SÖZLER – Yirmi Yedinci Söz (646-668)

646

Yirmi Yedinci Söz

 İçtihad Risalesi

Beş altı sene mukaddem, [evvel, önce] Arabî bir risalede içtihada dair yazdığım bir mesele, iki kardeşimin arzularıyla, o meseleye dair haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu Söz, o mesele-i içtihadiyeye dair yazıldı.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلٰۤى اُولِى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ * 1

İÇTİHAD kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye Altı Mâni vardır.

BİRİNCİSİ

Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl [akıl kârı] değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark [boğma] olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat [kötülük] zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] kesreti [çokluk] vaktinde ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tahribatı hengâmında, [ân, zaman] içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin [tahrip eden, bozan] girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir.

İKİNCİSİ

Dinin zaruriyâtı [dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen emirler] ki, içtihad onlara giremez; çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] kut [gıda] ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet [ciddi gayret] ve gayreti, onların ikamesine ve ihyâsına [diriltme, hayat verme] sarf

647

etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyat [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] kısmında ve selefin [önce gelen, önceki, yerine geçilen] içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları [fikirler] olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne [hevesine düşkün bir şekilde] yeni içtihadlar yapmak, bid’akârâne [dine zarar verecek yeni âdetleri dine maletmeye çalışarak] bir hıyanettir.

ÜÇÜNCÜSÜ

Nasıl ki, çarşıda, mevsimlere göre birer metâ mergub [bütün yaratılmışların Kendisinin rızasını istediği Allah] oluyor, vakit be vakit birer mal revaç [değer, kıymet] buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, [sergi] içtimaiyât-ı [bir araya gelme, toplanma] insaniye ve medeniyet-i beşeriye [insanlık medeniyeti] çarşısında, her asırda birer metâ mergub [bütün yaratılmışların Kendisinin rızasını istediği Allah] olup revaç [değer, kıymet] buluyor. Sûkunda, [çarşı ve pazar] yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb [çekme] oluyor, nazarlar ona teveccüh [ilgi] ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyaset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] temini ve felsefenin revaçları [değer, kıymet] gibi.

Ve Selef-i Salihîn [ilk devir İslâm büyükleri] asrında ve o zamanın çarşısında en mergub [bütün yaratılmışların Kendisinin rızasını istediği Allah] metâ, Hâlık-ı Semâvât ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan ahret âlemindeki saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kazandırmak vesâilini [vesileler, araçlar, sebepler] elde etmek idi.

İşte, o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını [Allah’ın razı olduğu davranışlar] anlamaya müteveccih [yönelen] olduğundan, içtimaiyât-ı [bir araya gelme, toplanma] beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, [karşılıklı konuşma] vukuatları, ahvalleri [durumlar] ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı [kabiliyet] bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval [durumlar] ve vukuat ve muhaverattan [konuşmaya dayalı ilimler] taallüm [öğrenme] ediyordu. Güya herbir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, [kabiliyet] içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ders tenvir [aydınlatma] ediyordu ki, yakîn idi ki kisbsiz [çalışma] içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana… İşte, şu tarzda fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir ders alan bir müstaid, [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli]

648

içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, [kabiliyet] nûrun alâ nûr [nur üstüne nur, iyiden de iyi] sırrına mazhar [erişme, nail olma] olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.

Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, [baskı] felsefe-i tabiiyenin [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] tasallutuyla, [hükmetme, musallat olma] şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr [fikirler] ve kulûb [kalbler] dağılmış, himmet [ciddi gayret] ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfz edip âlimlerle mübahase [karşılıklı konuşma, fikir alışverişi, sohbet] eden Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan‘ın [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyan‘ın [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] iptidâ-yı [başlangıç] tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı [kabiliyet] müheyyâ [hazır] olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, [benzer] şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede [dünya hayatı] sersem olmuş, istidadı [kabiliyet] içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı [kabiliyet] içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış; ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, “Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.

DÖRDÜNCÜSÜ

Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ [büyüyüp gelişme] için tevessü [genişleme, yayılma] meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. [mükemmelleşme] Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil [arzu, istek] ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn [ilk devir İslâm büyükleri] gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin [din ve dünya işlerinin kıvamının kendilerine bağlı zorunlu hususlar; dinî esaslar] imtisali [bağlanma, boyun eğme] tarikiyle dahil olanlarda meylü’t-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. [mükemmelleşme] Yoksa, zaruriyâtı [dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen emirler] terk

649

eden ve hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] hayat-ı uhreviyeye [âhiret hayatı] tercih eden ve felsefe-i maddiye [her şeyi maddeye dayandıran felsefe] ile âlûde [bulaşmış, karışmış] olanlardan olan o meylü’t-tevsi [genişletme eğilimi] ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir.

BEŞİNCİSİ

Üç nokta-i nazar, [bakış açısı] şu zamanın içtihadâtını arziye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mesturesini izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiğinden, semâviyedirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat [amaç, yarar] ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar [kaynak, dayanak] değildir. İllet ise, vücuduna medardır. [kaynak, dayanak] Meselâ seferde namaz kasredilir, [köşk, saray] iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. [köşk, saray] Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine [köşk, saray] illet [asıl sebep] olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat [amaç, yarar] ve hikmeti illet [asıl sebep] yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir.

İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye [dünya hayatındaki mutluluk] bakıyor ve ahkâmları [hükümler] ona tevcih [yöneltme] ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye [âhiret hayatındaki mutluluk] bakar; ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] Öyle ise şeriat namına içtihad edemez.

Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ 1 kaidesi, yani, “Zaruret haramı helâl derecesine getirir.” İşte, şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, [iradenin kötüye kullanımı] gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara [hükümler]

650

medar [kaynak, dayanak] olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam, su-i ihtiyarıyla, [iradenin kötüye kullanımı] haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı, [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] ulema-i şeriatçe aleyhinde câridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat su-i ihtiyarıyla [iradenin kötüye kullanımı] olmazsa talâk vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki müptelâsı, [bağımlı] zaruret derecesinde müptelâ [bağımlı] olsa da diyemez ki, “Zarurettir, bana helâldir.”

İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ [bağımlı] eden, bir beliyye-i [belâ] âmme suretine giren çok umurlar [emirler] vardır ki, su-i ihtiyardan, [iradenin kötüye kullanımı] gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] meyillerden [arzu, istek] ve haram muamelelerden tevellüt [doğma] ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara [hükümler] medar [kaynak, dayanak] olup haramı helâl etmeye medar [kaynak, dayanak] olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, [müçtehidler, dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri] o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye [dinî hükümler] medar [kaynak, dayanak] yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvât ve arzın [gökler ve yer] Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] ahkâm-ı İlâhiyesinde [Allah’ın hükümleri] tasarruf ve ibâdının ibâdâtına [ibadetler] müdahale o Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.

Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan [beğenme, güzel bulma] ediyorlar.

Birincisi: “Tâ siyaset-i hazıra [şimdiki siyaset] avâm-ı Müslimîne de o suretle tefhim [anlatma] edilsin.” Halbuki, siyaset-i hazıra, [şimdiki siyaset] o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet [şeytanlık] içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber [câmide hutbe okunan yer] vahy-i İlâhînin [Allah tarafından peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar] tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye çıkabilsin.

İkinci sebep: “Hutbe, bazı suver-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın sûreleri] nasihatleri anlaşılmak içindir.” Evet, eğer millet-i İslâm, [İslâm milleti] İslâmiyetin zaruriyâtı [dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen emirler] ve müsellemâtı [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] ve malûm

651

olan ahkâmını, [hükümler] ekseriyet itibarıyla imtisal [bağlanma, boyun eğme] edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer’iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur’âniyenin—eğer [Kur’ân’ın sûreleri] mümkün olsaydı—tercümesiHaşiye belki müstahsen [güzel görülen, beğenilen] olurdu. Fakat namaz, zekât, orucun vücubu [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] kalıyor. Avâm-ı nâs, [halk tabakası] onların vücubunu [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine [bağlanma, boyun eğme] teşvik ve tezkire [hatırlatma] ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmi, [basit, sıradan] ne kadar cahil dahi olsa, Kur’ân’dan ve hutbe-i Arabiyeden [Arapça hutbe] şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, “Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini [esas, şart] ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak [arzu, istek] hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat [tabirler, ifadeler] var ki, Arş-ı Âzamdan [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] gelen Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] i’cazkârâne, [mu’cize oluş] müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, [hatırlatma] teşviklerine mukabil gelebilsin?

ALTINCISI

Selef-i Salihînin [ilk devir İslâm büyükleri] müctehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahâbeye yakın olduklarından, sâfi bir nur alıp hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı [müçtehidler, dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri] ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh [açık] bir harfini de zorla görebilirler.

Eğer desen: Sahâbeler de insandırlar; hatadan, hilâftan hâli [boş] olmazlar. Halbuki, içtihadâtın ve ahkâm-ı şeriatin [şeriatın hükümleri, esasları] medarı, [kaynak, dayanak] Sahâbelerin adaleti ve sıdkıdır [doğruluk] ki, hattâ ümmet “Sahâbeler umumen âdildirler, doğru söylerler”1 diye ittifak etmişler.

652

Elcevap: Evet, Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] itibarıyla hakka âşık, sıdka [doğruluk] müştak, [arzulu, aşırı istekli] adalete hâhişgerdirler. [istekli, arzulu] Çünkü yalanın ve kizbin [yalan] çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın [doğruluk] ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arştan ferşe [yer] kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki [aşağıların aşağısı] Müseylime-i Kezzab’ın derekesinden, [aşağı derece] âlâ-yı illiyyînde [yücelerin en yücesi] olan Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür.

Evet, Müseylime’yi esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] düşüren kizb [yalan] olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin [“güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan] aleyhissalâtü vesselâmı âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkaran sıdktır [doğruluk] ve doğruluktur. İşte, hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye [ahlak güzelliği] perestiş [aşırı derece sevme] eden ve şems-i Nübüvvetin [peygamberlik güneşi] ziya-yı sohbetiyle nurlanan Sahâbeler, o derece çirkin ve sukuta [alçalış, düşüş] sebep ve Müseylime’nin maskara-âlûd muzahrafat [atıklar] dükkânındaki kizbe, [yalan] ihtiyarıyla ellerini uzatmamak; ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün [inançsızlık, inkâr] arkadaşı olan kizbden [yalan] çekinmeleri; ve o derece güzel ve medar-ı fahr [övünç kaynağı] ve mübahat ve mirac-ı suud ve terakki [ilerleme] ve Fahr-i Risaletin hazine-i âliyesinden [yüce hazine] en revaçlı [daha çok değer verilen] bulunan ve şâşaa-i cemâliyle [güzelliğin parıltısı, gösterişi] içtimaât-ı [bir araya gelme, toplanma] insaniyeyi nurlandıran sıdka [doğruluk] ve doğruluğa ve hakka—ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye [dinî hükümler] rivâyetinde ve tebliğinde—elbette ellerinden geldiği kadar talip ve muvafık ve âşık olmaları kat’îdir, zarurîdir, şüphesizdir.

Halbuki, şu zamanda, kizb [yalan] ve sıdkın [doğruluk] ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan [doğruluk] yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli [yüce] olan ve hakikat cevherine giden sıdk [doğruluk] ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma] ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz.

ba

653

 Hâtime

ASIRLARA GÖRE şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere [insan topluluğu] göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi [yeterli] geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.

Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül [başkalaşma, değişme] eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına [kabiliyet] göre ahkâm [hükümler] tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin [dinî hükümler] teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye [insanların halleri, durumları] bakar, ona göre gelir, ilâç olur.

Enbiya-yı sâlife [daha önce gelmiş peygamberler] zamanında tabakat-ı beşeriye [insan grupları] birbirinden çok uzak ve seciyeleri [huy, karakter] hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca [fikirler] iptidaî [başlangıç] ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatler, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada, [dünyanın kara paçalarından her biri] bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatler bulunurmuş. Sonra, Âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidaî [başlangıç] derecesinden idadiye [hazırlama] derecesine terakki [ilerleme] ettiğinden, çok inkılâbat [büyük değişimler] ve ihtilâtatla [birbirine karışma] akvâm-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şeriatle amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat[hayat tarzı] içtimaiyede gitmediğinden, mezhepler taaddüt [birden fazla olma] etmiştir. Eğer, beşerin ekseriyet-i mutlakası, [büyük çoğunluk] bir mekteb-i âlinin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat[hayat tarzı] içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhepler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib [mezhepler] de bir olmaz.

Eğer desen: Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları [hükümler] hak olabilir?

Elcevap: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır; tıbben vâciptir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; [zararlı] tıbben ona haramdır. Diğer birisine az

654

zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüt [birden fazla olma] etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, “Su yalnız ilâçtır, yalnız vâciptir, başka hükmü yoktur”?

İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, [Allah’ın hükümleri] mezheplere hikmet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] sevkiyle ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edenlere göre değişir. Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat [amaç, yarar] olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] tensibiyle İmam-ı Şâfiîye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] eden, ekseriyet itibarıyla Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati birtek vücut hükmüne getiren hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] nâkıs [eksik] olduğundan, herbiri bizzat dergâh-ı Kàdıu’l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususî matlubunu [istek] istemek için, imam arkasında Fâtiha[başlangıç] birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve mahz-ı hikmettir. [hikmetin ta kendisi] İmam-ı Âzama ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edenler, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] itibarıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserîsi o mezhebi iltizam [kabul etme, taraftarlık] etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rapt[bağlama] kalb edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha [başlangıç] okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve mahz-ı hikmettir. [hikmetin ta kendisi]

Hem meselâ, madem şeriat, tabiatın tecavüzâtına [tecavüzler] sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] terbiye eder. Elbette, ekser etbâı [halk, yönetilenler] köylü ve nim-bedevî ve amelelikle meşgul olan Şâfiî mezhebine göre, kadına temasla abdest bozulur, az bir necaset [pislik] zarar verir. Ekseriyet itibarıyla hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] giren, nim-medenî şeklini alan insanlar ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete [pislik] fetvâ var.

İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet [geçim şekli] itibarıyla,

655

ecnebî kadınlarla ihtilâta, [birbirine karışma] temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves [kirli, pis] şeylerin içine karışmaya müptelâ [bağımlı] olduğundan, san’at ve maişet [geçim] itibarıyla tabiat ve nefs-i emmâresi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında o tecavüzâta [tecavüzler] sed çekmek için, “Abdest bozulur, temas etme. Namazını iptal eder, bulaşma” mânevî kulağında bir sadâ-yı semâvî [semâvî ses] çınlattırır. Amma o efendi, namuslu olmak şartıyla, âdât-ı içtimaiyesi itibarıyla, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebî kadınlara temasa müptelâ [bağımlı] değil; mülevves [kirli, pis] şeylerle, nezafet-i [temizlik] medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için, şeriat, mezheb-i Hanefî namıyla ona şiddet ve azimet göstermemiş, ruhsat tarafını gösterip hafifleştirmiştir. “Elin dokunmuşsa abdestin bozulmaz; hicab [örtü, perde] edip kalabalık içinde suyla istinca etmemenin zararı yoktur; bir dirhem kadar fetvâ vardır” der, onu vesveseden kurtarır.

İşte, denizden iki katre, [damla] sana misal… Onlara kıyas et. Mizan-ı Şa’rânî mizanıyla, şeriat mizanlarını bu suretle muvazene [karşılaştırma/denge] edebilirsen et.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ تَمَثَّلَ فِيهِ اَنْوَارُ مَحَبَّتِكَ لِجَمَالِ صِفَاتِكَ وَاَسْمَۤائِكَ، بِكَوْنِهِ مِرْاٰةً جَامِعَةً لِتَجَلِّيَاتِ اَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى، وَمَنْ تَمَرْكَزَ فِيهِ شُعَاعَاتُ مَحَبَّتِكَ لِصَنْعَتِكَ فِى مَصْنُوعَاتِكَ بِكَوْنِهِ اَكْمَلَ وَاَبْدَعَ مَصْنُوعَاتِكَ، وَصَيْرُورَتِهِ اَنْمُوذَجَ كَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ، وَفِهْرِسْتَةَ مَحَاسِنِ نُقُوشِكَ. وَمَنْ تَظَاهَرَ فِيهِ لَطَۤائِفُ مَحَبَّتِكَ وَرَغْبَتِكَ ِلاِسْتِحْسَانِ صَنْعَتِكَ بِكَوْنِهِ اَعْلٰى دَلاَّلِ مَحَاسِنِ صَنْعَتِكَ وَاَرْفَعَ الْمُسْتَحْسِنِينَ صَوْتًا فِى اِعْلاَنِ حُسْنِ نُقُوشِكَ وَاَبْدَعَهُمْ نَعْتًا لِكَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ. وَمَنْ تَجَمَّعَ فِيهِ اَقْسَامُ

656

مَحَبَّتِكَ وَاِسْتِحْسَانِكَ لِمَحَاسِنِ اَخْلاَقِ مَخْلُوقَاتِكَ وَلطَۤائِفِ اَوْصَافِ مَصْنُوعَاتِكَ، بِكَوْنِهِ جَامِعًا لِمَحَاسِنِ اْلاَخْلاَقِ كَۤافَّةً بِاِحْسَانِكَ وَلطَۤائِفِ اْلاَوْصَافِ قَاطِبَةً بِفَضْلِكَ. وَمَنْ صَارَ مِصْدَاقًا صَادِقًا وَمِقْيَاسًا فَۤائِقًا لِجَمِيعِ مَنْ ذَكَرْتَ فِى فُرْقَانِكَ اِنَّكَ تُحِبُّهُمْ مِنَ الْمُحْسِنِينَ وَالصَّابِرِينَ وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُتَّقِينَ وَالتَّوَّابِينَ وَاْلاَوَّابِينَ وَجَمِيعِ اْلاَصْنَافِ الَّذِينَ اَحْبَبْتَهُمْ وَشَرَّفْتَهُمْ بِمَحَبَّتِكَ، فِى فُرْقَانِكَ حَتَّى صَارَ اِمَامَ الْحَبِيبِينَ لَكَ، وَسَيِّدَ الْمَحْبُوبِينَ لَكَ وَرَئِيسَ اَوِدَّۤائِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاِخْوَانِهِ اَجْمَعِينَ * اٰ مِينَ بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * 1

ba

657

Yirmi Yedinci Sözün Zeyli [ek]

 Sahâbeler hakkındadır

 Mevlânâ Câmî’nin dediği gibi derim:

يَا رَسُولَ ا للهَ چِه بَاشَدْ چُونْ سَگِ اَصْحَابِ كَهْف

دَاخِلِ جَنّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَۂِ اَصْحَابِ تُو؟

اُو رَوَدْ دَرْجَنَّتْ مَنْ دَرْ جَهَنَّمَ كَىْ رَوَاسْت

اُو سَگِ اَصْحَابِ كَهْف مَنْ سَگِ اَصْحاَبْ تُو؟ 1

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِه ِ * 3

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُۤ اَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ * 4

ilâ âhir-i âye.

Sual ediyorsunuz: Bazı rivâyetlerde vardır ki, “Bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] revacı [kıymet, değer] hengâmında [ân, zaman] ehl-i iman [Allah’a inanan] ve takvâdan bir kısım suleha, Sahâbe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir” diye rivâyetler vardır. Bu rivâyetler sahih midir? Sahih ise hakikatleri nedir?

Elcevap: Enbiyadan [nebiler, peygamberler] sonra nev-i beşerin en efdali Sahâbe olduğu,5 Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı bir hüccet-i kàtıadır [kesin delil] ki, o rivâyetlerin sahih kısmı fazilet-i cüz’iye  

658

hakkındadır. Çünkü cüz’î [ferdî, küçük] fazilette ve hususî bir kemâlde, mercuh, râcihe [ait] tereccuh [üstün gelme] edebilir. Yoksa, Sûre-i Fethin âhirinde sitayişkârâne [övme, medih] tavsifât-ı Rabbâniyeye mazhar [erişme, nail olma] ve Tevrat ve İncil ve Kur’ân’ın medih [övgü] ve senâsına mazhar [erişme, nail olma] olan Sahâbelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında [bakış açısı] yetişilemez. Şu hakikatın pek çok esbab [sebebler] ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi tazammun [içerme, içine alma] eden üç hikmeti beyan edeceğiz.

BİRİNCİ HİKMET

Sohbet-i nebeviye [Peygamberimizin (a.s.m.) sohbeti] öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar [erişme, nail olma] bir zat, senelerle seyr ü sülûk [mânevî yol alma] a [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] mukabil hakikatin envârına [nurlar] mazhar [erişme, nail olma] olur. Çünkü, sohbette insibağ ve in’ikâs [yansıma] vardır. Malûmdur ki, in’ikâs [yansıma] ve tebaiyetle, [tabi olma, uyma] o nur-u âzam[çok büyük nur, ışık] nübüvvetle [peygamberlik] beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyetiyle [tabi olma, uyma] öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz.

İşte şu sırdandır ki, en büyük velîler Sahâbe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyutî gibi, uyanıkken çok defa sohbet-i nebeviyeye [Peygamberimizin (a.s.m.) sohbeti] mazhar [erişme, nail olma] olan velîler, Resul-i Ekrem (a.s.m.) ile yakazaten [uyanıklık hali] görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine Sahâbeye yetişemiyorlar. Çünkü, Sahâbelerin sohbeti, nübüvvet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) nuruyla, yani nebî [peygamber] olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı nebevîden [Peygamberimizin vefatı] sonra Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı görmeleri, velâyet-i Ahmediye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] nuruyla sohbettir. Demek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, onların nazarlarına temessül [belirme, görünme] ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] cihetindedir, nübüvvet [peygamberlik] itibarıyla değil. Madem öyledir; nübüvvet [peygamberlik] derecesi velâyet [velilik] derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek [farklılık göstermek] lâzım gelir.

659

Sohbet-i nebeviye [Peygamberimizin (a.s.m.) sohbeti] ne derece bir iksir-i nuranî olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek bir kasavet-i vahşiyânede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i nebeviyeye [Peygamberimizin (a.s.m.) sohbeti] müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesb [elde etme, kazanma] ederdi. Hem cahil, vahşî bir adam, bir gün sohbet-i nebeviyeye [Peygamberimizin (a.s.m.) sohbeti] mazhar [erişme, nail olma] olur, sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, mütemeddin kavimlere [insan topluluğu] muallim-i hakaik ve rehber-i kemâlât olurdu.

İKİNCİ SEBEP

Yirmi Yedinci Sözdeki içtihad bahsinde beyan ve ispat edildiği gibi, Sahâbeler, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] itibarıyla, kemâlât-ı insaniyenin [insana ait mükemmel özellikler] en âlâ derecesindedirler. Çünkü, o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i [büyük değişim] İslâmîde, hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb [yalan] ve sıdk [doğruluk] mabeyninde [ara] öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb [yalan] ve şer ve bâtılın dellâlı [davetçi, ilan edici] ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyât-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun [aşık] ve izzet [büyüklük, yücelik] ve mübahate meyyal [meyilli] olan Sahâbeler, elbette ihtiyarlarıyla kizb [yalan] ve şerre ellerini uzatıp Müseylime derekesine [aşağı derece] düşmemişler. Sıdk [doğruluk] ve hayır ve hakkın dellâlı [davetçi, ilan edici] ve nümunesi olan Habibullahın [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] (a.s.m.) âlâ-yı illiyyîn-i kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle [ciddi gayret] o tarafa koşmak, mukteza-yı seciyeleridir.

Meselâ, nasıl ki zaman oluyor, medeniyet-i beşeriye [insanlık medeniyeti] çarşısında ve hayat-ı içtimaiye-i insaniye [insanların sosyal hayatı] dükkânında, bazı şeylerin verdiği müthiş neticeleri ve çirkin eserleri, zehr-i katil [öldürücü zehir] gibi, herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar. Ve bazı şeylerin ve mânevî metâların verdikleri güzel

660

neticeler ve kıymettar eserler, bir tiryak-ı nâfi ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celb [çekme] eder. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almaya çalışır. Öyle de, Asr-ı Saadette, [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin [insanların sosyal hayatı] çarşısında, kizb [yalan] ve şer ve küfür gibi maddeler, şekavet-i ebediye [sonsuz mutsuzluk ve azap] gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süflî [alçak] maskaraları tevlit [doğurma] ettiğinden, secâyâ-yı âliye [yüksek ve güzel huylar, yüksek karakter] ve hubb-u maâlîye meftun [aşık] olan Sahâbelerin, zehr-i katilden [öldürücü zehir] kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. [açık, aşikâr] Ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gibi netice veren ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm gibi nuranî meyveler gösteren, sıdk [doğruluk] ve hakka ve imana en nâfi [faydalı] bir tiryak, [derman, ilaç] en kıymettar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri [huy, karakter] sâmiye olan Sahâbeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letâifleriyle [duygular] onlara müşteri ve müştak [arzulu, aşırı istekli] olması zarurîdir.

Halbuki, o zamandan sonra, git gide ve gele gele, sıdk [doğruluk] ve kizb [yalan] ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi. Bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, [siyaset propagandası] yalana fazla revaç [değer, kıymet] verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahâbenin adalet ve sıdk [doğruluk] ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, [gayret, kararlılık] takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin?

Geçen meseleyi bir derece tenvir [aydınlatma] edecek, başıma gelmiş bir halimi beyan ediyorum. Şöyle ki:

Bir zaman kalbime geldi: Niçin Muhyiddin-i Arabî gibi harika zatlar Sahâbelere yetişemiyorlar? Sonra, namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلٰى 1 derken, [anlama, algılama] şu kelimenin mânâsı inkişaf [açığa çıkma] etti. Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: “Keşke birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyiydi.” Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, Sahâbelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır. [doğru yol gösterme]

661

Evet, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] envârıyla [nurlar] hasıl olan o inkılâb-ı azîm-i [büyük değişim] içtimaîde ezdad [zıtlar] birbirinden çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevâbiiyle, [bir şeye bağlı olan, tabi olan şeyler] zulümâtıyla ve teferruâtıyla; ve hayır ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bütün envârıyla [nurlar] ve netâiciyle [neticeler] karşı karşıya gelip, bir vaziyette, müheyyiç [heyecan verici] bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakatını turfanda ve taravetli [tazelik] ve taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi, o inkılâb-ı azîmin [büyük değişim] tarrakası altında olan insanların bütün hissiyâtını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış. Hattâ, vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar [uyanık] ve müteyakkız [uyanık ve dikkatli] bir surette, o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit [bir çok] mânâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte, şu hikmete binaen, bütün hissiyatları uyanık ve letâifleri [duygular] hüşyar [uyanık] olan Sahâbeler, envâr-ı imaniye [iman nurları] ve tesbihiyeyi câmi’ [kapsamlı] olan kelimât-ı mübarekeyi [mübarek kelimeler] dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle [duygular] hisse alırlardı.

Halbuki, o infilâk [şiddetli patlama] ve inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] sonra, git gide letâif [duygular] uykuya ve havâs o hakaik [doğru gerçekler] noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübareke, [mübarek kelimeler] meyveler gibi, git gide ülfet perdesiyle letafetini [güzellik, hoşluk] ve taravetini [tazelik] kaybeder. Adeta, sathîlik [bir şeyin üstü, dış yüzü] havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî [düşünme ve ibret alma şeklinde] bir ameliyatla ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte, bundandır ki, kırk dakikada bir Sahâbenin kazandığı fazilete ve makama kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.

ÜÇÜNCÜ SEBEP

On İkinci ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvetin [peygamberlik] velâyete [velilik] nisbeti, güneşin ayn-ı zâtı ile, âyinelerde görülen güneşin misali gibidir. İşte, daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan Sahâbeler dahi, daire-i velâyetteki sulehaya o derece tefevvuku [üstün gelme] olmak lâzım geliyor. Hattâ, velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet]

662

olan veraset-i nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] ve sıddıkıyet—ki Sahâbelerin velâyetidir—bir [velilik] velî kazansa, yine saff-ı evvel olan Sahâbelerin makamına yetişmez. Şu Üçüncü Sebebin müteaddit [bir çok] vücuhundan [vecihler, yönler] Üç Vechini [cihet, yön, taraf] beyan ederiz.

BİRİNCİ VECİH: İçtihadda, yani istinbat[bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] ahkâmda, yani Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] marziyâtını [Allah’ın razı olduğu davranışlar] kelâmından anlamakta, Sahâbelere yetişilmez. Çünkü, o zamandaki o büyük inkılâb-ı İlâhî, marziyât-ı Rabbâniyeyi [Rab olan Allah’ın razı olduğu şeyler] ve ahkâm-ı İlâhiyeyi [Allah’ın hükümleri] anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, [zihinler] istinbat[bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] ahkâma müteveccihti. [yönelen] Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederdi. Ahvâl-i zaman, bu hali işmam [hissetirme] ve ihsas [hissettirme] edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, [konuşmaya dayalı ilimler] bu mânâları tazammun [içerme, içine alma] ederek vuku buluyordu.

İşte, bunun için, herşey ve her hal ve muhavereler [karşılıklı konuşma] ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânâları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden, Sahâbenin istidadını [kabiliyet] tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ve fikirlerini tenvir [aydınlatma] ettiğinden, içtihad ve istinbatta [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] istidadı, [kabiliyet] kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan, bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve içtihadı, o Sahâbenin derece-i zekâvetinde ve istidadında [kabiliyet] olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünkü, şimdi saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bedel, saadet-i dünyeviye [dünya hayatındaki mutluluk] medar-ı nazardır. [bakışları üzerinde toplayan] Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksatlara müteveccihtir. [yönelen] Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet [geçim derdi] ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] ve maddiye [maddeyle bağlantılı] akla körlük verdiğinden, beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, [kabiliyet] içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt [dağınıklık] veriyor, dağıtıyor. Yirmi Yedinci Sözün içtihad bahsinde, Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] ibni Uyeyne ile onun zekâveti [zeki oluş] derecesinde birinin muvazenesinde [karşılaştırma/denge] ispat etmişiz ki, Süfyan‘ın [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.

İKİNCİ VECİH: Sahâbelerin kurbiyet-i İlâhiye [Allah’a yakınlık] noktasındaki makamlarına velâyet [velilik] ayağıyla yetişilmez. Çünkü Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize akrebdir ve herşeyden daha

663

ziyade yakındır; biz ise Ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini [yakın] kazanmak iki suretle olur:

Birisi: Akrebiyetin [pek yakınlık, Allah’ın varlıklara olan yakınlığı] inkişafıyladır [açığa çıkma] ki, nübüvvetteki [peygamberlik] kurbiyet ona bakar ve nübüvvet [peygamberlik] veraseti ve sohbeti cihetiyle Sahâbeler o sırra mazhardırlar.

İkinci suret: Bu’diyetimiz [uzaklık] noktasında kat’-ı merâtip edip bir derece kurbiyete [yakın] müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü sülûk [mânevî yol alma] -u [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] velâyet [velilik] ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor.

İşte, birinci suret sırf vehbîdir, [Allah vergisi] kisbî [çalışarak elde edilen] değil. İncizabdır, cezb-i Rahmânîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin [sağlam] ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kisbîdir, [çalışma] uzundur, gölgelidir. Acaip harikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyetçe [yakın] evvelkisine yetişemez.

Meselâ, nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var: Birincisi, zamanın cereyanına tâbi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile, fevkazzaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi, bir sene kat’-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp düne gelmektir. Fakat yine dünü elde tutamıyor; onu bırakıp gidiyor.

Öyle de, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir: Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizabına [çekim, çekicilik] kapılıp, tarikat berzahına [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] girmeden, hakikati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok merâtipten [mertebeler] seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] suretiyle geçmektir. Ehl-i ve-lâyet, çendan [gerçi] fenâ-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] öldürürler; yine Sahâbeye yetişemiyorlar. Çünkü Sahâbelerin nefisleri tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] ve tathir [temiz tutma, temizleme] edildiğinden, nefsin mahiyetindeki cihâzât-ı kesire ile ubûdiyetin [Allah’a kulluk] envâına [tür] ve şükür ve hamdin aksâmına daha ziyade mazhardırlar. Fenâ-i nefisten sonra ubûdiyet-i evliya besâtet [basitlik, sâdelik] peydâ eder.

ÜÇÜNCÜ VECİH: Fazilet-i a’mâl ve sevab-ı ef’âl ve fazilet-i uhreviye

664

cihetinde Sahâbelere yetişilmez. Çünkü, nasıl bir asker bazı şerâit [şartlar] dahilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir;1 ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall [en azından] kırk günde ancak kazanılacak velâyet [velilik] derecesi gibi bir makama çıkıyor. Öyle de, Sahâbelerin tesis-i İslâmiyette [İslamiyetin tesisi, kuruluşu] ve neşr-i ahkâm-ı Kur’âniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harp etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına, başkaları bir senede yetişemez. Hattâ, denilebilir ki, bütün dakikaları, o hizmet-i kudsiyede, [kutsal hizmet] o şehid olan neferin [asker] dakikası gibidir. Bütün saatleri, müthiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedakâr bir neferin [asker] nöbeti gibidir ki, amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir.

Evet, Sahâbeler madem İslâmiyetin tesisinde ve envâr-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın nurları] neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. Es-sebebü ke’l-fâil [“sebeb olan yapan gibidir”] 2 sırrınca, bütün ümmetin hasenâtından onlara hisse çıkar. Ümmetin اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ 3 demesiyle, Sahâbelerin, bütün ümmetinin hasenâtından hissedarlıklarını gösteriyor.

Hem, nasıl ki bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir suret alır, büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasıl ki mebdede [başlangıç] küçük bir irtifa, [yükseklik] gittikçe bir yekûn [bütün, toplam] teşkil eder. Hem nasıl ki nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyadelik, daire-i muhitada [kuşatıcı daire] bazan bir metre kadar ziyadeye mukabil geliyor. Aynen şu dört misal gibi, Sahâbeler, İslâmiyetin şecere-i nuraniyesinin [nurlu ağaç] köklerinden, esaslarından oldukları, hem bina-yı İslâmiyetin hutut-u nuraniyesinin mebdeinde, [başlangıç] hem cemaat-i İslâmiyenin [İslâm toplumu] imamlarından ve adedlerinin evvellerinde, hem şems-i nübüvvet [peygamberlik güneşi] ve sirâc-ı hakikatin [hakikatin lambası] merkezine yakın olduklarından, az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, hakikî Sahâbe olmak lâzım geliyor.

﴾ اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ: ﴿ اَصْحَابىِ كَالنُّجُومِ بِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ

665

وَ ﴿ خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِى ﴾ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

Sual: Deniliyor ki: Sahâbeler Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı gördüler, sonra iman ettiler. Biz ise görmeden iman ettik. Öyle ise imanımız daha kavîdir. [güçlü, kuvvetli] Hem kuvvet-i imanımıza [iman gücü] delâlet eden rivâyet var.3

Elcevap: Sahâbeler, o zamanda, efkâr-ı âmme-i âlem hakaik-ı İslâmiyeye [İslâmın gerçekleri, esasları] muârız [karşı çıkan, muhalif] ve muhalif iken, Sahâbeler yalnız suret-i insaniyede Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı görüp, bazan mu’cizesiz olarak, öyle bir iman getirmişler ki, bütün efkâr-ı âmme-i âlem, onların imanlarını sarsmıyordu. Şüphe değil, bazısına vesvese de vermezdi.

Sizler iseniz, kendi imanınızı, Sahâbelerin imanlarıyla muvazene [karşılaştırma/denge] ediyorsunuz. Bütün efkâr-ı âmme-i İslâmiye imanınıza kuvvet ve senet olduğu halde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, şecere-i tûbâ-i nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve suret-i cismaniyesini [dış görünüş] değil, belki umum envâr-ı İslâmiye ve hakaik-ı Kur’âniye [Kur’ân hakikatleri, esasları] ile nuranî, muhteşem şahs-ı mânevîsini, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bin mu’cizatla muhât [kapsama alanı] olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şüpheye düşen imanınız nerede? Bütün âlem-i küfrün [küfür ve inkâr dünyası] ve Nasâra ve Yehûd’un ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan sahâbelerin imanları nerede? Hem Sahâbelerin kuvvet-i imanlarını [iman gücü] gösteren ve imanlarının tereşşuhâtı [belirti] olan şiddet-i takvâları ve kemâl-i salâhatleri nerede? Ey müddei, [savcı] senin, şiddet-i zaafından, ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] tamamıyla senden göstermeyen sönük imanın nerede?

666

Amma, hadiste varid [söylenen, gelen] olan ki, “Âhirzamanda beni görmeyen ve iman getiren, daha ziyade makbuldür”1 meâlindeki rivâyet, hususî fazilete dairdir, has bazı eşhas [kişiler] hakkındadır. Bahsimiz ise, fazilet-i külliye ve ekseriyet itibarıyladır.

İkinci sual: Diyorlar ki: Ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve ashâb-ı kemâlât, dünyayı terk etmişler. Hattâ hadiste var ki, “Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.”2 Halbuki Sahâbeler dünyaya pek çok girmişler. Terk-i dünya [dünyayı terk etme] değil, belki bir kısım Sahâbe, o zamanın ehl-i medeniyetinden [dünyaya yalnız dünya için ve maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar] daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle Sahâbelerin en ednâsına, [basit, aşağı] en büyük bir velî kadar kıymeti var diyorsunuz?

Elcevap: Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında [bölüm, kısım] gayet kat’î ispat edilmiştir ki, dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek sebeb-i noksaniyet [eksiklik sebebi] değil, belki medar-ı kemâldir. Ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibadet ve marifetullahta [Allah’ı bilme ve tanıma] ileri gider. Sahâbelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası [tarla] görüp, ekip biçmişler. Mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] âyinesi [aynası] görüp, müştakane temâşâ edip bakmışlar. Fenâ-i dünya ise, fâni yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar.

Üçüncü sual: Tarikatler hakikatlerin yollarıdır. Tarikatlerin içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübrâ [büyük ve geniş cadde] iddia olunan tarik-i Nakşibendî hakkında, o tarikatin kahramanlarından ve imamlarından bazıları, esasını böyle tarif etmişler, demişler ki:

دَرْ طَرِيقِ نَقْشِبَنْدِى لاَزِمْ اٰمَدْ چَارِ تَرْك: تَرْكِ دُنْيَا، تَرْكِ عُقْبٰى، تَرْكِ هَسْتِى، تَرْكِ تَرْكْ

Yani, “Tarik-i Nakşîde [Nakşî tarikatı; Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat] dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakikî [asıl ve gerçek maksad, hedef] yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem

667

ucbe, [kendini beğenme, gurur] fahre [gurur, övünme] girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakikî marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] ve kemâlât-ı insaniye [insana ait mükemmel özellikler] terk-i mâsivâ [Allah’tan başka herşeyi terketmek] ile olur.

Elcevap: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, bütün mâsivâ[Allah’ın dışındaki herşey] terk, hattâ esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zâtına rapt[bağlama] kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi [duygular] ve hasseleri [duyu] vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, [duygular] kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubûdiyette hakikat cânibine [taraf, yön] sevk etmekle, Sahâbe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letâif [duygular] askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa, kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar [övünç kaynağı] değil, belki netice-i ıztırardır.

Dördüncü sual: Sahâbelere karşı iddia-yı rüçhan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda bu meseleyi medar-ı bahs [bahis sebebi, söz konusu] etmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izâma karşı müsâvat [eşitlik, denklik] dâvâ etmek neden ileri geliyor?

Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır.

Bir kısmı, sâfi ehl-i diyanet [dindar insanlar] ve ehl-i ilimdir [ilim ehli olanlar, âlimler] ki, bazı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] ve salâhati [dindarlıkta çok ileri olma hali] teşvik ve terğib [istek ve rağbet uyandırma] için öyle mebhaslar [bahis, kısım] açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zaten onlar azdırlar; çabuk da intibaha [uyanış] gelirler.

Diğer kısım ise, gayet müthiş, mağrur insanlardır ki, mezhepsizliklerini, müçtehidîn-i izâma müsâvat [eşitlik, denklik] dâvâsı altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, Sahâbeye karşı müsâvat [eşitlik, denklik] dâvâsı altında icra etmek istiyorlar. Çünkü, evvelen, o ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] sefâhete [ahmaklık, beyinsizlik] girmiş, sefâhete [ahmaklık, beyinsizlik] tiryaki olmuş. Sefâhete [ahmaklık, beyinsizlik] mâni olan tekâlif-i şer’iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki:

“Şu mesâil, [meseleler] içtihadiyedirler. O mesâilde [meseleler] mezhepler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır; hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?”

668

İşte, bu bedbahtlar, bu desise-i şeytaniye [şeytandan gelen hileler] ile başlarını mezâhibin [mezhepler] zincirinden çıkarıyorlar. Bunların şu dâvâları ne kadar çürük, ne kadar esassız olduğu Yirmi Yedinci Sözde kat’î bir surette gösterildiğinden, ona havale ederiz.

Saniyen: [ikinci olarak] O kısım ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] baktılar ki, müçtehidînlerle iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki, yalnız nazariyât-ı diniyedir. [dinin nazarî, teorik kısımları] Halbuki, bu kısım ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] zaruriyât-ı diniyeyi [din ve dünya işlerinin kıvamının kendilerine bağlı zorunlu hususlar; dinî esaslar] terk ve tağyir [değiştirme] etmek istiyorlar. “Onlardan daha iyiyiz” deseler, meseleleri tamam olmuyor. Çünkü, müçtehidîn, nazariyâta [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] ve kat’î olmayan teferruâta karışabilirler. Halbuki, bu mezhepsiz ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] zaruriyât-ı diniyede [din ve dünya işlerinin kıvamının kendilerine bağlı zorunlu hususlar; dinî esaslar] dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil [değiştirilebilir] olmayan mesâili [meseleler] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmek ve kat’î erkân-ı İslâmiyeye [İslâmın esasları] karşı gelmek istediklerinden, elbette, zaruriyât-ı diniyenin [din ve dünya işlerinin kıvamının kendilerine bağlı zorunlu hususlar; dinî esaslar] hameleleri [taşıyan] ve direkleri olan Sahâbelere ilişecekler.

Heyhat! Değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanların en kâmilleri olan evliyanın büyükleri, Sahâbenin küçüklerine karşı müsâvat [eşitlik, denklik] dâvâsını kazanamadıkları, gayet kat’î bir surette Yirmi Yedinci Sözde ispat edilmiştir.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى رَسُولِكَ الَّذِى قَالَ: ﴿ لاَ تَسُبُّوا اَصْحَابىِ، لَوْ اَنْفَقَ اَحَدُكُمْ مِثْلَ اُحُدٍ ذَهَبًا مَا بَلَغَ نِصْفَ مُدٍّ مِنْ اَصْحَابىِ ﴾ صَدَقَ رَسُولُ اللهِ * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2