ŞUÂLAR – On Beşinci Şuâ -2 (780-836)

780

 Elhüccetü’z-Zehrâ’nın

İkinci Makamı

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Fâtiha‘nın [başlangıç] âhirinde, ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] ve istikamet [doğru] ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyânın muvazenesine [karşılaştırma/denge] işaret eden ve Risale-i Nur’un bütün muvazenelerinin [karşılaştırma/denge] menbaı [kaynak] olan âyetin bir hakikatını, Sûre-i Nur’dan

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ * 1

(ilâ âhir) âyeti ve arkasında

أَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ * 2

(ilâ âhir) âyetiyle beraber, pek acip bir tarzda o muvazeneyi [karşılaştırma/denge] mu’cizâne ifade ederler.

Birinci âyet-i nur, [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] Birinci Şuâda ispat edilmiş ki, on işaretle Risale-i Nur’a bakıyor; mu’cizâne, Kur’ân’ın o tefsirinden gaybî haber veriyor. Ve Risale-i Nur’a Nur namı verilmesine en birinci sebep olmasından, Yirmi Dokuzuncu Mektubun bir kısmında bir seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] temsilinde, bu acip âyetin nur kelimesinde, nun-u na’büdü [“Biz ibadet ederiz” ifadesindeki “biz” anlamına gelen nun harfi] mu’cizesi gibi bir mânevî mu’cizesinin beyanına binaen, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinde dünya seyyahı, Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] aramak, bulmak, tanımak için bütün kâinattan ve envâ-ı mevcudatından sorduğu ve otuz üç yolla ve kat’î

781

burhanlarla [delil] Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] bildiği gibi; o aynı seyyah, asırlarda ve arz ve semâvât tabakalarında aklıyla, kalbiyle, hayaliyle gezen yorulmaz, tok olmaz, bütün dünyayı bir şehir gibi görüp teftiş ederek, kâh [bazan] Kur’ân hikmetine, kâh [bazan] felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatleri vâkide olduğu gibi görmüş, bizlere Âyetü’l-Kübrâ‘da [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] kısmen haber vermiş.

İşte şimdi biz, o ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] ve bir temsil mânâsında olan seyahat-i hayaliyesiyle [hayalî yolculuk] girdiği pek çok âlemler ve tabakalardan, nümune için yalnız üç tabakasını, Fâtiha [başlangıç] âhirindeki muvazenenin [karşılaştırma/denge] yalnız kuvve-i akliye [akıl duygusu] cihetinde bir misalini, gayet muhtasar [kısa] beyan edeceğiz. Sair meşhudatını [görünen] ve muvazenelerini, [karşılaştırma/denge] Risale-i Nur’un muvazenelerine [karşılaştırma/denge] havale ederiz.

Birinci nümune şöyle: O, dünyaya sırf Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] tanımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: “Biz, herşeyden Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] sorduk; güzel, tam cevap aldık. Şimdi, ‘Güneşi güneşten sormak lâzım’ darb-ı meseli [atasözü] gibi biz dahi Hâlıkımızı, [her şeyi yaratan Allah] ilim ve irade ve kudret gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlarının tecellîleriyle ve meşhud [görünen] eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat daha yapacağız” diye dünyaya girdi.

Ve ikinci bir cereyan olan ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] gibi birden küre-i arz [yer küre, dünya] sefinesine [gemi] bindi. Hikmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hikmeti] tâbi olmayan fen ve felsefe gözlüğünü taktı. Ve Kur’ân okumayan coğrafya fenninin programıyla baktı, gördü ki: Nihayetsiz bir boşlukta, bir senede yirmi bin senelik bir dairede, top güllesinden yetmiş defa sür’atli bir hareketle gezer. Yüz binler nevi biçare, âciz zîhayatları [canlı] içine almış. Eğer bir dakika yolunu şaşırsa veya bir serseri yıldıza çarpsa, parçalanarak hadsiz fezada [uzay] sukut [alçalış, düşüş] ile, bütün o biçare zîhayatları [canlı] ademe, hiçliğe boşaltacak, dökecek diye anladı. غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ 1 cereyanının dehşetli mânevî musibetini

782

اَوْكَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ 1 in boğucu karanlığını hissederek: “Eyvah! Ne yaptık? Bu dehşetli gemiye neden bindik? Bundan kurtulmak çaresi nedir?” diye o kör felsefenin gözlüğünü kırdı, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 2 cereyanına girdi.

Birden, hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] imdadına geldi, tam hakikatini gösteren bir dürbün aklına verdi, “Şimdi bak” dedi. Baktı, gördü ki: رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 3 ismi, هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ 4 burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] bir güneş gibi tulû [doğma] etti. Zemini gayet muntazam ve selâmetli bir gemi ve zîhayatları [canlı] rızıklarıyla beraber içinde doldurmuş, kâinat denizinde çok hikmetler ve menfaatler için seyahatla güneş etrafında gezdirip mevsimlerin mahsulâtını erzak isteyenlere getirir ve “Sevr[Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve “Hût[balık] namlarında iki meleği o sefineye [gemi] kaptan yapılmış, gayet güzel ve muhteşem memleket-i Rabbâniyede [Rab olan Allah’ın memleketi] Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] mahlûkat ve misafirlerini keyiflendirmek için gezdiriyor. Ve onunla, اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 5 hakikatini gösterir, Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] bu ismin cilvesiyle tanıttırır diye anladı. Bütün ruh u canıyla اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 6 dedi, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ taifesine girdi.

O seyyahın, âlemlerdeki seyahatinde gördüğü nümunelerden ikinci nümunesi: O seyyah, küre-i arz [yer küre, dünya] gemisinden çıkıp hayvanat ve insanlar âlemine girdi.

783

Dinden ruh almayan hikmet-i tabiiye [tabiat bilgisi] gözlüğü ile o âleme baktı, gördü ki: O hadsiz zîhayatların [canlı] hadsiz ihtiyaçları ve onları inciten ve hırpalayan hadsiz muzır [zararlı] düşmanları ve merhametsiz hadiseleri varken, o ihtiyaçlara karşı sermayeleri binden, belki yüz binden ancak bir olabilir. Ve o muzır [zararlı] şeylere mukàbil iktidarları, milyondan ancak birdir. Bu çok dehşetli ve acınacak vaziyette, rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] ve şefkat-i neviye [kendi nevinden, türünden olana şefkat hissi] ve akıl alâkadarlığıyla onların haline o derece acıdı ve mahzun ve me’yus [ümitsiz] ve cehennem azabı gibi elemler alırken ve o perişan âleme girdiğine bin pişman olurken, birden hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] imdadına yetişti, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 1 dürbününü verdi. “Bak” dedi. Baktı, gördü ki:

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 2 tecellîsiyle Rahmân, Rahîm, Rezzâk, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Mün’im, [gerçek nimet verici olan Allah] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Hafîz gibi çok esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] her biri, birer güneş gibi

مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا * 3

وَكَأَيِّنْ مِنْ دَۤابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ * 4

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِۤى اٰدَمَ 5 اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ * 6

gibi âyetlerin burçlarında tulû [doğma] ettiler. O insan ve hayvan dünyasını rahmetle, ihsanla [bağış] doldurup bir nevi muvakkat [geçici] cennete çevirdiler. Ve bu şâyân-ı temâşâ, [seyretmeye değer]

784

güzel, ibretli misafirhanenin Mihmandar-ı Kerîmini [ikramı bol ve çok cömert olan misafir sahibi, Allah] tam bildirdiklerini bildi, “Bin kere اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 1 dedi.

Seyahatındaki yüzer müşahedatından [gözlem yapmalar] üçüncü nümunesi: Hâlıkını, [her şeyi yaratan Allah] isimlerinin ve sıfatlarının tecellî ve cilveleriyle tanımak isteyen o dünya seyyahı, akıl ve hayâline dedi ki: “Haydi, ruhlar ve melekler gibi biz dahi cesedimizi yerde bırakıp göklere çıkacağız. Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] semâvâttakilerden soracağız.”

Ruh hayale ve akıl fikre bindiler, semaya çıktılar. Kozmoğrafya [astronomi, gök bilimi] fennini kendilerine rehber ettiler. Dini dinlemeyen bir felsefe nazarıyla مَغْضُوبِ..ضَّۤالِّينَ 2 cereyanıyla baktılar. Gördü ki: Küre-i arzdan [yer küre, dünya] bin defa büyük, top güllesinden yüz defa çabuk hareket edenler içlerinde bulunan binler kütleler, ateş saçan yıldızlar; şuursuz, câmid, [cansız] serseri gibi birbiri içinde sür’atle gezerler. Bir dakika bir tesadüfle biri yolunu şaşırsa, o boş ve hudutsuz ve hadsiz, nihayetsiz âlemde bir şuursuz küreyle çarpmak suretinde kıyamet gibi bir hercümerce sebep olur.

O seyyah, hangi tarafa baktıysa, dehşet ve vahşet ve hayret ve korkmak aldı, göğe çıktığına bin pişman oldu. Akıl ve hayal, bütün bütün bozuldular. “Bizim vazifemiz güzel hakikatleri görmek ve göstermek iken, böyle cehennem gibi çirkin ve azaplı mânâları bilmek, müşahede etmek vazifesinden istifa ediyoruz ve istemiyoruz” derken, [anlama, algılama] birden اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 3 tecellisiyle خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 4 ve مُسَخِّرُ الشَّمْسِ وَالْقَمَرِ 5 ve رَبُّ الْعَالَمِينَ 6 gibi çok isimler, her biri birer güneş gibi.

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ * 7

ve

785

اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا * 1

ve

ثُمَّ اسْتَوٰۤي اِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ * 2

gibi âyetlerin burçlarında tulû [doğma] ettiler. Bütün semâvâtı nurla, meleklerle doldurdular, bir büyük camiye ve mescide ve ordugâha çevirdiler. O seyyah اَلَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 3 cereyanına girdi. Dâllînden, [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] اَوْكَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ 4 den kurtuldu. Birden, cennet gibi muntazam, güzel, muhteşem bir memleket gördü. Her tarafta Hâlık-ı Zülcelâli bildiriyorlar bir vaziyeti müşahedesiyle, akıl ve hayalin kıymetleri ve vazifeleri bin derece terakki [ilerleme] etti.

İşte o seyyahın kâinattaki seyahatinin yüzer nümunesinden bu mezkûr [adı geçen] üç nümuneye kıyasen sâir müşahedatını [gözlem yapmalar] ve isimlerin cilveleriyle Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] marifetini [Allah’ı bilme ve tanıma] Risale-i Nur’a havale edip, bu pek kısa işarete iktifaen, [yetinme] bu pek uzun kıssayı kısa keserek Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] bildiren kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlardan ve sıfât-ı seb’asından [yedi sıfat] yalnız ilim ve irade ve kudret gibi üç mühim sıfatların eserleriyle, tecellîleriyle ve tahakkuklarının [gerçekleşme] hüccetleriyle [delil] Kâinat Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] tanımaya, o dünya seyyahı gibi gayet kısa işaretlerle çalışacağız. Tafsilâtını [ayrıntılar] Risale-i Nur’a havale ederiz.

İşte, Arabî Hizb-i Nurî’nin Hülâsatü’l-Hülâsasından [esas, öz] daimî, tefekkürî [düşünme ve ibret alma şeklinde] bir virdim [devamlı yapılan zikir] ve Allahu Ekber cümlesinin otuz üç mertebesinden üç mertebeyi beyan eden bu gelen Arabî fıkranın [bölüm] bir nevi tercümesi içinde kısa işaretlerle, ulema-i ilm-i kelâmı [kelâm âlimleri] ve akîde [inanç] ulemasını pek çok meşgul eden ilim ve irade ve

786

kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] kâinattaki cilveleriyle, onları aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] iman ile tasdik ve onlarla Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] bedahetle [ap açık bir şekilde] mevcudiyetine ve vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] tasdikle tam iman etmeye yol açan bu Arabî fıkradır: [bölüm]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِى الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِىٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا * 1

اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَعِلْمًا إِذْ هُوَ الْعَلِيمُ بِكُلِّ شَىْءٍ بِعِلْمٍ مُحِيطٍ لاَزِمٍ ذَاتِىٍّ Haşiye [dipnot] لِلذَّاتِ يَلْزَمُ اْلاَشْيَۤاءَ لاَيُمْكِنُ اَنْ يَنْفَكَّ عَنْهُ شَىْءٌ بِسِرِّ الْحُضُورِ وَالشُّهُودِ وَاْلاِحَاطَةِ النُّورَانِيَّةِ وَبِسِرِّ اِسْتِلْزَامِ الْوُجُودِ لِلْمَعْلُومِيَّةِ وَاِحَاطَةِ نُورِ الْعِلْمِ بِعَالَمِ الْوُجُودِ نَعَمْ فَاْلاِنْتِظَامَاتُ الْمَوْزُونَةُ.. وَاْلاِتِّزَانَاتُ الْمَنْظُومَةُ.. وَالْحِكَمُ الْقَصْدِيَّةُ الْعَامَّةُ.. وَالْعِنَايَاتُ الْمَخْصُوصَةُ الشَّامِلَةُ.. وَاْلاَقْضِيَّةُ الْمُنْتَظَمَةُ.. وَاْلاَقْدَارُ الْمُثْمِرَةُ.. وَاْلاٰجَالُ الْمُعَيَّنَةُ وَاْلاَرْزَاقُ الْمُقَنَّنَةُ، وَاْلاِتْقَانَاتُ الْمُفَنَّنَةُ وَاْلاِهْتِمَامَاتُ الْمُزَيَّنَةُ وَغَايَةُ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَاْلاِنْسِجَامِ وَاْلاِتِّسَاقِ وَاْلاِتْقَانِ وَاْلاِتِّزَانِ وَاْلاِمْتِيَازِ، اَلْمُطْلَقَاتِ فِى كَمَالِ السُّهُولَةِ الْمُطْلَقَةِ. دَالاَّتٌ عَلٰۤى اِحَاطَةِ عِلْمِ عَلاَّمِ الْغُيُوبِ بِكُلِّ شَىْءٍ ﴿ أَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ ﴾ فَنِسْبَةُ دَلاَلَةِ حُسْنِ صَنْعَةِ اْلاِنْسَانِ عَلٰى شُعُورِ

787

اْلاِنْسَانِ اِلٰى نِسْبَةِ دَلاَلَةِ حُسْنِ خِلْقَةِ اْلاِنْسَانِ عَلٰى عِلْمِ خَالِقِ اْلاِنْسَانِ كَنِسْبَةِ لُمَيْعَةِ نُجَيْمَةِ الذُّبَيْبَةِ فِى اللَّيْلَةِ الدَّهْمَۤاءِ اِلٰى شَعْشَعَةِ الشَّمْسِ فِى رَابِعَةِ النَّهَارِ * 1

Gayet kısa bir nevi tercümesi içinde ilm-i İlâhîye, [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] bu pek ehemmiyetli hakikat-ı imaniyeye [iman hakikatı, gerçeği] kısacık işaretler edip tafsilâtını [ayrıntılar] Risale-i Nura havale ile deriz:Haşiye

Evet, nasıl ki, rahmet, rızk-ı acâibiyle güneş gibi kendini gösterip perde-i gaybda [gayb perdesi] bir Rahmân-ı Rahîmi [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] kat’iyetle ispat ediyor; öyle de, yüzer âyât-ı Kur’âniyede [Kur’ân ayetleri] mevki alan ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] yedi sıfattan bir cihette en birincisi olan ilim dahi, nizam ve mizanın [ölçü] hikmetleri ve meyveleriyle güneş ziyası misil[benzer] kendini gösterdiği gibi, bir Alîm-i Küll-i Şeyin [her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan, sonsuz ilim sahibi Allah] mevcudiyetini kat’iyetle bildirir. Evet, insanın şuuruna, ilmine delâlet eden düzgün, ölçülü san’atı ile insanın Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] ilmine, hikmetine delâlet eden hüsn-ü hilkat-ı insan [insanın yaratılışının güzelliği] muvazenesi, aynen yıldız böceğinin gecedeki ışığının lem’acığının, [parıltı] gündüzde güneşin ihâta[kavrayış] ziyasına nisbeti gibidir.

Şimdi ilm-i İlâhînin [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] delillerini beyan etmeden evvel, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatın kâinatın

788

envâındaki [tür] tecellîleriyle Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] pek zâhir bir tarzda göstermesine delâlet ve şehadet eden Mi’rac-ı Muhammedî (a.s.m.) gecesinde huzur ve hitab-ı İlâhîye [Allah’ın hitabı] mazhar [erişme, nail olma] olduğu zaman, birden اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ 1 diyerek, bütün zîhayat [canlı] ve envâ-ı mahlûkat [bütün yaratılmış varlık türleri] namına bir mebus ve elçi olmasından, bütün onların sıfat-ı ilmin cilveleriyle Rablerini bildirdikleri tarzda, selâm yerinde, umum zîşuur [akıl ve şuur sahibi] bedeline, Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] umum zîhayatın [canlı] hediyelerini takdim eder.

اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ

Yani, dört kelimeler ile umum zîhayatın [canlı] dört taifesinin ezelî, ebedî ilmin cilveleriyle Allâmü’l-Guyûba [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] karşı tahiyyelerini, [selâm, hediye] tebriklerini, ubudiyetlerini, [Allah’a kulluk] güzel marifetlerini [Allah’ı bilme ve tanıma] gösterdiğinden, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mükâleme-i Mi’raciyeyi geniş mânâsıyla okumak, teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] umum İslâmın farz bir vazifesi olmuş. O kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mükâlemenin [karşılıklı konuşma] izahatını Risale-i Nur’a havale edip, gayet kısa dört işaretle bir mânâsını beyan edeceğiz.

Birincisi: اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ ‘dır. Kısacık meâli şudur: Nasıl bir usta, pek harika bir makineyi derin ilmi ve mu’cizekâr zekâsıyla yapsa, o acip makineyi gören herkes, o ustayı takdirkârâne [övgüyle] tebrik edip alkışlar ve tahsinkârâne [iyilik ve güzelliğini överek] medihlerle [övgü] ve ihsanlarla [bağış] ona maddî, mânevî hediyeler, tahiyyeler [selâm, hediye] verir; o makine dahi, o ustanın istediği tarzda, tam tamına, gayet mükemmel olarak arzularını ve harika ince san’atını ve maharet-i ilmiyesini [ilmi beceri, ustalık] göstermesiyle, kendi ustasını lisan-ı hal [beden dili] ile

789

alkışlar, tebrik eder, mânevî tahiyyeler, [selâm, hediye] hediyeler verir. Aynen öyle de, kâinatta bütün zîhayat [canlı] taifeleri, her biri ve her bir ferdi, her tarafı mu’cizeli birer harika makinedir ki, ustasının, her şeyin her şeyle münasebetini gören ve her şeyin hayatına lâzım bütün şeyleri görüp tam yerinde ona yetiştiren ihâta[kavrayış] ilminin derin ve ince cilveleriyle kendini tanıttıran Sâni-i Zülcelâlini, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hayatlarının lisan-ı halleriyle, [beden dili] ins ve cin ve melek olan zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] kàl [dil, söz, kelâm] dilleri gibi tahiyyelerle [selâm, hediye] alkışlar ve tebriklerle اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ derler. Ve hayatlarının fiyatını, doğrudan doğruya bütün mahlûkatı bütün ahvâliyle [haller] bilen Hâlıklarına [her şeyi yaratan Allah] ubudiyetkârâne [kulluk yaparcasına] takdim ediyorlar ki, Mi’rac [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] Gecesinde, bütün zîhayat [canlı] namına Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] huzurunda, selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ deyip, bütün zîhayat [canlı] taifelerinin tahiyye [selâm, hediye] ve hediye ve mânevî selâmlarını takdim etmiş.

Evet, âdi bir muntazam makine, intizam ve mizan[ölçü] heyetiyle, şeksiz, [şüphesiz] bir mâhir ve dikkatli ustayı gösterdiği gibi, kâinatı dolduran hadsiz zîhayat [canlı] makineler de, her birisi binbir mu’cizat-ı ilmiyeyi [ilmî mu’cizeler] gösteriyorlar. Elbette yıldız böceğinin ışığına nisbeten güneşin ziyası derecesinde ilmin cilveleriyle o zîhayatlar, [canlı] usta ve sermedî [daimi, sürekli] sanatkârlarının vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve mâbudiyetine [ibadet edilen] pek parlak şehadet ederler.

İkinci kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelime-i Mi’raciye: [Mi’racta söylenen söz] اَلْمُبَارَكَاتُ ‘dür. Madem hadîsçe namaz, mü’minin miracıdır [Allah’ın huzuruna yükselme] ve Mi’rac-ı Ekberin [büyük mirac] cilvesine mazhardır. Ve madem dünya seyyahı, her âlemde, ilim sıfatıyla Allâmü’l-Guyûb [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] bulmuş. Biz dahi o seyyahla beraber, mübareklerin ve görenlere “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] dedirtenlerin ve

790

اَلْمُبَارَكَاتُ ‘nün geniş âlemine girip bütün zîruhun [ruh sahibi] mâsum, mübarek yavrularını ve bütün zihayatın [canlı] mukadderat [Allah tarafından belirlenmiş olaylar] ve programlarının kutucukları olan tohum ve çekirdekleri başta olarak o mübarekât [bereketli ve güzel şeyler] âlemini temâşâ ve mütalâa ile kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfat-ı ilmin mu’cizatlı, ince cilveleriyle Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile bilmeye o seyyah gibi çalışacağız.

Evet, gözümüzle görüyoruz ki, bütün o mâsum yavrucuklar ve o mübarek mahzencikler, [depo] sandıkçıklar; bir Alîm-i Hakîmin [herşeyi hakkıyla bilen ve hikmetle yaratıp donatan Allah] ilmiyle hem umumu, hem her bir ferdi, birden bir uyanmak ve gaye-i hilkatine [yaratılış amacı] yürümek için bir hareket alırlar. Hakikat nazarıyla bakanlara bin bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] yüz bin mâşâallah dedirtirler.

Evet, meselâ nutfeler, [memelilerin yaratıldığı su] yumurtalar, tohumlar, çekirdekler, her biri birden ilimden gelen bir ince nizam ve o nizam, maharetten gelen tam bir mizan [ölçü] içinde; o mîzan, [denge, ölçü] yeni bir tanzim, o ise taze bir ölçü ve tevzin [ölçülü yapma] içinde; o dahi bir temyiz ve terbiye ve müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] emsalinden kasdî [bilerek, direkt] fârika [ayırıcı özellik, başkalık, birbirine benzememe özelliği] alâmetleri içinde; o da, san’atlı bir tezyin [süsleme] ve süslemek içinde; bu dahi hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] lâyık, mükemmel cihazat ve tasvir içinde; bu ise kerîmâne, [çok cömert bir şekilde] rızık isteyenlerin zevklerini memnun etmek için, o mahlûkların [varlıklar] ve meyvelerin etleri ve yenilen kısımları ihtilâf içinde; bu ise âlimâne, mu’cizâne, ayrı ayrı nakışlar, [işleme] ziynetler içinde; bu da ayrı ayrı güzel, hoş kokular ve lezzetli tatlar içindeki, kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] içinde, birbirinden mütemayiz, [birbirinden ayrılan, ayırt edilmiş] ayrı iken kesret [çokluk] ve sür’at ve vüs’at-i mutlaka [sınırsız genişlik] içinde, sehivsiz, [hatasız] hatâsız, bütün onların suretlerinin inkişafları [açığa çıkma] ve her mevsimde o harika halin devamı içinde bütün o mübareklerin her biri ve beraber, bu mezkûr [adı geçen] on beş dil ile ustalarının harika maharetini ve mu’cizatlı ilmini göze gösterip Allâmü’l-Guyûb, [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah]

791

Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Sânilerini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] güneş gibi bildiriyorlar. İşte bu pek geniş ve parlak şehadetleri ve Sâniini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tebrikleri içindir ki, Mi’rac [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] Gecesinde bütün mahlûkat hesabına konuşan zât-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamber olan şahsiyeti] (a.s.m.) اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesini selâm yerinde demiş.

Üçüncü kelime: اَلصَّلَوَاتُ ‘dür ki, hem umumî Mi’rac-ı Ekber-i Muhammedîde [Hz. Muhammed’in büyük miracı] (a.s.m.), hem her mü’minin hususi mi’racı olan namaz teşehhüdünde, [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] her gün hiç olmazsa on defa, yüz milyonlar ehl-i iman, [Allah’a inanan] o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelimeyi, Peygamberin (a.s.m.) tebaiyetiyle [tabi olma, uyma] dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] takdim edip kâinatta ilân ederler. Mi’raca [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] dair Otuz Birinci Söz, Mi’racın [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] bütün hakikatlerini, bir muhatap ittihaz [edinme, kabullenme] ettiği muannid, [inatçı] mülhid, [dinsiz] münkirlere [Allah’a inanmayan] karşı dahi gayet kat’î ve kuvvetli bir surette ispat ettiğine binaen, tafsilâtını [ayrıntılar] ve hüccetlerini [delil] ona havale ederek, gayet muhtasar [kısa] bir işaretle bu üçüncü kelime-i Mi’raciyenin [Mi’racta söylenen söz] geniş mânâsını gösteren zîruh, [ruh sahibi] zîşuur [akıl ve şuur sahibi] taifelerinin acip âlemine bakıp, ilm-i ezelînin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] cilveleriyle Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] vahdet [Allah’ın birliği] ve mevcudiyeti içinde kemâl-i Rahmâniyetini ve rahîmiyetini [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] ve azamet-i kudret [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] ve şümul-ü iradetini bilmeye çalışacağız:

Evet, bu âlemde görüyoruz ki: Bu zîruhlar, [ruh sahibi] şuuren ve aklen olmasa da hissen, fıtraten hissediyorlar ki, herbiri, hadsiz bir acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] [acizlik ve zayıflık] içinde, hadsiz düşmanları ve incitenleri var. Ve hadsiz bir fakr ve ihtiyaç içinde, hadsiz hâcâtı ve matlupları [istek] var. İktidarı ve sermayesi binden birine kâfi [yeterli] gelmediğinden, bütün kuvvetiyle bağırır ve ağlar, mânen, fıtraten yalvarır, kendine mahsus sesiyle, lisanıyla dualar, niyazlar, bir nevi namazlar, salâvatlar [namazlar, dualar] ile bir Alîm-i Kadîr [her şeyi hakkıyla bilen, herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] dergâhına [Allah’ın yüce katı] iltica ederken, birden görüyoruz ki, o bağıranların her işini, her ihtiyacını bilen ve

792

her derdini ve zararını anlayıp yalvarmasını, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] duasını işiten Alîm-i Mutlak [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] bir Kadîr-i Hakîm, [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] imdatlarına yetişir, bütün istediklerini yapar. Ağlamalarını gülmeye, bağırmalarını teşekkürlere çevirir. Bu hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] alîmâne, rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] yardım, pek parlak bir tarzda ilim ve rahmetin cilveleriyle bir Mucîb-i Muğîs, [yardıma muhtaç olan ve kendinden yardım dileyen varlıkların imdadına koşan, ihtiyaçlarına cevap veren, Allah] bir Rahîm-i Kerîmi [herbir varlığa rahmet ve merhametiyle tecelli eden ve cömertlik sahibi Allah] bildirip o zîruh [ruh sahibi] âleminin bütün salâvat [namazlar, dualar] ve ubudiyetlerini [Allah’a kulluk] Ona takdim ve tahsis eder mânâsıyla, Mi’rac-ı Ekberde [büyük mirac] Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve mi’rac-ı asgar [küçük mi’rac, yükseliş; kulun namazı] olan namazlarda onun ümmeti, اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ der.

Dördüncü kelime-i kudsiye: [kutsal cümle] اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ ‘dir. Risale-i Nur’un çok hakikatleri namaz tesbihatında ihtar edilmesi hikmetiyle, hem Fâtihanın, [başlangıç] hem teşehhüdün [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] kelimelerinin hakikatlerini kısa işaretlerle beyan etmeye, âdeta ihtiyarsız [irade dışı] sevk edildim.

İşte, Mi’rac-ı Muhammedîde (a.s.m.) denilen اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i kudsiyesi, [kutsal cümle] ehl-i mârifet ve iman ve küllî şuur sahibi olan ins ve cin ve melek ve ruhânîlerin, kâinatı güzel tayyibeleri [iyi, güzel, hoş iş ve hareket] ve haseneleri ve ubudiyetleriyle [Allah’a kulluk] güzelleştiren ve güzellerin âlemine bakan ve sermedî [daimi, sürekli] Cemîl-i Mutlakın [sınırsız güzellik sahibi Allah] hadsiz cemâl ve güzelliklerini ve kâinatı süslendiren isimlerinin daimî güzelliklerini tam bilen ve aşk ve şevkle küllî ubûdiyetler [Allah’a kulluk] ile mukabele [karşılama; karşılık verme] eden ve parlak iman ve geniş marifetler [Allah’ı bilme ve tanıma] ve medh ü senaların revâih-i tayyibe [hoş ve güzel kokular] ve hoş kokularıyla Hâlıklarına [her şeyi yaratan Allah] karşı o hadsiz tayyibatlar [iyi ve güzel işler, hareketler, ibadetler] mânâsıyla Mi’racda [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] söylenmiş sırrıyla, teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] bütün ümmet,

793

her gün usanmadan o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelime-i tayyibeyi [güzel ve hoş söz] tekrar ederler. Evet, bu kâinat, nihayetsiz bir hüsün [güzellik] ve cemâl-i sermedînin [sürekli devam eden güzellik] âyinesi [aynası] ve cilveleri; ve kâinattaki bütün cemâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve güzellikler, o sermedî [daimi, sürekli] hüsünden [güzellik] gelir ve ona intisapla [bağlanma] güzelleşir, kıymeti yükselir. Yoksa, karmakarışık bir virâne, bir hüzüngâh olur. Ve o intisap [bağlanma] ise, saltanat-ı ulûhiyetin [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] dellâlları [davetçi, ilan edici] ve ilâncıları olan ins ve melek ve ruhânîlerin mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve tasdikleriyle anlaşılır. Hattâ o dellâlların [davetçi, ilan edici] güzel ve tatlı hamdlerini ve senalarını ve Mâbuduna [ibadet edilen] medihlerini [övgü] ve onların kelimelerini her tarafa neşir ve Arş-ı Âzamın [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] cânibine [taraf, yön] sevk etmek için, hava unsurunun zerreleri emirber [emre hazır] neferler, [asker] küçücük diller ve kulaklar gibi o güzel kelimeleri dergâh-ı ulûhiyete [Allah’ın yüce katı] takdim etmek için o pek harika vaziyet-i acîbe havaya verildiğine kuvvetli bir ihtimal var diye kalbime geldi.

İşte ins ve melek, nasıl ki imanları ve ubudiyetleriyle [Allah’a kulluk] Mâbud-u Zülcelâli bildiriyorlar; öyle de, o Hakîm-i Zülcelâl [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] dahi o ilâncılara verdiği çok câmi’ [kapsamlı] istidatlarla, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] pek harika cihazlarla ve dekaik-ı ilmiyeleriyle, [ilmin incelikleri] herbirisini bütün kâinatla alâkadar bir küçük kâinat hükmüne getirmekle kendini pek parlak bir tarzda bildiriyor. Meselâ, insanın küçücük kafasında ceviz kadar bir yerde kuvve-i hafıza, [bellek, hafıza duyusu] kuvve-i hayaliye, [hayal duygusu] kuvve-i müfekkire [düşünme duygusu] gibi müteaddit, [bir çok] acip makineleri yaratmak ve kuvve-i hafıza[bellek, hafıza duyusu] bir büyük kütüphane hükmüne getirmekle ilm-i ezelînin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] cilvesiyle güneş gibi kendini gösteriyor.Haşiye [dipnot]

Şimdi, sabıkan [bundan önce] zikredilen ve ilm-i muhîtin [her şeyi kuşatan ilim] küllî hüccetlerine [delil] işaret eden ve bir geniş hüccet [delil] olarak hadsiz burhanları [delil] ihtiva eden ve on beş delil ile ilm-i muhîti [her şeyi kuşatan ilim] gösteren Arabî parçanın gayet kısa bir meâline ve bir nevi tercümesine işaret ederiz.

794

On beş delilden birincisi: فَاْلاِنْتِظَامَاتُ الْمَوْزُونَةُ ‘dir.

Yani, bütün mahlûkatta müşahede edilen ölçülü düzgünlük, mizan[ölçü] intizam, ihata[herşeyi kuşatma] bir ilme şehadet eder.

Evet, muntazam bir saray gibi kâinattan ve manzume-i şemsiyeden [güneş sistemi] ve kelimeler ve seslerin neşrinde zerreleri medâr-ı hayret [hayret veren] bir intizam gösteren hava sahifesinden ve üç yüz bin ayrı ayrı nevileri her baharda bir intizam-ı ekmel [çok mükemmel düzen] içinde yetiştiren zemin yüzünden tut, tâ herbir zîhayatın [canlı] vücudundaki âzâ ve cihazat ve hüceyrat [hücrecikler] ve zerrelere kadar derin, ihatalı, [herşeyi kuşatma] şaşırmaz bir ilmin eseri olan mizanî [ölçü] düzgünlük ve tam intizam bulunması, gayet zâhir ve kat’î bir surette, ihata[herşeyi kuşatma] bir ilme delâlet ve şehadet eder demektir.

İkinci delil: وَاْلاِتِّزَانَاتُ الْمَنْظُومَةُ ‘dir.

Yani, bütün kâinattaki masnuâtta, cüz’î-küllî, [ferd-tür (kapsamlı varlık)] seyyarattan [gezegenler] tâ kandaki küreyvât-ı hamrâ [alyuvarlar] ve beyzâya kadar her şeyde gayet düzgün bir ölçü, mütenasip [birbirine uygun] bir mizan [ölçü] bulunması, bedahetle [ap açık bir şekilde] muhît [her şeyi kuşatan] bir ilme delâlet ve kat’î şehadet eder.

Evet, görüyoruz ki, meselâ bir sineğin, bir insanın âzâları ve cihazatı, hattâ cesedinin hüceyratı [hücrecikler] ve kanındaki kırmızı ve beyaz kürecikleri o derece hassas bir mîzan [denge, ölçü] ve ince bir ölçüyle yerleştirilmiş ve o derece birbirine münasip ve uygun ve cesedin sair âzâlarında öyle muntazam bir tenasüp [uygunluk] var ki, nihayetsiz bir ilme mâlik olmayan, o vaziyeti onlara vermesi hiçbir cihette imkânı yok.

İşte, aynen bütün zîhayat [canlı] ve envâ-ı mahlûkat, [bütün yaratılmış varlık türleri] zerrattan [atomlar]manzume-i şemsiyedeki [güneş sistemi] seyyarata [gezegenler] kadar, öyle tam bir muvazene [karşılaştırma/denge] ve zerre kadar şaşırmaz bir düzgün ölçü hükmetmesi, ihata[herşeyi kuşatma] bir ilme kat’î delâlet ve parlak şehadet eder. Demek ilmin her delili, Zât-ı Alîmin [herşeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan, sonsuz ilim sahibi Zât, Allah] mevcudiyetine dahi delildir. Sıfat mevsufsuz [bir sıfatla nitelenen] olması muhal [bâtıl, boş söz] ve imkânsız olmasından, bütün hüccetleri [delil] Alîm-i Ezelînin [herşeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan ve ilminin başlangıcı olmayan sonsuz ilim sahibi Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] kuvvetli ve gayet kat’î bir hüccet-i kübrâdır. [büyük delil]

795

Üçüncü delil: وَالْحِكَمُ الْقَصْدِيَّةُ الْعَامَّةُ ‘dir.

Yani, bütün kâinattaki hallâkıyet [yaratıcılık] ve faaliyette ve tebeddülât [başkalaşma, değişme] ve ihyâ [diriltme, hayat verme] ve tavzifat [görevlendirme] ve terhisatta [askerliğin bitişiyle salıverilme] bütün masnuâtın her biri ve her bir taifenin tesadüf imkânı olmayan öyle kastî ve bilerek takılan hikmetleri ve faideleri ve vazifeleri var. Ve görüyoruz ki, ihâta[kavrayış] bir ilmi bulunmayan, hiçbir cihette, hiçbirisine icad noktasında sahip çıkamaz.

Meselâ, hadsiz zîhayattan [canlı] bir insanın yüz cihazatından bir tek cihazı olan lisanı, bir et parçası iken, iki büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere, faidelere âlet oluyor. Taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün tatları bilerek cesede, mideye haber vermek ve rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına [mutfak] dikkatli bir müfettiş olmak ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa [akıl, beyin] tam bir tercüman ve santral olmak, elbette gayet parlak ve kat’î bir surette, ihata[herşeyi kuşatma] ilme delâlet ve şehadet eder. bir tek dil, hikmetleri ve meyveleriyle böyle delâlet etse, hadsiz lisanlar ve hadsiz zîhayatlar, [canlı] nihayetsiz masnuat, [sanat eseri] güneş zuhurunda ve gündüz kat’iyetinde, nihayetsiz bir ilme delâlet ve şehadet ve Allâmü’l-Guyûbun [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] daire-i ilminden ve hikmetinden ve meşîetinden [dileme, irade, istek] hariç hiçbir şey yoktur diye ilân ederler.

Dördüncü delil: وَالْعِنَايَاتُ الْمَخْصُوصَةُ الشَّامِلَةُ ‘dir.

Yani, bütün zîhayat, [canlı] zîşuur [akıl ve şuur sahibi] âleminde, her nev’e ve her ferde, hususî ve ona münasip ve umuma şâmil [içine alan] inayetler, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] şefkatler, himayetler, bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde ihata[herşeyi kuşatma] bir ilme delâlet ve o inayetlere [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] mazhar [erişme, nail olma] olanları ve ihtiyaçlarını bilen bir Alîm-i İnayetkârın [sonsuz lütuf, yardım ve ihsan [bağış] sahibi ve herşeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] hadsiz şehadetler eder, demektir.

 İHTAR: Risale-i Nur’un Hülâsatü’l-Hülâsasının [esas, öz] zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] olan Arabî fıkradaki [bölüm] kelimelerin izahı ise, Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] eden Risale-i Nur’un,

796

 âyât-ı Kur’âniyenin lemeatından [parıltılar] aldığı hakikatlere, hususan ilim ve iradeye ve kudrete dair delillere ve hüccetlere [delil] işarettir ki, bu Arabî kelimelerin işaret ettikleri o ilmî deliller, ehemmiyetle tefsir ediliyor. Demek herbiri, çok âyâtın birer işaret ve birer nüktesini [derin anlamlı söz] beyan etmektir. Yoksa o Arabî kelimelerin tefsiri ve beyanı ve tercümesi değildir. Sadede [asıl konu, esas mânâ] dönüyoruz.

Evet, gözümüzle görüyoruz ki, bizleri ve bütün zîruhları [ruh sahibi] bilir ve bilerek şefkatle himaye eder ve ihtiyacını ve her derdini bilir ve bilerek inayetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] imdadına yetişir bir Alîm-i Rahîm [herşeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan ve rahmetinin çok özel tecellîleri olan Allah] var. Hadsiz misâllerinden birisi:

İnsanın rızık ve ilâç ve muhtaç olduğu madenler cihetinde gelen hususi ve umumî inayetler, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] pek zâhir bir surette bir ilm-i muhîti [her şeyi kuşatan ilim] gösterir ve bir Rahmân-ı Rahîme [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] rızık, ilâç, madenlerin adedince şehadetler ederler. Evet, insanın hususan âcizlerin ve yavruların iaşeleri ve bilhassa mide matbahından [mutfak] cesedin rızık isteyen âzâlarına, hattâ hüceyrelerine, [hücre] herbirine münasip rızkını yetiştirmeleri ve dağlar bir eczahane ve insana lâzım bütün mâdenlerin bir ambarı olmaları gibi hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] işler, gayet ihâta[kavrayış] bir ilimle olabilir. Serseri tesadüf, kör kuvvet, sağır tabiat, câmid, [cansız] şuursuz esbab, [sebebler] basit, istilâcı unsurlar, hiçbir cihette bu alîmâne, basîrâne, [görerek] hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] merhametkârane, inayetperverane [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] olan iaşe ve idare ve himayet ve tedbire karışamazlar. Yalnız o zâhirî esbab, [sebebler] Alîm-i Mutlakın [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] emriyle, izniyle, ilim ve hikmeti dairesinde bir perde-i izzet-i kudret-i İlâhiye [Allah’ın kudretinin izzetini koruyan bir perde, örtü] olarak istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ve istihdam [çalıştırma] edilmeleri var.

Beşinci ve altıncı delil:

وَاْلاَقْضِيَّةُ الْمُنْتَظَمَةُ. وَاْلاَقْدَارُ الْمُثْمِرَةُ ‘dir.

Yani, herşeyin, hususan nebatat [bitkiler] ve eşcar [ağaçlar] ve hayvanat ve insanların şekilleri ve

797

miktarları, ilm-i ezelînin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] iki nev’i olan kaza ve kaderin düsturlarıyla [kâide, kural] san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] biçilmiş ve her birinin kàmetine [boy, endam] göre tam münasip dikilmiş, mükemmel giydirilmiş, gayet muntazam birer hikmetli şekil verilmiş. Onlar, her biri ve beraber, bir nihayetsiz ilme delâlet ve bir Sâni-i Alîme, [sonsuz ilim sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] adetlerince şehadet ederler demektir.

Evet, meselâ nümune olarak, hadsiz misâllerinden yalnız tek bir ağaç ve bir ferd-i insana [kişi, birey] bakıyoruz, görüyoruz ki: Bu meyveli ağaç, o çok cihazatlı insan, hiçbir ressam tam taklidini yapamayacak derecede zâhiri ve bâtını, dış ve içi öyle bir gaybî pergârla [pergel] ve ince bir ilmin kalemiyle hudutları çizilmiş ve tam intizamla her âzâsına münasip suret verilmiş ki, meyve ve neticelerine ve vazife-i fıtratlarına [yaratılış görevi] yetişsin. Bu ise nihayetsiz bir ilimle olabilmesi cihetiyle, her şeyin her şeyle münasebetini bilip ve nazara alan ve bu ağaç ve bu insanın bütün emsallerini ve nevilerini ilm-i ezelîsinin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] kaza ve kader pergâr [pergel] ve kalemiyle dış ve iç miktarlarını ve suretlerini hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] yapılmasını bilerek işleyen bir Sâni-i Musavvir, [herşeyi istediği surette, mükemmel ve sanatlı bir şekilde yapan Allah] bir Alîm-i Mukaddirin [her şeyi hakkıyla bilen ve sonsuz ilmiyle ezelden ebede her şeyi yaratılmadan önce takdir edip plânlayan Allah] hadsiz ilmine ve vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] nebatat [bitkiler] ve hayvanat adedince şehadet ederler demektir.

Yedinci, sekizinci delil:

وَاْلاٰجَالُ الْمُعَيَّنَةُ وَاْلاَرْزَاقُ الْمُقَنَّنَةُ ‘dir.

Yani, ehemmiyetli bir hikmet için, zâhir nazarda müphem [belirsiz] ve gayr-ı muayyen [belirlenmemiş, belirsiz] tevehhüm [kuruntu] edilen eceller [daha büyük] ve rızıklar, ipham [gizleme] perdesi altında kaza ve kader-i ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde her zîhayatın [canlı] eceli mukadder ve muayyendir, tekaddüm, [öne geçme, ileride olma] teahhur [sonraya kalma, gecikme] etmez. Ve her zîruhun [ruh sahibi] rızkı tayin ve tahsis

798

edilip kaza ve kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var. Meselâ, koca bir ağacın ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeğini onun yerinde vazife görmek için bırakması, bir Alîm-i Hafîzin [sonsuz ilmiyle herşeyi hakkıyla bilen ve herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah] hikmetli kanunuyla olması ve bir yavrunun rızkı olan süt memelerden gelmesi ve kan ve fışkı [canlıların dışkısı] içinden çıkıp hiç bulaşmadan sâfi, temiz olarak ağzına akması, tesadüf ihtimalini kat’î bir surette red ve bir Rezzâk-ı Alîm-i Rahîmin [sonsuz ilmiyle her şeyi hakkıyla bilen ve rızkını veren ve rahmetinin çok özel tecellîleri olan Allah] şefkatli düsturuyla [kâide, kural] olduğunu gayet kat’î gösteriyor. Bu iki cüz’î [ferdî, küçük] misâle bütün zîhayat, [canlı] zîruh [ruh sahibi] kıyas edilsin.

Demek, hakikatte hem ecel muayyen ve mukadderdir, [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] hem rızık herkese göre bir taayyun [belirlenme] içinde mukadderat [Allah tarafından belirlenmiş olaylar] defterinde kayıt edilmiştir. Fakat, gayet mühim bir hikmet için hem ecel, hem rızık perde-i gaybda [gayb perdesi] ve müphem [belirsiz] ve gayr-ı muayyen [belirlenmemiş, belirsiz] ve zâhiren tesadüfe bağlı gibi görünüyor. Eğer ecel güneşin gurubu [batış] gibi muayyen olsaydı, yarı ömür gaflet-i mutlakada [bütünüyle umursamazlık, [emirler] âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma] ve âhirete çalışmamakla zâyi olup, yarı ömürden sonra her gün ölüm darağacı tarafına bir ayak atmak gibi dehşetli bir korku alıp, eceldeki musibet yüz derece ziyadeleşmesi sırrıyla, başa gelen musibetler ve hattâ dünyanın eceli olan kıyamet perde-i gaybda [gayb perdesi] merhameten bırakılmış. Rızık ise, hayattan sonra nimetlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir menbaı [kaynak] ve ubudiyet [Allah’a kulluk] ve dua ve ricaların [ümit] en cemiyetli bir madeni olmasından, suret-i zâhirede [dış görünüş] müphem [belirsiz] ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Tâ her vakit Rezzâk-ı Kerîmin [bütün varlıkların ihtiyaçları olan rızıklarını veren, sınırsız ikram ve cömertlik sahibi Allah] dergâhına [Allah’ın yüce katı] iltica ve rica [ümit] ve yalvarmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızık istemek kapısı kapanmasın. Yoksa, muayyen olsaydı, mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirâne, [şükreder bir şekilde] minnettarâne ricalar, [ümit] dualar, belki mütezellilâne [kendi kusur ve aczini bilerek] ubudiyet [Allah’a kulluk] kapıları kapanırdı.

Dokuzuncu, onuncu delil:

وَاْلاِتْقَانَاتُ الْمُفَنَّنَةُ وَاْلاِهْتِمَامَاتُ الْمُزَيَّنَةُ Yani, her masnuda, hususan bahar

799

mevsiminde zemin yüzünde sermedî [daimi, sürekli] bir hüsün [güzellik] ve cemâlin cilvelerini gösteren bütün güzel mahlûklar, [varlıklar] ezcümle çiçekler, meyveler ve kuşçuklar ve sinekler ve bilhassa yaldızlı ve yıldızlı kuşçukların hilkatlerinde ve suretlerinde ve cihazatlarında öyle mu’cizâne ve bir maharet ve dikkat ve harika bir san’at, bir ittikan, [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri] bir mükemmeliyet ve San’atkârlarının [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mu’cizatlı hünerlerini gösteren ayrı ayrı, çeşit çeşit tarzlarda şekiller, makinecikler, gayet ihata[herşeyi kuşatma] bir ilme ve—tabirde hata olmasın—gayet maharetli ve fünunlu [fenler, bilimler] bir meleke-i ilmiyeye [ilmi kàbiliyet, yetenek] kat’î delâlet ve serseri tesadüfün ve şuursuz ve müşevveş [dağınık, karışık] esbabın müdahale etmesinin imkânsız olduğuna şehadet ettikleri gibi; وَاْلاِهْتِمَامَاتُ الْمُزَيَّنَةُ ifadesiyle o güzel masnularda o derece bir şirin süslemek ve tatlı bir ziynet ve câzibedar bir cemâl-i san’at [Allah’ın san’atının güzelliği] var ki, nihayetsiz bir ilimle iş görür ve her şeyin en güzel tarzını bilir ve san’atkârlığın [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] cemâl-i kemâlini [mükemmelliğin güzelliği; Allah’ın san’atındaki kusursuz güzellik] ve kemâl-i cemâlini [Cenâb-ı Hakkın cemâl isminin tecellilerindeki kusursuzluk, mükemmellik] zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] göstermek ister ki, en cüz’î [ferdî, küçük] bir çiçeği ve küçük bir sineği ihtimamkârâne, [dikkatlice ve özenle çalışarak] mâhirâne, [ustaca, maharetle] san’atperverâne ehemmiyetle tasvir ve icad eder. Bu ihtimamkârâne [dikkatlice ve özenle çalışarak] tezyin [süsleme] ve tahsin, [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] bedahetle, [ap açık bir şekilde] hadsiz ve her şeye muhit bir ilme delâlet ve o güzellerin adedince bir Sâni-i Alîm-i [sonsuz ilim sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] Zülcemâlin [sonsuz güzellik sahibi olan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadetler ederler demektir.

Beş küllî delil ve hüccetleri [delil] ihtiva eden on birinci delil:

وَغَايَةُ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ، اْلاِتِّزَانِ، اْلاِمْتِيَازِ، الْمُطْلَقَاتِ، فِى السُّهُولَةِ الْمُطْلَقَةِ. وَخَلْقُ اْلاَشْيَۤاءِ فِى الْكَثْرَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِتْقَانِ الْمُطْلَقِ. وَ فِى السُّرْعَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِتِّزَانِ الْمُطْلَقِ. وَ فِى الْوُسْعَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ كَمَالِ حُسْنِ الصَّنْعَةِ. وَ فِى الْبُعْدَةِ

800

الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِتِّفَاقِ الْمُطْلَقِ. وَ فِى الْخِلْطَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِمْتِيَازِ الْمُطْلَقِ

Bu delil, sabıkan [bundan önce] zikredilen Arabî fıkranın [bölüm] âhirinde yazılan delilin başka ve daha güzel bir tarzıdır. Şiddetli hastalık sebebiyle, gayet kısa bir işaretle bundaki beş altı geniş delilleri beyandır.

Evvelâ: Bütün zeminde görüyoruz: Tam bilmekten ve maharetten gelen gayet suhulet [kolaylık] ve kolaylıkla, acip zîhayat [canlı] makineler, def’aten [âni, birden bire] ve bir kısmı bir dakikada düzgün, ölçülü, emsalinden farikalı [farklı, ayrı] yapılmaları, nihayetsiz bir ilme delâlet ve san’attaki maharet-i ilmiyeden [ilmi beceri, ustalık] gelen suhulet [kolaylık] ve kolaylık derecesinde o ilmin kemâline şehadet eder.

Saniyen: [ikinci olarak] Gayet kesret [çokluk] ve çokluk içinde şaşırmadan gayet derecede san’atlı, mükemmel icadlar, nihayetsiz bir kudret içinde hadsiz bir ilme delâlet ve Alîm ve Kadîr-i Mutlaka [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] hadsiz şehadet eder.

Salisen: [üçüncü olarak] Sür’at-i mutlaka [sınırsız hız] ve gayet çabuk yapılmakla beraber, gayet derece mizanlı, [ölçü] ölçülü icadları, hadsiz bir ilme delâlet ve adetlerince bir Alîm-i Mutlak [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] ve Kadîr-i Mutlaka [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] şehadet ederler.

Rabian: [dördüncü olarak] Gayet geniş bütün zemin yüzünde hadsiz zîhayatların [canlı] vüs’at-i mutlaka [sınırsız genişlik] ile beraber gayet san’atkârâne, [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] süslü, kemâl-i hüsn-ü san’atla [mükemmel güzel san’at] yapılmaları, hiç şaşırmayan, her şeyi beraber gören, bir şeyi bir şeye mâni olmayan bir ihata[herşeyi kuşatma] ilme delâlet ve bir Alîm-i Küll-i Şey [her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan, sonsuz ilim sahibi Allah] ve Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] masnûları olduklarına her biri ve beraber şehadet ederler.

Hamisen: [beşinci olarak] Bu’d-u mutlak [sınırsız uzaklık] ve birbirinden gayet uzak bir nevin efradı, [bireyler] biri şarkta, biri garpta, [batı] biri şimâlde, [kuzey] biri cenupta, [güney] aynı zamanda, aynı tarzda birbirinin misli [benzer] ve birbirinden teşahhusça [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] imtiyazlı bir surette vücuda gelmeleri, ancak bir Alîm-i Mutlak [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] ve Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] kâinatı idare eden hadsiz kudreti ve bütün

801

mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ahvaliyle [durumlar] ihata [herşeyi kuşatma] eden nihayetsiz ilmiyle olabilmesi cihetiyle, muhit bir ilme delâlet ve bir Allâmü’l-Guyûba [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] hadsiz şehadet ederler.

Sadisen: [altıncı olarak] İhtilât-ı mutlakla beraber hiç şaşırmadan ve karıştırmadan her birisi tam bir imtiyaz ve alâmet-i fârika ile o karışık emsâlinde ve karanlık yerlerde, meselâ toprak altındaki tohumlar gibi şaşıran vaziyetlerde o çok kalabalıklı zîhayat [canlı] makinelerin her birisinin hiçbir cihazatını noksan bırakmayarak mu’cizatlı bir surette yaratılmaları, güneş gibi ilm-i ezelîye [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] delâlet ve gündüz gibi Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ve Alîm-i Mutlakın [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] hallâkıyetine, [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] şehadet ederler. Risale-i Nur’daki tafsilâta [ayrıntılar] havale edip bu pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

Şimdi Hülâsatü’l-Hülâsadaki [esas, öz] “irade” meselesine başlıyoruz:

اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَعِلْمًا اِذْ هُوَ الْمُرِيدُ لِكُلِّ شَىْءٍ، مَا شَۤاءَ اللهُ كَانَ وَمَالَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ؛ اِذْ تَنْظِيمُ اِيجَادِ الْمَصْنُوعَاتِ ذَاتًا وَصِفَاتٍ وَمَاهِيَّةً وَهُوِيَّةً مِنْ بَيْنِ اْلاِمْكَانَاتِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةٍ وَالطُّرُقِ الْعَقِيمَةِ وَاْلاِحْتِمَالاَتِ الْمُشَوَّشَةِ وَاْلاَمْثاَلِ الْمُتَشَابِهَةِ وَمِنْ بَيْنِ سُيُولِ الْعَنَاصِرِ الْمُتَشَاكِسَةِ بِهٰذَا النِّظَامِ اْلاَدَقِّ اْلاَرَقِّ وَتَوْزِينُهَا بِهٰذَا الْمِيزَانِ الْحَسَّاسِ الْجَسَّاسِ وَتَمْيِيزُهَا بِهَذِهِ اْلاَمْثَالِ الْمُتَشَابِهَةِ وَالتَّعَيُّنَاتِ الْمُزَيَّنَةِ الْمُنْتَظَمَةِ وَخَلْقُ الْمَخْلُوقَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْحَيَوِيَّةِ مِنَ الْبَسِيطِ الْجَامِدِ الْمَيِّتِ كَاْلاِنْسَانِ بِجِهَازَاتِهِ مِنَ النُّطْفَةِ وَالطَّيْرِ بِجَوَارِحِهِ مِنَ الْبَيْضَةِ وَالشَّجَرَةِ بِاَعْضَۤائِهَا مِنَ النُّوَاةِ وَالْحَبَّةِ تَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّ كُلَ شَىْءٍ بِاِرَادَتِهِ تَعَالٰى وَاِخْتِيَارِهِ وَقَصْدِهِ وَمَشِۤيئَتِهِ سُبْحَانَهُ كَمَۤا اَنَّ تَوَافُقَ اْلاَشْيَۤاءِ فِى اَسَاسَاتِ اْلاَعْضَۤاءِ النَّوْعِيَّةِ وَالْجِنْسِيَّةِ يَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّ صَانِعَ تِلْكَ اْلاَفْرَادِ

802

وَاحِدٌ اَحَدٌ كَذَلِكَ اَنَّ تَمَايُزَهَا بِالتَّعَيُّنَاتِ الْمُنْتَظَمَةِ وَالتَّشَخُّصَاتِ الْمُتَمَايِزَةِ يَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّ ذَلِكَ الصَّانِعَ الْوَاحِدَ اْلاَحَدَ فَاعِلٌ مُخْتَارٌ يَفْعَلُ مَا يَشَۤاءُ وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ

Bu fıkra, [bölüm] irade-i İlâhiyenin [Allah’ın iradesi, dilemesi] delillerinden pek çok küllî hüccetleri [delil] ihtiva eden bir tek küllî ve uzun delildir. Meâlinin kısa bir tercümesi içinde irade ve ihtiyar ve meşîet-i İlâhiyeyi [Allah’ın dilemesi, irâdesi] gayet kat’î ispat eden bir delili beyan ederiz. Hem ilm-i İlâhînin [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] bütün mezkûr [adı geçen] delilleri, aynen iradenin dahi delilidir. Çünkü, her masnûda ilim ve iradenin beraber cilveleri, eserleri görünüyor.

Bu Arabî fıkranın [bölüm] kısaca meâli:

Yani, her şey Onun irade ve meşîetiyle [dileme, irade, istek] olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbirşey olmaz. Bir hüccet [delil] şudur:

Görüyoruz ki, bu masnuatın [san’at eseri] herbiri muayyen zâtı, mahsus sıfatı, ayrı hususî mâhiyeti, mümtaz [seçkin] fârika[ayırıcı özellik, başkalık, birbirine benzememe özelliği] sureti, hadsiz imkânat ve başka tarzlarda olabilir. Teşvişçi [karıştırma, karmakarışık etme] ihtimalât [ihtimaller, olması mümkün olan şeyler] içinde, neticesiz çok yollarda ve sel gibi akan ve karıştıran ve birbirine zıt unsurların müdahaleleri içinde ve sehiv [hata, yanılgı] ve iltibasa [karıştırma] sebebiyet veren ve birbirine benzeyen emsalleri içinde bu karma karışık hallere karşı, o herbir masnuu [san’at eseri] ince, tam, düzgün bir nizam altına almak ve hassas, cessas, [araştıran, meraklı] mükemmel bir ölçü ve mizanla [ölçü] her uzvunu ve cihazını tartmak, takmak ve yüzüne süslü, düzgün bir sima, bir teşahhus [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] vermek ve birbirine muhalif âzâlarını basit, câmid, [cansız] ölü bir maddeden zîhayat [canlı] olarak gayet san’atlı yaratmak, meselâ insanı ayrı ayrı yüz cihazatıyla bir katre [damla] sudan icad etmek ve kuşu pekçok âlât [aletler] ve muhtelif cihazlarıyla bir basit yumurtadan inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] edip mu’cizatlı suret giydirmek ve ağacı dal, budak ve mütenevvi [çeşit çeşit] âzâ ve eczasıyla basit, câmid [cansız] karbon, azot, müvellidülmâ, [hidrojen] müvellidülhumuzadan [oksijen] terekküp [birleşme] eden bir küçük çekirdekten çıkarmak, muntazam, meyveli bir şekil giydirmek, elbette ve elbette bedahetle, [ap açık bir şekilde] şüphesiz, kat’iyetle, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve zaruret ve lüzum derecesinde ispat eder ki, o herbir masnua [san’at eseri]

803

bütün zerrat [atomlar] ve eczasıyla ve suret ve mahiyetiyle bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] irade ve meşîetiyle [dileme, irade, istek] ve ihtiyar ve kastıyla o mahsus, mükemmel vaziyet veriliyor. Ve her şeye şâmil [içine alan] bir iradenin taht-ı hükmündedir. [hükmü altında] Ve bu tek masnuun bu şüphesiz tarzda irade-i İlâhiyeye [Allah’ın iradesi, dilemesi] delâleti gösteriyor ki, bütün masnuât, hadsiz, nihayetsiz ve güneş ve gündüz gibi zâhir bir kat’iyette, her şeye şâmil [içine alan] irade-i İlâhiyeye, [Allah’ın iradesi, dilemesi] adetlerince şehadetler ve bir Kadîr-i Mürîdin [her şeye gücü yeten ve istediği şeyi yapan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] hadsiz hüccetlerdir. [delil]

Hem ilm-i İlâhînin [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] sabıkan [bundan önce] mezkûr [adı geçen] bütün delilleri, aynen iradenin dahi delilleridir. Çünkü, ikisi kudretle beraber iş görüyorlar. Biri birisiz olmaz. Her bir nev’in ve cinsin efradı, [bireyler] âzâ-i nev’iye ve cinsiyede [aynı tür ve aynı cinsin ortak organları] tevafukları nasıl delâlet eder ki Sâni‘leri [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] birdir, vâhiddir, ehaddir; [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] öyle de: Yüzlerinin simaları hikmetli bir tarzda, birbirinden fârika[ayırıcı özellik, başkalık, birbirine benzememe özelliği] ve ayrı olması kat’î delâlet eder ki; o Sâni-i Vâhid-i Ehad, [birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de görülen ve her şeyi san’atla yaratan Allah] bir Fâil-i Muhtardır. [dilediğini yapmakta serbest olan] İrade ve ihtiyar ve meşîet [dileme, irade, istek] ve kast ile her şeyi yaratır.

İşte, iradeye dair tek ve küllî bir delili beyan eden mezkûr [adı geçen] Arabî fıkranın [bölüm] kısaca meâlinin tercümesi bitti. İradeye dair pek çok mühim nükteleri, [derin anlamlı söz] ilim meselesi gibi yazmak niyet etmiştim. Fakat semli hastalık dimağıma [akıl, beyin] tam yorgunluk verdiği için başka vakte tehir edildi.

Kudrete dair Arabî fıkrası: [bölüm]

اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَعِلْمًا اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ بِقُدْرَةٍ مُطْلَقَةٍ مُحِيطَةٍ ضَرُورِيَّةٍ نَاشِئَةٍ لاَزِمَةٍ ذَاتِيَّةٍ لِلذَّاتِ اْلاَقْدَسِيَّةِ فَمُحَالٌ تَدَاخُلُ ضِدِّهَا فَلاَ مَرَاتِبَ فِيهَا فَتَتَسَاوٰى بِالنِّسْبَةِ اِلَيْهَا الذَّرَّاتُ وَالنُّجُومُ وَالْجُزْءُ وَالْكُلُّ وَالْجُزْئِىُّ وَالْكُلِّىُّ وَالنُّوَاةُ وَالشَّجَرُ وَالْعَالَمُ وَاْلاِنْسَانُ.. بِسِرِّ مُشَاهَدَةِ غَايَةِ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ، اْلاِتِّزَانِ، اْلاِمْتِيَازِ،

804

اْلاِتْقَانِ الْمُطْلَقَاتِ.. مَعَ السُّهُولَةِ فِى الْكَثْرَةِ وَالسُّرْعَةِ وَالْخِلْطَةِ الْمُطْلَقَةِ.. وَبِسِرِّ النُّورَانِيَّةِ وَالشَّفَّافِيَّةِ وَالْمُقَابَلَةِ وَالْمُوَازَنَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ وَاْلاِمْتِثَالِ.. وَبِسِرِّ اِمْدَادِ الْوَاحِدِيَّةِ وَيُسْرِ الْوَحْدَةِ وَتَجَلِّيِ اْلاَحَدِيَّةِ. وَبِسِرِّ الْوُجُوبِ وَالتَّجَرُّدِ وَمُبَايَنَةِ الْمَاهِيَّةِ.. وَبِسِرِّ عَدَمِ التَّقَيُّدِ وَعَدَمِ التَّحَيُّزِ وَعَدَمِ التَّجَزِّي.. وَبِسِرِّ اِنْقِلاَبِ الْعَوَۤائِقِ وَالْمَوَانِعِ اِلٰى حُكْمِ الْوَسَۤائِلَ الْمُسَهِّلاَتِ.. وَبِسِرِّ اَنَّ الذَّرَّةَ وَالْجُزْءَ وَالْجُزْئِىَّ وَالنُّوَاةَ وَاْلاِنْسَانَ لَيْسَتْ بِأَقَلِّ صَنْعَةً وَجَزَالَةً مِنَ النَّجْمِ وَالْكُلِّ وَالْكُلِّىِّ وَالشَّجَرِ وَالْعَالَمِ، فَخَالِقُهَا هُوَ خَالِقُ هٰذِهِ بِالْحَدْسِ الشُّهُودِىِّ.. وَبِسِرِّ اَنَّ الْمُحَاطَ وَالْجُزْئِيَّاتِ كَاْلاَمْثِلَةِ الْمَكْتُوبَةِ الْمُصَغَّرَةِ اَوْ كَالنُّقَطِ الْمَحْلُوبَةِ الْمُعَصَّرَةِ. فَلاَ بُدَّ اَنْ يَكُونَ الْمُحِيطُ وَالْكُلِّيَّاتُ فِى قَبْضَةِ خَالِقِ الْمُحَاطِ وَالْجُزْئِيَّاتِ لِيُدْرِجَ مِثَالَهَا فِيهَا بِمَوَازِينِ عِلْمِهِ اَوْ يُعَصِّرَهَا مِنْهَا بِدَسَاتِيرِ حِكْمَتِهِ.. وَبِسِرِّ كَمَۤا اَنَّ قُرْاٰنِ الْعِزَّةِ الْمَكْتُوبَ عَلَى الذَّرَّةِ الْمُسَمَّاةِ بِالْجَوْهَرِ الْفَرْدِ بِذَرَّاتِ اْلاَثِيرِ لَيْسَ بِاَقَلِّ جَزَالَةً وَخَارِقِيَّةَ صَنْعَةٍ مِنْ قُرْاٰنِ الْعَظَمَةِ الْمَكْتُوبِ عَلٰى صَحِيفَةِ السَّمَۤاءِ بِمِدَادِ النُّجُومِ وَالشُّمُوسِ، كَذٰلِكَ اِنَّ وَرْدَ الزَّهْرَةِ لَيْسَتْ بِأَقَلَّ جَزَالَةً وَصَنْعَةً مِنْ دُرِّيِّ نَجْمِ الزُّهْرَةِ وَلاَ النَّمْلَةُ مِنَ الْفِيلَةِ وَلاَ الْمِكْرُوبُ مِنَ الْكَرْكَدَنِ وَلاَ النَّحْلَةُ مِنَ النَّخْلَةِ بِالنِّسْبَةِ اِلٰى قُدْرَةِ خَالِقِ الْكَۤائِنَاتِ. فَكَمَا اَنَّ غَايَةَ كَمَالِ السُّرْعَةِ وَالسُّهُولَةِ فِى اِيجَادِ اْلاَشْيَاءِ اَوْقَعَتْ اَهْلَ الضَّلاَلَةِ فِى اِلْتِبَاسِ التَّشْكِيلِ بِالتَّشَكُّلِ الْمُسْتَلْزِمِ لِمُحَالاَتٍ غَيْرِ مَحْدُودَةٍ تَمُجُّهَا اْلاَوْهَامُ كَذٰلِكَ اَثْبَتَتْ ِلاَهْلِ الْهِدَايَةِ تَسَاوِىَ النُّجُومِ مَعَ الذَّرَّاتِ بِالنِّسْبَةِ اِلٰى قُدْرَةِ خَالِقِ الْكَۤائِنَاتِ. جَلَّ جَلاَلُهُ ولاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ اللهُ اَكْبَرُ

805

Bu pek azîm mesele-i kudrete dair Arabî fıkranın [bölüm] kısaca meâlinin bir nevi tercümesinden evvel, kalbe ihtar edilen bir hakikatı beyan ederiz. Şöyle ki:

Kudretin vücudu, kâinatın vücudundan daha ziyade kat’îdir. Belki bütün mahlûkat, her biri, hem beraber, o kudretin mücessem [cisimleşmiş] kelimatıdır, [ifadeler, sözler] onun aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] vücudunu gösterirler. Onun mevsufu [bir sıfatla nitelenen] olan Kadîr-i Mutlaka [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] adetlerince şehadetler ederler. Daha hüccetlerle [delil] o kudretin ispatına ihtiyaç yoktur. Belki, imanda en ehemmiyetli bir esas, haşir ve neşrin en kuvvetli bir temel taşı ve çok mesâil-i imaniye [imana dair meseleler] ve hakaik-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] en lüzumlu bir medar [kaynak, dayanak] olan ve

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَبَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * 1

âyetinin dâvâ ettiği ve bütün akıllar ona yol bulamadıklarından, hayrette, aczde, bir kısmı inkârda kaldıkları kudrete ait bir dehşetli hakikatın ispatı lâzımdır.

İşte o esas, o temel, o medar, [kaynak, dayanak] o dâvâ, o hakikat ise, mezkûr [adı geçen] âyetin meâlidir. Yani, “Ey cin ve ins! Bütün sizlerin yaratılmanız, icadınız ve haşirde ihyânız, [diriltme, hayat verme] diriltilmeniz, bir tek nefsin icadı gibi kudretime kolaydır.” Bir baharı, tek bir çiçek misil[benzer] suhuletle [kolaylıkla] icad eder. Cüz’î-küllî, [ferd-tür (kapsamlı varlık)] küçük-büyük, az-çok, o kudrete nisbeten farkları yoktur. Seyyareleri, [gezegen] zerreler gibi kolay döndürür.

İşte, mezkûr [adı geçen] Arabî fıkra, [bölüm] yalnız bu dehşetli meseleye Dokuz Basamak ile pek kat’î ve kuvvetli bir hücceti [delil] beyan eder. Gayet kısa bir meâli şudur:

Basamağın esasına işaret eden,

اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ بِقُدْرَةٍ مُطْلَقَةٍ مُحِيطَةٍ ضَرُورِيَّةٍ نَاشِئَةٍ لاَزِمَةٍ ذَاتِيَّةٍ لِلذَّاتِ اْلاَقْدَسِيَّةِ فَمُحَالٌ تَدَاخُلُ ضِدِّهَا فَلاَ مَرَاتِبَ فِيهَا فَتَتَسَاوٰى بِالنِّسْبَةِ اِلَيْهَا الذَّرَّاتُ وَالنُّجُومُ وَالْجُزْءُ وَالْكُلُّ وَالْجُزْئِىُّ وَالْكُلِّىُّ وَالنُّوَاةُ وَالشَّجَرُ وَالْعَالَمُ وَاْلاِنْسَانُ

806

Yani, her şeye kadîr öyle bir kudreti var ki, bütün eşyayı ihata [herşeyi kuşatma] etmiş ve Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] lüzum-u zâtî ile fenn-i mantık [mantık ilmi] tabirince “zaruriyet-i nâşie” ile lâzımdır, vâciptir, infikâki [ayrılma, ayrı düşme] muhâldir, imkânı yoktur.

Madem böyle bir lüzumla böyle bir kudret Zât-ı Akdestedir; [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] elbette onun zıddı olan acz hiçbir cihetle içine giremez, Zât-ı Kadîre [herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] ârız [ortaya çıkma] olamaz.

Madem bir şeyde mertebelerin bulunması, onun zıddı içine girmesiyledir. Meselâ, hararetin derece ve mertebeleri, soğuğun girmesi ve güzelliğin ise çirkinliğin müdahalesiyle olması ve bu zâtî kudrete zıt olan acz, ona yanaşması, hiçbir cihetle imkânı yok. Elbette, o kudret-i mutlakada [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] mertebeler bulunmaz.

Madem mertebeler onda bulunmaz; elbette o kudrete nisbeten yıldızlar, zerreler müsâvi [eşit] ve cüz ve küll [bütün] ve bir fert ve bütün nevi o kudrete karşı farkları yoktur. Ve bir çekirdek ve koca ağacı ve kâinat ve insan ve bir nefsi diriltmesi ve haşirde bütün zîruhların [ruh sahibi] ihyâsı, [diriltme, hayat verme] o kudrete nisbeten müsâvidirler [eşit] ve kolaydır. Büyük-küçük, az-çok farkı yoktur.

Bu hakikate kat’î şahit, hilkat-ı eşyada gördüğümüz kemâl-i san’at, [eksiksiz ve mükemmel san’at] nizam, mîzan, [denge, ölçü] temyiz, kesret, [çokluk] sür’at-i mutlakada [sınırsız hız] suhulet-i mutlaka [sınırsız kolaylık] ve tam kolaylıktır.

Birinci basamak olan

وَبِسِرِّ مُشَاهَدَةِ غَايَةِ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ اْلاِتِّزَانِ اْلاِمْتِيَازِ اْلاِتِّقَانِ الْمُطْلَقَاتِ مَعَ السُّهُولَةِ فِى الْكَثْرَةِ وَالسُّرْعَةِ وَالْخِلْطَةِ الْمُطْلَقَةِ

meâli, bu mezkûr [adı geçen] hakikattir.

İkinci basamak

وَبِسِرِّ النُّورَانِيَّةِ وَالشَّفَّافِيَّةِ وَالْمُقَابَلَةِ وَالْمُوَازَنَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ وَاْلاِمْتِثَالِ

dir.

807

Bunun izah ve tafsilâtını [ayrıntılar] Onuncu Sözün âhirine ve Yirmi Dokuzuncu Söze [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ve Yirminci Mektuba havale edip kısaca bir işaret ederiz.

Evet, nasıl ki nuraniyet cihetiyle güneşin ziyası ve aksi, kudret-i Rabbâniye [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] ile deniz yüzüne ve bütün kabarcıklarına girmesi, bir tek cam parçasına girmesi gibi kolaydır, ikisi müsâvidir. [eşit] Öyle de, Zât-ı Nuru’l-Envârın [bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan nurların nuru, Allah] nuranî kudreti dahi gökleri, yıldızları yaratması, döndürmesi, sineklerin, zerrelerin icadı ve döndürmesi gibi Ona kolaydır, ağır gelmez.

Hem nasıl ki şeffâfiyet [saydamlık] hassasıyla bir tek âyinecikte ve bir gözbebeğinde güneşin misalî sureti kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] ile bulunur; aynı kolaylıkla bütün parlak şeylere ve katrelere [damla] ve şeffaf zerreciklere ve deniz yüzlerine o aksi ve ışığı emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile verilir. Aynen öyle de, masnuatın [san’at eseri] melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] ve mahiyet yüzleri şeffaf ve parlak olmasından, kudret-i mutlakanın [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] cilvesi, tesiri, bir tek nefsin icadında bulunması kolaylığı derecesinde bütün hayvanatı yaratır. Az-çok, büyük-küçük fark yok.

Hem nasıl ki dağları tartacak derecede gayet büyük ve tam hassas bir teraziye iki müsavî ceviz konulsa, bir küçük çekirdek bir cevize ilâve edilse, terazinin bir gözü dağ başına, bir gözü de derin dereye indirmesi kolaylığı derecesinde, o iki ceviz yerine iki müsâvi [eşit] dağ mîzanın [denge, ölçü] iki gözüne konulsa, birisine bir ceviz ilâvesiyle bir dağı göklere kaldırır, bir dağı derelere indirir. Aynen öyle de, ilm-i kelâmın tâbirince, “imkân, müsâviyü’t-tarafeyndir.” [eşit] Yani, vâcip ve mümteni [imkansız] olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücut ve ademleri, bir sebep bulunmazsa müsavidir, [eşit] farkları yoktur. Bu imkân ve müsavatta [eşitlik] az-çok, büyük-küçük birdirler.

İşte, mahlûkat, mümkündürler. Ve imkân dairesinde vücut ve ademleri müsâvi [eşit] olmasından, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] hadsiz kudret-i ezeliyesi [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] bir tek mümküne vücut vermesi kolaylığında bütün mümkünatın vücudu, ademin muvazenesini [karşılaştırma/denge] bozar, herşeye lâyık bir vücudu giydirir. Ve vazifesi bitmişse, zâhirî vücut libasını [elbise]

808

çıkarıyor, suretâ [biçim, görünüş itibariyle] ademe, belki daire-i ilimdeki [ilim dairesi] mânevî vücuda gönderir. Demek eşya, Kadîr-i Mutlaka [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] verilse, bahar bir çiçek kadar, bütün insanların haşirde ihyaları [diriltme] bir nefs kadar kolay olur. Eğer esbaba isnad edilse, bir çiçek bir bahar kadar ve bir sinek bütün hayvanat kadar müşkülâtlı olur.

Hem nasıl ki, intizam sırrıyla bir koca sefine [gemi] veya tayyareyi bir parmağı düğmesine dokunmakla harekete getirmesi, bir saatin zembereğine anahtarla parmak dokunmasıyla harekete girmesi derecesinde kolay ve rahattır. Aynen öyle de, ilm-i ezelînin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] düsturlarıyla [kâide, kural] ve hikmet-i sermediyenin [Allah’ın sonsuz hikmeti] kanunlarıyla ve irade-i Rabbâniyenin küllî cilveleri ve muayyen usulleriyle her şeye küllî ve cüz’î, [ferdî, küçük] büyük-küçük, az-çok bir mânevî kalıp, bir hususi miktar, bir hâlis hudut verildiğinden, tam intizam-ı ilmî [ilmî düzen, disiplin] ve irade kanunu içindedirler. Elbette Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] hadsiz kudretiyle manzume-i şemsiyeyi [güneş sistemi] çevirmesi ve arz sefinesini [gemi] medâr-ı senevîsinde gezdirmesi, bir cesette kanı ve kandaki küreyvât-ı hamrâ [alyuvarlar] ve beyzâyı ve o küreciklerdeki zerreleri nizamlı, hikmetli çevirmesi derecesinde suhuletli [kolay] ve kolaydır ki, bir insanı kâinat sisteminde, harika cihazlarıyla, bir katre [damla] sudan, birden, zahmetsiz yaratır. Demek o ezelî ve hadsiz kudrete isnad edilse, bu kâinatın icadı, bir insanın icadı kadar suhulet [kolaylık] peydâ eder, kolay olur. Eğer ona verilmezse, birtek insanı acip cihazları ve duygularıyla yaratmak, kâinat kadar müşkülâtlı olur.

Hem nasıl ki, itaat ve imtisal [bağlanma, boyun eğme] ve emir dinlemek sırrıyla, bir kumandan bir arş emriyle bir neferi hücuma sevk ettiği gibi, aynı emirle koca bir mutî [emre uyan] orduyu dahi kolayca hücuma tahrik eder. Aynen öyle de irade-i İlâhî [Allah’ın iradesi, dilemesi] kanunlarına kemâl-i itaate [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] ve tekvînî [yaratmaya, var etmeye dâir] emr-i Rabbânînin [Allah’ın emri] işaretine emirber [emre hazır] nefer [asker] ve emir kulu misil[benzer]

809

fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] meyil [arzu, istek] ve şevk içinde ve ilm-i ezelî [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] ve hikmetin tayin ettikleri hatt-ı hareket [rota; hareket yönü, istikamet] [doğru] düsturları [kâide, kural] dairesinde ve ordu neferlerinden [asker] bin derece ziyade itaatli ve emir dinler ve emir kulu hükmünde olan masnuat, [sanat eseri] hususan zîhayatlardan [canlı] birtek ferdi, “Ademden haydi vücuda çık, vazife başına gir” diye emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile ve ilmin tayin ettiği tarzda ve iradenin tahsis eylediği surette, kudret ona mahsus bir vücut giydirip, elini tutup meydana çıkarmak kolaylığında, bahardaki zîhayatın [canlı] ordusunu aynı kuvvet ve kudretle icad eder, vazifeler verir. Demek herşey o kudrete isnad edilse, bütün zerrat [atomlar] ordusunun ve yıldızlar fırkalarının icadı, bir zerre, birtek yıldız kadar kolay ve suhuletli [kolay] olur. Eğer esbaba isnad edilse, bir zîhayatın [canlı] gözbebeğinde ve dimağındaki [akıl, beyin] zerrenin acip vazifelerini yerine getirecek bir kàbiliyetle yaratılması, hayvanat ordusu kadar müşkülâtlı ve zahmetli olur.

Üçüncü basamak,

وَبِسِرِّ اِمْدَادِ الْواَحِدِيَّةِ وَيُسْرِ الْوَحْدَةِ وَتَجَلِّى اْلاَحَدِيَّةِ

dir. Kısacık işaretlerle meâline bakacağız.

Yani, nasıl ki bir padişah ve kumandan-ı âzam, [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] hâkimiyetinin vâhidiyeti [Allah’ın birliği] ve bütün raiyeti [halk] yalnız onun emirlerine göre hareketi cihetiyle, o hâkim-i âzam, [en büyük yönetici] koca memleketi ve büyük milleti idare etmesi, bir köy ehlini idare etmek kadar kolay olur. Çünkü, hükümde vâhidiyet [Allah’ın birliği] itibariyle, efrad-ı millet [milletin fertleri, halk] aynen asker neferatı [asker] gibi teshilâta [kolaylaştırma] vesile olup, kolayca emirler, kanunlar tatbik edilir. Eğer muhtelif hâkimlere bırakılsa, çok keşmekeşe düşmesiyle beraber, birtek köyün, belki bir hanenin o memleket kadar idaresi müşkül [zorluk] olur. Hem o itaatli millet, birtek kumandana bağlanması haysiyetiyle, herbir ferd-i nefer [tek nefer, kişi] gibi, o kumandanın kuvvetine ve cihazat depolarına ve ordusuna dayandığı bir kuvvetle bir şahı esir edebilir, bin derece şahsî kuvvetinden ziyade iş görebilir. Onun o padişaha intisabı [bağlanma, mensup olma] hadsiz bir kuvveti ve iktidarı olup pek büyük işler yapar. Eğer o intisap [bağlanma] kesilse, o büyük kuvvet gider, kendi bileğindeki cüz’î [ferdî, küçük] kuvvetiyle ve belindeki az cephane

810

ve fişekleri miktarınca iş görebilir. Yoksa, intisap [bağlanma] kuvvetine dayanan mezkûr [adı geçen] askerin gördüğü bütün işler ondan istenilse, bileğinde bir ordu kuvveti ve belinde padişahın cephaneler ambarı bulunmak gerektir.

Aynen öyle de, Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebed, Sâni-i Kadîr, [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] vâhidiyet-i saltanat [saltanatın birliği; saltanatın tek bir zâta ait olması] ve hâkimiyet-i mutlaka [sınırsız ve tam bir egemenlik] cihetiyle, kâinatı bir şehir kolaylığında ve bir baharı bir bahçe suhuletinde [kolaylık] ve haşirde bütün ölmüşleri ihyâ [diriltme, hayat verme] etmek, o bahçe ağaçlarının yaprak, çiçek meyvelerini, gelen baharda yaratmak kolaylığında yapar. Ve kolayca bir sineği koca kartal kuşu sisteminde yaratır. Ve suhuletle [kolaylıkla] bir insanı bir küçük kâinat hükmüne getirir. Eğer esbaba verilse, bir mikrop bin gergedan, bir meyve bir büyük ağaç kadar müşkülâtlı olur. Ve belki zîhayatın [canlı] bedeninde acip vazifeleri gören her bir zerreye her şeyi görecek bir göz ve her şeyi bilecek bir ilim verilmek lâzımdır ki, o ince ve mükemmel vazife-i hayatiyeyi [hayat görevi] yapabilsin.

Hem vahdette [Allah’ın birliği] yüsr [kolaylık] ve suhulet [kolaylık] ve kolaylık o dereceye gelir. Nasıl ki, bir ordu teçhizatı bir tek elden, bir tek fabrikadan gelmesiyle, bir tek neferin [asker] teçhizat-ı askeriyesi [askeri donanım] gibi kolaylaşır. Eğer ayrı ayrı eller karışsa ve muhtelif cihazat her biri başka fabrikadan alınsa, o vakit bir tek nefer [asker] teçhizatı, kemiyet [çokluk] noktasında bin müşkülâtla tedarik edilebilir, müteaddit [bir çok] âmir ve zâbitler [subay] karıştığı cihetiyle bin nefer [asker] kadar suûbet [zorluk] peydâ eder. Hem bin neferin [asker] idaresi ve kumandanlığı bir tek zâbite [subay] verilse, bir cihette bir nefer [asker] kadar kolay olur, eğer on zâbite [subay] veya neferlere [asker] bırakılsa, pek karışık ve müşkül [zorluk] düşer. Aynen öyle de, her şey Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] verilse, bir tek şey gibi kolay olur. Eğer esbaba isnad edilse, bir tek zîhayat, [canlı] zemin kadar müşkül, [zorluk] belki imkânsız olur. Demek vahdette [Allah’ın birliği] kolaylık, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve lüzum derecesine gelir. Ve kesretli [çokluk] eller karışmakta suûbet, [zorluk] imkânsızlık derecesine düşer.

Risale-i Nur Mektubat’ında denildiği gibi, eğer gece-gündüzdeki tebeddülâtı [başkalaşma, değişme] ve yıldızların harekâtı ve senedeki güz, kış, bahar, yaz gibi mevsimlerin tahavvülâtı [başka bir hâle geçme, dönüşme] bir tek Müdebbire [idare eden, çekip çeviren] ve Âmire bırakılsa; o Kumandan-ı Âzam, [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] bir neferi

811

olan küre-i arza [yer küre, dünya] emreder ki: “Kalk, dön, gez.” O da, o iltifat ve emrin neş’e ve sevincinden meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] Mevlevî gibi iki hareketiyle yevmî [günlük] ve senevî [yıllık] tahavvülâta [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve yıldızların zâhirî ve hayalî hareketlerine gayet kolayca bir vesile olup vahdetteki [Allah’ın birliği] tam suhulet [kolaylık] ve gayet kolaylığı gösterir. Eğer o tek Âmire değil, belki esbaba ve yıldızların keyiflerine bırakılsa ve arza “Sen dur, gezme” denilse, o halde, arzdan binler derece büyük binler yıldızlar ve güneşler, her gece ve her sene milyonlar ve milyarlar senelik mesafeleri kesmek ve gezmekle mevsimler ve gece gündüz gibi o vaziyet-i arziye ve semaviye [dünyaya ve gökyüzüne ait durum, hâl] husul [meydana gelme] bulabilir ve imkânsızlık ve muhaliyet [imkansızlık] derecesinde müşkül [zorluk] ve suûbetli [zorluk] düşer…

Üçüncü Basamaktaki وَتَجَلِّى اْلاَحَدِيَّةِ kelimesi, pek büyük ve çok ince ve derin ve gayet geniş bir hakikate işaret eder. Onun izah ve ispatını Risale-i Nur’a havale edip, gayet kısa bir temsil ile bir tek nüktesini [derin anlamlı söz] beyan edeceğiz.

Evet, nasıl ki güneş, ziyasıyla umum zemini ışıklandırıp vâhidiyete [Allah’ın birliği] bir misal olduğu gibi, âyine [ayna] gibi mukàbilindeki her şeffaf şeyde timsali [görüntü] ve aksi ve yedi renkli ziyasıyla ve zâtının suretiyle bulunup ehadiyete [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] dahi bir misal teşkil eder. Eğer güneşin ilmi ve kudreti ve ihtiyarı olsaydı ve cam parçalarının ve içinde güneşçikler görünen katrelerin [damla] ve kabarcıkların kàbiliyetleri bulunsaydı, irade-i İlâhiyenin [Allah’ın iradesi, dilemesi] kanunuyla her birisinde ve yanında timsaliyle [görüntü] ve sıfatlarıyla tam bir güneş bulunup, sair yerlerde bulunması onun tasarrufatına [dilediği gibi kullanma ve idare etme] hiç noksan vermeyerek kudret-i Rabbâniyenin [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] emriyle, tesiriyle, hükmüyle pek büyük zuhurata [görünümler, gelişmeler] sebep olarak, ehadiyetteki [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] fevkalâde kolaylık ve suhuleti [kolaylık] gösterir. Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vâhidiyet [Allah’ın birliği] itibarıyla bütün eşyayı ihata [herşeyi kuşatma] eden ilim ve iradesi ve kudretiyle bakar ve hâzır ve nâzır olduğu gibi, ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] cihetiyle ve tecellîsiyle herşeyin, hususan zîhayatın [canlı] yanında isimleri ve sıfatlarıyla bulunur ki, kolayca, bir anda sineği kartal sisteminde, bir insanı küçük bir kâinat sisteminde icad eder. Ve zîhayatı [canlı] öyle mu’cizatlı bir şekilde yaratır ki, eğer bütün esbab [sebebler] toplansa,

812

bir bülbülü, bir sineği yapamazlar. Ve bir bülbülü yaratan, bütün kuşları yaratan olabilir. Ve bir insanı halk eden ancak kâinatı icad eden Zâttır.

Dördüncü ve beşinci basamak:

وَبِسِرِّ الْوُجُوبِ وَالتَّجَرُّدِ وَمُبَايَنَةِ الْمَاهِيَّةِ, وَبِسِرِّ عَدَمِ التَّقَيُّدِ وَعَدَمِ التَّحَيُّزِ وَعَدَمِ التَّجَزِّى

Bu iki basamağın hakikatini umuma ifade etmek çok müşkül [zorluk] olmasından, yalnız kısacık bir iki nüktesi [derin anlamlı söz] ve muhtasar [kısa] meâli beyan edilecek. Yani, vücut mertebelerinin en kuvvetli ve sarsılmaz olan vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] mertebesinde ve ezelî ve ebedî derecesinde bir vücut sahibi ve maddiyattan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve mücerred [bekar] ve bütün mahiyetlere mübayin [farklı, aykırı] bir mahiyet-i mukaddeseyi [mukaddes mahiyet, özellik] taşıyan bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] kudretine nisbeten, yıldızlar zerreler gibi ve haşir bir bahar misil[benzer] ve haşirde bütün insanları diriltmesi bir nefsin ihyâ[diriltme, hayat verme] derecesinde kolaydır. Çünkü vücut tabakalarından kuvvetli bir nev’in bir tırnağı, hafif bir tabakanın bir dağını eline alır, çevirir. Meselâ, kuvvetli vücud-u haricîden [dış dünya, görünen varlık âlemi] bir âyine [ayna] ve kuvve-i hafıza, [bellek, hafıza duyusu] zayıf ve hafif olan vücud-u misalî ve mânevîden yüz dağı ve bin kitabı içine alırlar ve çevirebilirler. İşte vücud-u misâlî [yansımaya dayalı varlık] ne derece kuvvetçe vücud-u haricîden [dış dünya, görünen varlık âlemi] aşağı ise, mümkünatın hâdis ve ârızî [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] vücutları dahi ezelî, sermedî, [daimi, sürekli] vâcip bir vücuttan binler derece daha aşağı ve hafiftir ki, o mukaddes vücut, bir zerre tecellîsiyle, mümkünatın bir âlemini çevirir. Maatteessüf [ne yazık ki] şimdilik semli hastalık gibi üç ehemmiyetli sebep müsaade etmediklerinden, bu pek uzun hakikati ve nüktelerini [derin anlamlı söz] Risale-i Nur’a ve başka zamana havale ederiz.

Altıncı basamak:

وَبِسِرِّ اِنْقِلاَبِ الْعَوَۤائِقِ وَالْمَوَانِعِ اِلٰى حُكْمِ الْوَسَۤائِلِ الْمُسَهِّلاَتِ

Yani, nasıl ki fennin tabirince ukde-i hayatiye [hayat çekirdeği] namında bir cilve-i irade-i İlâhiyenin [İlâhî iradenin bir yansıması, görünmesi]

813

ve emr-i tekvînînin [Allah’ın varlıkları şekillendirmeye yönelik emri] bir kanunuyla ve o emir ve iradenin teveccühleriyle [ilgi] koca bir ağacın şuursuz dal ve sert budakları, meyvelerine ve yaprak ve çiçeklerine zembereği ve midesi hükmündeki o ukde-i hayatiyeden [hayat düğümü] onlara gidecek lüzumlu maddeler ve erzaklara avâik [engeller] ve mevâni [maniler, engeller] ve sed olmazlar, belki teshilâta [kolaylaştırma] vesile oluyorlar. Aynen öyle de, kâinat ve bütün mahlûkatın icadında bütün mâniler bir cilve-i irade [Cenâb-ı Hakkın iradesinin bir yansıması, izi] ve teveccüh-ü emr-i Rabbânîye [herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın emrinin varlıklara yönelmesi] karşı mümânaatı [engel olma] bırakıp kolaylığa âlet olmasından, kudret-i sermediye, [Allah’ın sonsuz güç ve iktidarı] o tek ağacı icad kolaylığında, kâinatı ve zemindeki enva-ı mahlûkatı icad eder, hiçbir şey ona ağır gelmez. Eğer bütün icadlar o kudrete verilmezse, o vakit o tek ağacın inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve idaresi, bütün ağaçlar, belki zeminin icadı ve idaresi kadar müşkül [zorluk] olacak. Çünkü o zaman her şey mâni ve sed olur. O halde bütün esbab [sebebler] toplansa, bir ağacın emirden, iradeden gelen ukde-i hayatiye [hayat çekirdeği] midesinden, zembereğinden intizamla meyve, yaprak, dal ve budaklara lâzım erzak ve cihazatı gönderemezler. İllâ ki, ağacın herbir cüz’üne, hattâ herbir zerresine bütün ağacı ve eczasını ve zerrâtını [atomlar] görecek ve bilecek ve yardım edecek bir göz, bir ihâta[kavrayış] ilim, bir harika kudret ve fevkalâde muavenet [yardım] verilsin.

İşte, bu beş adet basamaklardan çık, bak. Küfür ve şirkte ne derece müşkilât, [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] belki muhâlât bulunduğunu ve ne kadar akıldan, mantıktan uzak ve mümteni [imkansız] olduğunu, imanda ve Kur’ân yolunda ne kadar suhulet [kolaylık] ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde kolaylık ve ne kadar mâkul ve makbul ve lüzum derecesinde kat’î ve rahat bir hak ve hakikat bulunduğunu gör, bil. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ 1 de.

Rahatsızlık ve sıkıntılar, bu ehemmiyetli basamağın bâki kısmını tehire sebep oldular.

Yedinci basamak:

وَبِسِرِّ اَنَّ الذَّرَّةَ وَالْجُزْءَ وَالْجُزْئِىَّ وَالنُّوَاةَ وَاْلاِنْسَانَ لَيْسَتْ بِأَقَلَّ صَنْعَةً وَجَزَالَةً مِنَ النَّجْمِ وَالْكُلِّ وَالْكُلِّيِّ وَالشَّجَرِ وَالْعَالَمِ

814

Bir ihtar: Bu dokuz basamakların hakikatlerinin esası ve madeni ve güneşi Sûre-i İhlâs’tan قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ * اللهُ الصَّمَدٌ 1 âyetleridir. Sırr-ı ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] ve samediyet [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] cilvesinden gelen lem’alara [parıltı] kısa işaretlerdir. Bu yedincinin meâline bir iki nükte [derin anlamlı söz] ile gayet muhtasar [kısa] bakıp tafsilini Risale-i Nur’a havale ederiz.

Yani, göz ve beyindeki acip vazifeleri gören bir zerre, bir yıldızdan; ve bir cüz, küll [bütün] mecmuundan; meselâ dimağ [akıl, beyin] ve göz, insanın tamamından; ve cüz’î [ferdî, küçük] bir fert, hüsn-ü sanatça ve garabet-i [gariplik, hayret vericilik] hilkatça umum bir neviden; ve bir insan, acip cihazlarıyla küllî cins hayvandan; ve bir fihriste ve program ve kuvve-i hafıza [bellek, hafıza duyusu] hükmünde olan bir çekirdek, mükemmel masnuiyeti ve mahzeniyetçe [depo] koca ağacından; ve bir küçük kâinat olan bir insan, kemâl-i hilkati [mükemmel yaratılış] ve cemiyetli harika cihazlarının binler acip vazifeleri görecek bir tarzda mahlûkiyeti [yaratılmış olma] kâinattan aşağı değiller.

Demek zerreyi icad eden, yıldızın icadından âciz kalamaz. Ve lisan gibi bir uzvu halk eden, elbette insanı kolayca halk eder. Ve bir tek insanı böyle mükemmel yaratan, herhalde bütün hayvanatı kemâl-i suhuletle [tam bir kolaylık] yaratabilecek ve gözümüz önünde yaratıyor. Ve çekirdeği bir liste, bir fihriste, bir defter-i kavânin-i emriye, bir ukde-i hayatiye [hayat çekirdeği] mahiyetinde yaratan, elbette bütün ağaçların Hâlıkı olabilir. Ve âlemin bir nevi mânevî çekirdeği ve cemiyetli meyvesi olan insanı halk edip bütün esmâ-i İlâhiyeye mazhar [erişme, nail olma] ve âyine [ayna] ve bütün kâinatla alâkadar ve zeminin halifesi yapan Zâtın, elbette ve elbette öyle bir kudreti var ki, koca kâinatı, insan icadının kolaylığı ve suhuleti [kolaylık] derecesinde halk edip tanzim eder. Öyle ise, zerrenin ve cüz ve cüz’î [ferdî, küçük] ve çekirdek ve bir insanın Hâlıkı, Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] Rabbi

815

kim ise, elbette, bedahetle [ap açık bir şekilde] yıldızların ve nevilerin ve küll [bütün] ve külliyatların ve ağaçların ve bütün kâinatın Hâlıkı, Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] Rabbi aynen Odur. Başka olması muhal [bâtıl, boş söz] ve mümtenidir. [imkansız]

Sekizinci basamak:

وَبِسِرِّ اَنَّ الْمُحَاطَ وَالْجُزْئِيَّاتِ كَاْلاَمْثِلَةِ الْمَكْتُوبَةِ الْمُصَغَّرَةِ اَوْ كَالنُّقَطِ الْمَحْلُوبَةِ الْمُعَصَّرَةِ فَلاَ بُدَّ اَنْ يَكُونَ الْمُحِيطُ وَالْكُلِّيَّاتُ فِى قَبْضَةِ خَالِقِ الْمُحَاطِ وَالْجُزْئِيَّاتِ لِيُدْرِجَ مِثَالَهَا فِيهَا بِمَوَازِينِ عِلْمِهِ اَوْ يُعَصِّرَهَا مِنْهَا بِدَسَاتِيرِ حِكْمَتِهِ

Yani, ihata [herşeyi kuşatma] edilen cüz’iyat ve küll [bütün] ve külliyatın içinde bulunan fertler ve tohumlar ve çekirdeklerin, ihata [herşeyi kuşatma] eden büyük külliyata nisbetleri, güya küçücük nümune ve gayet ince yazıyla çok küçük kıtada yazılmış aynı küll ve külliyatın misalleridir. Öyle ise, ihata [herşeyi kuşatma] eden külliyat, o cüz’iyat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] kabzasında [avuç] ve tamamen tasarrufunda bulunmak lâzımdır. Tâ, ilminin mizanlarıyla [ölçü] ve ince kalemleriyle o büyük muhitin kitabını, o çok küçücük yüzer kıtalarda, defterlerde derc [yerleştirme] edebilsin.

Hem ihata [herşeyi kuşatma] edilen ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve cüz’iyatın muhit ile nisbetleri, temsilleri, güya süt gibi muhitlikten sağılmış katreler; [damla] veya biri o muhiti sıkmış, o noktalar ondan akmış. Meselâ, kavun çekirdeği, onun umum etrafından sağılmış bir katre [damla] veya o kitap tamamen içinde yazılmış bir noktadır ki, fihristesini, listesini, programını taşıyor.

Madem böyledir, elbette o cüz’iyat ve katreler [damla] ve noktalar ve fertler Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] elinde, o muhit küll [bütün] ve külliyat bulunmak elzemdir. Tâ hikmetinin hassas düsturlarıyla [kâide, kural] o fertleri, katreleri, [damla] noktaları ondan sağsın. Demek bir tek tohumu, bir tek ferdi yaratan, elbette o büyük küll [bütün] ve külliyatı ve onları ihata [herşeyi kuşatma] eden ve onlardan çok büyük olan diğer külliyatları ve cinsleri yaratan yine Odur, başka olamaz. Öyle ise, bir tek nefsi yaratan, bütün insanları yaratabilir. Ve bir tek ölüyü dirilten, haşirde bütün cin ve ins ölülerini diriltebilir ve diriltecek. İşte, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَبَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 âyetinin hükmü ve dâvâsı gayet kat’î ve parlak bir surette hak ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olduğunu gör.

816

Dokuzuncu basamak:

وَبِسِرِّ كَمَا اَنَّ قُرْاٰنَ الْعِزَّةَ الْمَكْتُوبَ عَلَى الذَّرَّةِ الْمُسَمَّاةِ بِالْجَوْهَرِ الْفَرْدِ بِذَرَّاتِ اْلاَثِيرِ لَيْسَ بِاَقَلَّ جَزَالَةً وَخَارِقِيَّةَ صَنْعَةٍ مِنْ قُرْاٰنِ الْعَظَمَةِ الْمَكْتُوبِ عَلٰى صَحِيفَةِ السَّمَۤاءِ بِمِدَادِ النُّجُومِ وَالشُّمُوسِ، كَذَلِكَ اِنَّ وَرْدَ الزَّهْرَةِ لَيْسَتْ بِأَقَلَّ جَزَالَةً وَصَنْعَةً مِنْ دُرِّىِّ نَجْمِ الزُّهْرَةِ وَلاَ النَّمْلَةُ مِنَ الْفِيلَةِ وَلاَ الْمِكْرُوبُ مِنَ الْكَرْكَدَنِ وَلاَ النَّحْلَةُ مِنَ النَّخْلَةِ بِالنِّسْبَةِ اِلٰى قُدْرَةِ خَالِقِ الْكَۤائِنَاتِ. فَكَمَا اَنَّ غَايَةَ كَمَالِ السُّرْعَةِ وَالسُّهُولَةِ فِى اِيجَادِ اْلاَشْيَۤاءِ اَوْقَعَتْ اَهْلَ الضَّلاَلَةِ فِى اِلْتِبَاسِ التَّشْكِيلِ بِالتَّشَكُّلِ الْمُسْتَلْزِمِ لِمُحَالاَتٍ غَيْرِ مَحْدُودَةٍ تَمُجُّهَا اْلاَوْهَامُ كَذَلِكَ اَثْبَتَتْ ِلاَهْلِ الْهِدَايَةِ تَسَاوِيَ النُّجُومِ مَعَ الذَّرَّاتِ بِالنِّسْبَةِ اِلٰى قُدْرَةِ خَالِقِ الْكَۤائِنَاتِ. جَلَّ جَلاَلُهُ ولاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ اللهُ اَكْبَرُ

Bu son basamağın uzun bir beyanla meâlini söylemek isterdim. Fakat maatteessüf [ne yazık ki] keyfî tahakküm [baskı] ve tazyiklerden gelen şiddetli sıkıntılar ve tesemmümden [zehirlenme] gelen zaafiyet [zayıflık, güçsüzlük] ve elîm hastalıklar mâni olmasından, meâline yalnız pek kısa bir işaretle iktifaya [yetinme] mecbur oldum.

Yani, nasıl ki, faraza kàbil-i inkısam olmayan ve ilm-i kelâm ve felsefede cevher-i fert [atom] namını alan bir zerrede, ondan daha küçücük olan madde-i esiriye [kâinatı kapladığına inanılan ince madde] zerreleriyle bir Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] yazılsa ve semâvât sahifelerinde dahi yıldızlar ve güneşlerle diğer bir Kur’ân-ı Kebîr [büyük bir kitap gibi yazılmış olan kâinat] yazılsa, ikisi muvazene [karşılaştırma/denge] edilse, elbette cevher-i ferd [atom, zerre] zerresinden yazılan hurdebînî Kur’ân, gökler yüzlerini yaldızlayan Kur’ân-ı Azîm ve Kebîrden [büyük] acâipçe ve san’atın i’cazında [mu’cize oluş] geri değil, belki bir cihette ileri olduğu gibi; aynen öyle de, Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] kudretine nisbeten masnuiyetindeki garabet [gariplik, hayret vericilik] ve cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] noktasında, zühre [çiçek] çiçeği, Zühre [çiçek] yıldızından geri

817

değil ve karınca, filden aşağı olmaz ve mikrop, gergedandan hilkatça daha acip ve arı sineği, hurma ağacından fıtrat-ı acîbesiyle [yaratılıştaki gariplik] daha ileridir. Demek bir arıyı yaratan, bütün hayvanları yaratabilir. Bir nefsi dirilten, haşirde bütün insanları ihya [diriltme] edip haşir meydanına toplayabilir ve toplayacak. Hiçbir şey Ona ağır gelmez ki, gözümüz önünde gayet çabuk ve kolaylıkla her baharda haşrin yüz bin nümunelerini yaratıyor.

Son cümle-i Arabiyenin [Arapça cümle] gayet kısacık meâli şudur: Yani, ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] mezkûr [adı geçen] basamakların sarsılmaz hakikatlerini bilmediklerinden ve gayet çabuk ve gayet kolaylıkla birden mahlûkat vücuda geldiklerinden, teşkili ve bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hadsiz kudretiyle icadı, teşekkül [kendi kendine oluşma] ve kendi kendilerine vücut bulmak tevehhüm [kuruntu] edip hiçbir zihin, hattâ vehim dahi kabul etmediği ve her cihetle muhal [bâtıl, boş söz] ve imkânsız hurafelerin kapısını kendilerine açmışlar. Meselâ, o halde zîhayatın [canlı] her bir zerresine hadsiz bir kudret, bir ilim, her şeyi görecek bir göz ve her san’atı yapabilecek bir iktidar vermek lâzım gelir. Birtek İlâhı kabul etmemekle, zerreler adedince ilâheleri mezheplerince kabul etmeye mecbur olarak Cehennemin esfel-i sâfilînine [aşağıların aşağısı] girmeye müstehak düşerler.

Amma ehl-i hidâyet [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] ise, geçen basamaklardaki kuvvetli hakikatler ve sarsılmaz hüccetler, [delil] selim [sağlam, doğru] kalblerine ve müstakim [doğru ve düzgün] akıllarına gayet kat’î kanaat ve kuvvetli iman ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] bir tasdik vermiş ki, şüphesiz ve vesvesesiz itmi’nân-ı kalble [gönül rahatlığı, huzuru] itikad [inanç] ederler ki, yıldızlar, zerreler, en küçük, en büyük, kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] nisbeten farkları yoktur ki, gözümüz önünde bu acâipler oluyor.

Ve her bir acîbe-i san’at [san’atın acipliği, harikalığı] مَا خَلْقُكُمْ وَلاَبَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 âyetinin dâvâsını tasdik ve hükmü ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve hakikat olduğuna şehadet ederler,

818

lisan-ı hal [beden dili] ile Allahu ekber derler. Biz dahi onların adedince Allahu ekber deriz. Ve şu âyetin dâvâsını bütün kuvvet ve kanaatimizle tasdik ve hükmü, ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve nefs-i hakikat [hak ve hakikatin bizzat kendisi] olduğuna hadsiz hüccetlerle [delil] şehadet ederiz.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 2

ba

“Risale-i Nur nedir ve hakikatler muvacehesinde Risale-i Nur ve tercümanı ne mahiyettedirler?” diye bir takriznâmedir.

Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir [müjdeleme] edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas [icat etme, yaratma] etmezler, yeni ahkâm [hükümler] getirmezler. Esasat [esaslar] ve ahkâm-ı diniyeye [dinin hükümleri, esasları] ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ [tâbi olma, bağlanma] yoluyla dini takvim [program] ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini [asıl oluş] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ [kaldırma] ve iptal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evâmir-i Rabbâniyeyi [Allah’ın idare ve terbiyeye dair emirleri (r-b-b)] ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin [Allah’ın hükümleri] şerafet ve ulviyetini [yüce] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat [yöneltme] ve tafsilât [ayrıntılar] ile îfa-i vazife ederler.

Bu memurîn-i Rabbâniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin

819

musaddıkı [tasdik edici, doğrulayıcı] olurlar. Salâbet-i imaniyelerinin [iman sağlamlığı; dinin emirlerini korumada ve uygulamada ciddiyet ve sağlamlık] ve ihlâslarının âyinedarlığını bizzat îfa ederler. Mertebe-i imanlarını [iman mertebesi, derecesi] fiilen izhar [açığa çıkarma, gösterme] ederler. Ve ahlâk-ı Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in ahlâkı] (a.s.m.) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin [Peygamberimizin sûret ve görünüşü] (a.s.m.) hakikî lâbisi [giyen, giyinen] olduklarını gösterirler. Hülâsa, [esas, öz] amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye [Peygamberimizin sünneti] (a.s.m.) ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ve temessük [sarılma] cihetinden ümmet-i Muhammed’e (a.s.m.) tam bir hüsn-ü misal [güzel örnek] olurlar ve nümune-i iktida [örnek alınıp uyulacak nümune, model] teşkil ederler. Bunların, Kitabullahın [Allah’ın kitabı] tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin [dinin hükümleri, esasları] izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine [ilim mertebesi, derecesi] göre tarz-ı tevcihi [yöneltme şekli] sadedinde [asıl konu, esas mânâ] yazdıkları eserler kendi tilka-yı nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin [üstün ve yüksek zekâ, kàbiliyet] mahsulü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının [bilgi, anlayış] neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-ı vahy [vahyin kaynağı] olan Zât-ı Pâk-i Risaletin [Peygamberimiz, Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) pak ve temiz zâtı] (a.s.m.) mânevî ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve telkinatıdır. [telkinler] Celcelûtiye ve Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Şerîf ve Fütuhu’l-Gayb [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] ve emsali âsâr [eserler/asırlar] hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiye [kutsal eserler] o zevât-ı âlîşan [büyük, yüce zâtlar] ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevât-ı mukaddesenin, [yüce zâtlar] o âsâr-ı bergüzîdenin [değerli, kıymetli eserler] tanziminde ve tarz-ı beyanında [açıklama biçimi] bir hisseleri vardır; yani bu zevât-ı kudsiye, [kutsal, yüce zâtlar] o mânânın mazharı, mir’âtı [ayna] ve ma’kesi [akseden yer, bir şeyin yansıdığı yer, ayna] hükmündedirler.

Risale-i Nur ve tercümanına gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvî [yüksek, yüce feyiz] ve bir kemâl-i nâmütenahî [sonsuz mükemmellik] mevcut olduğundan ve hiçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meş’ale-i İlâhiye [İlâhî ışık, nur] ve şems-i hidayet [hak ve doğru yol güneşi] ve neyyir-i saadet [saadet, mutluluk ışığı, aydınlığı] olan Hazret-i Kur’ân’ın füyuzatına [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olduğu meşhud [görünen]

820

olduğundan, onun esası nur-u mahz-ı Kur’ân [sadece Kur’ân nuru, ışığı] olduğu ve evliyaullahın âsârından [eserler/asırlar] ziyade feyz-i envâr-ı Muhammedîyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nurundan gelen ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve ilim] (a.s.m.) hâmil [taşıyan] bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risaletin [Peygamberimiz, Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) pak ve temiz zâtı] ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi [kudsî tasarruf; mânevî tesir, icraat] evliyaullahın âsârından [eserler/asırlar] ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ise o nisbette âlî [yüce] ve emsâlsiz olduğu güneş gibi âşikâr bir hakikattir.

Evet, o zât daha hal-i sabavette [çocukluk hâli] iken ve hiç tahsil yapmadan, zevâhiri kurtarmak [görünümü, durumu kurtarmak] üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhirîne [öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri] ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya [varlıkların hakikatı, içyüzü] ve esrar-ı kâinata [kâinatın sırları] ve hikmet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya [yüce mazhariyet, yüksek şeref] kimse nail olmamıştır. Bu harika-i ilmiyenin [ilimdeki harikalığı, mükemmelliği] eşi asla mesbuk [geçmiş, geçen] değildir. Hiç şüphe edilemez ki, tercüman-ı Nur, [Nur’un tercümanı; Risale-i Nur’un yazarı] bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme [cisimleşmiş iffet, namus; edep ve haya timsali] [görüntü] ve şecaat-i harika [harika yiğitlik, cesurluk] ve istiğna-yı mutlak [Allah’ın sınırsız zenginliğe sahip olması] teşkil eden harikulâde metanet-i ahlâkiyesi [ahlâkî sağlamlık, dayanıklılık] ile bizzat bir mu’cize-i fıtrattır [yaratılış mu’cizesi] ve tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş bir inayettir [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve bir mevhibe-i mutlakadır. [mutlak Allah vergisi; Allah’ın sınırsız ihsan ve ikramı]

O zât-ı zîhavârık, [harikalar sahibi zât] daha hadd-i bülûğa [ergenlik çağı] ermeden bir allâme-i bîadîl [eşşiz, benzersiz büyük âlim] halinde bütün cihan-ı ilme [ilim dünyası] meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu [ilim sahipleri, âlimler] ilzam [susturma] ve iskat [düşürme] etmiş, her nerede olursa olsun vâki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla tereddüt etmeden cevap vermiş, on dört yaşından itibaren üstadlık pâyesini [mertebe, rütbe] taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim [ilimdeki bereket, bolluk] ve nur-u hikmet [ilim ve hikmet ışığı, aydınlığı] saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet [gayret, kararlılık] ve tevcihlerindeki [yöneltme] derin feraset [anlayışlılık, çabuk seziş] ve basiret ve nur-u hikmet, [ilim ve hikmet ışığı, aydınlığı] erbab-ı irfanı [ilim ve irfan sahipleri, âlimler] şaşırtmış ve hakkıyla

821

“Bediüzzaman” ünvan-ı celîlini [yüksek, büyük unvan, lâkab] bahşettirmiştir. Mezâya-yı âliye [yüce, yüksek meziyetler, üstünlükler] ve fezâil-i ilmiyesiyle [ilmi faziletler, üstünlükler] de din-i Muhammedînin [Hz. Muhammed’in dini, İslâmiyet] (a.s.m.) neşrinde ve isbatında bir kemâl-i tam [tam bir mükemmellik, olgunluk] halinde rû-nümâ [görünme, meydana çıkma] olmuş olan böyle bir zât elbette Seyyidü’l-Enbiya [Peygamberlerin Efendisi, Hz. Muhammed] Hazretlerinin (a.s.m.) en yüksek iltifatına mazhar [erişme, nail olma] ve en âlî [yüce] himaye ve himmetine [ciddi gayret] nâildir. Ve şüphesiz o Nebiyy-i Akdesin [kusur ve noksandan yüce, mukaddes nebî, peygamber; Hz. Muhmmed] (a.s.m.) emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar [nurlar] ve hakaikına [doğru gerçekler] vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve mâkes [yansıma yeri] olan bir zât-ı kerîmü’s-sıfattır. [cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah]

Envâr-ı Muhammediyeyi [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) saçtığı nurlar, yaydığı ışıklar] (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi [Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) öğrettiği ilim, irfan, eğitim ve terbiye] (a.s.m.) ve füyuzât-ı şem’-i İlâhîyi [İlâhî ışığın feyizleri] en müşa’şa [parlak, şaşâlı, gösterişli] bir şekilde parlatması ve Kur’ânî ve hadîsî [hadise ait] olan işarât-ı riyaziyenin [matematiksel işaretler] kendisinde müntehî olması ve hitabât-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden âyât-ı celîlenin [yüce âyetler] riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât hizmet-i imaniye [iman hizmeti] noktasında risaletin [elçilik, peygamberlik] bir mir’ât-ı mücellâ[parlak ayna] ve şecere-i risaletin [peygamberlik ağacı, Hz. Âdem’den gelen peygamberlik zinciri] bir son meyve-i münevveri [nurlu meyve, netice] ve lisan-ı risaletin [peygamberlik dili] irsiyet [miras] noktasında son dehan-ı hakikatı [hakikat ve gerçekleri haykıran, konuşan ağız] ve şem-i İlâhînin [İlâhî ışık, nur] hizmet-i imaniye [iman hizmeti] cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur.

Üçüncü medrese-i Yusufiyenin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] el-Hüccetü’z-Zehrâ [Bediüzzaman Said Nursi’nin Afyon hapishanesinde iken kaleme aldığı ve iman hakikatlerinin anlatıldığı Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser] ve 
 Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirtleri [öğrenci] namına:
 Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, [temiz, pak] Salâhaddin,
 Zübeyir, Ceylân, Sungur, Tabancalı

822

Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] namına kabul ettim.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Çok sevgili, çok mübarek, çok kıymettar, çok müşfik Üstadımız, Efendimiz Hazretlerine,

Ey irade-i cüz’iyesini [cüz’î irade; insanın elindeki çok az seçme gücü] tamamıyla terk edip her umûrunu [işler] irade-i Rabbâniyeye bırakan ve her zâhirî musibet ve sıkıntıda kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] merhamet ve hikmetini görüp kemâl-i tevekkül [tam bir teslimiyet] ve teslimiyetle o cilve-i Rabbâniyenin [Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin ve onları terbiye, idare ve egemenliği altında bulundurmasının izi, görüntüsü] dahi netâicini [neticeler] sabır ile bekleyen muhterem Üstad! Bazı yerlerde, ehl-i imanın [Allah’a inanan] nokta-i istinadının [dayanak noktası] yıkılmaya başladığı ve bir kısım esbab [sebebler] ve neşriyat, imanın erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] karşı muhalif cephe alıp, Allah’ı inkâr eden insanlar alenen ve tefahurla [gururlanma, övünme] dolaştığı ve Kur’ân’ın evâmirine [emirler] muhalif hareket etmek ve mânevî kuvvetlere inanmamak, icad ve tasnî [san’atlı bir şekilde yaratma] hakkını şuursuz, kör, sağır, tabiata vermek bir şiar-ı medeniyet [medeniyet alâmeti, sembolü] ve irfan [bilgi, anlayış] ve münevverlik [aydın] telâkki [anlama, kabul etme] edildiği yürekler titreten şu dehşetli asırda, Kur’ân’ın bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olan Risale-i Nur’u telif [kaleme alma] ederek muztarip [çaresiz] ve

823

iman âb-ı hayatına [hayat suyu] muhtaç pek çok bîçare gönüllere panzehir hükmünde olan devâlarını vererek onlara saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müjdeleyen ve dâvâlarını gayet kat’î burhan [delil] ve hüccetlerle [delil] ispat eden hakikat cadde-i kübrâsında [büyük ve geniş cadde] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve muazzez [aziz, değerli] rehberimiz ve es-sebebu ke’l-fâil [“birşeye sebep olan onu yapan gibidir”] sırrıyla Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran yüz binler Nur talebesinin hasenatının bir misli [benzer] defter-i a’mâline [amel defteri] geçen faziletmeab [çok faziletli] efendimiz!

Nasıl ki Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Denizli hapsinin sıkıntılarını hiçe indirecek derecede şifâ-bahş [şifa veren] olan Meyve Risalesini [On Birinci Şuâ] orada ihsan [bağış] etmiş ve gülün çiçeğindeki gayet şirin râyihası, [güzel ve hoş koku] dikeninin acısını hiçe bıraktığı gibi, fâni sıkıntılarınızı izale [giderme] etmişti; aynen öyle de, yine kerîm [cömert, ikram sahibi] olan Rahîm-i Zülcemâl [güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah] Hazretleri, Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısına bir günlük maddî ıztırabı mukàbil gelen bu Afyon hapishanesinde siz sevgili Üstadımız eliyle tiryak [derman, ilaç] ve panzehir hükmünde tevhid, tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve istiâne [yardım dileme] ve risalet-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) tasdik ve muazzam hüccetlerini [delil] ihsan [bağış] etmiş bulunuyor. Okumak ve yazmayı Risale-i Nur’un feyziyle öğrenen çok kusurlu talebeleriniz bizler, bu üç küçük risaleyi—çam çekirdeğinin koca çam ağacının fihristesini, programını içinde sakladığı misillü—hem [benzer] Risale-i Nur’un hakkaniyetinin kat’î bir hücceti, [delil] hem bir nevi hülâsatü’l-hülâsası [esas, öz] olarak telâkki [anlama, kabul etme] ettik.

Fezâilini [faziletler, üstün özellikler] tariften âciz bulunduğumuz, fakat okuması ruhumuzda pek büyük bir inşiraha [ferah, rahatlık, sevinç] vesile olan ve maddî elemlerimizi sürura [mutluluk] kalb eden ve iman bahçesinden hadsiz meyveleri getiren bu üç küçük risaleden birisi, zamanımızdaki mevcut küfür, dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tabiat karanlıklarını dağıtacak ve izale [giderme] edecek on bir hüccet-i tevhidi; [Allah’ın birliğini gösteren kesin delil] ikincisi, Risale-i Nur’un bütün muvazenelerinin [karşılaştırma/denge] menbaı [kaynak] ve esası ve

824

üstadı içinde bulunan Fâtiha[başlangıç] Şerifenin imanî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hüccetlerini [delil] hâvi [içeren, içine alan] bir şirin tefsirini; üçüncüsü, yine Afyon medrese-i Yusufiyesinde [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] siz sevgili Üstadımızın kalb-i mübareklerine [mübarek kalp] [sahte para] hutur [akla gelme, kalbe doğma] eden risalet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) dair kısmının gayet parlak ve tam bir itmi’nan [huzur bulma] temin eden bir mükemmel tercümesini beyan buyuruyordu.

Hiçbir cihette hiçbir şeye liyakatimiz olmayan bizler, bütün kuvvetimizle neşrine çalışacağımız bu mahiyetteki eserlerinizi aldık. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür ederek “Yâ Erhamerrâhimîn! [ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] Üstadımızdan ebediyen razı ol” diye dua ettik.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Risale-i Nur talebeleri namına:

 Zübeyir, Ceylân, Sungur, İbrahim

ba

825

 El-Hutbetü’ş-Şâmiye namındaki Arabî dersin tercümesinin mukaddimesidir [başlangıç]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kırk sene evvel Şam’daki Câmiü’l-Emevîde, Şam ulemasının ısrarıyla, on bin adama yakın, içinde yüz ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] bulunan azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatleri bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile Eski Said hissetmiş, kemâl-i kat’iyetle [tam bir kesinlik] müjdeler vermiş ve pek yakın zamanda o hakikatler görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] ve yirmi beş sene bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kablelvukuun [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] kırk sene tehirine sebep olmuş. Ve şimdi, o zamanda verdikleri haber, aynen tezahürleri âlem-i İslâmiyette [İslâm âlemi] başlamış. Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya bin üç yüz yirmi yedi (1327)’ye bedel, bin üç yüz yetmiş bir (1371)’deki Câmiü’l-Emevî yerine âlem-i İslâm [İslâm âlemi] camiinde üç yüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatli ve taze bir ders-i içtimaî [toplumu ilgilendiren ders] ve İslâmîdir diye tercümesini neşretmek münasip görürseniz neşredersiniz.

ba

 Gayet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmaya münasebet geldi. Çünkü kırk sene evvel Eski Said, o dersinde bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile Risale-i Nur’un harika derslerini ve tesiratını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o sual-cevabı yazacağız. Şöyle ki:

826

Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar: “Neden bu kadar muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] karşı ve muannid [inatçı] feylesoflara ve ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] mukàbil Risale-i Nur mağlûp olmuyor? Milyonlar kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin [imanı ve İslâmı anlatan kitaplar] intişarlarına [açığa çıkma, yayılma] bir derece sed çekmekle ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] lezzetleriyle çok bîçare gençleri ve insanları hakaik-i imaniyeden [iman hakikatleri, esasları] mahrum bırakıyorlar. Halbuki en şiddetli hücum ve en gaddarâne muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risale-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur’un intişarı, [açığa çıkma, yayılma] hatta çoğu el yazmasıyla altı yüz bin nüsha risalelerinden kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] perde altında intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesi ve dahil ve hariçte kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] kendini okutturmasının hikmeti nedir? Sebebi nedir?” diye bu mealde çok suallere karşı el-cevap deriz ki:

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sırr-ı i’câzıyla [mu’cizeliğin sırrı] hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde [huy, karakter] ve hakaik-i Şeriatın [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] amelinde cennet lezaizi [lezzetler] gibi mânevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ehlini ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var.

Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye [insanın hisleri, duyguları] akıl ve fikre galebe [üstün gelme] ettiğinden, ehl-i sefaheti [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] sefahetten [ahmaklık, beyinsizlik] kurtarmanın çare-i yegânesi, [tek çare] aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir. Ve يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا 1 âyetinin işaretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman [Allah’a inanan] iken ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] o hubb-u dünya [dünya sevgisi] ve

827

o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, [tek çare] dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve fenden gelen dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahetteki [ahmaklık, beyinsizlik] tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan [günahlar] vazgeçirmek yoluyla ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Gafûrü’r-Rahîmdir, [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] hem Cehennem pek uzaktır” der, yine sefahetine [ahmaklık, beyinsizlik] devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûp olur.

İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle [karşılaştırma/denge] küfür ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid [inatçı] ve nefisperest [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] lezzetlerden ve sefahetlerden [ahmaklık, beyinsizlik] bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevkeder. O muvazenelerden, [karşılaştırma/denge] Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki kısa muvazeneler [karşılaştırma/denge] ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki [bölüm, kısım] uzun muvazene, [karşılaştırma/denge] en sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Meselâ, Âyet-i Nurda, [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] ile hakikat olarak gördüğüm vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen Sikke-i Gaybiyenin [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] âhirine baksın.

Ezcümle: O seyahat-i hayaliyede, [hayalî yolculuk] rızka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım; hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczleri, o zîhayat [canlı] âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve gafletin gözüyle baktığımdan feryad eyledim. Birden hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ve imanın dürbünüyle gördüm ki, Rahmân ismi, Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] parlak bir güneş gibi tulû [doğma] etti. O aç, bîçare zîhayat [canlı] âlemini rahmet ışığıyla yaldızladı.

Sonra hayvanat âlemi içinde, yavruların zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazin, elîm ve herkesi rikkat [acıma] ve acımaya getirecek bir karanlık içinde

828

diğer bir âlemi [âhiret, öteki dünya] gördüm. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] nazarıyla baktığıma eyvah dedim. Birden iman bana bir gözlük verdi. Gördüm ki, Rahîm ismi şefkat burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] etti. O kadar güzel ve şirin bir sûrette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki, şekvâ [şikayet] ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] dürbünüyle baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki, kalbimin en derinliklerinden feryad ettim, eyvah dedim. Çünkü, insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihâta [kavrayış] eden tasavvurat [düşünceler] ve efkârları [fikirler] ve ebedî bekà ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve Cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri [ciddi gayret] ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve had konulmayan ve serbest bırakılan fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kuvveleri ve hadsiz maksatlara müteveccih [yönelen] ihtiyaçları ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczleriyle beraber hücumlarına mâruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dâları [düşmanlar] ile beraber gayet kısa bir ömür, her gün ve her saat ölüm endişesi altında, gayet dağdağalı [karışık, gürültülü] bir hayat, yaşamak için gayet perişan bir maişet [geçim] içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müthiş hâlet [durum] olan mütemâdi [aralıksız, devamlı] zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] belâsını çekmek içinde, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] için zulümat-ı ebediye [sonsuz karanlıklar] kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar gördüm.

İşte, bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letâif-i insaniyem, [insandaki ince ve yüce duygular] belki bütün zerrât-ı vücudum [beden hücreleri] feryatla ağlamaya hazırken, birden Kur’ân’dan gelen Nur ve kuvvet-i iman [iman gücü] o dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Âdil ismi Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahmân ismi Kerîm [cömert, ikram sahibi] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahîm ismi Gafûr [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] yani

829

mânâsında, Bâis [sebep, neden] ismi Vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ismi Muhsin [bağış ve iyiliklerde bulunan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rab ismi Mâlik burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] birer güneş gibi tulû [doğma] ettiler. O karanlıklı ve içinde çok âlemler bulunan insan âleminin umumunu birden ışıklandırdılar, şenlendirdiler. Cehennemî hâletleri [durum] dağıtıp, nuranî âhiret âleminden pencereler açıp, o perişan insan dünyasına nurlar serptiler. Zerrât-ı kâinat [evrendeki atomlar] adedince, “Elhamdü lillâh, eşşükrü lillâh[ezelden ebede bütün şükürler ancak Allah’adır] dedim. Ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] gördüm ki, imanda mânevî bir cennet ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mânevî bir cehennem bu dünyada da vardır, yakînen bildim.

Sonra küre-i arzın [yer küre, dünya] âlemi göründü. O seyahat-i hayaliyemde [hayalî yolculuk] dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri, [ilmin kanunları] hayalime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli hareketiyle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaîd (kàbil) ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz [yer küre, dünya] içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçare nev-i insan [insan türü, insanlık] vaziyeti bana pek vahşetli bir karanlık içinde göründü, başım döndü. Gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ve imaniye ile ışıklanmış bir gözle baktım, gördüm ki, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın [gökleri ve yeri yaratan Allah] Kàdir, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Ard ve Müsahhirü’ş-Şemsi ve’l-Kamer [Ayı ve Güneşi itaat ettiren, boyun eğdiren, Allah] isimleri, rahmet, azamet, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] burçlarında güneş gibi tulû [doğma] ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki, o hâlette, [durum] benim imanlı gözüme küre-i arz [yer küre, dünya] gayet muntazam, musahhar, [boyun eğdirilmiş] mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve keyif ve ticaret için müheyyâ [hazır] edilmiş ve zîruhları [ruh sahibi] güneşin etrafında, memleket-i Rabbâniyede [Rab olan Allah’ın memleketi] gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulâtını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi,

830

bir tayyare, bir şimendifer [tren] hükmünde gördüm. Küre-i arzın [yer küre, dünya] zerrâtı [atomlar] adedince “Elhamdü lillâhi alâ ni’meti’l-iman[iman nimetinden dolayı Allah’a hamdolsun] dedim.

İşte, buna kıyasen, Risale-i Nur’da pekçok muvazenelerle [karşılaştırma/denge] ispat edilmiştir ki, ehl-i sefahet [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dünyada dahi bir mânevî cehennem içinde azap çekerler; ve ehl-i iman [Allah’a inanan] ve salâhat, [dindarlıkta çok ileri olma hali] dünyada dahi bir mânevî cennet içinde, İslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyat ve cilveleriyle, mânevî bir cennet lezzetleri tadabilir, belki derece-i imanlarına [iman derecesi] göre istifade edebilirler. Fakat, bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] nev’inden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] mânevî azabını muvakkaten [geçici] tam hissedemiyor; ehl-i hidâyete [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini tam takdir edemiyor.

Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve fenden gelen dalâletler [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve küfr-ü inadîden [gerçekleri görmek istememe, inattan kaynaklanan küfür] gelen temerrüd, [inat etme] bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] dersleri, hüccetleri [delil] o zamanlarda tam kâfi [yeterli] olurdu, küfr-ü meşkûkü [inkârda, küfürde şüpheye düşme] çabuk izale [giderme] ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, [ahmaklık, beyinsizlik] dalâletlerden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilimle dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] girip inat ve temerrüd [inat etme] ile hakaik-i imana [iman hakikatleri, esasları] karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid [inatçı] inatçılar, Firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] karşı muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-i kudsiye [kutsal hakikatler] lâzımdır ki, onların tecavüzatını [tecavüzler, saldırılar] durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

İşte, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak [derman, ilaç]

831

olarak Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] ve lemeatı [parıltılar] bulunan Risale-i Nur, pek çok muvazenelerle, [karşılaştırma/denge] en dehşetli muannid, [inatçı] mütemerridleri, [inatçı] Kur’ân’ın elmas kılıcıyla kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdâniyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bir ve tek olması] ve imanın hakikatlerine hüccetleri, [delil] delilleri gösteriyor ki, yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlûp olmayıp galebe [üstün gelme] etmiş ve ediyor.

Evet, Risale-i Nur’da, iman ve küfür muvazeneleri [karşılaştırma/denge] ve hidayet ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mukayeseleri, bu mezkûr [adı geçen] hakikatleri bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] ispat ediyor. Meselâ, Yirmi İkinci Sözün iki makamının burhanlarına [delil] ve lem’alarına [parıltı] ve Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfına [bölüm, kısım] ve Otuz Üçüncü Mektubun pencerelerine ve Asâ-yı Mûsâ‘nın [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] on bir hüccetine, [delil] sair muvazeneler [karşılaştırma/denge] kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki, bu zamanda küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve mütemerrid [inatçı] dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın hakikati]

İnşaallah, nasıl Tılsımlar Mecmuasında, dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-ı âlemin muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış. Aynen öyle de, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidâyetin [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] dünyada lezâiz-i cennetlerini [Cennet lezzetleri] gösteren ve iman, Cennetin bir mânevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun [Cehennemde bir ağacın ismi] bir tohumu olduğunu gösteren Nurun o gibi parçaları, kısacık bir tarzda, bir mecmuacık olarak yazılacak, inşaallah [Allah dilerse] neşredilecek.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Aziz, sıddık, sarsılmaz, sebatkâr, [sebat eden] fedakâr, vefadar kardeşlerim,

Bilirsiniz ki, Ankara ehl-i vukufu [bilirkişi] Risale-i Nur’a ait kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve

832

işaret-i gaybiyeleri [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] inkâr edememişler. Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] beni hissedar zannedip itiraz ederek, “Böyle şeyler kitapta yazılmamalıydı; keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilmez” diye hafif bir tenkide mukàbil, müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki:

Onlar bana ait değil ve o kerametlere [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahip olmak benim haddim değil. Belki Kur’ân’ın mu’cize-i mâneviyesinin [mânevî mu’cize] tereşşuhatı [belirti] ve lem’alarıdır [parıltı] ki, hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur’da kerametler [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] şeklini alarak, şakirtlerinin [öğrenci] kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] takviye etmek için, ikramât-ı İlâhiye [Allah tarafından gelen ikramlar, ihsan ve lütuflar] nev’indendir. İkram ise, izharı [açığa çıkarma, gösterme] bir şükürdür, câizdir. Hem makbuldür. Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen cevabı bir parça izah edeceğim. Ve, “Niçin izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorum? Ve niçin bu noktada bu kadar tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yapıyorum? Ve niçin birkaç aydır bu mevzuda çok ileri gidiyorum; ekser mektuplar o keramete [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bakıyor?” diye sual edildi.

Elcevap: Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesinde [iman hizmeti] bu zamanda binler tahribatçılara mukàbil yüz binler tamiratçı lâzım gelirken, hem benimle lâakal [en az] yüzer kâtip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare [idareciler, yöneticiler] takdirle ve teşvikle yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye [iman hizmeti] hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] baktığı için hayat-ı fâniyenin [geçici, ölümlü hayat] meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana [Allah’a inanan] vâcip iken, kendimi misal alarak derim ki:

Beni her şeyden ve temastan ve yardımcılardan men etmekle beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] kırmak ve benden ve Risale-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zayıf, garip, kimsesiz bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrit ve tazyiklerde maddî bir hastalık nev’inde insanlar ile temas ve ihtilâttan [birbirine karışma] çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmekle kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle, ihtiyarım haricinde, bütün o mânilere karşı Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] kuvve-i mâneviyelerinin [mânevî güç] takviyesine medar [kaynak, dayanak] ikramât-ı İlâhiyeyi [Allah tarafından gelen ikramlar, ihsan ve lütuflar] beyan ederek Risale-i Nur etrafında

833

mânevî bir tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla, başkalarına muhtaç olmayarak, bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış. Yoksa—hâşâ—kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh [böbürlenme] etmek ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] etmek ise, Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozmaktır. İnşaallah Risale-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de mânen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.

Umum kardeşlerimin ve hemşirelerimin, hâssaten [özellikle] duaları makbul ve mübarek mâsumlar taifesi ve muhterem ihtiyarlar cemaatinden her birerlerine binler selâm ve dua ederek Ramazan-ı Şeriflerini tebrik ederiz, dualarını rica [ümit] ederiz.

Hasta kardeşiniz

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bu âciz kardeşiniz, hem itiraz eden o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate [dikkat sahibi insanlar] ve sizlere beyan ediyorum ki, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] feyziyle Yeni Said hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] dair o derece mantıkça ve hakikatça burhanlar [delil] zikrediyor ki, değil Müslüman uleması, belki en muannid [inatçı] Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir. Amma Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetine işârî ve remzî bir tarzda, Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (r.a.) ihbaratı nev’inden, Kur’ân-ı Mucizü’l Beyan dahi bu zamanda bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olan Risale-i Nur’a nazar-ı dikkati celb [çekme] etmesine mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasından rumuz [ince işaretler] ve îmaları, i’câzının [mu’cize oluş] şe’nindendir. [belirleyici özellik] Ve o lisan-ı gaybın [bilinmeyen ve görünmeyen âlemin dili] belâğat-i mu’cizekârânesinin [mu’cizeler gösteren belağat] muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

834

Evet, Eskişehir hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir tesellîye çok muhtaç olduğumuz hengâmda, [ân, zaman] mânevî bir ihtarla, “Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki وَلاَ رَطْبٍ وَلاَيَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 1 sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’ân’dır. Acaba Risale-i Nur’u Kur’ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acip sual karşısında bulundum. Ben de Kur’ân’dan istimdat [medet isteme] eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] teferruatı nev’indeki tabakattan mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasından ve o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhûlüne [girme, dahil olma] ve medâr-ı imtiyazına [üstünlük, ayrıcalık sebebi] birer kuvvetli karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen [kısa, kısaca] gördüm. Kanaatime hiçbir şek [şüphe] ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat’î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, âyâtın mânâ-yı sarîhi [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] budur. Tâ hocalar fîhi nazarun [“ona bir bakmak, tetkik edip incelemek lazımdır”] desin. Hem dememişiz ki, mânâ-yı işârînin [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] tahtında müteaddit [bir çok] tabakalar var. Bir tabakası da mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve remzîdir. [ince işaret] Ve o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] de bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde [arasında] bir düstur-u cifrî [cifir ilmi kaidesi, kuralı] ve riyazî ile karineler, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] belki hüccetler [delil] gösterilmişken, Kur’ân’ın âyetine veya sarahatine, [açıklık] değil incitmek, belki i’caz [mu’cize oluş] ve belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nihayetsiz işârât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın işaretleri] had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını [çıkarma] inkâr edemeyen bunu da inkâr etmemeli ve edemez.

835

Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab [garip görme] ve istib’ad [akıldan uzak görme] edip böyle itiraz eden zât, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk eylemek azamet ve kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi âcz-i mutlak [son derece güçsüzlük] ve fakr-ı mutlakta [sınırsız fakirlik] böyle ihtiyac-ı şedid [şiddetli ihtiyaç] zamanında böyle bir eser zuhuru, vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın rahmetinin bolluğu, genişliği] delildir demeye mecbur olur. Ben sizi ve muterizleri [itiraz eden] Risale-i Nur’un şeref ve haysiyetiyle temin ediyorum ki, bu işaretler ve evliyanın îmâlı haberleri, remizleri, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara [af dileme] sevk etmiş. Hiçbir vakitte ve hiçbir dakika nefs-i emmâreme [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] medâr-ı fahr [övünç kaynağı] ve gurur olacak bir enâniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi sene hayatımın gözünüz önünde tereşşuhatıyla [belirti] ispat ediyorum.

Evet, bu hakikatle beraber, insan kusurdan, nisyandan [unutkanlık] hâli [boş] değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış; risalelerde bazı hatalar olmuş. Fakat Kur’ân’ın hurufat-ı kudsiyesinin [kudsi, mukaddes harfler] yerine beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla yeni hat altında tahrifkârâne [tahrif ederek, bozarak] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] te’vilât-ı fâsideleri [bozuk ve yanlış te’viller, yorumlar] âyâtın sarahatini [açıklık] incitmelerine bakmıyor gibi, bîçare mazlum bir adamın kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için bir nükte-i i’câziyeyi [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] beyan ettiği için hizmet-i imaniyesine [iman hizmeti] fütur [usanç] verecek derecede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] zâtlar, belki zerre miktar insafı bulunan itiraz edemez.

Bunu da ilâveten beyan ediyorum; bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlarla fedakârları bulunan meşrepler, [hareket tarzı, metod] meslekler, tarikatler, bu dehşetli dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hücumuna karşı zâhiren mağlûbiyete düştükleri halde benim gibi yarım ümmî ve kimsesiz ve mütemadiyen tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında, karakol karşısında ve müthiş, müteaddit [bir çok] cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir [nefret ettirme] etmek vaziyetinde bulunan bir adam, o mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nur’a sahip değildir ve o eser onun hüneri olamaz, onunla iftihar

836

edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zamanda bir nevi mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olarak rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] tarafından ihsan [bağış] edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hediyesi] el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’da öyle parçalar var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Said’in (r.a.)Haşiyecik kuvve-i hafıza[bellek, hafıza duyusu] da beraber olmak şartıyla, o on dakika işi on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, [kabiliyet] zihnimle yapamıyorum. Ve o bir günde altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü ne ben ve ne de en müdakkik [dikkatli] dindar feylesoflar altı günde o tahkikatı [araştırma, inceleme] yapamazlar. Ve hâkeza…

Demek biz müflis [iflas etmiş] olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat [kıymetli taşlar] dükkânının dellâlı [davetçi, ilan edici] ve bir hizmetçisi olmuşuz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve keremiyle [cömertlik] şu hizmette hâlisâne, muhlisane [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] bizi ve umum Risale-i Nur talebelerini daim ve muvaffak eylesin. Âmin, bi hürmeti seyyidi’l-mürselîn.

 Said Nursî