı tecrübe [deneme yeri] ve meydan-ı imtihanda, [imtihan meydanı] çok mühim şeyleri, kesretli [çokluk] eşya içinde saklıyor. O saklamakla, çok hikmetler, çok maslahatlar [amaç, yarar] bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri [Kadir gecesi] umum Ramazan’da, saat-i icâbe-i dua[duaların kabul edildiği saat] Cuma gününde, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini ömr-ü dünya [dünyanın ömrü] içinde saklamış.

Zira, ecel-i insan [insanın ölüm vakti] muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, [bütünüyle umursamazlık, [emirler] âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma] yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini [karşılaştırma/denge] muhafaza etmek ve her vakit havf [korku] ve recâ [ümit] ortasında bulunmak maslahatı, [amaç, yarar] iktiza [bir şeyin gereği] eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem [belirsiz] tarzdaki yirmi sene müphem [belirsiz] bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır. [tercih edilen]

İşte, kıyamet dahi, şu insan-ı ekber [büyük insan] olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün [belirleme] etseydi, bütün kurun-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya [bütünüyle umursamazlık, [emirler] âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma] dalacak idiler ve kurun-u uhrâ [yakın çağ] dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle, [kişisel hayat] hanesinin ve köyünün bekàsıyla alâkadardır. Öyle de, hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve nev’iyesiyle, küre-i arzın [yer küre, dünya] ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur’ân اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ 1 der, “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel [eksik, kusur] vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyamet [kıyâmet vakti] yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd [uzak] görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] kıyameti, Mugayyebât-ı Hamseden [beş bilinmeyen şey] olarak ilminde saklıyor. İşte, bu ipham [gizleme] sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn [gerçeği gören asır] olan Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları “Şerâiti [şartlar] hemen hemen çıkmış” demişler.

460

İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilâtını [ayrıntılar] ders alan müteyakkız [uyanık ve dikkatli] kalbli, keskin nazarlı [görüşlü, bakışlı] olan Sahabelerin fikirleri, niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbal-i dünyevîde [dünyanın geleceği] bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib [yakın] zannetmişler?”

Elcevap: Çünkü, Sahabeler, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten, [Peygamberimizin (a.s.m.) sohbetinin feyzi, bereketi] herkesten ziyade dâr-ı âhireti [âhiret âlemi] düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, kıyametin ipham [gizleme] vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] anlayarak, ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır [bekleyen, hazır] bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resul[Allah’ın elçisi] Ekrem aleyhissalâtü vesselâm “Kıyameti bekleyiniz, intizar [bekleme] ediniz” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir. [Peygamberin doğru yolu göstermesi] Yoksa vuku-u muayyene [belirlenmiş olay] dair bir vahyin hükmüyle değildir ki hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i iphamdan [bir şeyi gizlemenin hikmeti] ileri geliyor.

Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] gibi âhirzamanda gelecek eşhasları, [kişiler] çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] iktiza [bir şeyin gereği] eder ki, vakitleri taayyün [belirleme] etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin [mânevî güç] takviyesine medar [kaynak, dayanak] olacak ve yeisten [ümitsizlik] kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaytlıkta [duyarsız] nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın [ayrılık, dağılma] başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî [herkese doğru yolu göstermenin gerektirdiği hikmet] zayi olurdu.

Şimdi, Mehdî gibi eşhasın [kişiler] hakkındaki rivâyâtın [Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi] ihtilâfâtı [farklılıklar, ihtilaflar] ve sırrı şudur ki:

461

Ehâdisi tefsir edenler, metn-i ehâdisi [hadislerin metni, sözleri] tefsirlerine ve istinbatlarına [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] tatbik etmişler. Meselâ, merkez-i saltanat [saltanatın merkezi] o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyâniyeyi, [âhirzamanda geleceği ve İslâm dinini yıkmak için çalışacağı sahih hadislerde haber verilen dinsiz ve münâfık bir şahıs] merkez-i saltanat [saltanatın merkezi] civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın [kişiler] şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi [büyük eserler] o eşhasın [kişiler] zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika [harika, olağanüstü şahıslar] çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, [kişiler] hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten [başlangıç] Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın [iman aydınlığı] dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman [âhirzamanda etkin olan şahıslar] tanınabilir.

Alâmet-i kıyametten [kıyamet alâmeti] olan Deccal hakkındaki hadis-i şerifte “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyâm-ı saire [diğer günler] gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer”1 rivâyet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivâyete muhal [bâtıl, boş söz] demişler—hâşâ—şu rivâyetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve’l-ilmü indallah, [bilgi Allah katındadır] hakikati şu olmak gerektir ki:

Âlem-i küfrün [küfür ve inkâr dünyası] en kesafetlisi [yoğunluk, katılık] olan şimalde, [kuzey] tabiiyyunun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] fikr-i küfrîsinden [Allah’ı inkâr etme düşüncesi] süzülen bir cereyan-ı azîmin [büyük akım] başına geçecek ve Ulûhiyeti [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] inkâr edecek bir şahsın şimal [kuzey] tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet [bilimsel işaret] vardır ki, kutb-u şimalîye [kuzey kutbu] yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür; altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Deccalın bir günü bir senedir” o daire yakınında zuhuruna işarettir. “İkinci günü bir aydır” demekten murat, şimalden [kuzey] bu tarafa geldikçe bazan olur, yazın bir ayında güneş gurub [batış] etmez. Şu dahi, Deccal şimalden [kuzey] çıkıp âlem-i medeniyet [medenî dünya] tarafına tecavüzüne işarettir; günü Deccala isnat etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe, bir haftada güneş gurub [batış] etmiyor.

462

Daha gele gele, tulû [doğma] ve gurub [batış] ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub [batış] etmeyen bir yer vardı; seyir için oraya gidiyorlardı. “Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer [tren] ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal [bâtıl, boş söz] gören mülhidler [dinsiz] şimdi âdi görüyorlar.

Alâmet-i kıyametten [kıyamet alâmeti] olan Ye’cüc ve Me’cüce ve Sedde dair bir risalede bir derece tafsilen yazdığımdan, ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi [insanlığın toplumsal hayatı] zîrüzeber [alt üst, darma dağınık] eden taifeler ve Sedd-i Çinînin [Çin Seddi] yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın, yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi [insanlık medeniyeti] zîrüzeber [alt üst, darma dağınık] edecekleri, rivâyetlerde vardır.

Bazı mülhidler [dinsiz] derler: “Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?”

Elcevap: Çekirge gibi bir âfat, [bela, büyük felaket] bir mevsimde pek çok kesretle [çokluk] bulunur. Mevsim değiştikçe, memleketi fesada veren kesretli [çokluk] o taifelerin hakikatleri, mahdut [sınırlanmış] bazı fertlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile, o mahdut [sınırlanmış] fertlerden gayet kesretli [çokluk] aynı fesat yine başlar. Güya onların hakikat-i milliyetleri [millî yapıları] inceliyor, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.

Aynen öyle de, bir zaman dünyayı hercümerc [alt üst olma] eden o taifeler, izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile, mevsimi geldiği vakit, aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi [insanlık medeniyeti] hercümerc [alt üst olma] edecekler. Fakat onların muharrikleri [harekete geçirici] başka bir surette tezahür eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1

DOKUZUNCU ASIL: Mesâil-i imaniyeden [imana dair meseleler] bir kısmın netâici, [neticeler] şu mukayyet [kayıt altında, bağlı] ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete [âhiret âlemi] bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin [hadis-i şerifler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışları] bir kısmı, tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve terhîbe [korkutma] münasip bir tesir vermek için belâğatli [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz

463

insanlar onları mübalâğalı [abartılı] zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] olduklarından, mücazefe [abartma, mübalağa] ve mübalâğa, içlerinde yoktur.

Ezcümle, en ziyade insafsızların zihnini kurcalayan şu hadistir ki:

لَوْ وَزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَۤاءٍ * 1

ev kemâ kàl [dil, söz, kelâm] . [söylendiği gibi] Meâl-i şerifi: [şerefli, yüce mânâ] “Dünyanın, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” Hakikati şudur ki: عِنْدَ اللهِ tabiri, “âlem-i bekàdan” [devamlı ve kalıcı âlem] demektir. Evet, âlem-i bekàdan [devamlı ve kalıcı âlem] bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat [geçici] bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla muvazene [karşılaştırma/denge] değil; belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını, âlem-i bekàdan [devamlı ve kalıcı âlem] bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlâhîye ve bir ihsan-ı İlâhîye [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] muvazeneye [karşılaştırma/denge] gelmediği demektir.

Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî [Allah’ın razı olduğu şey] olmayan, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] dünyasıdır. Demek, Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] âyineleri ve mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] ve âhiretin mezraası [tarla] olan koca dünya değil; belki âhirete zıt ve bütün hatîâtın [hatalar] menşei [kaynak] ve beliyyâtın [belalar] menbaı [kaynak] olan, dünyaperestlerin dünyasının, âlem-i âhirette [âhiret âlemi] ehl-i imana [Allah’a inanan] verilen sermedî [daimi, sürekli] bir zerresine değmediğine işarettir.

İşte, en doğru ve ciddî şu hakikat nerede? Ve insafsız ehl-i ilhâdın [inkarcılar, dinsizler] fehmettikleri mânâ nerede? O insafsız ehl-i ilhâdın [inkarcılar, dinsizler] en mübalâğa, en mücazefe [abartma, mübalağa] zannettikleri mânâ nerede?

Hem meselâ, insafsız ehl-i ilhâdın [inkarcılar, dinsizler] mübalâğa zannettikleri, hattâ muhal [bâtıl, boş söz] bir mübalâğa ve mücazefe [abartma, mübalağa] tevehhüm [kuruntu] ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bazı

464

surelerin faziletleri hakkında gelen rivâyetlerdir. Meselâ, Fâtiha‘nın [başlangıç] Kur’ân kadar sevabı vardır;1 Sûre-i İhlâs, sülüs-ü Kur’ân;2 [Kur’ân’ın üçte biri] Sûre-i İzâ Zülzileti’l-Ardu, rub’u;3 [dörtte bir] Sûre-i Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn, rub’u;4 [dörtte bir] Sûre-i Yâsin, on defa Kur’ân kadar olduğuna rivâyet vardır. İşte, insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünkü Kur’ân içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için mânâsız olur.”

Elcevap: Hakikati şudur ki: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden, [Allah’ın lütfu, ihsanı] [bağış] o harflerin sevabı sünbüllenir, [başak] bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yedi yüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazan bin beş yüz (Sûre-i İhlâsın harfleri gibi), bazan on bin (Leyle-i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuz bin (meselâ, haşhaş tohumunun kesreti [çokluk] misillü, [benzer] Leyle-i Kadîrde [Kadir Gecesi] okunan âyetler gibi). Ve “O gece bin aya mukabil” işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur, anlaşılır. İşte, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tezâuf-u sevabıyla [sevabın katlanması] beraber, elbette muvazeneye [karşılaştırma/denge] gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevabıyla, bazı surelerle muvazeneye [karşılaştırma/denge] gelebilir.

Meselâ, içinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sünbül [başak] vermiş farz etsek, herbir sünbülde [başak] yüzer dane olmuşsa, o vakit tek bir habbe, bütün tarlanın iki sülüs [(mirasta) üçte bir] üne [üçte iki] mukabil oluyor. Meselâ birisi de on sünbül [başak] vermiş, herbirinde iki yüz dane vermiş. O vakit bir tek habbe, [dane, tohum] asıl tarladaki habbelerin iki misli [benzer] kadardır. Ve hâkezâ, kıyas et.

Şimdi, Kur’ân-ı Hakîmi, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nuranî, mukaddes bir mezraa-i semâviye [semâvi tarla] tasavvur ediyoruz. İşte, herbir harfi, asıl sevabıyla birer habbe [dane, tohum] hükmündedir. Onların sünbülleri [başak] nazara alınmayacak. Sûre-i Yâsin, İhlâs, Fâtiha, [başlangıç] Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn, İzâ Zülzileti’l-Ardu gibi, sair faziletlerine dair rivâyet edilen sûre ve âyetlerle muvazene [karşılaştırma/denge] edilebilir. Meselâ, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlâs, Besmeleyle beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmış dokuz, iki yüz yedi harftir. Demek, Sûre-i İhlâsın herbir harfinin haseneleri bin beş yüze yakındır. İşte, Sûre-i Yâsinin hurufatı hesap edilse,

465

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf [kat kat] olması nazara alınsa, şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerifin herbir harfi, takriben [yaklaştırma] beş yüze yakın sevabı vardır, yani o kadar hasene sayılabilir. İşte, buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] ve güzel ve doğru ve mücazefesiz [abartma, mübalağa] bir hakikat olduğunu anlarsın.

ONUNCU ASIL: Ekser taife-i mahlûkatta [varlıklar topluluğu] olduğu gibi, ef’al [fiiller, davranışlar] ve a’mâl-i beşeriyede [insanların yaptığı iş ve ameller] bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, [övünç kaynağı] yoksa medar-ı şeâmetleridir. [kötülük, uğursuzluk vesilesi] Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] birer gaye-i hayal [hayal edilen gaye] hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphem [belirsiz] bulunup, her yerde bulunması mümkün… Şu ipham [gizleme] itibarıyla, mantıkça kaziye-i mümkine [mümkün olan hüküm; olabilirlik içeren önerme] suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, “Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır.”1 İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür.

Demek, şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, [geçici] mutlaktır; veyahut mümkinedir, [varlığı ile yokluğu imkan dahilinde olan] külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır.

Meselâ, “Gıybet, katl gibidir.” Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. [zararlı] Meselâ, “Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin [büyük sadaka] yerine geçer.”2Şimdi, tergib [istek uyandırma, şevklendirme] veya teşvik için, o müphem [belirsiz] ferd-i mükemmel, [mükemmel fert, birey] mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir.

Hem de şu âlemin mikyasıyla [ölçü] âlem-i ebedînin [sonsuz âhiret âlemi] şeyleri tartılmaz. Buranın en

466

büyüğü, oranın en küçüğüne muvazi [denk, eşit] gelemez. Sevab-ı a’mâl [amellerin sevabı, karşılığı] o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor, aklımıza sığıştıramıyoruz. Meselâ

مَنْ قَرَاَ هٰذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسٰى وَهَارُونَ * 1

yani

اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَرَبِّ اْلاَرَضِينَ * رَبِّ الْعَالَمِينَ وَلَهُ الْكِبْرِيَۤاءُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَرَبِّ اْلاَرَضِينَ * رَبِّ الْعَالَمِينَ وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 2

İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celb [çekme] eden, şu gibi rivâyetlerdir. Hakikati şudur ki:

Dünyada, dar nazarımızla, kısacık fikrimizle, Mûsâ ve Hârun Aleyhimesselâmın sevaplarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz? Âlem-i ebediyette, [sonsuzluk âlemi] Rahîm-i Mutlak, [herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allah] saadet-i ebediyede, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine, birtek virde [devamlı yapılan zikir] mukabil vereceği hakikat-i sevap, [sevap gerçeği] o iki zâtın sevaplarına—fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevaplarına—müsavi olabilir.

Meselâ, bedevî, vahşî bir adam, hiç padişahı görmemiş, saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder; o mahdut [sınırlanmış] fikriyle, bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sade-dil [saf, temiz kalpli] bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: “Padişah kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül [hayal etme] ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor! Âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar.

467

Şimdi, biri o adamlardan birisine dese, “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim. Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim”; o söz hakikattir. Çünkü, haşmet-i padişahîden [padişahın haşmeti, görkemi] onun dar daire-i fikrine [düşünce alanı] giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir. [büyüklük, haşmet]

İşte, dünya nazarıyla, dar fikrimizle, âhirete müteveccih [yönelen] hakaik-ı sevabiyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun’un (a.s.) meçhulümüz olan hakikî sevapları ile muvazene [karşılaştırma/denge] değil—çünkü teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder—belki muvazene [karşılaştırma/denge] edilen, malûmumuz olan ve tahminimize giren sevaplarıyla, bir abd-i mü’minin [iman etmiş kul] bir virdine [devamlı yapılan zikir] mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır.

Hem de, deniz yüzü ile katrenin [damla] gözbebeği, güneşin tamam-ı aksini [yansımanın tamamı] tutmakta müsavidirler. [eşit] Fark keyfiyettedir. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun’un (a.s.) deniz-misal âyine-i ruhlarına [ruh aynası] in’ikâs [yansıma] eden mahiyet-i sevap, [sevabın mahiyeti] bir katre [damla] hükmünde bir abd-i mü’minin [iman etmiş kul] bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevaptır. [sevabın mahiyeti] Mahiyetçe, [nitelikçe, özellikçe] kemiyetçe [sayıca] birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tâbidir.

Hem bazan olur ki, birtek kelime, birtek tesbih öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât [durumlar, haller] oluyor ki, birtek âyet, Kur’ân kadar faide verebilir.

Hem İsm-i Âzama [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mazhar [erişme, nail olma] olan Resul[Allah’ın elçisi] Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir âyette mazhar [erişme, nail olma] olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in varisliği] ile İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] zılline [gölge] mazhar [erişme, nail olma] bir mü’min, kendi kabiliyeti itibarıyla, kemiyetçe [sayıca] bir nebînin [peygamber] feyzi kadar sevap alıyor denilse, hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] olamaz.

Hem de sevap ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasıl ki, bir zerrecik bir şişede, semâvât, nücumuyla [yıldızlar] beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlise [saf, temiz niyet] ile şeffafiyet [şeffaflık] peydâ eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nuranî sevap ve fazilet yerleşebilir.

468

Netice-i kelâm: [sözün neticesi, özü] Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zayıf, felsefesi kavî, [güçlü, kuvvetli] hodbin, [bencil] münekkit [tenkitçi] adam! Şu On Asıl’ı nazara al; sonra sen hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] ve kat’î muhalif-i vaki [vakıaya aykırı, gerçeğe zıt] gördüğün bir rivâyeti bahane ederek ehâdis-i şerifeye [hadis-i şerifler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışları] ve dolayısıyla Resul[Allah’ın elçisi] Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mertebe-i ismetine [günahsızlık, masumluk mertebesi] halel [eksik, kusur] verecek itiraz parmağını uzatma. Zira, evvelâ o On Asıl’ın on dairesi seni inkârdan vazgeçirir. “Hakikî bir kusur varsa bize aittir” derler. “Hadise râci [ait] olamaz. Eğer hakikî değilse, senin sû-i fehmine [kötü anlayış] aittir” derler.

Elhasıl, [kısaca, özetle] inkâr ve redde gitmek için, şu On Asıl’ı tekzip ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle [tam bir dikkat] düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. “Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır” de, ilişme.

ON BİRİNCİ ASIL: Nasıl Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] müteşâbihâtı [benzer] var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Ehâdisin de, Kur’ân’ın müteşâbihâtı [benzer] gibi, müşkilâtı [zor] vardır. Bazan çok dikkatli bir tefsire ve tabire muhtaçtır. Geçmiş misallerle iktifa [yetinme] edebilirsiniz.

Evet, nasıl ki hüşyar [uyanık] olan adam, yatmış olan adamın rüyasını tabir eder. Öyle de, bazan uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor, fakat kendi âlem-i menâmına [uyku âlemi] tatbik eder bir tarzda mânâ veriyor, tabir ediyor. Öyle de, ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim [uyutma] edilen insafsız adam! Sırr-ı مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى 1 ve تَنَامُ عَيْنِى وَلاَ يَنَامُ قَلْبِى 2 hükmüne mazhar [erişme, nail olma] ve hakikî hüşyar [uyanık] ve yakzan [uyanık] olan zâtın gördüğünü, sen kendi rüyanda inkâr değil, tabir et.

Evet, uykuda bir adamı bir sinek ısırsa, müthiş bir harpte yaralar alır gibi bir hakikat-i nevmiye [uyku gerçeği] bazan telâkki [anlama, kabul etme] eder. Ondan sorulsa, “Hakikaten ben yaralandım.  

469

Bana top, tüfek atıldı” diyecek. Yanında oturanlar, onun uykusundaki ıztırabına gülüyorlar.

İşte, bu nevm-âlûd [uykulu] nazar-ı gaflet [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] ve fikr-i felsefe, [felsefe düşüncesi] elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk [ölçü] olamazlar.

ON İKİNCİ ASIL: Nazar-ı Nübüvvet [Peygamberlik bakışı] ve tevhid ve iman, vahdete, [Allah’ın birliği] âhirete, Ulûhiyete [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] baktığı için, hakaikı [doğru gerçekler] ona göre görür. Ehl-i felsefe [felsefe ile uğraşanlar] ve hikmetin nazarı kesrete, [çokluk] esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar [bakış açısı] birbirinden çok uzaktır.

Ehl-i felsefenin [felsefe ile uğraşanlar] en büyük bir maksadı, ehl-i usulü’d-din [din usulcüleri; hadis, fıkıh ve tefsir âlimleri gibi] ve ulemâ-i ilm-i kelâmın [kelâm ilmi âlimleri] makàsıdı [gayeler, istenilen şeyler] içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte onun içindir ki, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tafsil-i mahiyetinde [öz niteliğinin ayrıntılı açıklaması] ve ince ahvallerinde [durumlar] ehl-i hikmet [felsefeciler] çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede [din ve âhiretle ilgili yüksek ilimler] o kadar geridirler ki, en basit bir mü’minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkıkîn-i İslâmiyeyi, [hakikatleri araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri] hükemâlara [filozof, felsefeci] nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette [çokluk] boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] ile makàsıd-ı âliye-i kudsiyeye [her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan İlâhî maksatlar, gayeler] yetişenlere yetişebilsinler?

Hem bir şey, iki nazarla bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i kat’iyesi, [kesin gerçek] Kur’ân’ın hakaik-ı kudsiyesine [mukaddes gerçekler] ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve muallâ [yüce] dâmenine [etek] erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz.

Meselâ, küre-i arz, [yer küre, dünya] ehl-i hikmet [felsefeciler] nazarıyla bakılsa, hakikati şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt [orta derece] bir seyyare [gezegen] gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahlûk… Fakat ehl-i Kur’ân [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] nazarıyla bakıldığı vakit, On Beşinci Sözde izah edildiği gibi, hakikati şöyledir ki: Semere-i âlem [kâinatın meyvesi] olan insan en

470

câmi’, [kapsamlı] en bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif [berrak, şirin, hoş] bir mu’cize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu’cizât-ı san’atının [san’at mu’cizeleri] meşheri, [sergi] sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının [Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları] mazharı, nokta-i mihrakiyesi; [odak noktası] nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın faaliyeti] mahşeri, mâkesi; [yansıma yeri] hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, [Allah’ın kendi zatına yaraşan yaratıcılığı] hususan nebâtat [bitkiler] ve hayvânâtın kesretli [çokluk] envâ-ı sağiresinden [küçük çeşitler] cevâdâne [cömertçe] icadın medarı, [kaynak, dayanak] çarşısı; ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta [ölçü] nümunegâhı; ve mensucât-ı ebediyenin [sonsuzluğa ait dokumalar] sür’atle işleyen destgâhı; [iş yeri] ve menâzır-ı sermediyenin [daimî manzaralar] çabuk değişen taklitgâhı; [taklit yeri] ve besâtîn-i daimenin [dâimî bostan ve bahçeler] tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen [başak] dar ve muvakkat [geçici] mezraası [tarla] ve terbiyegâhı olmuştur. İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden [mânevî büyüklük] ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir [san’at bakımından önemlilik] ki, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren [defalarca] رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 diyor.

İşte, sair mesâili [meseleler] buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri, Kur’ân’ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe [çarpışma] edemez. Nokta-i nazar [bakış açısı] ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.

DÖRDÜNCÜ DAL

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِى اْلاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَۤابُّ وَكَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ وَكَثِيرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُ وَمَنْ يُهِنِ

471

اللهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍ اِنَّ اللهَ يَفْعَلُ مَايَشَۤاءُ * 1

Şu büyük ve geniş âyetin hazinesinden yalnız birtek cevherini göstereceğiz. Şöyle ki:

Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tasrih [açık şekilde bildirme] ediyor ki, Arştan ferşe, [yer] yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, [balık] seyyârâttan [gezegenler] zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar [erişme, nail olma] oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. Biz, onların ibadetlerinin tenevvüünün [çeşitlenme] bir nev’ini, bir temsille beyan ederiz.

Meselâ, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 2 azîm bir mâlikü’l-mülk, [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina ettiği vakit, o zat dört nevi ameleyi onun binasında istihdam [çalıştırma] ve istimal [çalıştırma, vazifelendirme] eder.

Birinci nevi: Onun memlük [köle] ve köleleridir. Bu nev’in ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar, seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde, onların gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin medhinden ve vasfından ne deseler, onların zevkini ve şevkini ziyade eder. Onlar, o mukaddes seyyidlerine intisaplarını [bağlanma] büyük bir şeref bilerek onunla iktifa [yetinme] ediyorlar. Hem o seyyidin namıyla, hesabıyla, nazarıyla işlere bakmalarından da mânevî lezzet buluyorlar; ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar.

İkinci kısım ki, bazı âmi [basit, sıradan] hizmetkârlardır. Bilmiyorlar, niçin işliyorlar. Belki o mâlik-i zîşan [şanlı ve şerefli sahip] onları istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyor, kendi fikriyle ve ilmiyle onları çalıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz’î [ferdî, küçük] ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar ki, amellerine ne çeşit küllî gayeler, âli [yüce] maslahatlar [amaç, yarar] terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] ediyor. Hattâ bazıları tevehhüm [kuruntu] ediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine ait o ücret ve maaşından başka gayesi yoktur.

472

Üçüncü kısım: O mâlikü’l-mülkün [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] bir kısım hayvânâtı var. Onları o şehrin, o sarayın binasında bazı işlerde istihdam [çalıştırma] ediyor. Onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da istidatlarına [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] muvafık işlerde çalışmaları, onlara bir telezzüz [lezzet alma] veriyor. Çünkü, bilkuvve [potansiyel olarak] bir kabiliyet ve bir istidat, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] fiil ve amel suretine girse, inbisat [genişleme, yayılma] ile teneffüs eder, bir lezzet verir. Ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır. Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları, yalnız yem ve şu lezzet-i mâneviyedir; [mânevî lezzet] onunla iktifa [yetinme] ederler.

Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki, biliyorlar ne işliyorlar ve niçin işliyorlar ve kimin için işliyorlar ve sair ameleler niçin işliyorlar ve o mâlikü’l-mülkün [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] maksadı nedir, niçin işlettiriyor? İşte bu nevi amelelerin sair amelelere bir riyaset ve nezaretleri var. Onların derecat [dereceler] ve rütbelerine göre, derece derece maaşları var.

Aynen bunun gibi, semâvât ve arzın [gökler ve yer] Mâlik-i Zülcelâli [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan, her şeyin sahibi Allah] ve dünya ve âhiretin Bâni-i Zülcemâli [sonsuz güzellik sahibi, herşeyin yapıcısı olan Allah] olan Rabbü’l-Âlemîn—değil [âlemlerin Rabbi olan Allah] ihtiyaç için, çünkü herşeyin Hâlıkı Odur; belki izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet ve rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] şuûnâtı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] gibi bazı hikmetler için—şu kâinat sarayında, şu daire-i esbab [sebepler dairesi] içinde, hem melâikeyi, [melekler] hem hayvânâtı, hem cemâdat [cansız varlıklar] ve nebâtâtı, [bitkiler] hem insanları istihdam [çalıştırma] ediyor, onlara ibadet ettiriyor. Şu dört nev’i, ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetle [kulluk görevleri] mükellef etmiştir.

Birinci kısım: Temsilde memlüklere [köle] misal melâikelerdir. [melekler] Melâikeler [melekler] ise, onlarda mücahede [Allah yolunda cihad etme] ile terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat onların nefs-i amellerinde [amelin kendisi] bir zevk-i mahsusaları [özel zevk] var, nefs-i ibadetlerinde [ibâdetin kendisi] derecatlarına [dereceler] göre tefeyyüzleri [feyizlenme] var. Demek, o hizmetkârlarının mükâfatı, hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziya ve gıda ile tagaddî [gıdalanma, beslenme] edip telezzüz [lezzet alma] eder. Öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve muhabbetin envarıyla [nurlar] tagaddî [gıdalanma, beslenme] edip telezzüz [lezzet alma] ediyorlar.

473

Çünkü onlar nurdan mahlûk oldukları için, gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe [güzel, hoş koku] dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, [temiz ve iyi ruhlar] revâyih-i tayyibeyi [temiz ve güzel kokular] sever.

Hem melekler, Mâbudlarının [ibadet edilen] emriyle işledikleri işlerde ve Onun hesabıyla işledikleri amellerde ve Onun namıyla ettikleri hizmette ve Onun nazarıyla yaptıkları nezarette ve Onun intisabıyla [bağlanma, mensup olma] kazandıkları şerefte ve Onun mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve melekûtunun [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] mütalâasıyla aldıkları tenezzühte [ferahlama, rahatlama] ve Onun tecelliyât-ı cemâliye [Allah’ın sonsuz güzelliğinin yansımaları, görüntüleri] ve celâliyesinin müşahedesiyle kazandıkları tena’umda [nimetlenme] öyle bir saadet-i azîme [büyük mutluluk] vardır ki, akl-ı beşer [insan aklı] anlamaz, melek olmayan bilemez.

Meleklerin bir kısmı âbiddirler. Diğer bir kısmının ubûdiyetleri, [Allah’a kulluk] ameldedir. Melâike-i arziyenin [dünyadaki işlerle meşgul olan melekler] amele kısmı, bir nevi insan gibidir, tabir caizse bir nevi çobanlık ederler. Bir nev’i de çiftçilik ederler.

Yani rû-yi zemin [yeryüzü] umumî bir mezraadır. [tarla] İçindeki bütün hayvânâtın taifelerine, Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] emriyle, izniyle, hesabıyla, havl [güç] ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel [görevli melek] nezaret eder. Ondan daha küçük, herbir nevi hayvânâta mahsus, bir nevi çobanlık edecek bir melâike-i müekkel [görevli melekler] var.

Hem de rû-yi zemin [yeryüzü] bir tarladır; umum nebâtat [bitkiler] onun içinde ekilir. Umumuna, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] namıyla, kuvvetiyle nezaret edecek müekkel [görevli] bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir taife-i mahsusaya [özel topluluk] nezaret etmekle Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzâkıyet [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] arşının hamelesinden [taşıyan] olan Hazret-i Mikail aleyhisselâm, şunların en büyük nâzırlarıdır.

Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde [derece] olanlarının insanlara müşabehetleri [benzeme] yoktur. Çünkü onların nezaretleri sırf Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabıyladır ve Onun namıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalâa etmek ve evâmir-i İlâhiyeyi [Cenab-ı Allah’ın emirleri] o nev’e bir nevi ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] etmek ve o

474

nev’in ef’âl-i ihtiyariyesini [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebâtâta [bitkiler] nezaretleri, onların tesbihat-ı mâneviyelerini [sözle değil de mânâ ile yapılan tesbihat] melek lisanıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelâle [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] karşı takdim ettiği tahiyyât-ı mâneviyelerini [mânevi selâm ve dualar] melek lisanıyla ilân etmek, hem onlara verilen cihâzâtı hüsn-ü istimal [güzel ve iyi kullanma] etmek ve bazı gayelere tevcih [yöneltme] etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir.

Melâikelerin [melekler] şu hizmetleri, cüz-ü ihtiyarîleriyle [insandaki çok az seçim gücü, irade] bir nevi kisbdir. [çalışma] Belki bir nevi ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve ibadettir. Tasarruf-u hakikîleri [gerçek anlamda dilediği gibi kullanma ve yönetme] yoktur. Çünkü herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye [herşeyin yaratıcısı olan Allah] has bir sikke [mühür] vardır; başkaları parmağını icada karıştıramaz. Demek melâikelerin [melekler] şu nevi amelleri ise onların ibadetidir; insan gibi âdetleri değildir.

Ve bu saray-ı kâinatta [kâinat sarayı] ikinci kısım amele, hayvânattır. Hayvânat dahi, iştiha [arzu, istek] sahibi bir nefis ve bir cüz-ü ihtiyarîleri [insandaki çok az seçim gücü, irade] olduğundan, amelleri hâlisen [katıksız, samimi olarak] livechillâh [Allah için] olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için, Mâlikü’l-Mülki Zü’l-Celâli ve’l-İkram, [bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet ve ikram sahibi Allah] kerîm [cömert, ikram sahibi] olduğundan, onların nefislerine bir hisse vermek için, amellerinin zımnında [iç] onlara bir maaş ihsan [bağış] ediyor.

Meselâ, meşhur bülbül kuşu,Haşiye gülün aşkıyla maruf [bilinen] o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] istihdam [çalıştırma] ediyor. Beş gaye için onu istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyor:

· Birincisi: Hayvânat kabileleri namına, nebâtat [bitkiler] taifelerine karşı olan münasebât-ı şedideyi [kuvvetli bağlantılar] ilâna memurdur.

· İkincisi: Rahmân’ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvânat tarafından bir hatib-i Rabbânîdir [Allah’ın bir hutbecisi, [balık] Onun adına koşan] ki, Rezzâk-ı Kerîm [bütün varlıkların ihtiyaçları olan rızıklarını veren, sınırsız ikram ve cömertlik sahibi Allah] tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve ilân-ı sürur [sevincin duyurulması] etmekle muvazzaftır.

475

· Üçüncüsü: Ebnâ-yı cinsine [aynı cins ve türden gelenler] imdat için gönderilen nebâtâta [bitkiler] karşı hüsn-ü istikbali [güzel bir şekilde karşılama] herkesin başında izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmektir.

· Dördüncüsü: Nev-i hayvânâtın [hayvan türü] nebâtâta [bitkiler] derece-i aşka [aşk derecesi] vasıl olan şiddet-i ihtiyacını, nebâtâtın [bitkiler] güzel yüzlerine karşı, mübarek başları üstünde beyan etmektir.

· Beşincisi: Mâlikü’l-Mülk-i Zü’l-Celâli ve’l-Cemâli ve’l-İkramın [bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet, güzellik ve ikram sahibi Allah] bârgâh-ı merhametine [merhamet makamı] en lâtif [berrak, şirin, hoş] bir tesbihi, en lâtif [berrak, şirin, hoş] bir şevk içinde, gül gibi en lâtif [berrak, şirin, hoş] bir yüzde takdim etmektir.

İşte, şu beş gayeler gibi başka mânâlar da vardır. Şu mânâlar ve şu gayeler, bülbülün, Hak Sübhânehu ve Teâlânın [Hakkın ta kendisi, her türlü kusur ve eksiklikten uzak ve yüce olan Allah] hesabına ettiği amelin gayesidir. Bülbül kendi diliyle konuşur; biz şu mânâları onun hazin sözlerinden fehmediyoruz. Melâike [melek] ve ruhaniyatın [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] fehmettikleri gibi kendisi kendi nağamâtının [nağmeler, ezgiler] mânâsını tamamen bilmese de fehmimize zarar vermez. “Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar” meşhurdur. Hem bülbül şu gayeleri tafsilâtıyla [ayrıntılar] bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor. Lâakal, [en az] saat gibi sana evkatını [vakitler] bildirir. Kendisi bilmiyor, ne yapıyor. Bilmemesi, senin bildiğine zarar vermez.

Amma o bülbülün cüz’î [ferdî, küçük] maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşahedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhavere [karşılıklı konuşma] ve konuşmak ve dertlerini dökmekle aldığı telezzüzdür. [lezzet alma] Demek onun nağamât-ı hazînesi, [hüzünlü nağmeler] hayvanî teellümattan [elem çekme] gelen teşekkiyat [şikâyetler] değil, belki atâyâ-yı Rahmâniyeden [sonsuz merhamet sahibi Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bağış ve hediyeleri] gelen bir teşekkürattır. [teşekkürler]

Bülbüle nahli, [arı] fahli, [aygır; neslin devamını sağlayan erkek hayvan] ankebut [örümcek] ve nemli, [karınca] yani arı ve vasıta-i nesil [üreme vasıtası] erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevâm [böcekler] ve küçük hayvanların bülbüllerini kıyas et. Herbirinin amellerinin bülbül gibi çok gayeleri var. Onlar için de birer maaş-ı cüz’î [az bir maaş] hükmünde birer zevk-i mahsus, [özel zevk] hizmetlerinin içinde derc [yerleştirme] edilmiştir. O zevk ile san’at-ı Rabbâniyedeki [Allah’ın san’atı] mühim gayelere hizmet ediyorlar. Nasıl ki bir sefine-i sultaniyede [hükümdarlık gemisi] bir nefer [asker] dümencilik edip bir cüz’î [ferdî, küçük] maaş alır. Öyle de, hizmet-i Sübhâniyede [kusur ve eksiklikten yüce olan Allah’ın hizmeti] bulunan bu hayvânâtın birer cüz’î [ferdî, küçük] maaşları vardır.

476

Bülbül bahsine bir tetimme: [ek] Sakın zannetme ki, bu ilân ve dellâllık [davetçi, ilan edici] ve tesbihatın nağamâtıyla [nağmeler, ezgiler] tegannî [şarkı söyleme] bülbüle mahsustur. Belki ekser envâın [tür] herbir nev’inin bülbül misali bir sınıfı var ki, o nev’in en lâtif [berrak, şirin, hoş] hissiyatını, en lâtif [berrak, şirin, hoş] bir tesbih ile, en lâtif [berrak, şirin, hoş] sec’alarla temsil edecek birer lâtif [berrak, şirin, hoş] ferdi veya efradı [bireyler] bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeşit çeşittirler ki, onlar, bütün kulağı bulunanların, en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında, tesbihatlarını güzel sec’alarla onlara işittirip onları mütelezziz [lezzet alan] ediyorlar.

Onlardan bir kısmı leylîdir. [gececi] Gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kaside-hân [şiir okuyan] enisleri, gecenin sükûnetinde ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] sükûtunda, onların tatlı sözlü nutuk-hanlarıdır. Ve o meclis-i halvette [zikir meclisi] olan zikr-i hafînin [gizli zikir] dairesinde birer kutuptur [esas, önder, direk, eksen] ki, herbirisi onu dinler, kendi kalbleriyle Fâtır-ı Zülcelâllerine [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] bir nevi zikir ve tesbih ederler.

Diğer bir kısmı neharîdir. [gündüz] Gündüzde, ağaçların minberlerinde, [câmide hutbe okunan yer] bütün zîhayatların [canlı] başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde, yüksek âvazlarıyla, lâtif [berrak, şirin, hoş] nağamatla, [nağmeler, ahenkli ezgiler.] sec’alı tesbihatla Rahmânü’r-Rahîmin [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] rahmetini ilân ediyorlar. Güya bir zikr-i cehrî [açıktan yapılan sesli zikir] halkasının bir reisi gibi, işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit işitenlerin herbirisi lisan-ı mahsusuyla [kendine özel dil] ve bir âvâz-ı hususî ile Fâtır-ı Zülcelâlinin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] zikrine başlar.

Demek, herbir nevi mevcudatın, [var edilenler, varlıklar] hattâ yıldızların da bir serzâkiri [zikredenlerin başı] ve nurefşan [nur saçan] bir bülbülü var. Fakat bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi [en şerefli] ve en münevveri [aydın] ve en bâhiri [açık] ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] en ekmel [daha mükemmel] ve suretçe [şekilce] en ecmel, [daha güzel] kâinat bostanında, arz ve semâvâtın bütün mevcudatını [var edilenler, varlıklar] lâtif [berrak, şirin, hoş] seceâtıyla, [sec’alar, kuşların çıkardıkları sesler] leziz nağamâtıyla, [nağmeler, ezgiler] ulvî tesbihatiyle vecde [coşku] ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşânı ve benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı, Muhammed-i Arabîdir. [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)]

477

عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰ لِهِ وَاَمْثَالِهِ اَفْضَلُ الصَّلاَةِ وَاَجْمَلُ التَّسْلِيمَاتِ * 1

Elhasıl: [kısaca, özetle] Kâinat sarayında hizmet eden hayvânat, kemâl-i itaatle [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] evâmir-i tekvîniyeye [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] imtisal [bağlanma, boyun eğme] edip, fıtratlarındaki gayeleri güzel bir vech [cihet, yön, taraf] ile ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] namıyla izhar [açığa çıkarma, gösterme] ederek, hayatlarının vazifelerini bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] bir tarzla, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kuvvetiyle işlemekle ettikleri tesbihat ve ibadat, [ibadetler] onların hedâyâ [hediyeler] ve tahiyyâtlarıdır ki, Fâtır-ı Zülcelâl [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] ve Vâhib-i Hayat [hayat bağışlayan Allah] dergâhına [Allah’ın yüce katı] takdim ediyorlar.

Üçüncü kısım ameleler, nebâtat [bitkiler] ve cemâdattır. [cansız varlıklar] Onların cüz-ü ihtiyarîleri [insandaki çok az seçim gücü, irade] olmadığı için, maaşları yoktur. Amelleri hâlisen [katıksız, samimi olarak] livechillâhtır [Allah için] ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] iradesiyle ve ismiyle ve hesabıyla ve havl [güç] ve kuvvetiyledir.

Fakat nebâtâtın [bitkiler] gidişatlarından hissolunuyor ki, onların vezâif-i telkih ve tevlidde [doğurma] ve meyvelerin terbiyesinde bir çeşit telezzüzatları [lezzet alma] var; fakat hiç teellümâta [elem çekme] mazhar [erişme, nail olma] değiller. Hayvan, muhtar olduğu için, lezzetle beraber elemi de var. Cemâdat [cansız varlıklar] ve nebâtâtın [bitkiler] amellerinde ihtiyar gelmediği için, eserleri de, ihtiyar sahibi olan hayvanların amellerinden daha mükemmel oluyor. İhtiyar sahibi olanların içinde, arı emsali gibi vahiy ve ilhamla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] tenevvür [aydınlanma, nurlanma] edenlerin amelleri, cüz-ü ihtiyarîsine [insandaki çok az seçim gücü, irade] itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir.

Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın [bitkiler] herbir taifesi, lisan-ı hâl [hal dili] ve istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] diliyle Fâtır-ı Hakîmden [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] sual ediyorlar, dua ediyorlar ki, “Yâ Rabbenâ! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] lisanımızla ilân edelim. Ve rû-yi arz [yeryüzü] mescidinin herbir köşesinde Sana ibadet etmek için bize tevfik [başarı] ver. Ve meşhergâh-ı arzın [yeryüzü sergisi] herbir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] nakışlarını, [işleme] Senin bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] ve antika san’atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç [değer, kıymet] ve seyahate iktidar ver” derler.

478

Fâtır-ı Hakîm, [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] onların mânevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri namına esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] okutturuyorlar (ekser dikenli nebâtat [bitkiler] ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi). Ve bir kısmına da, insana lâzım veya hoşuna gidecek güzel et veriyor, insanı ona hizmetkâr edip her tarafa ekiyor. Bazı taifelerine de, hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar yutacak bir et veriyor ki, hayvanlar onu çok taraflara dağıtıyorlar. Bazılara da çengelcikleri verip her temas edene yapışıyor; başka yerlere giderek taifesinin bayrağını dikerler, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] antika san’atını teşhir ediyorlar. Ve bir kısmına da-acı düvelek denilen nebâtat [bitkiler] gibi-saçmalı tüfek gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiği zaman onun meyvesi olan hıyarcık düşer, saçmalar gibi birkaç metre yerlere tohumcuklarını atar, zer’ eder, Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] zikir ve tesbihini kesretli [çokluk] lisanlarla söylettirmeye çalışırlar. Ve hâkezâ, kıyas et.

Fâtır-ı Hakîm [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] ve Kadîr-i Alîm, [herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten Allah] kemâl-i intizamla, [tam ve mükemmel düzen] herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih [yöneltme] etmiş, güzel vazifelerle tavzif [görevlendirme] etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor.

Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, [anlamsızlık] dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.

Dördüncü kısım insandır. Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar hem melâikeye [melekler] benzer, hem hayvânâta benzer. Melâikeye, [melekler] ubûdiyet-i külliyede, [büyük ve umumî kulluk] nezaretin şümulünde, [kapsam] marifetin [Allah’ı bilme ve tanıma] ihatasında, [herşeyi kuşatma] Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dellâllığında [davetçi, ilan edici] meleklere benzer. Belki insan daha câmi’dir. [kapsamlı] Fakat insanın şerîre ve iştiha[arzu, istek] bir nefsi bulunduğundan, melâikenin [melekler] hilâfına olarak, pek mühim terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] ve tedenniyâta [alçalmalar, gerilemeler] mazhardır. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için, hayvana benzer.

Öyle ise insanın iki maaşı var: Biri cüz’îdir, [ferdî, küçük] hayvanîdir, muacceldir. [peşin] İkincisi

479

melekîdir, [melek gibi, meleğe ait] küllîdir, müecceldir. [ertelenmiş] Şimdi, insanın vazifesiyle maaşı ve terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] ve tedenniyâtı, [alçalmalar, gerilemeler] geçen yirmi üç adet Sözlerde kısmen geçmiştir. Hususan On Birinci ve Yirmi Üçüncüde daha ziyade beyan edilmiş.

Onun için şurada ihtisar [kısaltma] ederek kapıyı kapıyoruz. Erhamürrâhimînden, [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] rahmet kapılarını bize açmasını ve şu Sözün tekmiline [mükemmelleştirme, geliştirme] tevfikini [başarı] refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] eylemesini niyaz ile kusurumuzun ve hatamızın affını talep ile hatmediyoruz.

BEŞİNCİ DAL

Beşinci Dalın Beş Meyvesi var.

BİRİNCİ MEYVE: Ey nefisperest [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] nefsim, ve ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. [varlık sebebi] Hem şu kâinatın rabıtasıdır, [bağ] hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi’ [kapsamlı] bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc [yerleştirme] edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] sahibi olabilir.

İşte, ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfa [korku] ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc [yerleştirme] olunmuştur. Alâküllihal, [her durumda] o muhabbet ve havf, [korku] ya halka veya Hâlıka müteveccih [yönelen] olacak. Halbuki, halktan havf [korku] ise elîm bir beliyyedir; [belâ] halka muhabbet dahi belâlı bir musibettir.

Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, [korku] elîm bir belâdır.

Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir [aşağılama] eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, mâşukundan [aşık olunan, sevgili] şikâyet eder. Çünkü, Samed [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] âyinesi [aynası] olan bâtın-ı kalble [kalbin içi] sanem-misal [put] dünyevî mahbuplara [sevgili] perestiş [aşırı derece sevme] etmek, o mahbupların [sevgili] nazarında sakildir [ağır] ve istiskal eder, reddeder. Zira, fıtrat, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvânî sevmekler bahsimizden hariçtir.)

480

Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir [aşağılama] ediyor, ya sana refakat etmiyor, senin rağmına [zıddına, aksine] mufarakat [ayrılık] ediyor. Madem öyledir; bu havf [korku] ve muhabbeti öyle birisine tevcih [yöneltme] et ki, senin havfın [korku] lezzetli bir tezellül [alçalma] olsun, muhabbetin zilletsiz [alçaklık] bir saadet olsun.

Evet, Hâlık-ı Zülcelâlinden [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] havf [korku] etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf [korku] bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celb [çekme] ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb [çekme] ediyor. Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır. [parıltı] Demek havfullahta [korku] azîm bir lezzet vardır.

Madem havfullahın [korku] böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta [Allah sevgisi] ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf [korku] eden, başkaların kasavetli, [sıkıntılı, üzüntülü] belâlı havfından [korku] kurtulur. Hem, Allah hesabına olduğu için, mahlûkata ettiği muhabbet dahi firaklı, [ayrılık] elemli olmuyor.

Evet, insan evvelâ nefsini sever. Sonra akaribini, [akrabalar, yakınlar] sonra milletini, sonra zîhayat [canlı] mahlûkları, [varlıklar] sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır; onların lezzetleriyle mütelezziz [lezzet alan] ve elemleriyle müteellim [acı çeken] olabilir. Halbuki, şu hercümerç [karışıklık, dağınıklık] âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından, biçare kalb-i insan [insan kalbi] her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ıztırap içinde kalır. Yahut gafletle sarhoş olur.

Madem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve cemâl sahibine [sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah] mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin; o vakit bütün eşyayı Onun namıyla ve Onun âyinesi [aynası] olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet [azap, ceza (nimetin zıddı)] olur.

Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki: Ey nefis, sen muhabbetini kendi

481

nefsine sarf ediyorsun. Sen kendi nefsini kendine mâbud [ibadet edilen] ve mahbup [sevgili] yapıyorsun. Herşeyi nefsine feda ediyorsun. Adeta bir nevi rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi ya kemâldir—zira kemâl zâtında sevilir—yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir; ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey nefis, birkaç Sözde kat’î ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, [eksiklik, noksanlık] fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, [karanlık] karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ediyorsun. Demek, ey nefis, nefsine muhabbet değil, belki adavet [düşmanlık] etmelisin yahut acımalısın veyahut, mutmainne [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen—çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; [kaynak] sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun—o [aşık] zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi [kişisel çıkar] nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark [boğma] eder, nefsinde bir lem’acıkla [parıltı] iktifa [yetinme] eder. Zira, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber, bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intıfâ [yok olma, sönme] ettiğin ve saadetleriyle mes’ut olduğun mevcudâtın [varlıklar] ve bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tâbi bir Mahbûb-u Ezelîyi [Ezelî Sevgili, varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratılmışlar tarafından çok sevilen Allah] sevmekliğin lâzımdır—tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz [lezzet alan] olasın, hem kemâl-i mutlakın [her yönüyle mükemmel olma] muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit [çok şiddetli] muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir [Allah’ın yüce zâtına sevgi] ki, sen sûiistimal edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene’yi yırt, Hüve‘yi [“O”, Allah] göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, Onun esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sûiistimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahmânü’r-Rahîm [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] ismiyle, hurilerle

482

müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] Cennet gibi senin bütün arzularına câmi’ [kapsamlı] bir meskeni senin cismanî hevesâtına ihzar [hazırlama] eden; ve sair esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letâifin [duygular] arzularını tatmin edecek ebedî ihsânâtını o Cennette sana müheyyâ [hazır] eden; ve herbir isminde mânevî çok hazine-i ihsan ve kerem [cömertlik] [iyilik ve bağış hazinesi] bulunan bir Mahbûb-u Ezelînin, [Ezelî Sevgili, varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratılmışlar tarafından çok sevilen Allah] elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat Onun bir cüz’î [ferdî, küçük] tecellî-i muhabbetine [sevginin yansıması] bedel olamaz. Öyle ise, o Mahbûb-u Ezelînin [Ezelî Sevgili, varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratılmışlar tarafından çok sevilen Allah] kendi habîbine [sevgili] söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi [ezelî buyruk, hükmü belli bir zamanla kayıtlı olmayan ferman] dinle, ittibâ [tâbi olma, bağlanma] et:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ * 1

İKİNCİ MEYVE: Ey nefis! Ubûdiyet, [Allah’a kulluk] mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika [sonradan verilecek olan mükafatın başlangıcı] değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır. [geçmişte verilmiş nimetin sonucu] Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubûdiyetle [Allah’a kulluk] muvazzafız.

Çünkü, ey nefis, hayr-ı mahz [iyiliğin ta kendisi] olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelâl, [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] sana iştiha[arzu, istek] bir mide verdiğinden, Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] ismiyle, bütün mat’umâtı [yenecek şeyler] bir sofra-i nimet [nimet sofrası] içinde senin önüne koymuştur.

Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rû-yi zemin [yeryüzü] kadar geniş bir sofra-i nimeti, [nimet sofrası] o ellerin önüne koymuştur.

Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] [varlığın dış ve iç yüzü] gibi geniş bir sofra-i nimet, [nimet sofrası] o mide-i insaniyetin [insanın midesi] önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.

Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tagaddî [gıdalanma, beslenme] eden ve insaniyet-i kübrâ [büyük insanlık; İslâmiyetin hakikatleri] olan İslâmiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] ile beraber Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] ve sıfât-ı mukaddesenin [mukaddes sıfatlar] dairesine şamil bir sofra-i nimet [nimet sofrası] ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.

483

Sonra, imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] bir sofra-i nimet [nimet sofrası] ve saadet ve lezzet sana ihsan [bağış] etmiştir.

Yani, cismâniyetin [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] itibarıyla küçük, zayıf, âciz, zelil, [aşağılanan] mukayyet, [kayıt altında, bağlı] mahdut [sınırlanmış] bir cüzsün. Onun ihsanıyla, [bağış] cüz’î [ferdî, küçük] bir cüzden, küllî bir küll-ü nuranî [nurlu bir küll, bütün varlıklarla ilgisi olan bir kapsamlılık] hükmüne geçtin. Zira, hayatı sana vermekle, cüz’iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle hakikî külliyete; ve İslâmiyeti vermekle ulvî ve nuranî bir külliyete; ve marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çıkarmış.

İşte, ey nefis, sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet [Allah’a kulluk] gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi [yeterli] gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne [zorbaca] istiyorsun. Ve hem “Niçin duam kabul olmadı?” diye nazlanıyorsun.

Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Cenneti ve saadet-i ebediyeyi, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mahz-ı fazl [iyilik ve bağışın ta kendisi] ve keremiyle [cömertlik] ihsan [bağış] eder. Sen daima rahmet ve keremine [cömertlik] iltica et, Ona güven ve şu fermanı dinle:

قُلْ بِفَضْلِ اللهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذٰ لِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ * 1

Eğer desen: “Şu küllî, hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdut [sınırlanmış] ve cüz’î [ferdî, küçük] şükrümle mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilirim?”

Elcevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikadla. [inanç] Meselâ, nasıl ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini [benzer] sana hediye ederdim.”

İşte, hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin [halk] derece-i sadakat [bağlılık derecesi] ve hürmetlerine alâmet

484

olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad [inanç] liyakatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.

Aynen öyle de, âciz bir abd, [köle] namazında “Ettahiyyâtü lillâh” der. Yani, “Bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, [kulluk hediyesi] ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler [selâm, hediye] Sana takdim edecektim. Hem Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın.” İşte şu niyet ve itikad, [inanç] pek geniş bir şükr-ü küllîdir. [bütün nimetler için varlıkların tamamı adına yapılan şükür]

Nebâtâtın [bitkiler] tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Meselâ, kavun, kalbinde, nüveler [çekirdek] suretinde bin niyet eder ki, “Yâ Hâlıkım! [her şeyi yaratan Allah] Senin Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] nakışlarını [işleme] yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim.” Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder. “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır”1 şu sırra işaret eder.

Hem

سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ عَدَدَ خَلْقِكَ وَرِضَۤاءَ نَفْسِكَ وَزِنَةَ عَرْشِكَ وَمِدَادَ كَلِمَاتِكَ وَنُسَبِّحُكَ بِجَمِيعِ تَسْبِيحَاتِ اَنْبِيَۤائِكَ وَاَوْلِيَۤائِكَ وَمَلٰۤئِكَتِكَ * 2

gibi hadsiz adetle tesbih etmenin hikmeti şu sırdan anlaşılır.

Hem nasıl bir zabit [subay] bütün neferâtının [asker] yekûn [bütün, toplam] hizmetlerini kendi namına padişaha takdim eder. Öyle de, mahlûkata zabitlik [subay] eden ve hayvânat ve nebâtâta [bitkiler] kumandanlık yapan ve mevcudat-ı arziyeye [yeryüzünde yaşayan varlıklar] halifelik etmeye kabil [mümkün] olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telâkki [anlama, kabul etme] eden insan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 3 der, bütün halkın ibadetlerini ve istiânelerini [yardım dileme] kendi namına Mâbûd-u Zülcelâle [sonsuz haşmet ve heybet sahibi ve herşeyin kendisine ibadet ettiği Allah] takdim eder.

485

Hem

سُبْحَانَكَ بِجَمِيعِ تَسْبِيحَاتِ جَمِيعِ مَخْلُوقَاتِكَ وَبِاَلْسِنَةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ * 1

der, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kendi hesabına söylettirir.

Hem اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَۤائِنَاتِ وَمُرَكَّبَاتِهَا 2 der, herşey namına bir salâvat [namazlar, dualar] getirir. Çünkü herşey nur-u Ahmedî [Peygamberimizin (a.s.m.) nuru] (a.s.m.) ile alâkadardır. İşte, tesbihatta, salâvatlarda [namazlar, dualar] hadsiz adetlerin hikmetini anla.

ÜÇÜNCÜ MEYVE: Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî [âhirete ait iş] istersen; ve herbir dakika-i ömrünü [ömür dakikası] bir ömür kadar faideli görmek istersen; ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalb etmeyi [dönüştürme] seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] et. Çünkü, bir muamele-i şer’iyeye [dinle ilgili davranış] tatbik-i amel [işin uygulanması, şeriat ve sünnete uyarlanması] ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor, bir nevi ibadet oluyor, uhrevî çok meyveler veriyor.

Meselâ birşeyi satın aldın. İcab ve kabul-ü şer’îyi tatbik ettiğin dakikada, o âdi alışverişin bir ibadet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü şer’î, [dini hükmün hatırlanması] bir tasavvur-u vahiy [vahyi düşünme] verir. O dahi, Şârii [kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah] düşünmekle, bir teveccüh-ü İlâhî [Allah’a yöneliş] verir. O dahi bir huzur verir. Demek, Sünnet-i Seniyyeye tatbik-i amel [işin uygulanması, şeriat ve sünnete uyarlanması] etmekle, bu fâni ömür, bâki meyveler verecek bir hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] medar [kaynak, dayanak] olacak olan faideler elde edilir.

فَاٰمِنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ * 3

fermanını dinle. Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ahkâmları [hükümler] içinde cilveleri intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] herbir isminin feyz-i tecellîsine [yansımadan doğan feyiz, bereket] bir mazhar-ı câmi’ [kapsamlı bir görüntü yeri] olmaya çalış.

486

DÖRDÜNCÜ MEYVE: Ey nefis! Ehl-i dünyaya, [dünyada yaşayanlar] hususan ehl-i sefahete, [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] hususan ehl-i küfre bakıp, surî [görünüşte] ziynet ve aldatıcı gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] lezzetlerine aldanıp taklit etme. Çünkü sen onları taklit etsen, onlar gibi olamazsın. Pek çok sukut [alçalış, düşüş] edeceksin. Hayvan dahi olamazsın. Çünkü senin başındaki akıl, meş’um [kötü] bir âlet olur; senin başını daima dövecektir.

Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa’ub [kısım ve bölümlere ayrılma] etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer.

Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut [bağlı] olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler.

İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el’iyâzü billâh, [Allah korusun] kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler [berrak, şirin, hoş] karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin?

Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine [ahlâkî mükemmellikler, üstün özellikler] medar [kaynak, dayanak] olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına [her şeyi yaratan Allah] bir çeşit itikatları [inanç] kalabilir.

Ey nefs-i emmâre! [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] Eğer desen, “Ben ecnebi değil, hayvan olmak isterim”; sana kaç defa söylemiştim, hayvan gibi olamazsın. Zira kafandaki akıl olduğu için, o akıl geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokatıyla senin yüzüne, gözüne, başına çarparak dövüyor. Bir lezzet içinde bin elem katıyor. Hayvan ise, elemsiz,

487

güzel bir lezzet alır, zevk eder. Öyle ise, evvelâ aklını çıkar, at, sonra hayvan ol. Hem كَاْلاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ 1 sille-i tedibini [edeplendirme tokadı] gör.

BEŞİNCİ MEYVE: Ey nefis! Mükerreren [defalarca] söylediğimiz gibi, insan, şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi’ [kapsamlı] ve umuma bakar ve umumun cihetü’l-vahdetini [birlik yönü] içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, [çokluk] fenâya, dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubûdiyet [Allah’a kulluk] ise, onun yüzünü fenâdan bekàya, halktan Hakka, kesretten [çokluk] vahdete, [Allah’ın birliği] müntehâdan [bir şeyin en uç noktası] mebdee [başlangıç] çeviren bir hayt-ı vuslat, [kavuşma bağı] yahut mebde’ [başlangıç] ve müntehâ [bir şeyin en uç noktası] ortasında bir nokta-i ittisaldir. [bağlantı noktası]

Nasıl ki, tohum olacak kıymettar bir meyve-i zîşuur, [şuur sahibi, bilinçli meyve] ağacın altındaki zîruhlara [ruh sahibi] baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak, âdi birtek meyve gibi zayi olacak. Eğer o meyve, nokta-i istinadını [dayanak noktası] bulsa, içindeki çekirdek bütün ağacın cihetü’l-vahdetini [birlik yönü] tutmakla beraber, ağacın bekàsına ve hakikatinin devamına vasıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakikat-i külliye-i daimeye, bir ömr-ü bâki [devamlı ömür] içinde mazhar [erişme, nail olma] oluyor.

Öyle de, insan, eğer kesrete [çokluk] dalıp, kâinat içinde boğulup, dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasârete [zarar] düşer. Hem fenâ, hem fâni, hem ademe düşer. Hem mânen kendini idam [hiçlik, yokluk] eder. Eğer lisan-ı Kur’ân‘dan [Kur’ân dili] kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete [Allah’ın birliği] müteveccih [yönelen] olsa, ubûdiyetin [Allah’a kulluk] miracıyla [Allah’ın huzuruna yükselme] arş-ı kemâlâta [mükemmelliklerin, faziletlerin arşı, zirvesi] çıkabilir, bâki bir insan olur.

Ey nefsim! Madem hakikat böyledir. Ve madem millet-i İbrahimiyedensin [İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler] (a.s.). İbrahimvâri لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 2 de. Ve Mahbûb-u Bâkîye [sonsuz sevgili olan Allah] yüzünü çevir. Ve benim gibi şöyle ağla:Haşiye