ŞUÂLAR – On Dördüncü Şuâ -4 (597-678)

597

 Gençlik Rehberinin küçük bir haşiyesi [dipnot]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.

Evet, gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün hem hapsin, hem düşmanının endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur. Bunlara kıyasen, bîçare gençlerin çok vartaları [tehlike] var ki, en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimalde [kuzey] koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü âkıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun [namus sahibi] güzel kızlarını ve karılarını ibâhe eder. Belki hamamlarında erkek-kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem, serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor.

İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanâne davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılıçlarıyla mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeleri elzemdir. Yoksa, o bîçare genç, hem dünya istikbalini ve mes’ut hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] azaplara, elemlere çevirip mahveder ve su-i istimal [kötüye kullanma] ve sefahetle [ahmaklık, beyinsizlik] hastahanelere ve hissiyat taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseflerle [üzüntü, acı] ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’âniye [Kur’ân’ın terbiyesi] ve Nurun hakikatleriyle kendini

598

muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ut bir Müslüman ve sair zîhayatlara, [canlı] hayvanlara bir nevi sultan olur.

Evet, bir genç hapiste, yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük faidesi olması gibi, on on beş senelik fâni gençlikle ebedî, parlak, bâki bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] bütün kütüb [kitaplar] ve suhuf-u semâviye [bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki kitaplar] kat’î haber verip müjde ediyor. Evet, o şirin güzel gençlik nimetine istikametle, [doğru] tâatle [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] şükretse, hem ziyadeleşir, hem bâkileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır [zararlı] bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.

Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla her bir saati bir gün ibadet hükmünde olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet [yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer] olup eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler.

Eğer fakir veya ihtiyar veya hasta ve iman hakikatlerine müştak [arzulu, aşırı istekli] ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, her bir saatleri dahi yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathâne ve merhametkârane ona bakan dostlar için bir muhabbethâne, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, haricindeki müşevveş, [dağınık, karışık] her tarafta günahların hücumlarına mâruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir, hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman bir katil, bir müntakim [intikam alan] olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli hapsindeki zâtların az bir zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk [güzel ahlâk] dersini alanlarını gören bazı alâkadar zâtlar demişler ki:

599

“Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.”

Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor; kàfile kàfile arkasından gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem bu hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] gayet sür’atle gidiyor. Ve madem ölüm, ehl-i iman [Allah’a inanan] hakkında idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] terhis tezkeresine çevrildiğini, hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] ile Risale-i Nur güneş gibi göstermiş, ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] hakkında gözle göründüğü gibi bir idam-ı ebedîdir, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] bütün mahbubâtından ve mevcudattan [var edilenler, varlıklar] bir firâk-ı lâyezâlîdir. [sonu olmayan ayrılık] Elbette ve elbette, hiçbir şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükredip hapis müddetinden tam istifade ederek, Nurlar dersini alarak, istikamet [doğru] dairesinde imanına ve Kur’ân’a hizmete çalışır.

Ey zevk ve lezzete müptelâ [bağımlı] insan! Ben yetmiş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle [delil] ve hadiselerle aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur, hayatın lezzetini kaçırır.

Ey hapis musibetine düşen bîçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve tatlı hayatınız acılaştı. Çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] gülsün, tatlılaşsın. Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazen ağır şerait altında, düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. Öyle de, sizin ağır şerait altında her bir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizi tâziye değil, belki tebrik ediyorum. Madem kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] bizi bu üçüncü medrese-i Yusufiyeye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] bir hikmet için sevk etti ve bir kısım rızkımızı bize

600

burada yedirecek ve rızkımız bizi buraya çağırdı. Ve madem şimdiye kadar kat’î tecrübelerle عَسٰى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 1 sırrına inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] bizi mazhar [erişme, nail olma] etmiş. Ve madem medrese-i Yusufiyedeki [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] yeni kardeşlerimiz herkesten ziyade Nurlardaki teselliye muhtaçtırlar ve adliyeciler, memurlardan ziyade Nur kaidelerine ve sair kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanunlarına ihtiyaçları var. Ve madem Nur nüshaları pek kesretle [çokluk] hariçteki vazifenizi görüyorlar ve fütuhatları [fetihler, yayılmalar] tevakkuf [durağan olma] etmiyor. Ve madem burada herbir fâni saat, bâki ibadet saatleri hükmüne geçer. Elbette biz bu hadiseden, mezkûr [adı geçen] noktalar için kemâl-i sabır [tam bir sabır] ve metanet [gayret, kararlılık] içinde mesrurâne [mutlu] şükretmemiz lâzımdır. Denizli hapsinde teselli için yazdığımız bütün o küçük mektupları size de aynen tekrar ederim. İnşaallah o hakikatli fıkralar [bölüm] sizi de mütesellî [teselli bulan] ederler.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hadsiz şükrederim ki, Risale-i Nur’un hakikî sahipleri olan müftüler, vâizler, [nasihat veren] imamlar, hocalardan mânevî kahramanlar meydana çıktılar. Şimdiye kadar Nurun fedakârları gençler, mektepliler, muallimler idi. Bin bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] Ethem, İbrahim’ler, Ali Osman’lar ehl-i medresenin [medresede ilim tahsil edenler] yüzlerini ak ettiler, çekingenliklerini cesarete çevirdiler.

Saniyen: [ikinci olarak] Hâlisâne faaliyetlerinden ve heyecanlarından neş’et [doğma] eden bu hadiseden teessüf [eseflenme, üzülme] etmesinler. Çünkü, Denizli hapsi, netice itibarıyla, ihtiyatsız [dikkat, tedbir] hareket edenleri tebrik ettirdi. Zahmet pek az, faide-i mâneviye [mânevî fayda] pek çok oldu. İnşâallah bu üçüncü medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] ikinciden geri kalmayacak.

Salisen: [üçüncü olarak] Meşakkat derecesinde sevabın ziyadeleşmesi cihetinde, bu şiddetli

601

hale şükretmeliyiz. Vazifemiz olan hizmet-i imaniyeyi [iman hizmeti] ihlâsla yapmaya çalışmalı, vazife-i İlâhiye [Allah’a ait olan iş] olan muvaffakiyet [başarı] ve hayırlı neticeleri vermek cihetine karışmamalıyız. خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا 1 deyip bu çilehanedeki sıkıntılara sabır içinde şükretmeliyiz. Amelimizin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir alâmet ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mücahedemizin [Allah yolunda cihad etme] imtihanında tam bir şehadetnâme almamıza bir emâredir bilmeliyiz.

ba

Başta Müdür olarak hapsin heyet-i idaresine [idare heyeti, yönetim kurulu] sureten [görünüş itibarıyla] ehemmiyetsiz, fakat bence çok ehemmiyetli bir mâruzatım [arz edilen şey, istek, rica] [ümit] var

Yirmi iki sene tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde geçen hayatım ve yetmiş beş yaşında vücudumun aşılara tahammülü yoktur. Hattâ, çok zaman evvel beni aşıladılar; yirmi sene onun eseri olarak cerahat yapıyordu. Müzmin [iyice yerleşmiş, kronik] bir zehir hükmüne geçti. Emirdağı’nda iki doktor ve arkadaşlarım bunu biliyorlar. Hem dört sene evvel Denizli’de beni de umum mahkûmlar içinde aşıladılar. Hiçbirisine zarar olmadığı halde, beni yirmi gün hasta eyledi. Hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] ile, benim için tehlikeli olan hastahaneye gitmeye mecbur edilmedim. Kat’iyen [kesinlikle] vücudum aşıya gelmez. Hem mazeretim kuvvetlidir. Hem yetmiş beş yaşında gayet zayıf olduğumdan, on yaşında bir çocuğa edilen aşıya ancak tahammül ederim. Hem madem daima tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içindeyim; benim başkalarla temasım yok. Hem bir ay evvel iki doktoru Vali Emirdağı’na gönderdi; beni tam muayene ettiler, hiçbir sâri [bulaşıcı] hastalık bulunmadığı, yalnız gayet zaafiyetten [zayıflık, güçsüzlük] ve tecrit ve ihtiyarlıktan ve kulunç [özellikle omuzlarda olan şiddetli ağrı] hastalığından başka birşey bulamadılar. Elbette bu hal, beni kanunca aşılamaya mecbur etmez.

Hem büyük bir ricam [ümit] var, beni hastahaneye sevk etmeyiniz. Bütün hayatımda, hususan bu yirmi iki sene tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ömrümde tahammül edemediğim bir vaziyete, yani tanımadığım hastabakıcıların hükmü altına mecbur etmeyiniz. Gerçi bu sıralarda kabre girmeyi hoş görmeye başlamıştım. Fakat insaniyetlerini gördüğüm bu hapsin heyet-i idaresinin [idare heyeti, yönetim kurulu] hatırları ve mahpusların tesellileri için, şimdilik hapsi kabre tercih ettim.

602

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Benim şahsıma edilen eziyet ve ihanetlerden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız. Çünkü Risale-i Nur’da bir kusur bulamıyorlar, onun bedeline benim ehemmiyetsiz ve çok kusurlu şahsımla uğraşıyorlar. Ben bundan memnunum. Risale-i Nur’un selâmetine ve şerefine binler şahsî elemler, belâlar, tahkirler [aşağılama] görsem, yine müftehirâne [iftihar ederek] şükretmek, Nurdan aldığım dersin muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Ve onun için bana bu cihette acımayınız.

Saniyen: [ikinci olarak] Pek geniş ve şiddetli ve merhametsiz bu taarruz ve hücum, şimdilik yirmiden bire indi. Binler haslar yerinde birkaç zât ve yüz binler alâkadarlar bedeline mahdut [sınırlanmış] birkaç yeni kardeşleri topladılar. Demek inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile pek hafif bir surete çevrilmiş.

Salisen: [üçüncü olarak] İnâyet-i Rabbâniye ile, iki sene aleyhimizde plân çeviren sabık [daha önceden geçen] vali def oldu. Ve aleyhimizde pek ziyade evhamlandırılan Dahiliye Vekilinin, [İçişleri Bakanı] hemşehriliği ve nesilce cedleri ziyade dindarlık cihetiyle, bu dehşetli hücumu pek çok hafifleştirdiğine kuvvetli bir ihtimal var. Onun için meyus [ümitsiz] olmayınız ve telâş etmeyiniz.

Rabian: [dördüncü olarak] Pek çok tecrübelerle ve hadiselerle kat’î kanaat verecek bir tarzda, Risale-i Nur’un ağlamasıyla ya zemin titrer veya hava ağlar. Gözümüzle çok gördüğümüz ve kısmen mahkemede dahi ispat ettiğimiz gibi, tahminimce bu kış emsalsiz bir tarzda, yaz gibi bidayette gülmesi, Risale-i Nur’un perde altında teksir [çoğalma] makinesiyle gülmesine ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] tevafuku; ve her tarafta taharri [araştırma] ve müsadere endişesiyle tevakkufla [durağan olma] ağlamasına, birden bire kış dehşetli hiddeti ve ağlamasıyla tetabuku [uygunluk] kuvvetli bir emaredir ki, hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] bu asırda parlak bir mu’cize-i kübrâsıdır, [büyük mu’cize] zemin ve kâinat onun ile alâkadar…

 Said Nursî

ba

603

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugün birden hatıra geldi ki, mesele-i Nuriye [Risale-i Nur’un üstlendiği dava] münasebetiyle bu medreseye kader-i İlâhi [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] ve kısmetin sevkiyle gelenleri tâziye yerine tebrik eyle. Çünkü ekseriyetin herbiri yirmi otuz sene, belki yüz sene, belki bin mâsum kardeşlerimize bedel gelip onları bir derece zahmetten kurtarıyor. Hem Nurla imana hizmetiniz devam etmekle beraber, herbiri az zamanda çok hizmet etmiş, bazıları on senede yüz senelik iş görmüş gibidir. Hem bu yeni medrese-i Yusufiyenin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] imtihanında bulunup onun geniş ve küllî kıymettar neticelerine bilfiil hissedar olmak için bu zahmetli mücahedeye [Allah yolunda cihad etme] giriyorlar. Ve kolayca görmelerine müştak [arzulu, aşırı istekli] oldukları hâlis, sadık kardeşlerini görüp, tatlı bir ders alıp veriyorlar. Hem madem dünyanın istirahat zamanları devam etmiyor, boşuboşuna gidiyor! Elbette böyle az zahmetle çok kâr kazananlar tebrike lâyıktırlar.

Kardeşlerim, bu geniş hücum, Risale-i Nur’un fütuhatına [fetihler, yayılmalar] karşıdır. Fakat anladılar ki, Nurlara iliştikçe daha ziyade parlar, ders dairesi genişlenip ehemmiyet kesbeder [elde etme, kazanma] ve mağlûp olmaz. Yalnız sırran tenevveret [gizli ve sır perdesi altında parlama; hizmetin gizliden gizliye yayılması] perdesi altına girer. Onun için plânı değiştirdiler; zâhiren Nurlara ilişmiyorlar.

Biz madem inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] altındayız; elbette kemâl-i sabır [tam bir sabır] içinde şükretmeliyiz.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Garip ve lâtif [berrak, şirin, hoş] iki hâlimi beyan etmek lâzım geldi.

Birincisi: Benim tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] sizin gibi canımdan ziyade sevdiğim kardeşlerimle serbest görüşemediğimde bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir maslahat [amaç, yarar] bulunduğu kalbime ihtar edildi. Çünkü elli lirayı sarf edip görüşmek için Emirdağı’na gelerek elli dakika, bazı on dakika, bazı hiç görüşmeden giden çok âhiret

604

kardeşlerimiz, birer bahaneyle kendilerini bu medrese-i Yusufiyeye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] atacaklardı. Benim dar vaktim ve inzivadan [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] gelen hâlet-i ruhiyem [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] bıraksa, o fedakâr dostlara tam sohbet etmeye hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] müsaade etmezdi.

İkincisi: Bir zaman meşhur bir allâmeyi, [büyük âlim] harbin müteaddit [bir çok] cephesinde cihada gidenler görmüşler, ona demişler. O da demiş: “Bana sevap kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana [Allah’a inanan] istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler.” Aynen bunun gibi, Denizli’de camilerde beni gördükleri, hattâ resmen ihbar edilmiş ve müdür ve gardiyana aksetmiş. Bazıları telâş ederek, “Kim ona hapishane kapısını açıyor?” demişler. Hem burada dahi aynen öyle oluyor. Halbuki benim çok kusurlu, ehemmiyetsiz şahsiyetime pek cüz’î [ferdî, küçük] bir harika isnadına bedel, Risale-i Nur’un harikalarını ispat edip gösteren Sikke-i Gaybî Mecmuası yüz derece, belki bin derece ziyade Nurlara itimat kazandırır ve makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] imza basar. [görme] Hususan Nurun kahraman talebeleri, hakikaten hârika halleri ve kalemleriyle imza basıyorlar.

Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Beni merak etmeyiniz; ben sizinle beraber bir binada bulunduğumda bahtiyarım, memnun ve mesrurum. [mutlu]

Şimdi vazifemiz: Bir müdafaa nüshası Isparta’ya gitsin. Mümkünse, hem yeni hurufla, [harfler] hem makineyle eski huruf [harfler] yirmi nüsha çıksın. Hattâ oranın müddeiumumuna [savcı] gösterilsin. Hem bir nüsha avukatımıza bizzat verilsin ve ayrı bir nüsha da müdüre verip tâ onu da dâvâ vekilimize o versin. Hem Ankara makamatına yeni harfle beraber eski harfle, Denizli’de olduğu gibi, gönderilecek. Mümkünse beş nüsha makamata hazırlansın. Çünkü müsadere edilen Nurlar, eski harfle o makamata, hususan Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] heyetine gönderilmiş, sonra buraya gelmiş. Hem vekilimiz Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Beye haber veriniz ki, müdafaayı makineyle yazdığı vakit sıhhatine pekçok dikkat etsin. Çünkü ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazen bir noktanın yanlışıyla bir mesele değişir, mânâ bozulur.

605

Hem buraya gelen iki makine, size müsaade verilmezse geri gitsinler. Hem telâş edip sıkılmayınız, meyus [ümitsiz] olmayınız. اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا 1 sırrıyla, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] inşaallah [Allah dilerse] çabuk imdadımıza yetişir.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak [arzulu, aşırı istekli] yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet, tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor. Şimdi Hüsrev gibi Nur kahramanı size ihsan [bağış] edildi. İnşaallah bu medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] dahi, Medresetü’z-Zehrânın bir mübarek dershanesi olacak. Ben şimdiye kadar Hüsrev’i ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] göstermiyordum, gizlerdim. Fakat neşredilen mecmualar, onu ehl-i siyasete [siyaset adamları, politikacılar] tamamıyla gösterdi, gizli birşey kalmadı. Onun için ben onun iki üç hizmetini has kardeşlerime izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettim. Hem ben, hem o, daha gizlemek değil, lüzum ise aynı hakikat beyan edilecek. Fakat şimdilik karşımızda hakikati dinleyecekler içinde dehşetli ve tezahür etmiş iki muannid, [inatçı] hem zındık, hem komünist hesabına—biri Emirdağı’nda mâlum olmuş, biri de burada—gayet dessasâne, [hile yaparak, aldatarak] aleyhimizde iftiralarla memurları ürkütmeye çalışıyorlar. Onun için biz şimdilik çok ihtiyat [dikkat, tedbir] edip telâş etmemek ve inâyet-i İlâhiyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] imdadımıza gelmesini tevekkülle beklemek lâzımdır.

ba

Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim,

Size, hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek kalbime ihtar edildi. O da şudur:

Meselâ, birisi birisinin kardeşini veya akrabasını öldürmüş. Bir dakika o hiddet yüzünden milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çeker. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle

606

hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var: O da, Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat [amaç, yarar] ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza [bir şeyin gereği] ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha [barış yapma] etmektir.

Evet, hakikat ve maslahat [amaç, yarar] sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden, daha dünyada kalmayacaktı. O katil ise, o kaza-yı İlâhiyeye [Allah’ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi] vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki; “Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek” İslâmiyet emrediyor. Eğer o katl bir adavetten [düşmanlık] ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz’î [ferdî, küçük] musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır. Kaza ve kader-i İlâhiyeye [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mâbeynlerinde [ara] bulunan bütün küsmekleri bırakmaya, hem maslahat [amaç, yarar] ve istirahat-i şahsiye ve umumiye [şahsın ve toplumun rahatı] iktiza [bir şeyin gereği] ediyorlar. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar Nurlar dersiyle birbirine kardeş oldular ve bizim beraatimize bir sebep olup hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında “Mâşaallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] dedirttiler, o mahpuslar tam teneffüs ettiler.

Ben burada gördüm ki, bir tek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Merd, [sözünün eri] vicdanlı bir mü’min, küçük ve cüz’î [ferdî, küçük] bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana [Allah’a inanan] vermez. Eğer hata etse, verse çabuk tevbe etmek lâzımdır.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim

Ben hem Risale-i Nur’u, hem sizleri, hem kendimi, Hüsrev ve Hıfzı ve Bartınlı

607

Seyyid’in kıymettar müjdeleriyle hem tebrik, hem tebşir [müjdeleme] ediyorum. Evet, bu sene hacca gidenler, Mekke-i Mükerremede Nurun kuvvetli mecmualarını büyük âlimlerin hem Arapça, hem Hintçe tercüme ve neşre çalışmaları gibi, Medine-i Münevverede dahi o derece makbul olmuş ki, Ravza-i Mutahharanın [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] Makber-i Saadeti [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek kabirleri] üstünde konulmuş. Hacı Seyyid, kendi gözüyle Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasını kabr-i Peygamberî [Hz. Peygamberin mezar-ı şerifleri] (a.s.m.) üzerinde görmüş. Demek makbul-ü Nebevî [Peygamber Efendimizin kabulü] olmuş ve rıza-yı Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) rızası] aleyhissalâtü vesselâm dairesine girmiş. Hem niyet ettiğimiz ve buradan giden hacılara dediğimiz gibi, Nurlar bizim bedelimize o mübarek makamları ziyaret etmişler. Hadsiz şükür olsun, Nurun kahramanları bu mecmuaları tashihli olarak neşretmeleriyle, pekçok faidelerinden birisi de; beni tashih vazifesinden ve merakından kurtardığı gibi, kalemle yazılan sair nüshalara tam bir me’haz [kaynak] olmak cihetinde yüzer tashihçi hükmüne geçtiler. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o mecmuaların her bir harfine mukàbil onların defter-i hasenatlarına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] bin hasene yazdırsın. Âmin, âmin, âmin.

ba

Müjdeli ve tabiri çıkmış lâtif [berrak, şirin, hoş] bir rüya

Bana hizmet eden Ali geldi, dedi: “Ben rüyada gördüm ki, sen Hüsrev’le beraber Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın elini öptün.” Birden, bir mektup aldım ki, Hüsrev’in hattıyla yazılan Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasını kabr-i Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mezar-ı şerifleri] aleyhissalâtü vesselâm üzerinde hacılar görmüşler. Demek benim bedelime Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın mânevî elini, Hüsrev kaleminin vasıtasıyla öpmüş ve rıza-yı Nebeviyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) rızası, izni] mazhar [erişme, nail olma] olmuş.

ba

608

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hapis arkadaşlarım,

Evvelâ: Sureten [görünüş itibarıyla] görüşmediğimizden merak etmeyiniz. Bizler mânen her zaman görüşüyoruz. Benim ehemmiyetsiz şahsıma bedel, Nurdan elinize geçen hangi risaleyi okusanız veya dinleseniz benim âdi şahsım yerine, Kur’ân’ın bir hâdimi haysiyetiyle, beni o risale içerisinde görüp sohbet edersiniz. Zaten ben de sizinle bütün dualarımda ve yazılarınızda ve alâkanızda hayalimde görüşüyorum ve bir dairede beraber bulunmamızdan her vakit görüşüyoruz gibidir.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu yeni medrese-i Yusufiyedeki [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] Risale-i Nur’un yeni talebelerine deriz: Kuvvetli hüccetlerle, [delil] hattâ ehl-i vukufu [bilirkişi] da teslime mecbur eden işârât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın işaretleri] ile “Nurun sadık şakirtleri [öğrenci] imanla kabre girecekler. Hem şirket-i mâneviye-i Nuriyenin [Risale i Nur hizmetleriyle alâkalı mânevî şirket, mânevî ortaklık] feyziyle, herbir şakirt [öğrenci] derecesine göre umum kardeşlerinin mânevî kazançlarına ve dualarına hissedar olur. Güya âdetâ binler dille istiğfar [af dileme] eder, ibadet eder.” Bu iki faide ve netice, bu acîp zamanda bütün zahmetleri, sıkıntıları hiçe indirir, pekçok ucuz olarak o iki kıymettar kârları sadık müşterilerine verir.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Afyon müdafaanamesinin hem bize, hem bu Nurlara, hem bu memlekete, hem âlem-i İslâma [İslâm âlemi] alâkadar ehemmiyetli hakikatleri var. Herhalde bunu yeni hurufla [harfler] beş on nüsha çıkarmak lâzımdır, tâ Ankara makamatına gönderilsin. Bizi tahliye ve tecziye [cezalandırma] etseler de hiç ehemmiyeti yok. Şimdi vazifemiz, o müdafaattaki hakikatleri hem hükûmete, hem adliyelere, hem millete bildirmektir. Belki de kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] bizi bu dershaneye sevketmesinin bir hikmeti de budur. Mümkün olduğu kadar çabuk makine ile çıksın. Bizi bugün tahliye etseler, biz yine onu bu

609

makamata vermeye mecburuz. Sizi aldatıp tehir edilmesin. Artık yeter, aynı mesele için on beş senede üç defa bu eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve bahaneler ve emsalsiz işkencelere karşı son müdafaamız olsun. Madem kanunen kendimizi müdafaa etmek için sabık [daha önceden geçen] mahkemelerde makineyi bize vermişler; burada o hakkımızı bizden hiç bir kanunla men edemezler. Eğer resmen çare bulmadınızsa, hariçten bizim avukat her şeyden evvel bunun makine ile beş nüshasını çıkarsın; hem sıhhatine çok dikkat edilsin.

 Said Nursî

ba

Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,

Benim kat’î kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani sizi, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatleriyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faidesizlikten, bâd-ı hevâ [boşu boşuna, faydasız] zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir.

Madem hakikat budur; elbette siz dahi Denizli mahpusları ve Nur talebeleri gibi birbirinize karşı kardeş olmanız lâzımdır. Görüyorsunuz ki, bir bıçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için, dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar. Size sadakatle hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çıkmıyorsunuz. Güya canavar ve vahşî gibi birbirinize saldıracaksınız!

İşte, şimdi sizin gibi fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda mânevî büyük bir kahramanlıkla heyet-i idareye [idare heyeti, yönetim kurulu] deyiniz ki: “Değil elimize bıçak, belki mavzer [orduda kullanılan bir cins tüfek] ve rovelver [tabanca, küçük silâh] verilse, hem emir de verilse, biz bu bîçare ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. Eskide yüz düşmanlık ve adavetimiz [düşmanlık] dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamaya çalışacağımıza Kur’ân’ın ve imanın ve uhuvvet-i İslâmiyenin [İslâm kardeşliği] ve maslahatımızın [amaç, yarar] emriyle ve irşadıyla [doğru yol gösterme] karar verdik” diyerek bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz.

ba

610

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] bir siyasette ve bir san’atta ve bir vazifede, ya bir hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] ait bir hizmette ve hususî bir nevi ticarette bulunan her bir tâifenin bir nevi kongrede toplanması ve müzakeresi gibi, iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] hizmet-i kudsiyesinde [kutsal hizmet] bulunan Nur talebeleri dahi kader-i İlâhiyenin [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] emriyle ve inâyet-i Rabbâniyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] tensibi ve sevkiyle bu medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] kongresine gelmesinde inşaallah [Allah dilerse] pek çok kıymettar mânevî faide ve ehemmiyetli neticeler ihsan [bağış] edilecek. Ve Nurun erkânları, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] her biri bir elif gibi tek başına bir yerde bir kıymeti varsa, bir elif üç elifle omuz omuza gelip halen görüşse bin yüz on bir olması gibi, bu içtimada [bir araya gelme, toplanma] kıymeti ve inşâallah kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmeti ve sevabı bin olur; o elif elfün [bin] olur.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugün benim pencerelerimi mıhlamalarının [çivi] sebebi, mahpuslarla mürafaa [karşılıklı görüşme, mahkeme duruşması, yargılama] ve selâmlaşmamaktır. Zâhirde başka bahane gösterdiler. Hiç merak etmeyiniz. Bilâkis, benim ehemmiyetsiz şahsımla meşgul olup Nurlara ve talebelerine çok sıkıntı vermediklerinden, beni cidden ve kalben onların şahsî ihanetler ve işkencelerle tazip [azap verme] etmeleri, Nurların ve sizlerin bedeline olduğu ve bir derece Nurlara ilişmemeleri cihetinde memnunum ve sabır içinde şükrederim. Merak etmiyorum; siz dahi hiç müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız. Gizli düşmanlarımız memurların nazar-ı dikkatini şahsıma çevirmesinden, Nurların ve talebelerinin selâmet [huzur] ve maslahatları [amaç, yarar] noktasında bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve bir hayır var diye kanaatim var. Bazı kardeşlerimiz hiddet edip dokunaklı konuşmasınlar. Hem ihtiyatla [dikkat, tedbir] hareket etsinler ve telâş etmesinler, hem herkese bu mes’eleden bahis açmasınlar. Çünkü, safdil [saf kalbli, kolay aldanan] kardeşlerimiz

611

ve ihtiyata [dikkat, tedbir] daha alışmayan yeni kardeşlerimizin sözlerinden mânâ çıkaran casuslar bulunur. Habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapar, ihbar edebilir. Şimdi vaziyetimiz şaka kaldırmıyor. Bununla beraber, hiç endişe etmeyiniz. Biz inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] altındayız ve bütün meşakkatlere karşı kemâl-i sabırla, [tam bir sabır] belki şükürle mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeye azmetmişiz. Bir dirhem zahmet, bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] rahmet ve sevabı netice verdiğinden, şükür etmeye mükellefiz.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

İki ehemmiyetli sebep ve bir kuvvetli ihtara binaen, ben bütün vazife-i müdafaatı [savunma görevi] buraya gelen ve gelecek Nur erkânlarına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bırakmaya kalben mecbur oldum. Hususan H, R, T, F, S.2

Birinci sebep: Ben hem sorgu dairesinde hem çok emarelerden kat’î bildim ki, bana karşı ellerinden geldiği kadar müşkülât yapmaya ve fikren onlara galebe [üstün gelme] etmemden kaçmaya çalışıyorlar ve resmen de onlara iş’ar [işaret etme, belirtme] var. Güya ben konuşsam, mahkemeleri ilzam [susturma] edecek derecede ve diplomatları susturacak bir iktidar-ı ilmî [ilmi güç] ve siyasî göstereceğim diye, benim konuşmama bahanelerle mâni oluyorlar. Hattâ sorguda bir suale karşı dedim: “Tahattur [hatıra gelme] edemiyorum.” O hâkim taaccüp ve hayretle dedi: “Senin gibi fevkalâde acîp zekâvet [zeki oluş] ve ilim sahibi nasıl unutur?” Onlar Risale-i Nur’un hârika yüksekliklerini ve ilmî tahkikatını [araştırma, inceleme] benim fikrimden zannedip dehşet almışlar. Beni konuşturmak istemiyorlar. Hem güya benimle kim görüşse birden Nurun fedakâr bir talebesi olur. Onun için beni görüştürmüyorlar. Hattâ Diyanet Reisi dahi demiş: “Kim onunla görüşse ona kapılır. Cazibesi kuvvetlidir.”

612

Demek şimdi işimi de sizlere bırakmaya maslahatımız [amaç, yarar] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Ve yanınızdaki yeni ve eski müdafaatlarım benim bedelime sizin meşveretinize [danışma] iştirak eder, o kâfidir.

İkinci sebep: Başka vakte bırakıldı. Amma ihtar-ı mânevînin kısa bir işareti şudur: Bana yirmi beş sene siyaseti ve gazeteleri ve sair çok fâni şeyleri terk ettiren ve onlarla meşguliyeti men eden gayet kuvvetli bir vazife-i uhreviye [âhirete ait görev] ve tesirli bir hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] benim bu meselenin teferruatıyla iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmeme kat’iyen [kesinlikle] mâni oluyorlar. Sizler, bazen ara sıra iki dâvâ vekilinizle meşveretle [danışma] benim vazifemi dahi görürsünüz.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şimdi namazda bir hâtıra kalbe geldi ki, kardeşlerin, ziyade hüsn-ü zanlarına [güzel düşünce] binaen, senden maddî ve mânevî ders ve yardım ve himmet [ciddi gayret] bekliyorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil [vekalet verme] ettin, erkânların [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] meşveretlerine [danışma] bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de, uhrevî ve Kur’ânî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîlerini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] tevkil [vekalet verme] eyle; o hâlis, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] hasların şahs-ı mânevîleri [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar. Hem daima da şimdiye kadar yapıyorlar. Meselâ, seninle görüşen muvakkat [geçici] bir dirhem ders ve nasihat alsa, Risale-i Nur’dan, bir cüz’ünden yüz dirhem ders alabilir. Hem senin yerinde ondan nasihat alır, sohbet eder. Hem Nur şakirtlerinin [öğrenci] hasları, bu vazifeni her vakit yapıyorlar. Ve inşaallah [Allah dilerse] pek yüksek bir makamda bulunan ve duası makbul olan onların şahs-ı mânevîleri, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] daimî beraberlerinde bir üstad ve yardımcıdır diye ruhuma hem teselli, hem müjde, hem istirahat verdi.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu iki gün zarfında iki küçük patlak, zâhirî hiç bir sebep yokken acîp, mânidar bir tarzda olması tesadüfe benzemiyor.

613

Birincisi: Koğuşumda muhkem [değiştirilemez] demirden olan soba birden kuvvetli tabanca gibi ses verip aşağısındaki kalın ve metin [sağlam] demiri bomba gibi patladı, iki parça oldu. Terzi Hamdi korktu; bizi hayret içinde bıraktı. Halbuki çok defa kışta taş kömürüyle kızgın kırmızılaştığı halde tahammül ediyordu.

İkincisi: İkinci gün Feyzilerin koğuşunda, hiç bir sebep yokken, birden su testisi üstünde duran bardak acîp surette parça parça oldu. Hatıra geliyor ki, inşaallah [Allah dilerse] bize zarar dokunmadan, aleyhimizdeki dehşetli bombalar Ankara’nın altı makamatına gönderilen müdafaat nüshaları patlattırdılar; bize zarar vermeden aleyhimize ateşlenen ve kızışan hiddet sobası iki parça oldu. Hem ihtimal var ki, mübarek soba, benim teessüratımı [üzülme, etkilenme] ve tazarruatımı [dua, yakarış] dinleyen tek ve menfaatli arkadaşım bana haber veriyor ki: “Bu zindan ve hapishaneden gideceksin, bana ihtiyaç kalmadı.”

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugün mânevî bir ihtarla sizin hesabınıza bir telâş, bir hüzün bana geldi. Çabuk çıkmak isteyen ve derd-i maişet [geçim derdi] için endişe eden kardeşlerimizin hakikaten beni müteellim [acı çeken] ve mahzun ettiği ayni dakikada bir mübarek hatıra ile bir hakikat ve bir müjde kalbe geldi ki: Beş günden sonra çok mübarek ve çok sevaplı ibadet ayları olan şuhûr-u selâse [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] gelecekler. Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerifte [mübarek aylardan birincisi olan Recep ayı; hicrî ayların yedincisi] yüzden geçer, Şâban-ı Muazzamda üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] otuz bine çıkar. Bu pekçok uhrevî faideleri kazandıran ticaret-i uhreviyenin [âhiret ile ilgili ticaret] bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] pazarı ve ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ibadet için mümtaz [seçkin] bir meşheri [sergi] ve üç ayda seksen sene bir ömrü ehl-i imana [Allah’a inanan] temin eden şuhûr-u selâseyi [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] böyle bire on kâr veren

614

medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] geçirmek, elbette büyük bir kârdır. Ne kadar zahmet çekilse ayn-ı rahmettir. [rahmetin tâ kendisi]

İbadet cihetinde böyle olduğu gibi, Nur hizmeti dahi nisbeten—kemiyet değilse de keyfiyet itibarıyla—bire beştir. Çünkü bu misafirhanede mütemadiyen giren ve çıkanlar, Nurun derslerinin intişarına [açığa çıkma, yayılma] bir vasıtadır. Bazan bir adamın ihlâsı, yirmi adam kadar faide verir. Hem Nurun sırr-ı ihlâsı, [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] siyasetkârâne [siyaset yaparak] kahramanlık damarını taşıyan, Nurun tesellilerine pekçok muhtaç bulunan mahpus biçareler içinde intişarı [açığa çıkma, yayılma] için bir parça zahmet ve sıkıntı olsa da, ehemmiyeti yok. Derd-i maişet [geçim derdi] ciheti ise: Zaten bu üç ay âhiret pazarı olmasından, herbiriniz çok şakirtlerin [öğrenci] bedeline, hattâ bazınız bin adamın yerinde buraya girdiğinden, elbette sizin haricî işlerinize yardımları olur diye tamamıyla ferahlandım ve bayrama kadar burada bulunmak büyük bir nimettir bildim.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Receb-i Şerifinizi [mübarek aylardan birincisi olan Recep ayı; hicrî ayların yedincisi] ve yarınki Leyle-i Regaibinizi [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] ruh u canımızla tebrik ederiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Meyus [ümitsiz] olmayınız, hem merak ve telâş etmeyiniz. İnayet-i Rabbâniye inşaallah [Allah dilerse] imdadımıza yetişir. Bu üç aydan beri aleyhimizde ihzar [hazırlama] edilen bomba patladı. Benim sobam ve Feyzilerin su bardağı ve Hüsrev’in iki su bardaklarının verdikleri haber doğru çıktı. Fakat dehşetli değil, hafif oldu. İnşaallah o ateş tamamen sönecek. Bütün hücumları, şahsımı çürütmek ve Nurun fütuhatına [fetihler, yayılmalar] bulantı vermektir. Emirdağ’ındaki malûm münafıktan daha muzır [zararlı] ve gizli zındıkların elinde âlet bir adam ve bid’atkâr [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] bir yarım hoca ile beraber bütün kuvvetleriyle

615

bize vurmaya çalıştıkları darbe, yirmiden bire inmiş. İnşaallah o bir dahi, bizi mecruh [yaralı, yaralanmış] ve yaralı etmeyecek ve düşündükleri ve kasdettikleri bizi birbirinden ve Nurlardan kaçırmak plânları dahi akîm [neticesiz] kalacak. Bu mübarek ayların hürmetine ve pek çok sevap kazandırmalarına itimaden sabır ve tahammül içinde şükür ve tevekkül etmek ve مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 1 düsturuna [kâide, kural] teslim olmak elzemdir, vazifemizdir.

 Said Nursî

ba

Başbakanlığa, Adliye Bakanlığına, Dahiliye Bakanlığına2 [İçişleri Bakanlığı]

Hürriyet ilânını, Birinci Harb-i Umumîyi, [Birinci Dünya Savaşı] mütareke [ateşkes] zamanlarını, Millî Hükûmetin ilk teşekkülünü [kendi kendine oluşma] ve Cumhuriyet zamanını birden derk [anlama, algılama] eden bütün hükûmet ricâli [adamlar; makam sahibi olanlar] beni pek iyi tanırlar. Bununla beraber, müsaadenizle hayatıma bir sinema şeridi gibi sizinle beraber göz gezdirelim.

Bitlis vilâyetine tâbi Nurs köyünde doğan ben, talebe hayatımda rastgelen âlimlerle mücâdele ederek, ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile mağlûp ede ede İstanbul’a kadar geldim. İstanbul’da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederek, nihayet rakiplerimin ifsadatıyla, [bozma] merhum Sultan Hamid’in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. Hürriyet ilânıyla ve Otuz Bir (31) Mart Vak’asındaki hizmetlerimle İttihad ve Terakki [ilerleme] hükûmetinin nazar-ı dikkatini celb [çekme] ettim. Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] gibi, “Medresetü’z-Zehrâ” namında bir İslâm üniversitesinin Van’da açılması teklifiyle karşılaştım. Hattâ temelini attım. Birinci Harbin patlamasıyla talebelerimi başıma toplayarak gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettim. Kafkas cephesinde, Bitlis’te esir düştüm. Esaretten kurtularak İstanbul’a geldim. Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâ oldum. Mütareke [ateşkes]

616

zamanında, istilâ kuvvetlerine karşı bütün mevcudiyetimle İstanbul’da çalıştım. Millî hükûmetin galibiyeti üzerine, yaptığım hizmetler Ankara hükûmetince takdir edilerek Van’da üniversite açmak teklifi tekrarlandı.

Buraya kadar geçen hayatım bir vatanperverlik hali idi. Siyaset yoluyla dine hizmet hissini taşıyordum. Fakat bu andan itibaren dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre “Eski Said”i gömdüm. Büs bütün âhiret ehli “Yeni Said” olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ile bir zaman İstanbul’un Yuşa Tepesine çekildim. Daha sonra doğduğum yer olan Bitlis ve Van tarafına giderek mağaralara kapandım. Ruhî ve vicdanî hazzımla başbaşa kaldım. اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ yani, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” düsturuyla [kâide, kural] kendi ruhî âlemime daldım. Ve Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] tetkik ve mütalâasıyla vakit geçirerek “Yeni Said” olarak yaşamaya başladım. Fakat kaderin cilveleri, beni menfî olarak muhtelif yerlerde bulundurdu. Bu esnada Kur’ân-ı Kerîmin feyzinden kalbime doğan füyuzâtı [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] yanımdaki kimselere yazdırarak birtakım risaleler vücuda geldi. Bu risalelerin heyet-i mecmuasına [birşeyin geneli, bütün] “Risale-i Nur” ismini verdim. Hakikaten Kur’ân’ın nuruna istinad edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı İlâhî [Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu] olduğuna bütün imanımla kaniim [inanmış, tatmin olmuş] ve bunları istinsah [kopyasını çıkarma] edenlere “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] dedim. Çünkü iman nurunu başkalarından esirgemeye imkân yoktu.

Bu risalelerim birtakım iman sahipleri tarafından birbirinden alınarak istinsah [kopyasını çıkarma] edildi. Bana böyle bir kanaat verdi ki, Müslümanların zedelenen imanlarını takviye için bir sevk-i İlâhîdir. [Allah’ın yönlendirmesi] Bu sevk-i İlâhîye [Allah’ın yönlendirmesi] hiç bir sahib-i iman [iman sahibi] mâni olamayacağı gibi, teşvike de dinen mecbur bulunduğumu hissettim. Zaten bugüne kadar yüz otuzu bulan bu risaleler tamamen âhiret ve iman bahislerine ait olup, siyasetten ve dünyadan kastî olarak bahsetmez. Buna rağmen birtakım fırsat düşkünlerinin de iştigal [meşgul olma, uğraşma] mevzuu oldu. Üzerinde tetkikat yapılarak Eskişehir, Kastamonu,

617

Denizli’de tevkif edildim; muhakemeler oldu. Neticede hakikat tecellî etti, adalet yerini buldu. Fakat bu düşkünler bir türlü usanmadılar. Bu defa da beni tevkif ederek Afyon’a getirmişlerdir. Mevkufum, [tevkif edilmiş, tutuklu] isticvab [sorguya çekme, ifade alma] altındayım. Bana şunları isnad ediyorlar;

1. Sen siyasî bir cemiyet kurmuşsun.

2. Sen rejime aykırı fikirler neşrediyorsun.

3. Siyasî bir gaye peşindesin.

Bunların esbab-ı mucibe [bir şeyi gerektirici sebepler] ve delilleri de, risalelerimin iki üçünden on-on beş cümleleridir.

Sayın Bakan,

Napolyon’un dediği gibi, “Bana te’vili kàbil [gibi] olmayan bir cümle getiriniz, sizi onunla idam [hiçlik, yokluk] edeyim.” Beşerin ağzından çıkan hangi cümle vardır ki, te’villerle cürüm ve suç teşkil etmesin? Bilhassa benim gibi yetmiş beş yaşına varmış ve bütün dünya hayatından elini çekmiş, sırf âhiret hayatına hasr-ı hayat [hayatını sadece bir şeye vermek, bütün çalışmalarını yalnız bir şeye yöneltmek] etmiş bir adamın yazıları elbette serbest olacaktır. Hüsn-ü niyete [güzel niyet] makrun [ulaşmış, kavuşmuş] olduğu için pervasız [korku] olacaktır. Bunları tetkikle altında cürüm aramak insafsızlıktır, başka birşey değildir. Binaenaleyh, bu yüz otuz risalemden hiçbirisinde dünya işini alâkalandıran bir maksat yoktur. Hepsi Kur’ân nurundan iktibas [alıntı] edilen âhiret ve imana taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Ne siyasî ve ne de dünyevî hiçbir gaye ve maksat yoktur. Nitekim hangi mahkeme işe başlamışsa, aynı kanaatle beraat kararını vermiştir. Binaenaleyh, lüzumsuz mahkemeleri işgal etmek ve mâsum iman sahiplerini işlerinden güçlerinden alıkoymak, vatan ve millet namına yazıktır. Eski Said bütün hayatını vatan ve milletin saadeti uğrunda sarf etmişken, bütün bütün dünyadan el çekmiş, yetmiş beş yaşına gelmiş Yeni Said, nasıl olur da siyasetle iştigal [meşgul olma, uğraşma] eder? Buna tamamen siz de kanisiniz. [inanmış, tatmin olmuş]

Bir tek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve

618

Müslümanları imana dâvet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedemle [Allah yolunda cihad etme] inşaallah [Allah dilerse] Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahede [Allah yolunda cihad etme] açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.

 Mevkuf

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu dünyada, hususan bu zamanda, hususan musibete düşenlere ve bilhassa Nur şakirtlerindeki [öğrenci] dehşetli sıkıntılara ve meyusiyetlere [ümitsiz] karşı en tesirli çare, birbirine teselli ve ferah vermek ve kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] takviye etmek ve fedakâr hakikî kardeş gibi birbirinin gam ve hüzün ve sıkıntılarına merhem sürmek ve tam şefkatle kederli kalbini okşamaktır. Mâbeynimizdeki [ara] hakikî ve uhrevî uhuvvet, [kardeşlik] gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz. Madem ben size bütün kuvvetimle itimad edip bel bağlamışım ve sizin için, değil yalnız istirahatimi ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle ruhumu da feda etmeye karar verdiğimi bilirsiniz, belki de görüyorsunuz. Hattâ kasemle [yemin] temin ederim ki, sekiz gündür Nurun iki rüknü [esas, şart] zâhirî birbirine nazlanmak ve teselli yerine hüzün vermek olan ehemmiyetsiz hadisenin, bu sırada benim kalbime verdiği azap cihetiyle, “Eyvah, eyvah! El’aman, el’aman! [yardım!, imdat!] Yâ Erhamerrâhimîn, [ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] medet! [yardım istiyorum] Bizi muhafaza eyle. Bizi cin ve insî şeytanların şerrinden kurtar. Kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet [kardeşlik] ve şefkatle doldur” diye hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryat edip ağladılar.

619

Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim, bana yardım ediniz. Meselemiz çok naziktir. Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı mânevînize [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bırakmıştım. Siz de, bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lâzım geliyor. Gerçi hadise pek cüz’î [ferdî, küçük] ve geçici ve küçük idi. Fakat saatimizin zembereğine ve gözümüzün hadekasına [gözbebeği] gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir. Ve bu noktada ehemmiyetlidir ki, maddî üç patlak ve mânevî üç müşahedeler tam tamına haber verdiler.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sobamın ve Feyzi’lerin ve Sabri ve Hüsrev’in iki su bardakları parça parça olması, dehşetli bir musibet geldiğini haber vermiştiler. Evet, bizim en kuvvetli nokta-i istinadımız [dayanak noktası] olan hakikî tesanüt [dayanışma] ve birbirinin kusuruna bakmamak ve Hüsrev gibi Nur kahramanından—benim yerimde ve Nurun şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] çok ehemmiyetli bir mümessili [temsilci] olmasından—hiçbir cihetle gücenmemek elzemdir. Ben kaç gündür dehşetli bir sıkıntı ve meyusiyet [ümitsizlik] hissettiğimden, “Düşmanlarımız bizi mağlûp edecek bir çare bulmuşlar” diye çok telâş ederdim. Hem sobam, hem hayalî ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] müşahedem doğru haber vermişler. Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü [dayanışma] tamir ediniz. Vallahi, bu hadisenin bizim hapse girmemizden daha ziyade Kur’ân ve iman hizmetimize—hususan bu sırada—zarar vermek ihtimali kavîdir. [güçlü, kuvvetli]

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Leyle-i Mirac, [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] ikinci bir Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket-i mâneviye [mânevî şirket, ortaklık] sırrıyla, inşaallah [Allah dilerse]

620

herbiriniz kırk bin dille tesbih eden bazı melekler gibi, kırk bin lisanla bu kıymettar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz. Ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukàbil, bu gecedeki ibadetle şükredersiniz. Hem sizin tam ihtiyatınızı [dikkat, tedbir] tebrikle beraber, hakkımızda inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] pek zâhir bir surette tecelli ettiğini tebşir [müjdeleme] ederiz.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizin Leyle-i Mi’racınızı bütün ruh u canımla tebrik ederim.

Saniyen: [ikinci olarak] Yirmi seneden beri bir dâvâmız ki, âsâyişe mümkün olduğu kadar Nur şakirtleri [öğrenci] dokunmuyorlar. Ve bize hücum edenlere, en başta emniyeti ve âsâyişi bozmak dâvâlarına bir emâre ve dâvâmızı cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] etmeye bahane olması kuvvetle muhtemel bulunan bu hapis hadisesi, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile, harika bir tarzda, sizin sadakat ve ihlâsınızın bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olarak yüzde bire indi, kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] habbe [dane, tohum] edildi. Yoksa, hakkımızda habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapanlar bundan istifade edip aleyhimizdeki iftiralarını çoklara inandıracaklardı.

Salisen: [üçüncü olarak] Beni merak etmeyiniz. Sizinle bir binada bulunmam, her zahmetimi ve sıkıntımı hiçe indirir. Zaten burada toplanmamızın çok cihetlerle ehemmiyeti var. Ve hizmet-i imaniyeye [iman hizmeti] faideleri çoktur. Hattâ bu defa, tetimme-i itirazdaki [itiraz yazısının tamamlanması için yapılan ilâve] ehemmiyetli bazı hakikatler o altı makamata gidip, tam dikkatlerini celb [çekme] edip hükmünü bir derece onlarda icra etmesi, bütün sıkıntılarımızı hiçe indirdi.

Rabian: [dördüncü olarak] Mümkün olduğu kadar Nurlarla meşguliyet, hem sıkıntıları izale [giderme] eder, hem beş nevi ibadet sayılabilir.

Hamisen: [beşinci olarak] Nurun dersleri vasıtasıyla, geçen musibet yüzden bire indi. Yoksa,

621

zemin ve zamanın nezaketi cihetiyle, baruta ateş atmak hükmünde, o tek habbe [dane, tohum] kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] olacaktı. Hattâ resmî bir kısım memurlar demişler ki: “Nur dersini dinleyenler karışmadılar.” Eğer umum dersini dinleseydi, hiçbir şey olmazdı. Siz mümkün olduğu kadar ikiliğe meydan vermeyiniz. Hapis sıkıntısına başkası ilâve olmasın. Mahpuslar dahi Nurcular gibi kardeş olsunlar, birbirinden küsmesinler.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşlerim,

Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem’a-i İhlâsın [İhlâs Lem’ası, Yirmi Birinci Lem’a] düsturlarını [kâide, kural] ve hakikî ihlâsın sırrını mâbeynimizde [ara] ve birbirimize karşı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek, vücup [kesinlik, gereklilik] derecesine gelmiş. Kat’î haber aldım ki, üç aydan beri buradaki has kardeşleri birbirine karşı meşrep [hareket tarzı, metod] veya fikir ihtilafıyla bir soğukluk vermek için üç adam tayin edilmiş. Hem metin [sağlam] Nurcuları usandırmakla sarsmak ve nazik ve tahammülsüzleri evhamlandırmak [kuruntulandırmak, şüphelendirmek] ve hizmet-i Nuriyeden [Risale-i Nur Hizmeti] vazgeçirmek için sebepsiz mahkememizi uzatıyorlar. Sakın, sakın! Şimdiye kadar mâbeyninizdeki [ara] fedakârâne uhuvvet [kardeşlik] ve samimâne muhabbet sarsılmasın. Bir zerre kadar olsa bile, bize büyük zarar olur. Çünkü pek az bir sarsıntı, Denizli’de ……….. gibi hocaları yabanîleştirdi. [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] Bizler birbirimize lüzum olsa ruhumuzu feda etmeye hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniyemiz iktiza [bir şeyin gereği] ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle hakikî fedakârlar birbirine karşı küsmeye değil, belki kemâl-i mahviyet ve tevazu [alçakgönüllülük] [tam anlamıyla tevâzu [alçak gönüllü olma] ve alçakgönüllülük içinde olmak] ve teslimiyetle kusuru kendine alır, muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeye çalışır. Yoksa habbe kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] olup tamir edilmeyecek bir zarar verebilir. Sizin ferasetinize [anlayışlılık, çabuk seziş] havale edip kısa kesiyorum.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ehemmiyetli bir mânevî ihtara binaen, size şimdilik bir iki vazife-i Nuriye [Risale-i Nur vazifesi] var ki, bütün kuvvetinizle bu üçüncü medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] musibetzede bîçare

622

mahpuslar içinde ikilik ve garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] tarafgirlik düşmemek için Nur dersleriyle çalışmaktır. Çünkü, ihtilâftan ve garaz ve kin ve inattan istifadeye çalışan perde altında dehşetli müfsidler [bozguncu] var. Madem bu hapis arkadaşlarımız, çoğu lüzum olsa vatanına ve milletine ve ahbabına fedakârâne ruhunu feda ettiren kahramanlık damarını taşıyorlar. Elbette o civanmertler, inadını ve garazını ve adavetini, [düşmanlık] milletin selâmeti ve bu hapis istirahati ve perde altında anarşiliğe çabalayan bolşevizmi aşılayanların ifsadlarından [bozma] kurtulmak için, hiç menfaati bulunmayan ve bu fırtınalı zamanda zararı çok olan adavetini [düşmanlık] ve inadını feda etmeleri lâzımdır. Yoksa bu zamanda, baruta ateş atmak gibi, hem yüz bîçare mahpuslara, hem Nurun mâsum talebelerine, hem bu Afyon memleketine ehemmiyetli zahmetlere, sarsıntılara, belki memlekete giren ecnebî komitesi parmaklarının ilişmesine bir vesile olur. Madem bizler onların hatırları için kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ile buraya girdik ve bir kısmımız onların saadeti ve mânevî rahatları için buradan çıkmak istemiyoruz ve istirahatimizi onlar için feda edip her sıkıntıya sabır ve tahammül ediyoruz. Elbette o yeni kardeşlerimiz dahi, Denizli mahpusları gibi, kardeşliğimiz hatırı için, Şaban ve Ramazan hürmetine birbirine küsmemek ve kardeş olup barışmak lâzım ve elzemdir. Zaten biz ve ben, onları Nur talebeleri dairesinde biliriz ve dualarımıza girmişler.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 2 sırrıyla, inşaallah [Allah dilerse] mahkememizin tehirinde ve tahliye olan kardeşlerimizin yine mahkeme gününde burada bulunmalarında büyük hayırlar var.

623

Evet, Risale-i Nur’un meselesi, âlem-i İslâmda, [İslâm âlemi] hususan bu memlekette küllî bir ehemmiyeti bulunduğundan böyle heyecanlı toplamalarla umumun nazar-ı dikkatini Nur hakikatlerine celb [çekme] etmek lâzımdır ki, ümidimizin ve ihtiyatımızın [dikkat, tedbir] ve gizlememizin ve muarızların [itiraz eden, karşı gelen] küçültmelerinin fevkinde [üstünde] ve ihtiyarımızın haricinde böyle şâşaa ile Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düşmana âşikâren veriyor. En mahrem sırlarını en nâmahremlere [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] çekinmeyerek gösteriyor. Madem hakikat budur; biz küçücük sıkıntılarımızı “kinin[ateşli hastalıkların ve özellikle sıtmanın tedavisinde kullanılan bir tür bitki] gibi bir acı ilâç bilip sabır ve şükretmeliyiz, “Yâhu bu da geçer” demeliyiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu medrese-i Yusufiyenin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] nâzırına yazdım: Ben Rusya’da esirken, en evvel bolşevizmin fırtınası hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilâl-i Kebîri dahi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıyla yad edilen mahpuslardan çıkmasına binaen, biz Nur şakirtleri, [öğrenci] hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada mümkün oldukça mahpusların ıslahına çalıştık. Eskişehir ve Denizli’de tam faidesi görüldü. Burada daha ziyade faide olacak ki, bu nazik zaman ve zeminde Nurun dersleriyle geçen fırtınacıkHaşiye yüzden bire indi. Yoksa ihtilâftan ve böyle hadiselerden istifade eden ve fırsat bekleyen haricî muzır [zararlı] cereyanlar, o baruta ateş atıp bir yangın çıkacaktı.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık, sarsılmaz, sıkıntıdan usanıp bizlerden çekilmez kardeşlerim,

Şimdi maddî, mânevî bir sıkıntıdan nefsim sizin hesabınıza beni mahzun eylerken, birden kalbe geldi ki, hem senin, hem buradaki kardeşlerin tek birisiyle yakında görüşmek için bu zahmet ve meşakkatin başka surette on mislini [benzer]

624

çekseydiniz yine ucuz olurdu. Hem Nurun takvâdârâne [takvaya düşkün kimse olarak] ve riyazetkârâne [nefsi terbiye ederek] meşrebi, [hareket tarzı, metod] hem umuma ve en muhtaçlara, hattâ muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] ders vermek mesleği, hem dairesindeki şahs-ı mânevîyi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] konuşturmak için eski zamanda ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] senede hiç olmazsa bir iki defa içtimaları [bir araya gelme, toplanma] ve sohbetleri gibi, Nur şâkirtlerinin [Allah’a şükreden] de, birkaç senede en müsait olan medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] bir defa toplanmalarının lüzumu cihetinde bin sıkıntı ve meşakkat dahi olsa ehemmiyeti yoktur. Eski hapislerimizde birkaç zayıf kardeşlerimizin usanıp daire-i Nuriyeden [Risale-i Nur dairesi] çekinmeleri onlara pek büyük bir hasâret [zarar] oldu ve Nurlara hiç zarar gelmedi. Onların yerine daha metin, [sağlam] daha muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] şakirtler [öğrenci] meydana çıktılar. Madem dünyanın bu imtihanları geçicidir, çabuk giderler; sevaplarını, meyvelerini bizlere verirler. Biz de inâyet-i İlâhiyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] itimad edip sabır içinde şükretmeliyiz.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Son iki parçayı ya eski harf veya makine harfiyle berâ-yı mâlumat, [bilgi ve mâlumat için] gayr-ı resmî, [resmi olmayan] mahkeme reisine münasip gördüğünüz bir ciddî adamla verdiğiniz vakit, ayrı bir pusula da ona yazınız ki, Said size teşekkür eder, der: “Pencereleri açtılar. Fakat hiçbir kardeşim ve hizmetçilerime, yanıma gelmeye müddeiumumî [iddia makamı, savcı] müsaade vermiyor. Hem zâtınızdan çok rica [ümit] eder ki, mahkemede bulunan mu’cizatlı ve antika Kur’ân’ını ona veriniz ki bu mübarek aylarda okusun. O harika Kur’ân’ından üç cüz’ü Diyanet Riyasetine [Diyanet İşleri Başkanlığı] nümune için göndermişti, tâ fotoğrafla tab’ına [baskı basma] çalışsınlar. Hem onunla beraber Risale-i Nur’un mahkemedeki mecmualardan birisini sizden istiyor ki, bu tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ve yalnızlıkta ve şiddetli sıkıntılarında mütalâasıyla bir medar-ı tesellisi [teselli kaynağı] ve bir arkadaşı olsun. Zaten o mecmualar üç dört mahkeme gördükleri ve ilişmedikleri gibi, hacıların

625

şehadet ve müşahedeleriyle, o büyük mecmuaları hem Mekke-i Mükerremede, hem Medine-i Münevverede, hem Şam-ı Şerifte [mübarek olan şehir; Şam şehri] ve Halep’te, hem Mısır Câmiü’l-Ezher‘indeki [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] büyük âlimler çok takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] edip hiç tenkit ve itiraz etmemişler.”

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hizb-i Nurî’den Feyzilerin yanında iki nüsha var. Eğer onlara lüzum yoksa, birisi bana gönderilsin veya Mehmed Feyzi daha bir nüshayı yazsın. Hem Ramazaniye Risalesi [Ramazan ayı hakkında yazılmış risale; Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Risale olan İkinci Kısımı] ve matbu Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] burada bulunmak lâzımdır. Mâbeyninizdeki [ara] gerginliği çabuk tamir ediniz. Sakın sakın! Az bir inhiraf [doğru yoldan sapma] Nur dairesine pek büyük zararı olacak. Sıkıntıdan gelen hislere kapılmayınız. Sobamın patlaması bu musibete işaret idi.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim Hüsrev ve Mehmed Feyzi, Sabri,

Ben sizlere bütün kanaatimle itimad edip istirahat-i kalble [kalp rahatlığı] kabre girmek ve Nurların selâmetini size bırakmak bekliyordum ve hiçbir şey sizi birbirinden ayırmayacak biliyordum. Şimdi dehşetli bir plânla, Nurun erkânlarını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] birbirinden soğutmak için resmen bir iş’ar [işaret etme, belirtme] var. Madem sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadakatiniz [kuvvetli, tam sadakat] ve Nurlara şiddetli alâkanızın mukteza[bir şeyin gereği] olarak feda edersiniz. Elbette gayet cüz’î [ferdî, küçük] ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiyatınızı feda etmeye mükellefsiniz. Yoksa, kat’iyen [kesinlikle] bizlere bu sırada büyük zararlar olacağı gibi, Nur dairesinden ayrılmak ihtimali var diye titriyorum. Üç günden beri hiç görmediğim bir sıkıntı beni tekrar sarsıyordu. Şimdi kat’iyen [kesinlikle] bildim ki, göze bir saç düşmek gibi az bir nazlanmak, sizin gibilerin mâbeyninde [ara] hayat-ı Nuriyemize [Risale-i Nur’a adanmış hayat] bir bomba olur. Hattâ size bunu da haber vereyim: Geçen fırtına ile bizi

626

alâkadar göstermeye çok çalışılmış. Şimdi, mâbeyninizde [ara] az bir yabanilik atmaya çabalıyorlar. Ben sizin hatırınız için herbirinizden on derece ziyade zahmet çektiğim halde, sizden hiç birinizin kusuruna bakmamaya karar verdim. Siz dahi, haklı ve haksız olsa benlik yapmamak, üstadımız olan şakirtlerin [öğrenci] şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] namına istiyorum. Eğer o acîp yerde beraber bulunmaktan gizli parmaklar karışıyorlar, biriniz Tahirî’nin koğuşuna gidiniz.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Rica [ümit] ederim, üçünüzün hakkında birbirinden ziyade gücenmeye ehemmiyet verdiğimden gücenmeyiniz. Çünkü, Hüsrev’le Feyzi’de benim gibi insanlardan tevahhuş [korkma, çekinme] ve sıkılmak var. Hem birbirine bir derece meşrepçe [hareket tarzı, metod] ayrıdırlar. Ve Sabri ise, akraba ve tarz-ı maişet [geçim şekli] cihetinde hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ile bir kaç vecihte [yön] alâkadar ve ihtiyata [dikkat, tedbir] mecburdur. İşte üçünüz bu ihtilâf-ı meslek [mesleklerin farklılığı] ve meşrep [hareket tarzı, metod] haysiyetiyle o dağdağalı [karışık, gürültülü] koğuşta ve sıkıntılı kalabalık içinde herhalde tam tahammül ve sabredemediğinizden ben telâş edip vesvese ediyorum. Çünkü, pek az bir muhalefet bu sırada pek zararı var.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim, bu medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] ders arkadaşlarım,

Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, [Berat Gecesi] bütün senede bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin [insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar] programı nev’inden olması cihetiyle, Leyle-i Kadrin [Kadir gecesi] kudsiyetindedir. [kutsal, kusursuz ve yüce] Herbir hasenenin Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] otuz bin olduğu gibi, bu Leyle-i Beratta [Berat Gecesi] herbir amel-i salihin [Allah için yapılan iyi işler] ve herbir harf-i Kur’ân‘ın [Kur’an harfi] sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhûr-u selâsede [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak]

627

leyâli-i meşhurede on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için, elden geldiği kadar Kur’ân’la ve istiğfar [af dileme] ve salâvatla [namazlar, dualar] meşgul olmak büyük bir kârdır.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا سَلَّمَكُمُ اللهُ فِى الدَّارَيْنِ * 2

Elli senelik bir mânevî ibadet ömrünü ehl-i imana [Allah’a inanan] kazandırabilen Leyle-i Beratınızı [Berat Gecesi] ruh u canımızla tebrik ederiz. Herbiriniz, şirket-i mâneviye [mânevî şirket, ortaklık] sırrıyla ve tesanüd-ü mânevî [mânevî dayanışma, birliktelik] feyziyle, kırk bin lisanla tesbih eden bazı melekler gibi, herbir hâlis, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] Nur şakirtlerini [öğrenci] kırk bin dille istiğfar [af dileme] ve ibadet etmiş gibi rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] kanaat-i tamme [tam ve kesin kanaat, inanma] ile ümit ediyoruz.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Evvelâ: Bid’akâr [aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışan] bazı hocaların telkinatıyla, [telkinler] iddianamede, İslâm deccalı ve müteaddit [bir çok] birkaç deccalın gelmesini kabul etmiyor gibi, Beşinci Şuânın bir meselesine itiraz etmişler. Buna cevaben gayet parlak kat’î bir mu’cize-i Nebeviyeyi [Peygamberimize ait mu’cize] (a.s.m.) gösteren bu hadîs-i sahihte, [sahih hadîs; Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin bilinen ve doğru senetlerle aktarılan hadis]

لَنْ تَزَالَ الْخِلاَفَةُ فِى وَلَدِ عَمِّى صِنْوِ اَبى الْعَبَّاسِ حَتّٰى يُسَلِّمُهَا اِلَى الدَّجَّالِ * 3

yani, “Benim amcam, pederimin kardeşi Abbas’ın veledinde [çocuk] hilâfet-i İslâmiye [İslâm halifeliği]

628

devam edecek. Tâ Deccala, o hilâfeti, yani saltanat-ı hilâfet, [halifelik saltanatı, egemenliği] deccalın muhrip [tahrip edici, yıkıcı, savaşçı] eline geçecek.” Yani, uzun zaman, beş yüz sene kadar hilâfet-i Abbasiye [Abbasi hâlifeliği; Abbasiler dönemi] vücuda gelecek, devam edecek. Sonra Cengiz, Hülâgû denilen üç deccaldan birisi o saltanat-ı hilâfeti [halifelik saltanatı, egemenliği] mahvedecek, deccalane İslâm içinde hükûmet sürecek. Demek İslâm içinde, müteaddit [bir çok] hadîslerde, üç deccal geleceğine zâhir bir delildir. Bu hadîsteki ihbar-ı gaybî, [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] kat’î iki mu’cizedir:

Biri, hilâfet-i Abbasiye [Abbasi hâlifeliği; Abbasiler dönemi] vücuda gelecek, beş yüz sene devam edecek. İkincisi de, sonunda en zâlim ve tahripçi Cengiz ve Hülâgû namındaki bir deccal eliyle inkıraz [dağılıp yok olma] bulacak. Acaba kütüb-ü hadîsiyede [hadîs kitapları] Kur’ân’a, şeâir-i İslâma [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] ait hattâ cüz’î [ferdî, küçük] şeyleri de haber veren sâhib-i şeriat, hiç mümkün müdür ki, bu zamanımızdaki pek acîp hâdisattan haber vermesin? Hem hiç mümkün müdür ki, bu acîp hâdisatta Kur’ân’a sebatkârâne, [sebat ederek, kararlı bir şekilde] geniş bir sahada, en acîp bir zamanda, en ağır şerait altında hizmet eden ve o hizmetin semerelerini [meyve] dost ve düşmanları tasdik eden Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] işaretleri bulunmasın?

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

2 وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّ لَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ âyet-i celilesinin [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] bir nüktesi [derin anlamlı söz]

Aziz Nur kumandanı ve Kur’ân’ın hâdimi kardeşim Re’fet Bey,

Yahudi milleti hubb-u hayat [hayatı, yaşamayı sevmek] ve dünyaperestlikte ifrat [aşırılık] ettikleri için, her asırda zillet [alçaklık] ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat [hayatı, yaşamayı sevmek] ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin [İsrailoğullarına gönderilen peygamberler]

629

mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî [dinî ve millî his] olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.

 Said Nursî

ba

Sual: Küre-i arzın [yer küre, dünya] kürevî olduğuna dair bir âyet var mı ve hangi sûrededir? Müstevî [düz] veya kürevî olduğundan tereddüdüm vardır. Her hükûmetin bulunduğu arazi deniz ortasındadır. Bu denizlerin etrafını muhafazakâr neler var? Lütfen beyanını rica [ümit] eder, ellerinizden öperim.

Emirdağlı Ali Hoca

Risale-i Nur bu çeşit mesâili [meseleler] halletmiş. Küreviyet-i arz, [dünyanın yuvarlaklığı] ulema-i İslâmca [İslâm âlimleri] kabul edilmiş; dine muhalefeti yok. Âyetteki satıh [yüzey] demesi, kürevî olmadığına delâlet etmiyor. Müçtehidlerce, “istikbâl-i kıble[kıbleye, Kâbe’ye yönelmek] namazda şart olması ve şart ise bütün erkânda [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bulunması sırrıyla, secde ve rükûda istikbal-i kıble [kıbleye yönelme] lâzım geliyor. Bu ise, yerin, zeminin küreviyetiyle [yuvarlaklık, dünyanın küre şeklinde olması] ve şer’an kıble Kâbe-i Mükerremenin üstü tâ Arşa kadar ve altı ferşe [yer] kadar bir amûd-u nuranî olması, küreviyetle [yuvarlaklık, dünyanın küre şeklinde olması] istikbal-i erkânda bulunabilir.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

630

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu Ramazan-ı Şerifin Leyle-i Kadrini [Kadir gecesi] umumunuza bin aydan hayırlı eylesin, âmin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul [makbul, değerli ömür] hükmünde hakkınızda kabul eylesin, âmin.

Saniyen: [ikinci olarak] Bayrama kadar burada kalmamızın bizlere çok faidesi ve hayrı olduğuna kanaatim var. Şimdi tahliye olsaydık, bu medrese-i Yusufiyedeki [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] hayırlardan mahrum kaldığımız gibi, sırf uhrevî olan Ramazan-ı Şerifi, dünya meşgaleleriyle huzur-u mânevîmizi [mânevî huzur] haleldar [bozma, bozulma] edecekti. اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 1 sırrıyla, inşaallah [Allah dilerse] bunda da hayırlı büyük sevinçler olacak. Mahkemede siz de anladınız ki, hattâ kanunlarıyla da hiçbir cihetle bizi mahkûm edemediklerinden, ehemmiyetsiz, sinek kanadı kadar kanunla teması olmayan cüz’î [ferdî, küçük] mektupların cüz’î [ferdî, küçük] hususiyatı gibi cüz’î [ferdî, küçük] şeyleri medâr-ı bahis [söz konusu] edip büyük ve küllî mesâil-i Nuriyeye [Risale-i Nur meseleleri] ilişmeye çare bulamadılar. Hem gayet küllî ve geniş Nur talebeleri ve Risale-i Nur’un bedeline yalnız şahsımı çürütmek ve ehemmiyetten iskat [düşürme] etmek bizim için büyük bir maslahattır [amaç, yarar] ki, Risale-i Nur ve talebelerine kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] iliştirmiyor. Yalnız benim şahsımla meşgul eder. Ben de size, bütün dostlarıma beyan ediyorum ki, bütün ruh u canımla hattâ nefs-i emmâremle [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] beraber Risale-i Nur’un ve sizlerin selâmetine, şahsıma gelen bütün zahmetleri mânevî sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum. Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Dünya ve zahmetleri fâni ve çabuk geçici olduğu gibi, bize gizli düşmanlarımızdan gelen zulüm ve mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] ve kısmen de dünyada yüz derece ziyade intikamımız alınacağından, hiddet yerinde onlara teessüf [eseflenme, üzülme] ediyoruz.

Madem hakikat budur. Telâşsız ve ihtiyat [dikkat, tedbir] içinde kemâl-i sabır [tam bir sabır] ve şükürle,

631

hakkımızda cereyan eden kaza ve kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ve bizi himaye eden inâyet-i İlâhiyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] karşı teslim ve tevekkülle ve buradaki kardeşlerimizle de hâlisâne ve tesellikârâne [teselli veren] ve samimâne ve mütesânidâne [birbirine dayanıp kuvvet vererek] hakikî bir ülfet ve muhabbet ve sohbetle Ramazan-ı Şerifte hayrı birden bine çıkan evradlarımızla [okunması âdet olan dualar] meşgul olup ilmî derslerimizle bu cüz’î, [ferdî, küçük] geçici sıkıntılara ehemmiyet vermemeye çalışmak büyük bir bahtiyarlıktır. Ve Nurun pek ehemmiyetli bu imtihanındaki tesirli dersleri ve muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] kendini okutturması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyedir.Haşiye [dipnot] [Nur risaleleriyle gerçekleştirilen fetihler]

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Rivâyât-ı sahiha [Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen hadisler] ile “Leyle-i Kadri [Kadir gecesi] nısf-ı âhirde, [son yarı] hususan aşr-ı âhirde [son on gün] arayınız”3 ferman etmesiyle, bu gelecek geceler, seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandıran Leyle-i Kadrin [Kadir gecesi] gelecek gecelerde ihtimali pek kavî [güçlü, kuvvetli] olmasından istifadeye çalışmak, böyle sevaplı yerlerde bir saadettir.

Saniyen: [ikinci olarak] مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ “Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur” sırrıyla, خُذُوا مِنْ كُلِّ شَىْءٍ اَحْسَنَهُ “Herşeyin güzel cihetine bakınız” kaidesinin sırrıyla,

اَلَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰئِكَ الَّذِينَ هَدٰيهُمُ اللهُ وَاُولٰئِكَ هُمْ اُولُوا اْلاَلْبَابِ * 4

632

gayet kısacık bir meâli: “Sözleri dinleyip, en güzeline tâbi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlâhiyeye [Allah’ın doğru yola erdirmesi] mazhar [erişme, nail olma] akıl sahibi onlardır” meâlinde, bizler için şimdi herşeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine [cihet, yön, taraf] bakmak lâzımdır ki, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi [dikkat içeren bakış] celb [çekme] edip kalbimizi meşgul etmesin. Sekizinci Sözde, bir bahçeye iki adam, biri çıkar, biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safâ [gönül hoşnutluğu] ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] eder, midesini bulandırır, istirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar, gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin [insanların sosyal hayatı] safhaları, hususan Yusufiye medresesi [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkıl [akıllı] odur ki, ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekvâ [şikayet] ve merak yerinde şükreder, sevinir.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Yarın gece Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] olmak ihtimali çok kuvvetli olmasından, bir kısım müçtehidler o geceye Leyle-i Kadri [Kadir gecesi] tahsis etmişler. Hakikî olmasa da, madem ümmet o geceye o nazarla bakıyor, inşaallah [Allah dilerse] hakikî hükmünde kabule mazhar [erişme, nail olma] olur.

Saniyen: [ikinci olarak] Sarsıntılı olan altıncıdaki kardeşlerimizin istirahatlerini merak ediyorum. Bir parmak hariçten hapse, hususan altıncıya karışıyor. Oradaki kardeşlerimiz dikkat ve ihtiyat [dikkat, tedbir] edip hiç bir şeye karışmasınlar.

Salisen: [üçüncü olarak] Avukata, reise okutmak için parçayı gönderdiniz mi? Hem Halil Hilmi, vahdet-i mesele [meselelerde, konularda birlik] itibariyle yalnız Sabri’nin değil, belki umumumuzun avukatıdır. Ben bu nazarla ona bakıyordum. Şimdi umumumuzun hesabına birinci avukatımıza tam yardım etsin.

633

Rabian: [dördüncü olarak] Taşköprülü Sadık Beyin mukaddimesini [başlangıç] istinsah [kopyasını çıkarma] için Sabri’ye vermiştim. Eğer yazılmışsa, tashihten geçen parça ona gönderilecek. Yeni yazılan bir sureti bana gönderilsin. Hem Sadık’ın manzumeciği [düzenli] yanımda bir sureti var; sizde yoksa göndereceğim.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hem sizin, hem hapisteki arkadaşlarınızın bayramınızı tebrik ederiz. Sizle bayramlaşanı, aynen benimle bayramlaşmış gibi kabul ediyorum. Ve umumuyla bizzat bayram ziyaretini yapmışım gibi biliniz, bildiriniz.

Saniyen: [ikinci olarak] Sebepsiz kalın demir sobamın parçalanmasıyla verdiği haber ve biz dahi o işarete binaen tam bir ihtiyat [dikkat, tedbir] ve temkinle [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] geçen fırtınacık, yüzden bire indi, barut ateş almadı. Şimdi yine, sebepsiz mataramın [kavanoz; özellikle askerlerin kullandığı veya yolculukta kullanılan bir çeşit su kabı] acîp bir tarzda küçücük parçalara inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmesi, bize tekrar tam bir temkine [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] ve tahammüle ve ihtiyata [dikkat, tedbir] sarılmamızın lüzumunu haber veriyor. Aldığım mânevî bir ihtarla, gizli münafıklar, dindarlara karşı namazsız sefahetçileri [ahmaklık, beyinsizlik] ve mürted [dinden çıkan] komünistleri istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek istiyorlar; hattâ parmaklarını buraya da sokmuşlar.

Bir Hâşiyecik: [dipnot]

Dün kalbimde bir ferah ve sevinç vardı. Birden baktım, Nurs’taki kardeşim, Nurs’un balını bir matara [kavanoz; özellikle askerlerin kullandığı veya yolculukta kullanılan bir çeşit su kabı] içinde sekiz ay evvel bana, Emirdağı’na göndermişti. Dün de Emirdağ’ından bana geldi. “Aman bana çabuk getirin” dedim. Bekledim, gelmedi. O sevinç bir hiddete döndü. Yüz matara [kavanoz; özellikle askerlerin kullandığı veya yolculukta kullanılan bir çeşit su kabı] kadar yanımda kıymetli bulunan o ballı matara[kavanoz; özellikle askerlerin kullandığı veya yolculukta kullanılan bir çeşit su kabı] yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] ellere verip çarşıya gönderilmesi sebep olup, o matara [kavanoz; özellikle askerlerin kullandığı veya yolculukta kullanılan bir çeşit su kabı] da birden bire kırıldı. Kırk sekiz seneden beri görmediğim Nurs köyümün, meskat-i re’simin bir teberrükü [bereket vesilesi] olan o tatlıdan, bayram tatlısı olarak her bir kardeşim bir parçacığını tatsın diye bir miktar gönderdim.

 Said Nursî

ba

634

Aziz, sıddık, sarsılmaz kardeşlerim,

Sizi ruh u canımla tebrik ederim ki, çabuk yaramızı tedavi ettiniz. Ben de bu gece şifadan tam ferahlandım. Zaten Medresetü’z-Zehrâ tevessü [genişleme, yayılma] edip, hakikî ihlâs ve tam fedakârâne terk-i enâniyeti [bencilliği terk etmek] ve tevazu-u [alçakgönüllülük] tâmmı daire-i Nurda [Risale-i Nur dairesi] aşılıyor, neşreder. Elbette gayet cüz’î [ferdî, küçük] ve muvakkat [geçici] hassasiyet ve titizlik ve nazlanmak, o kuvvetli dersini ve uhuvvet [kardeşlik] alâkasını bozamaz ve İhlâs Lem’ası [Yirminci Lem’a] bu noktada mükemmel nâsihtir. Şimdi en ziyade bizi ve Nurları vurmak ve sarsmak için en fena plân, Nur talebelerini birbirinden soğutmak ve usandırmak ve meşreb [hareket tarzı, metod] ve fikir cihetinde birbirinden ayırmaktır. Gerçi gayet cüz’î [ferdî, küçük] bir nazlanmak oldu. Fakat göze bir saç düşse, başa düşen bir taş kadar incitir ki, büyük bir hadise hükmünde, mataram [kavanoz; özellikle askerlerin kullandığı veya yolculukta kullanılan bir çeşit su kabı] haber verdi. Merhum Hafız Ali’nin (r.h.) küçücük böyle bir halden, vefatından bir parça evvel şekvâsı, [şikayet] o vakitten beri belki yüz defa hatırıma gelip beni müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmiş.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Talebelerin itiraznamelerini [itiraz dilekçesi, yazısı] müdüre vermedim. Dedim: “Diyanet Riyasetine [Diyanet İşleri Başkanlığı] ve bize risalelerimizle beraat veren Ankara’nın Ağırceza Dairesine itiraznamenin [itiraz dilekçesi, yazısı] âhiriyle beraber göndermek istiyoruz. Hem hata-sevap cetveli de o iki makama, fakat mahrem yalnız berâ-yı mâlumat [bilgi ve mâlumat için] olarak göndermek münasipse.” Dedi: “Münasiptir.” Şimdi siz avukata deyiniz, birkaç nüsha talebelerin itiraznamelerinin [itiraz dilekçesi, yazısı] ve cetvelin iki nüsha çıkarsın.

Hem Diyanet Riyasetine [Diyanet İşleri Başkanlığı] yazınız ki, ulûm-u diniye ehlini himaye etmek vazife-i zaruriyenizi Said ve arkadaşlar hakkında bu defa Afyon’a gönderdiğiniz raporla mükemmel yazdığınızdan, hem mazlum Said, hem mâsum arkadaşları dairenize çok müteşekkir [şükreden] ve fevkalâde minnettar oldular. Zaten meselemiz dinî ve

635

ilmî olmasından, her daireden ve adliye ve zabıtadan evvel Diyanet Dairesi alâkadardır. Onun için hem Denizli’de, hem Afyon’da en evvel o dairelere müracaat edip şekvâmızı [şikayet] oradaki âlimlere yazdık. Bu meâlde bir başlık yazınız.

Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey,

Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] hürmetine ve alâka-i Kur’âniyenizin [Kur’ân’a olan ilgi] hakkına ve Nurlarla yirmi sene zarfında imana hizmetinizin şerefine, çabuk bu dehşetli, zâhiren küçücük, fakat vaziyetimizin nezaketine binaen pek elîm ve feci ve bizi mahva çalışan gizli münafıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vazgeçiniz ve geçiriniz. Yoksa, bir dirhem şahsî hak yüzünden bizlere ve hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniyeye yüz batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] zarar gelmesi—şimdilik—ihtimali pek kavîdir. [güçlü, kuvvetli] Sizi kasemle [yemin] temin ederim ki, biriniz bana en büyük bir hakaret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniye ve Nuriyeden vazgeçmezse, ben onu helâl ederim, barışırım, gücenmemeye çalışırım. Madem cüz’î [ferdî, küçük] bir yabanîlikten [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] düşmanlarımız istifadeye çalıştıklarını biliyorsunuz, çabuk barışınız. Mânâsız, çok zararlı nazlanmaktan vazgeçiniz. Yoksa, bir kısmımız Şemsi, Şefik, Tevfik [başarı] gibi, muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] sureten [görünüş itibarıyla] iltihak [karışma, katılma] edip, hizmet-i imaniyemize [iman hizmeti] büyük bir zarar ve noksaniyet olacak. Madem inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] şimdiye kadar bir zayiata bedel çokları o sistemde vermiş. İnşaallah yine imdadımıza yetişir.

Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Müdür, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ve Rehberi çok beğenmiş. Şimdi Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Zülfikar‘ı [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] istiyor. Ben de söz verdim, “Sana getireceğim.” Eğer burada, Afyon’da

636

varsa; bir Asâ-yı Mûsâ, [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] bir Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] (ciltli, büyük), bir Rehber, bir Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ısmarlayınız.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bu raporun neticesi aynen Denizli’dekinin aynıdır. Bizi medar-ı ittiham [suçlama sebebi] noktalardan tebrie [beraat ettirme] etmek içinde onlara hoş görünmek ve Nurcu olmadıklarını göstermek fikriyle, Vehhâbîlik damarıyla, bir parça ilmî tenkidiyle hücum etmişler. Tahminimce bu rapor iddianameden evvel buraya gelmiş ki, bazı noktaları iddianame ondan almış. Öyle ise, cetvelimiz onlara dahi tam cevaptır. Siz nasıl bilirsiniz? Hem yeni cevabımız nasıldır, iyi midir? Pek acele ve perişan bir halde yazdım.

Saniyen: [ikinci olarak] Şimdiye kadar zâhiren bizim şahıslarımızla ve cemiyet ve tarikat ve cüz’î [ferdî, küçük] bazı hususî mektuplarla bizimle meşgul oluyordular. Şimdi Sirâcü’n-Nur, [nur lâmbası] Hücumat-ı Sittenin [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] müsaderesiyle ve ehl-i vukufun [bilirkişi] Nurlara nazarı çevirmeleriyle ve gizli düşmanlarımızın desiseleriyle [hile, aldatma] bu vatanın bir medar-ı rahatı [rahatlama sebebi] olan Risale-i Nur’a bir nevi hücum olmasından, şimdiye kadar çok defa olduğu gibi, aynen bu memlekete bu hücumun aynı zamanında hem iki şiddetli zelzele—ki ben o bahsi yazarken—geldi. Beni tasdik edip, “Yazıya lüzum yok” dedi. Ben de daha yazmadım. Bugün de işittim ki harp korkusu başlamış. Ben de buranın âmirine dedim: Şimdiye kadar ne vakit Nurlara hücum edilse, ya zemin hiddet eder veya harp korkusu başlar. Tesadüf ihtimali kalmayacak derecede çok hadiseleri gördük ve mahkemelere dahi gösterildi. Demek bugünlerde, bilmediğim halde Nurlar hakkında şiddetli telâşım ve ehl-i vukufun [bilirkişi] hasûdâne [hased ederek] tenkitleri ve Nurun bir mühim mecmuasının müsaderesi, sadaka-i makbule [makbul olan, kabul edilmiş sadaka] mahiyetinde musibetlerin def’ine bir vesile olan Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] tesettür perdesinin altına girdi, zelzele ve harp korkusu başladı.

 Said Nursî

637

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Merak etmeyiniz, biz inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] altındayız. Zâhiren zahmetler altında rahmetler var. Ehl-i vukufu [bilirkişi] mecbur etmişler ki, bir parçasını çürütsünler. Elbette onların kalbleri Nurcu olmuş.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık, sarsılmaz, telâş etmez, âhireti bırakıp fâni dünyaya dönmez kardeşlerim,

Bir parça daha burada kalmaktan, meselemizi bir derece genişlendirmek istemelerinden mahzun olmayınız. Bilâkis benim gibi memnun olunuz. Madem ömür durmuyor, zevâle [batış, kayboluş] koşuyor. Böyle çilehanede, uhrevî meyveleriyle bâkileşiyor. Hem Nurun ders dairesi genişliyor. Meselâ, ehl-i vukufun [bilirkişi] hocaları, tam dikkatle Sirâcü’n-Nur‘u [nur lâmbası] okumaya mecbur oluyorlar. Hem bu sırada çıkmamızla, bir iki cihetle hizmet-i imaniyemize [iman hizmeti] bir noksan gelmek ihtimali var. Ben sizlerden şahsen çok ziyade sıkıntı çektiğim halde çıkmak istemiyorum. Siz de mümkün olduğu kadar sabır ve tahammüle ve bu tarz-ı hayata [hayat tarzı] alışmaya ve Nurları yazmak ve okumaktan teselli ve ferah bulmaya çalışınız.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Yanımda bulunan yeni harfle müdafaatın âhirindeki cetvelden iki tanesini, ehl-i vukufa [bilirkişi] cevapla beraber Diyanet Riyasetine [Diyanet İşleri Başkanlığı] ve Ankara’nın ağırceza mahkemesine göndermek için lüzum varsa size göndereceğim. Hem ehl-i vukufa [bilirkişi] cevabın bir sureti buradaki mahkemeye verilsin.

638

Saniyen: [ikinci olarak] Meselemizi genişlettirmeleri hayırdır. Şimdiye kadar kıymetini düşürmek fikriyle zâhiren küçük, ehemmiyetsiz gösterip gizli çok ehemmiyet veriyordular. Şimdi bu vaziyet, inşaallah [Allah dilerse] hizmet-i imanîye ve Kur’ânîye [iman ve Kur’ân hizmeti] daha ziyade hayırlı ve faideli olacak.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bu sene serbest olsaydı belki bir kısmımız hacca gidecekti. İnşaallah bu niyetimiz bilfiil gitmiş gibi kabul olup bu sıkıntılı halimizde hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Nuriyemiz öyle büyük bir hac sevabını verecek.

Saniyen: [ikinci olarak] “Risale-i Nur, Kur’ân’ın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir” tekrarla dediğimizden, bazı dikkatsizler tam mânâsını bilemediğinden bir hakikati beyan etmeye bir ihtar aldım. O hakikat şudur:

Tefsir iki kısımdır:

Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler.

İkinci kısım tefsir ise, Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle [delil] beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel [kısa, kısaca] bir tarzda derc [yerleştirme] ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid [inatçı] feylesofları susturan bir mânevî tefsirdir.

Salisen: [üçüncü olarak] Sabahleyin birşey yazacaktım, kaldı. Şimdi aynı mesele çıktı, kâtip Sâlim Bey izin verdi. Yarın Heyet-i Vekileye [Bakanlar Kurulu] bir istida [dilekçe] yazmak için Hüsrev ve Tahirî yanıma gelsinler.

Said Nursî

ba

639

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Acaba ortalıkta en ziyade zararlı biz ve Nurlar mıdır ki, her muharrir [yazar, gazete yazarı] serbest yazıyor ve her sınıf müdahalesiz toplanma yapıyor? Halbuki din terbiyesi olmasa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlakadan [rüşvette sınırsızlık; her istenileni vermek] başka çare olamaz. Çünkü, nasıl bir Müslüman, şimdiye kadar hakikî Yahudi ve Nasranî olmaz, belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de, bir Müslüman bolşevik olamaz. Belki anarşist olur, daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez. Biz Nur talebeleri hem idareye, hem âsâyişe, hem vatan ve milletin saadetine çalışıyoruz. Karşımızdaki dinsiz anarşist ve millet ve vatan düşmanlarıdır. Hükûmet için bize ilişmek değil, tam himaye ve yardım etmek elzemdir.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Re’fet, Ethem ve Çalışkan’lar ve Burhan [delil] gibi Nur naşirlerini [yayınlayan] tahliye etmeleri gösteriyor ki, Nurların intişarı [açığa çıkma, yayılma] yasak değil ve mahkeme ilişemiyor. Hem cemiyetçilik bulunmadığına bir karar alâmetidir. Hem meselemizi uzatmada, Nurlara nazar-ı dikkati geniş bir dairede celb [çekme] etmesinden, onları okumasına bir umumî dâvet ve resmî bir ilânat hükmünde, işiten müştakların [arzulu, aşırı istekli] okumak heveslerini tahrik ettiğinden, sıkıntımızdan, zarardan yüz derece ziyade bize ve ehl-i imana [Allah’a inanan] menfaatlere vesiledir. Zaten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, [yerküre] en dehşetli ve küllî bir hücumda tecavüz eden dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ordularına karşı böyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir ders, bu suretle atom bombası gibi inşaallah [Allah dilerse] tesirini göstermeye bir işarettir.

 Said Nursî

ba

640

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim Re’fet, Mehmed Feyzi, Sabri,

Ben şiddetli bir işaret ve mânevî bir ihtarla sizin üçünüzden, Risale-i Nur’un hatırı ve bu bayramın hürmeti ve eski hukukumuzun hakkı için çok rica [ümit] ederim ki, dehşetli yeni bir yaramızın tedavisine çalışınız. Çünkü, gizli düşmanlarımız iki plânı takip edip, biri beni ihanetlerle çürütmek, ikincisi mâbeynimize [aramıza] bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkit ve itiraz ve gücenmekle bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki, Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde [tarafında] bir azîm hıyanettir ki, benim sobamın parçalanması gibi acîp, sebepsiz bir hadise başıma geldi. Ve bana yapılan bu son işkence dahi bu mânâsız ve çok zararlı tesanütsüzlüğünüzden [dayanışma] geldiğine kanaatim var. Dehşetli bir parmak buraya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bayramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben bugün yalnız iki üç kardeşimizin tahliyelerini isterdim. Fakat hakkımızdaki inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] onların menfaati için geri bıraktı. Ve yirmi gün kadar, bizim bu vaziyetimiz lâzım ve elzemdir. Çünkü bu bayramda beraber bulunmamız hem bize, hem Nurlara, hem hizmetimize, hem mânevî ve maddî istirahatimize ve hacıların dualarından tam bir hisse almamıza ve Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un müsadereden kurtulmasına ve bizim mazlumiyetimize acıyıp Nurlara sarılanların çoğalmasına ve hazır büyük hatâlara rıza ile vatan ve millet ve din hâinlerine dehalet [sığınma] etmediğimize bir hüccet [delil] olması lâzımdı.

Said Nursî

ba

641

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ehl-i vukufun [bilirkişi] insafsızca ve hatâlı ve haksız tenkitleri, Vehhâbîlik damarıyla İmam-ı Ali’nin (radiyallahu anh) Nurlarla ciddî alâkasını ve takdirini çekemeyerek ve geçen sene zemzem suyunu döktüren ve bu sene haccı men eden evhamın tesiri altında o yanlış ve hasûdâne [hased ederek] itirazları Beşinci Şuâ’ya etmişler. Bu sırada, böyle evhamlı ve telâşlı bir zamanda, bizim için en selâmetli yer hapistir. İnşaallah Nurlar hem kendimizin, hem kendilerinin serbestiyetini kazandıracaklar. Madem emsalsiz bir tarzda, çok ağır şerait altında, pek çok muarızlar [itiraz eden, karşı gelen] karşısında bu derece Nurlar kendilerini okutturuyorlar, talebelerini hapiste çeşit çeşit suretlerde çalıştırıyor, perişaniyetlerine inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile meydan vermiyorlar; biz bu dereceye kanaat edip şekvâ [şikayet] yerinde şükretmekle mükellefiz. Benim bütün şiddetli sıkıntılara karşı tahammülüm bu kanaatten geliyor. Vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmam.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu iki nüshanın biri benimdir, biri müdüründür. Başta benim hattımla yazısı bulunan nüshaya göre müdürün nüshasını tashih ediniz. Ben bu defa Âyetü’l-Kübrâ‘yı [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] mütalâa ederken, İkinci Makamını âhire kadar ve âhirdeki mânevî muhavereyi [karşılıklı konuşma] pek çok ehemmiyetli gördüm ve çok istifade ettim. Sizin istifadeniz için biri okusun, biri dinlesin. Tashihle beraber muattal [boş, hareketsiz] kalmasınlar, ikişer kardeşlerimiz mütalâa etsinler.

Saniyen: [ikinci olarak] Bana ait Onuncu Söz ve buradaki mektuplar defteri ve saire zayi olmasın ve muattal [boş, hareketsiz] kalmasın. Ben nezaretini Ceylân’a bırakmıştım.

 Said Nursî

ba

642

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben şimdi Celcelûtiye’yi okurken, بِحَقِّ تَبَارَكَ ثُمَّ نُونٍ وَسَۤائِلٍ cümlesinde Risale-i Kadere [Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)] işaret eden yirmi altıncı mertebede ” ثُمَّ نُونِ sûresi, kader sözüyle münasebeti nedir?” kalbime gelmesi ânında ihtar edildi. O sûrenin başını okurken gördüm ki, نۤ وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ 2 âyeti bütün kalemlerin ve tastîr [yazı yazma, satırlar meydana getirme] ve kitapların aslı, esası, ezelî me’hazı [kaynak] ve sermedî [daimi, sürekli] üstadı kaderin kalemi ve nur ve ilm-i ezelînin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] nuruna işaret eden ن kelimesidir. Demek وَالذَّارِيَاتِ Zerrât [atomlar] Risalesine işareti gibi kuvvetli bir münasebetle, ن kelimesi Risale-i Kadere [Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)] kuvvetli işaretle bakar.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık, sarsılmaz kardeşlerim,

Evvelâ: اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 3 sırrınca, meselemizin tehirinde hayır var. Kalbim ve Nurların serbestiyeti öyle istiyordu. Siz hem birbirinizi teselli hem kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] takviye, hem tatlı sohbetle müzakere-i ilmiye, [ilmi sohbetler, fikir alış verişleri] hem Nurların yazması ve mütalâalarıyla bu geçici zahmetin noktasını siler rahmet yapmaya, bu fâni saatleri bâki saatlere çevirmeye muvaffak olursunuz inşaallah. [Allah dilerse]

643

Saniyen: [ikinci olarak] Madem bayramlaşmamız mahkemenin muvakkat [geçici] hapis menzilinde oldu; ben de bayram tatlısı olarak, Konya kahramanı Zübeyir’in bana getirdiği zemzemle Nurs karyesinin [köy] bence çok mânidar balını gönderdim. Siz bal matarasına [kavanoz; özellikle askerlerin kullandığı veya yolculukta kullanılan bir çeşit su kabı] su koyun, karıştırınız. Sonra zemzemi içine bırakınız, kemâl-i âfiyetle [tam anlamıyla sağlıklı olma] içiniz.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ehemmiyetli bir taraftan ehemmiyetli ve mânidar bir sual edilmiş. Bana sordular ki: “Sizin cemiyet olmadığınız, üç mahkeme o cihette beraat vermesiyle ve yirmi seneden beri tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve nezaret eden altı vilâyetin o noktadan ilişmemeleriyle tahakkuk [gerçekleşme] ettiği halde, Nurcularda öyle harika bir alâka var ki, hiçbir cemiyette, hiçbir komitede yoktur. Bu müşkülü halletmenizi isteriz” dediler.

Ben de cevaben dedim ki: Evet, Nurcular cemiyet memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül [kendi kendine oluşma] eden cemiyet ve komite değiller ve olamazlar. Fakat, bu vatanın eski kahramanları kemâl-i sevinçle [tam ve mükemmel sevinç] şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslâm fedailerinin ahfadları, [torunlar] oğulları ve kızları o fedailik damarından irsiyet [miras] almışlar ki, bu harika alâkayı gösterip Denizli Mahkemesinde bu âciz bîçare kardeşlerine bu gelen cümleyi onlar hesabına söylettirdiler: “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata başımız dahi feda olsun!” diye onlar namına söylemiş, mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş. Demek Nurcularda hakikî, hâlis, sırf rıza-yı İlâhî [Allah rızası] için ve müspet ve uhrevî fedailer var ki, mason ve komünist ve ifsad [bozma] ve

644

zındıka ve ilhad [dinsizlik, inkâr] ve taşnak [bir Ermeni komitesi] gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp hükûmeti, adliyeyi aldatarak lâstikli kanunlarla onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşaallah bir halt edemezler. Belki Nurun ve imanın fedailerini çoğaltmaya sebebiyet verecekler.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Dünkü suale benzer, kırk sene evvel olmuş bir sual ve cevabı size hikâye edeceğim. O eski zamanda, Eski Said’in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alâkaları [aşırı ilgi] fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak [bir Ermeni komitesi] fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer [orduda kullanılan bir cins tüfek] tüfekleri bulup, medresesi bir vakit asker kışlası gibi silâhlar, kitaplarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü, dedi: “Bu medrese değil, kışladır.” Bitlis hadisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: “Onun silâhlarını alınız.” Bizden ellerine geçen on beş mavzerimizi [orduda kullanılan bir cins tüfek] aldılar. Bir iki ay sonra Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise…

Bu haller münasebetiyle benden sordular ki: “Dehşetli fedaileri bulunan Ermeni komitesi sizden korkuyorlar ki, siz Van’da Erek Dağına çıktığınız zaman fedailer sizden çekinip dağılıyorlar, başka yere gidiyorlar. Acaba sizde ne kuvvet var ki öyle oluyor?”

Ben de cevaben diyordum: “Madem fâni dünya hayatı, küçücük ve menfî milliyetin [ırkçılık] muvakkat [geçici] menfaati ve selâmeti için bu harika fedakârlığı yapan Ermeni fedaileri karşımızda görünürler. Elbette hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve pek büyük İslâm milliyet-i kudsiyesinin [kudsal, mukaddes İslâmiyet milliyetçiliği] müspet menfaatlerine çalışan ve ‘Ecel birdir’ itikad [inanç] eden

645

talebeler, o fedailerdenHaşiye geri kalmazlar. Lüzum olsa o kat’î ecelini ve zâhirî birkaç sene mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] ömrünü milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşların selâmetine ve menfaatine tereddütsüz, müftehirâne [iftihar ederek] feda ederler.”

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık, vefadar ve şefkatli kardeşlerim,

İki gündür hem başımda, hem âsâbımda tesirli bir nezle ağrısı var. Böyle hallerde bir derece dostlarla görüşmekten teselli ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] almaya ihtiyacım içinde acîp tecrit ve yalnızlık vahşeti beni sıktı. Böyle bir nevi şekvâ [şikayet] kalbe geldi: “Neden bu tazip [azap verme] oluyor? Hizmetimize faidesi nedir?”

Birden, bu sabah kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa altın mı, bakır mı diye mehenge vurmak [denemek, tartmak] ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve “Nefislerinizin hisseleri ve desiseleri [hile, aldatma] var mı, yok mu?” üç dört eleklerle elenmek; hâlisâne, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pek çok lüzumu vardı ki, kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ve inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] müsaade ediyor. Çünkü, böyle meydan-ı imtihanda [imtihan meydanı] inatçı ve bahaneci insafsız muarızların [itiraz eden, karşı gelen] karşısında teşhir edilmesinden herkes anladı ki, hiçbir hile, hiçbir enâniyet, hiçbir garaz, hiçbir dünyevî, uhrevî ve şahsî menfaat karışmayarak, tam hâlis, hak ve hakikatten geliyor. Eğer perde altında kalsaydı çok mânâlar verilebilirdi. Daha avâm-ı ehl-i iman [iman sahiplerinin avam tabakası] itimad etmezdi. “Belki bizi kandırırlar” der ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] kısmı dahi vesvese ederdi. Belki bazı ehl-i makamat gibi kendilerini satmak,

646

itimat kazanmak için böyle yapıyorlar diye daha tam kanaat etmezlerdi. Şimdi imtihandan sonra, en muannid [inatçı] vesveseli dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, kârınız bindir inşaallah. [Allah dilerse]

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Esaretimdeki hadisenin gazeteyle ilânı, şiddetli yasaklarla ahaliyi her tarafta bizden kaçırmaya çalışmakla beraber teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] ziyadeleştirmiş. Bize, hususan şahsıma ihanet etmeye taraftar üç resmî adam dün avluda demişler: “Said pencereden göründüğü vakit ahali toplanıp ona bakıyor. Pencerede durmasın. Yoksa koğuşunu değiştiriniz” diye başgardiyan söyledi. Hiç merak etmeyiniz. Ben her sıkıntıya tahammüle karar vermişim. Duanız bereketiyle inşaallah [Allah dilerse] sıkıntılar sevinçlere dönecekler.

O esaret hadisesi aslı doğrudur. Fakat şahidim olmadığından tafsilen beyan etmemiştim. Yalnız bir manga [küçük askerî birlik] beni idam [hiçlik, yokluk] etmek için geldiğini bilmiyordum, sonra anladım. Ve Rus kumandanı tarziye için Rusça birşeyler söyledi, ben bilmedim. Demek hazır bulunan ve bu hadiseyi gazeteye ihbar eden Müslüman yüzbaşı anlamış ki, kumandan tekrar tekrar “Affet” demiş.

Kardeşlerim, ben Nurlarla meşgul oldukça sıkıntılar azalıyor. Demek vazifemiz Nurlarla iştigaldir [meşgul olma, uğraşma] ve geçici şeylere ehemmiyet vermemek ve sabır ve şükretmektir.

 Said Nursî

ba

647

 Bediüzzaman’ın akıllara hayret veren bir seciyesi [huy, karakter]

 Ehl-i Sünnet mecmuasının 15 Teşrin-i Evvel [Ekim ayı] 948 tarihli nüshasında neşredilmiştir. Ehl-i Sünnet gazetesi sahibi avukat bir zâtın makalesidir.

Ben Birinci Cihan Harbinde Bitlis mevkiinde yaralı olarak esir olurken, Bediüzzaman da o gün esir düşmüştü. O Sibirya’ya gönderilmiş, en büyük esirler kampında idi. Ben Bakü’nün Nangün adasında idim. Günün birinde esirleri teftişe gelen ve kampı gezerken Bediüzzaman’ın önünden geçen Nikola Nikolaviç’e o hiç ehemmiyet vermiyor ve yerinden kımıldanmıyor. Başkumandanın nazar-ı dikkatini çekiyor. Tekrar bir bahane ile önünden geçiyor. Yine kımıldanmıyor. Üçüncü defasında önünde duruyor, tercüman vasıtasıyla aralarında şöyle bir muhavere [karşılıklı konuşma] geçiyor:

“Beni tanımadılar mı?”

“Evet, tanıdım. Nikola Nikolaviç, Çarın dayısıdır, Kafkas Cephesi Başkumandanıdır.”

“O halde ne için hakaret ettiler?”

“Hayır, affetsinler, ben kendilerine hakaret etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım.”

“Mukaddesat ne emrediyormuş?”

“Ben Müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim.”

“Şu halde, bana imansız demekle benim şahsımı, hem ordumu, hem de milletimi ve Çarı tahkir [aşağılama] etmiş oluyor. Derhal divan-ı harp [askerî mahkeme] kurulunda isticvab [sorguya çekme, ifade alma] edilsin.”

Bu emir üzerine divan-ı harp [askerî mahkeme] kuruluyor. Karargâhdaki Türk, Alman ve Avusturya zâbitleri, [subay] ayrı ayrı Bediüzzaman’a rica [ümit] ederek Başkumandana tarziye vermesi için ısrar ediyorlar. Verdiği cevap bu oluyor:

“Ben âhiret diyarına göçmek ve huzur-u Resulullaha [Peygamberin huzuru, yanı] varmak istiyorum. Bana bir pasaport lâzımdır. Ben imanıma muhalif hareket edemem.”

648

Buna karşı kimse sesini çıkarmıyor, neticeyi bekliyor. İsticvab bitiyor. Rus Çarını ve Rus ordusunu tahkir [aşağılama] maddesinden idam [hiçlik, yokluk] kararını veriyorlar. Kararı infaz için gelen bir manga [küçük askerî birlik] askerin başındaki subaya kemâl-i şetâretle, [mükemmel bir özgüven ve görüntü] “Müsaade ediniz, on beş dakika vazifemi îfa edeyim” diye abdest alıp iki rekat namaz kılarken, Nikola Nikolaviç geliyor, kendisine hitaben:

“Beni affediniz. Sizin beni tahkir [aşağılama] için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanunî muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatın emirlerini îfa ediyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş; dinî salâhatinizden [dindarlıkta çok ileri olma hali] (salihliğinizden) dolayı şâyân-ı takdirsiniz. [takdire lâyık] Sizi rahatsız ettim, tekrar tekrar rica [ümit] ediyorum, beni affediniz.”

Bütün Müslümanlar için şâyân-ı misal [örnek göstermeye lâyık] olan bu salâbet-i diniye [dinin emirlerini korumakta ve uygulamadaki ciddiyet] ve yüksek seciyeyi, [huy, karakter] arkadaşlarından bir yüzbaşı, müşahedesine müsteniden [dayanan] anlatıyordu. Bunu duydukça, ihtiyarsız [irade dışı] olarak gözlerim yaşla doldu.

 Abdurrahim

Gazetenin bu fıkrasının [bölüm] yazılmasını Üstadımız emretmedikleri halde, hem çok merakaver, hem çok ibret, hem çok heyecan verici olmasından buraya yazılmıştır.

 Hüsrev

ba

Kardeşlerim,

Hem benim iştiham [arzu, istek] kesildiği, hem hediye bana dokunduğu için, benim hisseme düşen üç parça yağ ve bir sepet üzüm ve bir kîse [poşet, çanta, kese] elma ve iki paket çay ve şekeri size gönderdim. Ben sizlere teberrük [bereket vesilesi] verecektim. Fakat sordum, sizinki de var. Hem ben onların fiyatıyla yoğurt, yumurta, ekmek gibi şeyleri alacağım, tâ Medresetü’z-Zehra benden gücenmesin, “Teberrükümü [bereket vesilesi] yemedi.” Hem muhtaca, hem bir parça ucuz, hem lâyıklara satınız ki, iki cihetle Medresetü’z-Zehra ve şubelerinin hediyeleri tam mübarek, hem bana, hem alanlara ilâçlı bir teberrük [bereket vesilesi] olsun. Hüsrev nezaretçi ve Ceylân, Hıfzı satıcı olsun.

 Said Nursî

ba

649

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hakkımda gazete münasebetiyle şimdi ihtar edildi ki: Rus’un cebbar [zorba] bir kumandanı, gösterdiğin izzet-i imaniye [imanın gerektirdiği vakar [ağırbaşlılık] ve izzetli davranış] karşısında hiddetini bırakıp tarziye verdiği halde, Risale-i Nur’un gayet kuvvetli, şahsımın yüz derece fevkinde [üstünde] hâlisâne salâbet-i imaniye [iman sağlamlığı; dinin emirlerini korumada ve uygulamada ciddiyet ve sağlamlık] derslerini gören resmî memurlar kalben insafa gelmezler ve inadında devam etseler, elbette Cehennemden başka hiç bir ceza onları temizlemez. Muvakkat [geçici] bir ömürde bu azîm hatânın cezası yerleşmez. Çünkü bir yağ bozulsa, daha yenilmez. Süt, yoğurt gibi değil. İnşaallah Nurlar onların çoğunu bozulmadan kurtarmış.

Saniyen: [ikinci olarak] Mehmed Feyzi, Bedriye’ye yazsın ki, ben onun mektubunda bulunan bütünleri duama dahil ediyorum; onlar da bana dua etsinler.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Medar-ı ibret [ibret kaynağı] ve hayret iki esaretimde şahsıma karşı bir muameleyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

Rusya’da, Kosturma’da, doksan esir zabitlerimizle [subay] beraber bir koğuşta idik. Ben o zabitlerimize [subay] ara sıra ders veriyordum. Bir gün Rus kumandanı geldi, gördü, dedi: “Bu Kürt, gönüllü alay kumandanı olup çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasî ders veriyor. Ben yasak ediyorum, ders vermesin.” İki gün sonra geldi, dedi: “Madem dersiniz siyasî değil, belki dinîdir, ahlâkîdir; dersine devam eyle” izin verdi.

İkinci esaretimde, bu hapiste iken yirmi sene derslerimi dinlemiş ve benden daha güzel ders veren bir has kardeşimin ve zarurî hizmetimi gören hizmetçilerimin benim yanıma gelmeleri adliye memuru tarafından yasak edildi, tâ benden ders almasınlar. Halbuki Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] başka derslere hiç ihtiyaç bırakmıyor ve hiçbir dersimiz kalmamış ve hiçbir sırrımız gizli kalmamış. Her ne ise, bu uzun kıssayı kısa kesmeye bir hal sebep oldu.

ba

650

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Çok aziz, çok sevgili, çok kıymettar, çok mübarek Üstadımız Efendimiz Hazretleri,

Arz-ı tâzimat [saygılar sunma] ve takdim-i ihtiramât [hürmetlerini sunma] ile istifsar-ı hatır edip, sıhhat ve âfiyetinize dualar ederek damenlerinizden, [etek] el ve ayaklarınızdan öpüyoruz.

Müşfik Üstadımız Efendimiz,

Siz sevgili Üstadımızdan bize gönderilen ve müdafaatın sonuna ilâve edilen üç kıymettar mektubunuzla Hüve [“O”, Allah] Nüktesini [derin anlamlı söz] nasıl bulduğumuzu siz sevgili Üstadımıza arz etmemizi, bir mübarek kardeşimizle siz sevgili Üstadımız emretmişler.

Sevgili Üstadımız Efendimiz,

Birinci mektubunuz, yirmi seneden beri tarassutlar [baskı ve gözetim altında tutma] ve nezaretlerle beraber altı vilâyet ve üç mahkemenin bulamayıp beraat verdikleri cemiyetçilikten sizde hiçbir eser görülmediği halde, hiçbir cemiyette ve hiçbir komitede görülmeyen Nurculardaki harika alâka, ehemmiyetli bir taraftan bir sual ile siz sevgili Üstadımızdan sorulmuş olup, şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslâm fedailerinin ahfadları [torunlar] ve evlâtları, o fedailiği ecdatlarından irsiyet [miras] aldıkları içindir ki, siz sevgili Üstadımıza mahkemeleri hayret ettirip susturan, “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikate başımız dahi feda olsun” diye acip cümleyi söyletmeye vesile olan talebelerinizde gördüğünüz hakikî, hâlis, sırf rıza-yı İlâhî [Allah rızası] ve müspet ve uhrevî fedakârlığın karşısında, menfî cemaat ve komitelerin mağlûp oldukları, hem Nurcuları dağıtmak isteyenlerin inşaallah [Allah dilerse] muvaffak olamayacakları ve hem Nurun ve imanın fedailerini çoğaltmaya sebebiyet verecekleri izah edilmekle cevap verilmiştir.

İkinci mübarek mektubunuzda, siz sevgili Üstadımızın Van, Bitlis’te tedriste [öğrenim, eğitim] bulunduğunuz talebelerinizle birlikte, etraflarında bulunan ehl-i imanı [Allah’a inanan] titreten

651

Ermeni Taşnak [bir Ermeni komitesi] fedailerine karşı çıkıp, o fedaileri durdurup dağıtmaya mecbur eden siz sevgili Üstadımızdaki ve talebelerinizdeki harika kuvvet, küçücük, fâni dünya hayatıyla menfî milliyetin [ırkçılık] muvakkat [geçici] menfaati ve selâmeti için Ermeni fedailerinde görülen harika fedakârlığa mukàbil, hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve İslâm millet-i kudsiyesinin [mukaddes millet] müspet menfaatlerine çalışan ve “Ecel birdir” itikad [inanç] eden ve Üstadlarına olan şiddet-i rabıtaları [tam, şiddetli bağlılık] fedailik derecesine varan talebelerinizin birkaç sene mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] ömürlerini milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşların selâmetine ve menfaatine müftehirâne [iftihar ederek] feda etmelerinden mütevellit [ileri gelen, hasıl olan, çıkan] olduğu, kırk sene evvel siz sevgili Üstadımızdan sorulan bir suale cevap olarak bildirilmektedir.

Üçüncü mübarek mektubunuz: Dokuz aydan beri temâdi eden [devam eden, süren] pek acîp tecridinizle beraber, teselli ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ihtiyacını tevlid [doğurma] eden hastalığınız içinde neden bu tazip [azap verme] oluyor diye siz sevgili Üstadımızın kalb-i mübareklerine [mübarek kalp] [sahte para] gelen şekvâya [şikayet] bir ihtar olup, inatçı, bahaneci ve insafsız muarızlar [itiraz eden, karşı gelen] karşısında girdiğimiz bu şiddetli imtihanda altın olanlar bakır olanlardan ayrılmak için mehenge vurulmak ve insafsız bir tecrübeyle nefislerin hisseleri olup olmadığı bilinmek için eleklerle elenmek, sırf hak ve hakikat namına olan hâlisâne hizmetimize pek çok lüzumu olduğu için, kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] ve inâyet-i Rabbâniyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] bu dehşetli tazyike verdiği müsaade, hiçbir hile, hiçbir enâniyet, hiçbir garaz, hiçbir dünyevî ve uhrevî menfaat karışmayarak yapılan ve tam hâlis ve hak ve hakikatten gelen ve şimdi en muannid [inatçı] ve vesveseli olanları dahi teslime mecbur eden ve bir zahmete mukàbil inşaallah [Allah dilerse] bin kâr bırakan bu hizmetimiz eğer perde altında kalsaydı, çok mânâlar verilmekle beraber, avâm-ı ehl-i iman [iman sahiplerinin avam tabakası] ile havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] kısmı birer bahane ile tam kanaat etmeyeceklerinden olduğu bildirilmektedir.

Dördüncü mektup olan Hüve [“O”, Allah] Nüktesi [derin anlamlı söz] ise, قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 1 ve لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 2

652

kelime-i kudsiyeleriyle [kutsal cümle] maddî cihetinde Hûve lâfzında [ifade, kelime] siz sevgili Üstadımızın bir seyahat-ı hayaliye-i fikriyelerinde, hava sahifesinin mütalâalarıyla görülen zarif bir nükte-i tevhidde [Allah’ın birliğine dair ince bir mânâ] iman mesleğindeki gayet derecede kolaylıkla meslek-i dalâletteki [dalâlet yolu, sapıklık mesleği] nihayetsiz müşkülât kısa bir işaretle beyan edilmiş. Kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] bir arşı olan bir avuç toprakta konulan muhtelif tohumların mahiyetlerinde ve emir ve irâdenin diğer bir arşı olan havanın bir parçasında neşv ü nemâ [büyüme ve gelişme] bulan Hûve lâfzında [ifade, kelime] görülen hârikalar, esbaba verildikçe, dehşetli müşkülâtın zuhuru ve Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] verildikçe fevkalâde suhuletin [kolaylık] vücudu, hem ehl-i dalâletin, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hususan maddiyyun ve tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] meslek erbabına, [sahipler] hem ehl-i imana [Allah’a inanan] gayet şirin, gayet güzel, gayet hoş, hem gayet mukni [ikna edici] ve müskit [susturucu] bir şekilde ispat edilerek, bir risale kadar kıymeti bulunan, hususan tahavvülât-ı zerrat [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] hakkındaki Otuzuncu Sözle, Tabiat Risalesi [Yirmi Üçüncü Lem’a] olan Yirmi Üçüncü Lem’anın [parıltı] bir nevi hülâsa[esas, öz] olabilir kanaatini bize veren bu kıymettar yazılarınızla Risale-i Nur baştan başa her okuyanı hem tenvir [aydınlatma] edip yükseltiyor, hem sevgili Üstadımıza nihayetsiz minnettarlıklara vesile oluyor.

 Hüsrev

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

İki üç defadır ehemmiyetli bir hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] bana ârız [ortaya çıkma] oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa Dağına çıkarıp İstanbul’un, Dârü’l-Hikmetin [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] cazibedar hayat-ı içtimaiyesini [sosyal hayat] bıraktırıp, hattâ İstanbul’da bulunan Nurun birinci

653

şakirdi [talebe, öğrenci] ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zarurî hizmetimi görmek için de yanıma almaya müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acîp inkılâbât-ı ruhînin [ruhta ve iç yapıdaki değişmeler] bir misli, [benzer] şimdi mukaddematı [evvel, önce] bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya [dünyayı terk eden] olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman şakirtleri [öğrenci] benim vazifelerimi yapacaklar; daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zaten Nurun her bir câmi’ [kapsamlı] cüz’ü ve sarsılmayan hâlis şakirtlerinin [öğrenci] her birisi, benden daha mükemmel ders verir.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Evvelâ: Ben bazı emarelerle tahmin ederim ki, neşredilen mecmualarımızdan en ziyade Rehbere ehemmiyet veriyorlar. Ben zannederim ki: Hüve [“O”, Allah] Nüktesi [derin anlamlı söz] gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış, onların istinadgâhı [dayanak, sığınak] olan tabiat tâğûtunu dağıtmış. Kesif [katı] toprakta bir derece saklayabilirken şeffaf havada, Hüve [“O”, Allah] Nüktesinden [derin anlamlı söz] sonra hiçbir cihetle o tâğûtu saklamak imkânı kalmamış ki, küfr-ü inadî [gerçekleri görmek istememe, inattan kaynaklanan küfür] ve temerrüd-ü irtidadî sebebiyle adliyeyi aldatıp aleyhimize sevk ediyorlar. İnşaallah Nurlar adliyeleri lehine çevirip onların bu hücumunu dahi akîm [neticesiz] bırakacaklar.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu sırada, hem Ehl-i Sünnet gazetesi, hem buranın gazetesi, hem Zübeyir’in hararetli mukabelesi, Nurlarla iştigalleri [meşgul olma, uğraşma] güzel bir ilânat hükmüne geçtiler. Benim bedelime, benim hoşuma giden bize dair bahislerine bakınız, bana bildiriniz.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim Mehmed, Mustafa, İbrahim, Ceylân,

654

Evvelâ: Dün dördünüzün hararetli sohbetini gördüm, çok sevindim, memnun oldum. Ben de yanınızda bulunuyorum gibi ferahla dinledim. Birden baktım ki, iki tarafınızda sizi dinleyenler var. Yarım saat devam etti. Merak ettim, kalben dedim: “Habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapan ve yanlış mânâ veren bir casus, dinleyenler içinde bulunmak ihtimali var ki, dikkatle kulak veriyor ve konuşan kardeşler ihtiyatsızlıklarından [dikkat, tedbir] ve sohbetin keyfinden hiç onlara bakmıyorlar, dikkat etmiyorlar” diye size cevap gönderdim. Elhamdü lillâh, bir zararlı konuşma olmadığını bildim. Bu nazik sırada ihtiyat [dikkat, tedbir] lâzımdır.

Saniyen: [ikinci olarak] Hoca Hasan’ın haddimden yüz derece ziyade bir hüsn-ü zanla [güzel düşünce] yazdığı bir mektubundan bildim ki, aynen Denizli kahramanı merhum Hasan Feyzi sisteminde bir Nur nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] olacak. İnşaallah onun gibi Afyon’da dahi Hasan Feyzi’ler çıkacaklar. Afyon Denizli’den geri kalmayacak, zahmetimizi rahmete çevirecek.

 Said Nursî

ba

Kardeşlerim,

Ben gazeteleri merak etmezdim. Fakat bu sırada hem Ehl-i Sünnet, hem Sebilürreşad’ın lehimizdeki yazıları herhalde aleyhimizdeki kıskançları ve gizli düşman zındıkları şaşırtmış. Bunlar o dostları susturmak için çalışmak ihtimali beni meraklandırdı.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Sıkıntılı musibetlerimi hiçe indiren bir hakikatli tesellidir

Birinci: Hakkımızda zahmet rahmete dönmesi.

İkinci: Kader adaleti içinde rıza ve teslim ferahı.

Üçüncü: İnâyet-i hassanın Nurcular hakkında hususiyetindeki sevinç.

Dördüncü: Geçici olmasından zevâlinde [batış, kayboluş] lezzet.

655

Beşinci: Ehemmiyetli sevaplar.

Altıncı: Vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamak.

Yedinci: En şiddetli hücumda en az meşakkat ve küçük yaralar.

Sekizinci: Sair musibetzedelere nisbeten çok derece hafif olması.

Dokuzuncu: Nur ve iman hizmetinde şiddetli imtihandan çıkan yüksek ilânatın tesiratındaki sürur. [mutluluk]

Dokuz adet mânevî sevinçler, öyle teskin edici bir merhem ve tatlı bir ilâçtır ki, tarif edilmez, ağır elemlerimizi teskin ediyor.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık, metin [sağlam] kardeşlerim,

On aydan beri münafıkların bir resmî memuru elde edip bütün desiseleriyle [hile, aldatma] yaptıkları hücum en küçük bir şakirdi [talebe, öğrenci] sarsmadı. O iftiraları hiç hükmündedir. İspat ettiğimiz onun yüz yalanına karşı, bir gazetenin sabık [daha önceden geçen] valinin tekaüde [emekliye ayrılma] sevkini bir mektubumuzda bulup hilâf-ı vâkidir [gerçeğe ters] diye birtek yanlış bulmuş. Halbuki o yanlış o gazeteye aittir. Her ne ise, böylelerden böyle iftiralar, binden bir tesiri bize olmadığı gibi, inşaallah [Allah dilerse] daire-i Nura da zararı olmayacak. Size söylediğim gibi, memurun iftiranamesine çok ehemmiyet vermeyiniz, zihninizi bulandırmasın. Eğer müdafaatımda cevabı bulunmayan kanunî nokta varsa, kısa cevap verirsiniz. Hem deyiniz: “Said der ki: Bizi ve Nurları beraat ettiren üç mahkemeyi kızdırmamak, tenkis [eksiltme, değerini indirme] etmemek için o garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] iddianameye karşı cevap verip ehemmiyet vermeyeceğim. Büyük müdafaatım, hususan on vech [cihet, yön, taraf] ile kanunsuzluğa tam ve mükemmel bir cevaptır.”

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Evvelâ: Bir inâyettir [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ki, o adamın müfteriyâne [iftira ederek] iddianamesini işitemedim. Yoksa şiddetle konuşacaktım. Reise, “Seni mahkemeye veriyorum—yani haksızlığınla mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] ve kanunsuzluğunla dünya mahkemesine. Ve

656

avukatım yok” dediğimden maksat, onlara, “Bizim umumumuzun küllî meselede vekilimizdir; benim hususî şahsıma gelen hücuma ancak ben mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilirim” demektir. Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hikmet’e bildiriniz.

Saniyen: [ikinci olarak] Savcının isnadâtına karşı eski müdafaatımız kâfidir.

Salisen: [üçüncü olarak] Mustafa Osman, Ceylân nasıl telâkki [anlama, kabul etme] ettiklerini ve hiç bulantı onlara vermediklerini ve daire-i Nurda [Risale-i Nur dairesi] dahi fena tesir etmeyeceğini bana yazdılar. Kahraman Tahirî gördüm; o da öyle telâkki [anlama, kabul etme] etmiş. Hüsrev ve Feyzi’leri ve Sabri’yi merak ettim.

Rabian: [dördüncü olarak] Zannederim ki, şimdi küfür ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] komiteler ve cemiyetler şeklinde hücum ettikleri içindir ki, kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] bunlara bu eşedd-i zulümle [zulmün en şiddetlisi] bir cemiyet isnadıyla bizi tazip [azap verme] ettiriyor. Demek şimdi ehl-i imanın [Allah’a inanan] ittihadına [birleşme] pek çok lüzum var. Biz o hakikati bilmediğimiz için kaderin adalet tokadını yeriz.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Haccı men eden, zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme [zulmün en şiddetlisi] müsâadekâr davranan ve Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] müsaderesine ehemmiyet vermeyen ve bizi garazkârâne, [garaz edercesine, kin tutarcasına] kanunsuz, tazip [azap verme] eden memurları terfi ettirip hanemizden çıkan mazlumâne lisan-ı hal [beden dili] ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmeyen bir müstebit [baskıcı, diktatör] kabinenin zamanında en rahat yer hapistir. Yalnız mümkün olsa başka hapse naklolsak, tam selâmet [huzur] olur.

657

Saniyen: [ikinci olarak] Onlar nasıl zorla en mahrem risaleleri en nâmahreme [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] okuttular; öyle de, zorla ısrar edip bizi cemiyet yapmaya mecbur ediyorlar. Halbuki, cemiyet ve komiteciliğe hiç ihtiyacımızı hissetmiyorduk. Çünkü, ittihad-ı ehl-i iman [inananların birliği] cemaatindeki uhuvvet-i İslâmiye, [İslâm kardeşliği] Nurcularda pek hâlisâne, fedakârâne inkişaf [açığa çıkma] ettiği gibi ve eski ecdatlarımızın kemâl-i aşkla [tam ve mükemmel bir aşkla] ruhlarını feda ettikleri bir hakikate Nur şakirtleri [öğrenci] o milyonlar kahraman ecdatlarından irsiyet [miras] aldıkları kuvvetli bir fedailikle o hakikata bağlanmaları, şimdiye kadar resmî veya siyasî, gizli ve âşikâr cemiyetler ve komiteciliğe ihtiyaç bırakmıyordu. Demek şimdi bir ihtiyaç var ki, kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] onları bize musallat ediyor. Onlar mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir cemiyet isnadıyla zulmederler. Kader ise, “Neden tam ihlâsla, tam bir tesanütle, [dayanışma] tam bir hizbullah [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] olmadınız?” diye bizi onların elleriyle tokatladı, adalet etti.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizi teselliye muhtaç bilmiyorum. Birbirinizin kuvve-i mâneviyenizi [mânevî güç] takviye ederseniz, o kâfidir. Karşımdaki levha dahi bana kâfi geliyor. Bu son hücumda, tam haksız ve kanunsuz, yalnız evhamdan ve zaafiyetten [zayıflık, güçsüzlük] gelen bir korkutmak olduğu anlaşıldı. Ve ahalinin ve zabıtanın vaziyeti, o mânâsız hücuma bir itiraz hükmündeydi.

Saniyen: [ikinci olarak] Benim müdafaatım yeni isnâdâta dahi kâfi [yeterli] gelir mi? Hem Zübeyir ve avukatlar çalışıyorlar mı? Telâşları yok mu? Hiç merak etmesinler. Bize medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] ettiği maddelere göre, bütün uhuvvet-i imaniyeyi [imandan gelen kardeşlik] taşıyanları, hattâ bütün imamların cemaatlerini ve bütün üstad ve muallimlerin talebelerini

658

dahi mes’ul etmek lâzım gelir. Demek muhalifleri çok kuvvet bulmuşlar ki, bütün bu telâşlı ve imkânatı vukuat yerinde istimâl [kullanma] ederek acip evhamla bize hücum ettiler.

Sâlisen: [saniyenin altmışta biri] Benim kendi kanaatim, tâ bahara kadar hapiste kalmak gerektir. Zaten kışta her şey tevakkuf [durağan olma] eder. İnşaallah inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] yine imdadımıza yetişir.

 Said Nursî

ba

 Hüsrev’in bir mektubudur.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Sevgili Üstadımız, Efendimiz,

Garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] raporlarıyla hakkımızda Afyon adliyesini pek büyük bir dikkate sevk eden ve sekiz aydan beri şiddetli bir tazyik altında siz sevgili Üstadımızı yaşatan, biz talebelerinizle birlikte Afyon hapsinde temâdi-i mevkufiyetimize [tutukluluğun devam etmesi] sebep olan ve Nurun kàbil-i inkâr olmayan muciznümâ [mucizeli] hakikatlerini hasûdâne [hased ederek] nazarla mütalâa eden ehl-i vukuf [bilirkişi] ulemasına, siz sevgili Üstadımız, hem Risale-i Nur yirmi beş seneden beri sükût etmişken, o muhterem allâmelerin [büyük âlim] ehl-i imanı, [Allah’a inanan] hususan hamele-i Kur’ân‘ı [Kur’ân davasını omuzlayan, onu sonraki nesillere ulaştıran] müdafaa ve muhafaza en büyük vazifeleri iken, Afyon adliyesini aleyhimize teşvik edip tahrik eden raporlarına karşı siz sevgili Üstadımızı esefle [üzüntü, acı] mukabeleye [karşılama; karşılık verme] mecbur eden yazılarınız şefkatinizin eseri olduğu şüphesizdir. Yirmi beş seneden beri, zaman zaman gizli düşmanlarınıza karşı bir avuç talebenizle mücadeleye giren siz sevgili Üstadımızı ve Kur’ân’ın en büyük hakikatlerini muhtevî Risale-i Nur’u müdafaa etmek şöyle dursun, en tehlikeli vakitlerimizde cephe alan bu âlimlere karşı pekçok sualleri sormak hakkınız

659

iken, pek cüz’î [ferdî, küçük] sualleriniz, o âlimleri ikazdan başka bir şey olmayacak. Böyle en nazik zamanlarda muavenetinize [yardım] pekçok muhtaç olduğumuz menbalardan doğan ümitsizliklerimizi büyük bir izzete [büyüklük, yücelik] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden ve pek büyük bir ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] olan inâyet-i hâssa, [özel ilgi, yardım] bu Afyon hapsinde tekrar kendini gösterdi. Sekiz aydan beri titremeyen zemin, siz sevgili Üstadımıza, Risale-i Nur’a hücum zamanlarında, gizli düşmanların hücumuyla gelen zelzeleleri yazarken, bugün yine zemin hiddet edip iki defa şiddetli bir surette titremesiyle bizi de şahit göstermiş, ümitlerimizi takviye etmiş, imhânıza susayan insafsız düşmanlarınızın en dehşetli savletleri [saldırı] karşısında zâhirî kimsesizliğinize şefkat etmiş, maddeten aczinize merhamet etmiş, imdadınıza yetişmiş, titreyen zeminle dâvânızın doğruluğunu tasdik etmiş. İlâhî [Allah tarafından olan] ve melekûtî [birşeyin aslına, içyüzüne âit] bir kudretle mübarek kaleminizden çıkıp yükselen “Zafer bizimdir” beşaretlerinizi [müjde] ihtar ile, bizleri siz sevgili Üstadımıza çok minnettar eylemiştir.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Çok kusurlu talebeniz

 Hüsrev

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: İhtiyat ve temkin [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] ve meşveret [danışma] etmek lâzımdır.

Saniyen: [ikinci olarak] Zübeyir bana merhum biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman yerine ve Ceylân merhum biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Fuad bedeline verilmiş diye mânevî ihtar aldım. Ben de burada işimi onlara bıraktım.

660

Salisen: [üçüncü olarak] Haber aldım ki, çok çalışan, fakat ihtiyatsız [dikkat, tedbir] Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin Mâidetü’l-Kur’ân [Kur’ân-ı Kerimin 5. sûresi] başında malûm mektubumu mahkeme heyeti bahane ederek—ki, “Said kendi hakkındaki medihleri [övgü] ve saireyi tasdik etmiş”—benim mahkûmiyetime bir sebep gösterilmiş. Ben mükerrer dedim ki: Herşeyden evvel Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi onu beyan edip—ki o mektup, kendi hakkındaki mektupları kabul etmemek ve sair bir kısmını tâdil etmek lâzımken—lüzumsuz onları hiddete getiren şeyleri yazmış. Ben onun bin kusurunu görsem ondan gücenmem. Fakat Nurlara zarar gelmemek için, cesûrâne [cesaretli olarak, yüreklice] ve ihtiyatsız [dikkat, tedbir] hareketten bir derece çekinmek lâzımdır.

Rabian: [dördüncü olarak] Feyzi’lerin bir kahramanı olan Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi kardeşimiz de, Tahirî’nin koğuşu olan medresesinde aynen Tahirî gibi davranmalı. Ve gidenlerin yerinde, onların şakirtlerini [öğrenci] Kur’ân ve Nur dersleriyle ve yazılarıyla teşvik etsin. Dün bana gönderdiği yeni talebelerin defterleri benim hazin halimi sevince tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etti, Elhamdü lillâh dedim.

ba

Bu defa taarruz pek geniş dâirede… Reis-i Hükûmet [hükümet başkanı, başbakan] ve hazır kabine, plânlı, dehşetli bir evhamla bir hücum etti. Benim aldığım bir habere göre ve çok emarelerle gizli münafıkların yalan jurnalleri [ihbar] ve desiseleriyle [hile, aldatma] bizi hilâfet komitesiyle ve Nakşî tarikatının gizli cemiyetiyle tam alâkadar, belki pişdar [öncü] gösterip hükûmeti büyük bir telâşa sevk ederek, Nurun büyük mecmualarının İstanbul’da ciltlenip âlem-i İslâma [İslâm âlemi] intişarını [açığa çıkma, yayılma] ve gayet makbuliyetlerini [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir delil gösterip, hükûmeti korkutup, kıskanç resmî hocaları ve vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] memurları aleyhimize, insafsızca çevirdiler. Tahminlerince herhalde çok vesikalar, [belge] emareler görülecek. Hem Eski Said damarıyla tahammül etmeyerek ortalığı karıştıracak diye kanaatleri varmış. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun, o musibeti binden bire indirdi. Bütün taharrilerde [araştırma] hiçbir cemiyet ve komitelerle bir alâkamızı bulamadılar.

661

Yoktur ki bulsunlar! Onun için savcı iftiralara, yanlış mânâlara, medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] olmayan cüz’î [ferdî, küçük] isnatlara mecbur olmuş. Madem hakikat budur; Nurlar ve biz yüzde doksan dokuz derece musibetten halâs [kurtulma] olduk. Öyle ise, değil şekvâ, [şikayet] belki binler şükretmekle inâyet-i İlâhiyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] bu cilvesinin tamamını sabır, şükür, istirhamla beklemeliyiz ve Nur dersleriyle bu medresenin mütemadiyen çıkan ve giren muhtaç ve müştaklarına [arzulu, aşırı istekli] teselli vererek yardım etmeliyiz.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şiddetli bir ihtarla bildim ki, sen ve Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi, Nurun mesleği olan mübareze [karşı koyma] etmemek ve ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ile uğraşmamak ve siyasete girmemek ve yalnız lüzum-u kat’î [kesin gereklilik] olduğu zaman kısaca müdafaa etmek haricinde, pek ziyade ve zararlı, mübarezekârâne [karşı koyarak] ve siyasetvâri [politika yaparak; siyasî bir ifâde ve tavırla] mahkemedeki okuduğunuz parçalar Nurlara çok zarar vermiş. Hattâ bizim cezamıza ve benim sıkıntılarıma sebebiyet vermiş. Ben senden ve Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’den gücenmem. Fakat bana evvelce göstermek lâzımdı. Maddî kazâ-yı İlâhî [Allah’ın emirlerinin, takdirinin yerine gelmesi] olarak o vaziyet size verilmiş. Onun tamiri için, benim tarzımda davranmak lâzımdır. Feyzi dahi, bütün kuvvetiyle siyasî müdafaatı bırakıp Nurlarla ve Tahirî gibi, yeni talebelerle meşgul olmak elzemdir.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz kardeşlerim,

Bana ve Nurlara ait kırk küsur sahife ile beraber hata-savap cetveli ve zeyli, [ek] Posta gazetesine cevabı, herhalde hem yeni harfle, hem eski harfle basmasına, hem Isparta’da, hem İstanbul’da, eğer mümkünse burada dahi çalışmak lâzımdır.

662

Madem mahkeme aleyhimizde zannettiği meselelerini makineyle teksir [çoğalma] ediyorlar. Biz dahi aynı meselelerini ve doksan sehvi [yanlış, hata] teksir [çoğalma] etmek kanunen hakkımızdır, teksir [çoğalma] etmemiz lâzımdır. Sonra da, büyük müdafaatımla Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi, Zübeyir, Mustafa Osman, Hüsrev, Sungur, Ceylân gibi arkadaşların itiraznameleri [itiraz dilekçesi, yazısı] de inşaallah [Allah dilerse] bastırılacak.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

İki saat zarfında iki acip ve lâtif, [berrak, şirin, hoş] zâhiren küçük, hakikaten ehemmiyetli iki hadiseyi size yazmak ihtarı aldım.

Birincisi: Nurun iki namzet [aday] talebesine Rehberden Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] ihtar edilen meseleyi okudum. Âhirinde, “Beş on senede medrese hocalarının tahsil derecelerini, Nur şakirtleri [öğrenci] on haftada kazanır” dediğim aynı dakikada kalbe geldi ki:

Eski Said’in, on beş yaşında iken medrese usulünce on beş senede okunan ilmi, on beş haftada okumaya inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbâniye [Allah’ın rahmeti, merhameti] ile, Risale-i Nur dahi, ilm-i hakikatte [hakikat ilmi] ve imaniyede on beş seneye mukàbil, bu medresesiz zamanda on beş hafta kâfi [yeterli] geldiğini, bu on beş senede belki on beş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdik ediyorlar.

İkincisi: Aynı saatte, ağır penceremiz âdetâ sebepsiz kaplarım ve şişelerim ve yemeklerim üzerine düştü. Biz tahmin ettik ki, hem camlar, hem bütün şişe ve bardaklarım kırıldılar ve içlerindeki taamlar zayi oldular. Halbuki, harika olarak hiç bir kırık ve zayiat olmadı. Yalnız bana hediye gelen pişirdiğim et döküldü. Fakat Nurun namzet [aday] yeni talebelerine kısmet olduğu, benim de hediye kabul etmemek olan kaidemi muhafaza ve birinci hadiseye harikalığıyla tasdik edip imza bastı.

 Said Nursî

ba

663

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Kardeşlerim,

Bütün bütün kanunsuz olarak bizim temyiz evrak ve lâyihalarımız [dilekçe] daha temyize gönderilmemiş. Bizim üç muktedir avukatlarımız, mümkün olduğu kadar pek çabuk evrakımızın Mahkeme-i Temyize [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] gönderilmesine herhalde bir çare bulsunlar. Yoksa on bir ay bahanelerle tevkifimizi uzatmak ve beni mahkemede konuşturmamak ve on bir ay tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] soğuk sıkıntılarla tazip [azap verme] etmekle hakikat-ı adaletin [adaletin özü, gerçeği] kabul etmediği bir garazı ihsas [hissettirme] ettiğinden, bizim mahkememizi başka bir vilâyetin mahkemesine nakletmek için hem avukatlarımız, hem sizler bütün kuvvetinizle çalışmak elzem ve lâzımdır.

 Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık, hâlis, sebatkâr, [sebat eden] fedakâr kardeşlerim,

Evvelâ: Sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 2 hiç yanımda bulunmadığının sebebi, eski zamanda iki hiss-i kablelvukuumda [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] bir iltibas [karıştırma] olmuş.

Birincisi: Bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, yalnız vatanımızda dehşetli bir hadiseyi ve zâlimlerin musibetini hissettim. Halbuki büyük dairede, zemin yüzünde, haber verdiğimiz gibi on iki sene sonra aynen o sırr-ı azîm [büyük sır] görüldü. Benim istihracımı [çıkarma] gerçi zâhiren bir parça tağyir [değiştirme] etti. Fakat hakikat cihetinde pek doğru ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] meydana çıktı. Bunun için o risaleyi yanımda bulundurmuyorum ve başkalarına vermiyorum.

İkincisi: Kırk sene evvel tekrarla dedim: Bir nur göreceğiz. Büyük müjdeler verdim. O nuru büyük daire-i vataniyede [vatan dairesi] zannederdim. Halbuki o nur, Risale-i

664

Nur idi. Nur şakirtlerinin [öğrenci] dairesini, umum vatan ve memleket siyasî dairesi yerinde tahmin edip sehiv [hata, yanılgı] etmiştim.

ba

Müdür Bey,

Size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı Milliyede [İstiklâl Savaşında savaşan güçlere verilen isim] İstanbul’da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] eserimi tab [basma] ve neşirle, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] şifreyle iki defa beni Ankara’ya taltif [güzellikle muamele etmek] için istedi. Hattâ demişti: “Bu kahraman hoca bize lâzımdır.” Demek, benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır.

 Said Nursî

ba

1948 senesinde açılan Afyon Mahkemesinde, birinci defa hüküm verilip nihayet umum Nur Risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] iadesiyle neticelenen ve başlangıçta idam [hiçlik, yokluk] plânlarıyla propagandalar yapılan bir mahkemede Risale-i Nur talebelerinin müdafaatıdır.

Nur şakirtlerinin, [öğrenci] hâlis ve sırf uhrevî, Nurlara ve tercümanına karşı alâkalarına dünyevî ve siyasî cemiyet namını verip onları mes’ul etmeye çalışanların ne kadar hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı, üç mahkemenin o cihette beraat vermesiyle beraber, deriz ki:

Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, [insanların sosyal hayatı] hususan millet-i İslâmiyenin [İslâm milleti] üssü’l-esası, [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] akrabalar içinde samimâne muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarâne irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mü’min kardeşlerine karşı mânevî muavenetkârâne [yardımlaşarak] bir uhuvvet [kardeşlik] ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârâne bir alâka ve hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] kurtaran Kur’ân hakikatlerine ve naşirlerine [yayınlayan] sarsılmaz bir rabıta [bağ] ve iltizam [kabul etme, taraftarlık] ve bağlılık gibi hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] esasıyla temin eden bu râbıtaları inkâr

665

etmekle ve şimaldeki [kuzey] dehşetli anarşistlik tohumu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet [yakınlık] ve milliyeti izale [giderme] eden ve medeniyet-i beşeriyeyi [insanlık medeniyeti] ve hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine [öğrenci] medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] “cemiyet” namını verebilir.

Onun için, Nur şakirtleri [öğrenci] çekinmeyerek Kur’ân hakikatlerine karşı alâkalarını ve uhrevî kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar. O uhuvvet [kardeşlik] sebebiyle gelen her bir cezayı memnuniyetle kabul ettiklerini ve hakikat-i hali [bir şeyin gerçek durumu] olduğu gibi mahkeme-i âdilenize [adaletli mahkeme] itiraf ediyorlar. Hileyle, dalkavuklukla, yalanlarla kendilerini müdafaa etmeye tenezzül etmiyorlar.

 Mevkuf

 Said Nursî

ba

 Hüsrev’in müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,

Makam-ı iddia, [iddia makamı] iddianamesinde biri küllî, diğeri hususî olarak iki cihetle beni ittiham [suçlama] ediyorlar. Küllî ittihamı, [suçlama] Risale-i Nur’a hizmetim ve Üstadımın mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] suçuna iştirakimdir.

Hususî ittiham [suçlama] ise, gayet cüz’î [ferdî, küçük] ve ehemmiyetsiz ve hakikatte hiçbir suç teşkil etmeyen, inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ile geçen hayatıma ve hususat-ı şahsiyeme [şahsi konular] ait hallerdir. İddia makamının Risale-i Nur’a hizmetimden dolayı Üstadımın mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] suçuna beni iştirak ettirmesine mukàbil derim ki:

Ben Üstadımın gittiği meslekte ve Risale-i Nur’la âlem-i İslâma [İslâm âlemi] hususan bu vatana ve bu millete ettiği kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetinde kendisine isnad edilen mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] suçuna ruh u canımla iştirak ediyorum. Ve beni bu hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] muvaffak eden Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] âhir ömrüme kadar şükredeceğim.

666

Muhterem heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu]

Nurlara hizmetimde gördüğümüz muvaffakiyetin [başarı] kat’î bir delili şudur:

Benim Kur’ân hattım pek noksan iken, harika bir tarzda, ihtiyar ve iktidarımın pek fevkinde, [üstünde] gayet emsalsiz ve gayet mükemmel bir surette üç Kur’ân’ı yazmaklığımdır. Birisi, elinizdedir.

İkinci delili: Bu vatana ve bu millete ve dine ve hüsn-ü ahlâka [güzel ahlâk] yirmi seneden beri pek büyük menfaatleri tahakkuk [gerçekleşme] eden bu Nur eserlerinden altı yüze yakın nüshalarını yazmaklığımda muvaffakiyetimdir. [başarı] Hattâ, bir ay gibi kısa bir zamanda on dört risaleyi yazmaya muvaffak olduğumu arkadaşlarım biliyorlar. Makam-ı iddianın, [iddia makamı] Üstadımın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetinde benim için suç tevehhüm [kuruntu] ettiği noktaları ayrıca müdafaa etmeyi zaid [lüzumsuz, gereksiz] buluyorum. Üstadımın yazdığı itirazname [itiraz dilekçesi, yazısı] ve tetimmesini [ek] bütün kuvvetimle tasdik edip, onları kendi itiraznamem [itiraz dilekçesi, yazısı] olarak yüksek mahkemenize takdim ediyorum.

Muhterem heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu]

Halen mahkemenizde bulunan ve iman ve Kur’ân hakikatleri olan mübarek ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve nurlu eserleriyle hiçbir maksad-ı dünyevî ve hiçbir maksad-ı siyasî [siyasi gaye ve maksat] takip etmeyen Üstadımın bu vatana ve millete ettiği kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetlerini ben ve arkadaşlarımız tasdik ettiğimiz gibi, İttihad Terakkî [ilerleme] hükûmetindeki vatanperverler dahi tasdik etmişler. O zaman Üstadımın Van’daki “Medresetü’z-Zehrâ” namındaki Darülfünununa [üniversite] on dokuz (19) bin altın lira vermişler. Ve milliyetperverler [milliyetçi, milletini seven] dahi, Üstadımızın vatanperverane ve milliyetperverane [milliyetçi, milletini seven] hizmet-i ilmiyesini [ilme hizmet] hayranlıkla tasdik etmişler. Üstadımın o Şark Darülfünununa, [üniversite] o zamanda, banknotun kıymetli vaktinde yüz elli (150) bin lira tahsisatı, iki yüz mebustan yüz altmış üç (163) mebusun imzasıyla kabul etmişler.

İddia makamının suç diye vasıflandırdığı bu kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] mübarek Üstadımın, bütün hayatı müddetince en muannid [inatçı] ve kıskanç muarızlarını [itiraz eden, karşı gelen] ve mahkemelerde en ziyade mahkûmiyeti için çalışanları şiddetli ve dokunaklı sözlerine karşı iliştirmeyip teslime mecbur eden ve bu millet ve bu vatanın saadetinin temel taşlarını

667

temine mâtuf [ait olan] olan kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetinde ve bütün makàsıd-ı ilmiyesinde, [ilmi maksatlar, gayeler] yirmi seneden beri ettiğim kâtiplikle ve Risale-i Nur’a ettiğim hizmetimle iftihar ettiğimi yüksek mahkemenize arz ediyorum.

 Mevkuf

 Hüsrev Altınbaşak

ba

 Tahirî’nin müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,

Afyon C. Savcılığınca tarafıma tebliğ edilen, “dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozacak hareketlere halkı teşvik” maddesinden Üstadım Bediüzzaman Said Nursî ve diğer arkadaşlarıyla birlikte suçlu gösterilmekle mahkemeye veriliyorum.

Ben, gerek Isparta Sulh Mahkemesinde ve gerekse Afyon Sorgu Dairesinde sorulan suallere doğru olarak cevap vermişim. Bizi beraat ettiren Denizli Mahkemesi bütün kitaplarımızı bize iade etmiş, Üstadım Bediüzzaman’ın risalelerini okuyup yazmakta ve kendisine talebe olan kardeşlerimle mektuplaşmakta bize ceza vermemişti. Halbuki, altı sene evvel Üstadımın müsaadeleri olmadığı halde, mârifetimle [Allah’ı tanıma, bilme] eski yazıyla İstanbul’da matbaada tab [basma] edilen beş yüz adet Bediüzzaman’ın Yedinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] kitabını, Denizli Mahkemesi tamamen sandığıyla, 20.7.1945 tarihli kararıyla yedime teslim etmiş, o zaman müştak [arzulu, aşırı istekli] olan Nur talebelerine tab [basma] bedeli mukàbilinde tevzi [(sahiplerine) dağıtma] edilmişti.

İşte, bu âlî [yüce] mahkemenin, Temyizin yüksek tasdikiyle kat’iyet kesb [elde etme, kazanma] eden hükmüne istinaden, iki sene evvel İstanbul’dan teksir [çoğalma] makinesi ve kâğıt alarak Isparta’ya getirdim.

Elinizde olan üç mecmuadan ikisini kardeşim Hüsrev Altınbaşak yazdı, birisini de ben yazdım. Evvelâ Zülfikar: [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cizeleri] ve Ahmediye mecmuasını

668

bastık. Bunu kısmen sattık. Hâsıl olan parasından Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasının kâğıdını da satın aldım, getirdim. Sonra Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasını bastık, bunu da sattık. Sonra Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] mecmuasının kâğıdını alıp bastık. Bu müddet bir sene devam etti. Sonra, otuz kadar mecmua Eğirdir’e götürülürken yolda tutularak Eğirdir adliyesine teslim edilmiş, çok geçmeden Isparta adliyesi marifetiyle [Allah’ı bilme ve tanıma] Hüsrev Altınbaşak’ın evi taharri [araştırma] olunup hem teksir [çoğalma] makinesi, hem mecmualar müsadere edilerek bir sene evvel mahkemeye verilmiştik. Neticede, yasak olmayan dinî eserler olmasından, Hüsrev Altınbaşak’la bana ve diğer bir arkadaşımıza ruhsatsız kitap tab [basma] ettiğimizden bir ay ceza verildi. Biz de temyiz ettik. Henüz temyizden gelmeden Afyon hapishanesine getirildim.

İşte, yüksek mahkemenizde dinime ve dindaşlarıma olan şu hasbî hizmetim, hususan mahkemenin iade ettiği ve meâli hadîs-i şerif muhteviyatı olan Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] meseleleriyle, Afyon C. Savcısı, “Hükûmetin emniyetini ihlâl ediyorlar” diye hem beni, hem risalenin müellifini, [telif eden, kitap yazan] hem Hüsrev Altınbaşak’la kırk altı talebe kardeşlerimi, bu eserleri yazmışlar, okumuşlar diyerek cezalandırmak istiyor.

Bu vatanda öz bir vatandaş olmakla, huzurunuzda hakikatten ayrılmayarak derim ki:

Bu eserlerle ahlâkımızı dinen terbiye edip yükselten ve kendisine “müceddid[yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] dediğimiz halde bizi reddedip kıran ve büyük bir hürmetle üstad kabul ettiğimiz Said Nursî’nin senelerden beri talebesiyim. Kendisinde ve eserlerinde ve talebelerinde hükûmetin emniyetini ihlâle teşebbüs edecek hiçbir fiil olmadığına yakînen ve kat’iyen [kesinlikle] şahidim. Hususan ittiham [suçlama] sebebinin birisi de, Isparta mahkemesi yakînen hakikate muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmasıyla, o cihetten bize ceza vermedikleri kitap bedelleridir ki, bizim kitap bedelleriyle idare-i maişetimizi [yaşayış için gerekli olan ihtiyaçlar] temine hiçbir cihetle ihtiyacımız olmamakla beraber, bu satılan mecmuaların bedellerinin teksir [çoğalma] makinesine ve kâğıdının ve mürekkebinin [yazı için kullanılan sıvı] karşılığına verilmiş olduğunu yüksek mahkemenize arz eder ve sırf Allah rızası için, hüsn-ü niyetle [güzel niyet] yaptığımız bu hizmetin

669

bir suç olmasına imkân olmamakla, yüksek mahkemenizden ve âlî [yüce] vicdanlarınızdan Risale-i Nur eserlerinin iadesini talep ederim.

 Mevkuf

 Tahirî

ba

 Zübeyir’in müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Hâkimliğine,

Gizli cemiyet kurmak ve devletin emniyetini bozmak suçuyla müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] bulunmaktayım. Aşağıda arz edeceğim vech [cihet, yön, taraf] ile, böyle bir suçu işlemediğime kat’î kanaatiniz geleceği için, bu ittihamı [suçlama] daha şimdiden reddediyorum.

Evet, Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuniyetle ve ilân edercesine söyleyebilirim. İnkâr etmek, Risale-i Nur’un bana verdiği fazilet dersleriyle zıt olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Bilâkis, iftiharla, bilâpervâ [korkmadan] söylemekten çekinmez. Zira çekingenliği icap [gerekli kılma] ettirecek hiçbir cümlesi veya kelimesi yoktur.

Risale-i Nur’un kıymetini kırk elli sahifelik bir formada [kitabın bir parçası] belirtmeye çalışmıştım. Medhettim diyemem; çünkü, kâinatın güneşi ve aklı olan ve bin üç yüz küsur seneden beri beşeriyeti tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] eden Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur’un, değil bütün külliyatını, belki bir cüz’ünü bile senâ etmeye muktedir değilim. Yukarıda arz ettiğim gibi, kıymetini belirtmeye çalıştığım eserlerde gizli cemiyete dair mevzular tespit edilmişse, zararlı eserleri tanıtmaya çalışmış suçuyla cezalandırınız. Fakat harikulâde ve fevkalâde bir şekilde telif [kaleme alma] edilmiş olduğu ilmî şahsiyetler tarafından tasdik edilen, ve bozulan bir cemiyeti ıslah etmek kudretini hâiz olan ve yirminci asırdaki insanlara rehber olup dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve materyalizmin, maddiyyunluğun ve tabiatperestliğin sürüklediği sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve koyu fikir karanlığından kurtaran ve beşeriyete ebedî saadet ve selâmet [huzur]

670

çığırlarını Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyziyle açan ve nuruyla âşikâr bir şekilde gösteren Risale-i Nur Külliyatında isnad edilen suça dair bahisler mevcut değilse, cezalandırılmaklığımın adalet esaslarına zıt olacağını, mahkemenizin de kabul edeceği kanaatindeyim.

Sorgu hâkimliğinde, “Sen Risale-i Nurun talebesiymişsin” denildi.

Bediüzzaman Said Nursî gibi bir dâhînin şakirdi [talebe, öğrenci] olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa, iftiharla “Evet, Risale-i Nur şakirdiyim” [talebe, öğrenci] derim.

Risale-i Nur’un emsalsiz müellifi Üstadım Bediüzzaman Said Nursî, müteaddit [bir çok] defalar gizli düşmanları tarafından iftira edilerek mahkemeye verilmiş ve hepsinde de beraat etmiştir. Risale-i Nur Külliyatı profesör ve İslâm âlimlerinden müteşekkil [meydana gelen] bir heyet tarafından satırı satırına tetkik edilerek bu eserlerin fevkalâde bir vukufiyetle [vâkıf olma, anlama] telif [kaleme alma] edildiği ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakikî bir tefsiri olduğunu bildiren raporlar verilmiştir. Hakikat böyleyken, yine neden mahkemeye veriliyor? Bu husustaki kat’î kanaatimi şu şekilde arz ediyorum:

Risale-i Nur’u okuyan kimseler, bilhassa idrakli gençler, kuvvetli bir imana sahip oluyorlar. Sarsılmaz ve fedakâr bir dindar, bir vatanperver oluyorlar. Yıpranmaz bir imanın bulunduğu bir yere, menfî bir ideolojinin aşıladığı ahlâksızlık ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] giremez. Bu sarsılmaz imana sahip olanlar çoğaldıkça masonluğun ve komünizmin dairesi asla genişleyemiyor. Komünistlerin dayandığı materyalist (maddiyyun) felsefenin hak ve hakikat ile hiç bir ilgisi olmadığını, nazariyelerinin [teori] tamamen asılsız olduğunu Risale-i Nur, Kur’ân-ı Kerîmin âyetleriyle ve gayet kuvvetli burhan [delil] ve hüccetlerle [delil] aklen, fikren ve mantıken ispat ediyor. O çürük fikir karanlıklarına düşenleri tenvir [aydınlatma] edip kurtarıyor. Yalnız gözünün görebildiği yere inanan maddecilere dahi, Allah’ın varlığını, inkâr ve itiraz kàbil [gibi] olmayan

671

kuvvetli delillerle ispat ediyor. Bilhassa lise ve üniversite tahsil gençliğine, bu harika eserler orijinal ve çekici üslûbu ve yüksek edebî san’atıyla kendini okutturuyor.

İşte bunun içindir ki, komünist ve masonlar, kendi zehirli fikirlerinin yayılmasına Risale-i Nur’un kuvvetli bir mâni teşkil ettiğini biliyorlar. Kur’ân’ın hakikî bir tefsiri olmakla kuvvetli bir iman kaynağı olan Risale-i Nur’u ortadan kaldırmak veya okutmamak için çeşitli desiseler [hile, aldatma] ve iftiralara başvuruyorlar. Şimdiye kadar isnad ettikleri yalanlardan hiçbir emare bulunmadığı halde taarruzlarına devam ediyorlar. Bunlardan anlaşılıyor ki, bizi korkutmak ve Risale-i Nur’dan uzaklaştırmak ve diğer taraftan kendi zehirli neşriyatlarını önümüze sürmek, bu suretle millet ve gençliğimizde imanın yok olmasını ve ahlâk sukutunu [alçalış, düşüş] temin ederek hükûmetin kendi kendine çökmesine muvaffak olmak istiyorlar. Ve vatan ve milletimizi yabancı bir devlete devretmek emelini taşıyorlar. Mahkeme heyetinin huzurunda bilâpervâ [korkmadan] onlara söylüyorum:

Onlar iyi bilsinler ve titresinler ki, gürültüye pabuç bırakmıyoruz. Zira Risale-i Nur eserlerinde hak ve hakikatı görmüş, öğrenmiş ve inanmışız. Türk gençliği uyumuyor. Bu kahraman İslâm Türk milleti başka bir devletin boyunduruğu altına giremez. Fedakâr Müslüman gençliği, sahip olduğu tahkikî iman kuvvetiyle, vatanını sattırmaz. Dindar, cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz. Onun içindir ki, bizi insanlık seviye ve seciyesinde [huy, karakter] en yüksek mertebelere çıkaran ve her sahadaki terakkiyatımızı [ilerleme] sağlayan ve biz gençlere din, vatan ve millet aşkını aşılayarak uğrunda bütün mevcudiyetimizi feda ettirecek hakikî bir dinperver olarak bizleri yetiştiren Risale-i Nur eserlerini okuyoruz ve okuyacağız. Evvelce de arz ettiğim vech [cihet, yön, taraf] ile, Risale-i Nur’dan pek az okuduğum halde, pek fazla istifade ettim. Vatan ve millet ve bütün insanlıkça gayet azîm faideleri temin edecek olan bu çok nâfi [faydalı] eser külliyatını, eğer servetim olsaydı, neşrettirmek için hepsini sarf ederdim. Zira dinimin, vatan ve milletimin ebedî saadet ve selâmeti uğrunda bütün mevcudiyetimi feda etmeye hazırım. Hem Risale-i Nur’a safdilâne [saf kalbli, kolay aldanan] inanmamışım. Otuz üç âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] ve

672

Hazret-i Ali (r.a.) ve Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) Hazretleri, Risale-i Nur’un telif [kaleme alma] edilip bu asırdaki insanları irşad [doğru yol gösterme] edeceğini gaybî bir surette bildiriyorlar. Bununla beraber, Risale-i Nur’dan okuduğum kitaplar, bu eser külliyatının hak ve hakikatı öğreten ve beşeriyeti ıslah eden eserler olduğu kanaatini vermiştir.

Ruhumda büyük bir boşluk hissederek, okuyacak kitap ararken, Risale-i Nur’u okuduğum zaman elimde olmayarak ondan ayrılamadım. Kalbimdeki o büyük ihtiyacı Risale-i Nur eserlerinin karşıladığını hissettim. İlmî ve imanî şüphelerden kurtaran aklî ve imanî ispatları onda buldum. Böylelikle vesveselerin verdiği sıkıntılardan kurtuldum. Bu hakikatlerden anladım ki, Risale-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.

Ahlâk, edep ve terbiye gibi en yüksek meziyetlere sahip olabilmek için, kuvvetli bir imana sahip olmak lâzımdır. İman hakikatleri, Risale-i Nur’da gayet kuvvetli deliller ve açık misallerle anlatıldığı için, okudukça imanım kuvvetlenmiştir. Bu sayede dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşmekten, en yüksek medeniyet esaslarını câmi’, [kapsamlı] hak ve hakikat olan dinimden dönüp kızıl ejderin hapı olmak felâketinden kurtuldum. Bunun içindir ki, okuyucularını birçok maddî ve mânevî felâketlerden kurtaran; ve bir üniversite mezunundan ziyade bir ilme sahip eden; İslâmiyet, vatan ve millet sevgisini aşılayan; Allah’a itaati, çalışkanlık ve merhameti öğreten Risale-i Nur’dan, kıymetini anlayan hiç bir fert, ne bahasına olursa olsun ayrılmaz. Bu riyâsız, has hürmet ve tâzim, [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] hiçbir kimsenin kalbinden çıkartılamaz.

Risale-i Nur, iddia makamınca “muzır [zararlı] eserler” diye tavsif [bir sıfatla niteleme] ediliyor. Bu vicdansızlığı ve yalanı şiddetle protesto ediyorum. Ve benim de teşvikatta bulunduğum iddia ediliyor. Evet, bu doğrudur. Fakat, diğer iftirayı işiten bütün münevverlerin [aydın] kalbleri sızlamış ve hatta ağlamış, dişleri gıcırdamıştır. Yirminci asır pozitif fikirlerin hükümran olduğu bir zamandır. Delilsiz, ispatsız şeylere inanılmıyor ve inanmıyoruz. Muzır [zararlı] eserler olduğunun ispatını isteriz.

İftiraları yapan gizli düşmanların maksatlarından birisi de, Risale-i Nur okuyucularının, Kur’ân’a hizmet uğrunda Müslümanlık bağlarıyla birbirlerine görülmemiş bir şekilde sarılmış olarak tezahür eden ve bunlardan başka bir maksada

673

mâtuf [ait olan] olmayan, sadece hürmet, şefkat ve sevgisinin ifadesi olan tesanüdünü [dayanışma] kırmak ise, aldanıyorlar. Beyhude hiç uğraşmasınlar. Risale-i Nur’u okuyanların en gerisi, en âmîsi olan ben, onlara şöyle cevap veriyorum:

Birimiz şarkta, birimiz garpta, [batı] birimiz cenupta, [güney] birimiz şimalde, [kuzey] birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz. Kâinatın kuvveti toplansa bizi yüksek Üstad Said Nursî’den ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıramazlar. Zira biz Kur’ân’a hizmet ediyoruz ve edeceğiz. Âhiret hakikatine inandığımız için, mânevî olan bu sevgi ve tesanüdümüzü [dayanışma] elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir. Çünkü bütün Müslümanlar saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] makarrında [kalınacak yer, merkez] toplanacaklardır.

Vatan ve milletimizin selâmeti namına, mühim bir hakikatı müsaadenizle arz ediyorum:

Komünistlerin gizli plânlarından birisi de, halkı hükûmet aleyhine teşviktir.

Bediüzzaman Said Nursî’yi hapse sokturmak ve eserlerini zararlı gibi göstermek için hükümet erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] uydurma ihbarlar yapılmakla beraber, hiçbir ferdin inanmadığı menfî propagandalar yapılıyor.

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu asırda nâdir bir İslâm dâhîsi ve herbir cihette eşsiz bir şahsiyet olduğuna, bu millet senelerden beri o kadar inanmış ki, hakikî olan bu kanaati hiçbir propaganda çürütemiyor ve çürütemez.

Büyük bir Üstadın eserlerinden müstefid [faydalanan, yararlanan] olmayı lütuf buyuran Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hamd ve senâlar ederim. İman, İslâmiyet dersi alarak büyük faidelere nâiliyetime [ermek, erişmek] sebep olan bir Üstada, bütün ruh u canımla medyunum. [borçlu] Senelerden beri sıkıntılar içerisinde eser yazarak gençliğimizi komünizm yemi olmakla ebedî haps-i münferitliğe [tek başına hapis, hücre hapsi] mahkûm edilmekten kurtaran bir müstakîm [doğru, istikametli] Üstad için senelerce dünya hapsinde kalmaya hazırım.

Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam [hiçlik, yokluk]

674

edileceksem, sehpaya “Allah Allah, yâ Resulallah” [Allah’ın elçisi] sadalarıyla koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risale-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın “Risale-i Nur, Risale-i Nur” yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum.

Muhterem heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu]

Risale-i Nur tahsili, hakikaten harika ve orijinaldir, emsalsizdir. Herhangi bir tahsilde maddî menfaat ve bir mevki gaye edinilerek o tahsile devam edilir. Dersler ekseriyetle maddiyat ve şöhrete erişebilmek için, belki de zoraki okunur. Risale-i Nur’un organize edilmemiş serbest bir üniversiteye benzeyen tahsiline eserleri okumak sûretiyle devam edenler ise, Kur’ân ve imana hizmet etmekten başka herhangi dünyevî bir maksat taşımıyorlar.

Böyle olduğu halde, ilmî, imanî ve ciddî eserler olan Risale-i Nur, o kadar büyük bir şevk ve aşkla ve o kadar sonsuz bir hazla okunuyor ki, sadık okuyucularını defalarca okumak gibi kuvvetli bir arzuya sahip ediyor. Risale-i Nur’u yazıp okuyanlar, mahkeme kapılarında hayatları tehlikeye düştüğü halde, bu harika eserleri okuduklarını itiraf ve okuyacaklarını ilân ediyorlar. İdam kararı verileceğini bilseler dahi, bu sebatlarını [kalıcı olma, sabit kalma] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekten çekinmiyorlar. İşte Risale-i Nur’un birçok harikalarından şu hususiyeti, sizlere şu kanaati veriyor: “İtiraf edenler acaba canlarını yolda mı buldular?” Demek Risale-i Nur’da ve Bediüzzaman’da, öyle yüksek bir hakikat var ki ve bunlarda zararlı bir şey yokmuş ki, inkâr etmediler.

Tahsildeki talebeler otorite ve disiplinle idare edilerek okutturulur. Bediüzzaman ise, hiçbir kimseyi Risale-i Nur’a mecbur etmemiş. Fakat yüzbinlerle okuyucunun çoğu onu görmeden, ona sarsılmaz ve kopmaz bir bağla talebe olarak Risale-i Nur’dan derslerini alıyorlar.

İşte, böyle harikulâde bir tedris, [öğrenim, eğitim] yakın ve uzak tarihin hiçbir medresesinde görülmemiştir, hiçbir üniversitede rastlanmamıştır.

Sayın savcı, “Bediüzzaman’a olan hürmetin şekli diğer müfessirlerde [açıklayan, yorumlayan] görülemiyor” dedi.

675

Doğrudur. Hürmet ve tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] büyüklük ve kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] derecesine, minnet ve şükran da elde edilen istifadenin miktarına göre olduğuna nazaran, Bediüzzaman’ın eserlerinden azîm faideler elde ediliyor ki, ona olan tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve minnettarlıklar da görülmemiş bir şekilde oluyor.

Yirminci asrın en büyük bir İslâm mütefekkiri [düşünen] ve müellifi olan Bediüzzaman’ı, komünist ve masonlar bizlere, bilhassa gençliğimize tanıtmamaya çalışmışlardır. Fakat uyanık Türk-İslâm milleti ve gençliği, o din kahramanı Üstadı tanımış, istifade etmiş ve ettirmiştir.

İşte bunun içindir ki, Bediüzzaman’a karşı olan fevkalâde bağlılık ve itimat sarsılmayacaktır.

Risale-i Nur’daki âyetler, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] en büyük mu’cizesi olan hususiyetleri kaybettirilmeden, büyük bir san’at ve maharetle Türkçemize tefsir edildiği için, Risale-i Nur’u kadın, erkek, memur ve esnaf, [sınıflar] âlim ve feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor. Kendi istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] nisbetinde gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha sarılıyorlar. Liseliler, üniversiteliler, profesörler, doçentler, feylesoflar okuyorlar. Bu münevver [aydın] sınıflar, fevkalâde istifade ettikleri gibi, Risale-i Nur’un harikulâdeliğini ve telif [kaleme alma] san’atındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün külliyatı okumak iştiyakına [arzu, istek] sahip oluyorlar.

Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u her yeni tanıyan müdrik [idrak eden, kavrayan, anlayan] ve takdirkâr [takdir eden, beğeniyi ifade eden] kimseler, daha evvel tanımadıklarına binler teessüf [eseflenme, üzülme] edip kaybettikleri zamanları telâfi edebilmek için müsait vakitlerini boşa sarf etmeyerek, beş dakikalık bir zamana dahi ehemmiyet verip, geceli gündüzlü Risale-i Nur’a çalışmaya başlıyorlar. Bu rağbet ve şiddetli alâka hiçbir psikolog, sosyolog ve feylesofun eserinde görülmemiştir. Onlardan ancak tahsilli kimseler istifade edebilmişlerdir. Bir ortaokul çocuğu veya okumasını bilen bir kadın, büyük bir feylesofun eserini okuduğu zaman istifade edememiştir. Fakat Risale-i Nur’dan herkes derecesine göre istifade

676

etmektedir. Bunun için, sizlerin Bediüzzaman ve Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] vereceğiniz beraat kararını bütün bir millet bekleşiyor. Eğer Said Nursî, talebelerine musibet zamanında sabır ve tahammül ve itidal [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] telkin etmemiş olsaydı; gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettiği zaman topladığı talebeleri gibi hürmetkâr olan binler Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] Afyon tepelerine kuracakları çadırlar içerisinde, Afyon Ağırceza Mahkemesinin beraat kararını bekleyeceklerdi.

Said Nursî ve Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] çalışmalarını, kanun çerçevesine alınıp gizli cemiyet olduğu ispat edilemiyor. Neden ispat edilemiyor? Acaba vukuflu bir adliyeci olmakla baş müddeiumumîliğe [savcı] kadar yükselen bir şahıs, bu ispatı kanunla yapmaktan âciz midir? Hayır, kat’iyen [kesinlikle] âciz değildir. Ortada gizli bir cemiyet diyecek bir teşkilât yoktur. Ve onun için cemiyetçilik ispat edilemiyor.

Savcının evvelen, “Nur talebeleri bir cemiyet değildir” diye kanun dairesindeki tam görüş ve isabetle verdiği hükmü, biraz sonra her nedense “cemiyettir” diye iddia etmesi bir tenakuzdur, [çelişki, tutarsızlık, birbirini iptal edip bozma] elbette hükümsüzdür. Heyet-i hâkimenin [hakimler heyeti, kurulu] gayet açık olan bu hakikati idrak ederek “Gizli cemiyet yoktur” diye karar vereceğinden emin bulunmaktayız.

Sayın hâkimler,

Teessür [üzülme, etkilenme] ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopsaydı, “Bir genç dinsiz olmuş” haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı [atomlar] adedince param parça olması lâzım gelir.

İşte sizin vereceğiniz beraat kararı, İslâm gençliğinin, İslâm dünyasının bu dehşetli âfetten tesirli bir şekilde kurtulmasına sebep olacaktır. Ve beni Bediüzzaman ve onun eserlerine kopmaz bir bağla bağlayan sâikten [sevk eden, sürükleyen] biri de budur.

Risale-i Nur’un serbestiyetine vereceğiniz beraat kararı, bütün Türk gençliğini ve bütün Müslümanları dinsizlik fecaatinden kurtaracaktır. Zira yüksek hakikatler hazinesi olan Risale-i Nur, hiç şeksiz [şüphesiz] ve şüphesiz, elbette bir gün olup bütün dünya âleminde tanınacaktır.

Bu itibarla sizler insanlığın takdirine mazhar [erişme, nail olma] olacaksınız. Sizin vereceğiniz beraat kararı, hal ve istikbalde nesilleri minnettar ve müteşekkir [şükreden] edecek ve Risale-i Nur okunup azîm faidelere nail olundukça takdirle yad edileceksiniz.

677

Sakın zannetmeyiniz ki, samimî olarak söylediğim bu sözlerimle riyakârlık yapılıyor. Asla ve kat’iyen! [kesinlikle] Çünkü Bediüzzaman’ın mahkemesinde hiçbir kimseden korkmuyorum, çekinmiyorum.

Yalnız pek kısa olarak müsaadenizle şu kadarcık arz ediyorum ki: Savcı, bu mübarek vatanda masonluk, komünistliği fevkalâde fâikiyetle [üstün] önlemek çaresi olan ve önlemekte olan Risale-i Nur’a ve müellifine [telif eden, kitap yazan] ve okuyucularına öyle şenî [çirkin] ittihamlarda [suçlama] bulunmakta devam eder ve o tamamen hatâlı ittihamlarından [suçlama] vazgeçmezse, hissiyata kapılarak aleyhtarlık ederse, komünistlik ve farmasonluğu desteklemiş olur ve ittihamlara [suçlama] hakikî hedef olan muzır [zararlı] dinsizlerin türemesine yardım etmiş olur.

ba

 Temyiz Mahkemesi lâhiyasından bir parçadır

Dinsiz komitelerin neşriyatlarının vesvese ve şüpheleri neticesinde yıkılan imanları Risale-i Nur eserleri ispatçılıkla imar ediyor.

İşte gençliğimizin Risale-i Nur’a elektriklenmiş gibi sarılmalarının en ince sır ve hikmetlerinden bir tanesi de budur: Senelerden beri feragat-i nefisle ve eşsiz bir fedakârlıkla ihtiyar, hasta ve fevkalâde ihtimama muhtaç bir çağda gizli düşmanları olan komünist ve masonların ve bunlara aldananların çeşitli işkencelerine karşı, tahammülün fevkinde [üstünde] sabrı ile Bediüzzaman Said Nursî; din aleyhindeki birçok sinsi plânları hakikatbîn [doğru görüşlü] nazarıyla, realist görüşüyle fark etmiş, dehşetli dessasâne [hile yaparak, aldatarak] ve perdeli olan bu plânları akîm [neticesiz] bırakacak imanî eserleri telif [kaleme alma] etmiştir.

Fakat, ne hazîn ve acıklı ve binler teessüflere [eseflenme, üzülme] şâyeste [yaraşır, uygun, lâyık] bir vaziyettir ki, bu İslâmiyet kahramanı ve harikulâde büyük zât, yirmi beş senedir hapislerde, zindanlarda, tecrid-i mutlaklarda [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] imha edilmeye çalışılmaktadır.

Komünistlerin ihanetiyle meydana gelen evhamın icap [gerekli kılma] ve neticesi olan garazkârlıklarla Risale-i Nur müellifi [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] cezalandırılsa dahi, Risale-i Nur eserleri yine büyük bir iştiyak [arzu, istek] ve gittikçe artan bir alâka ile okunmakta devam edecektir.

678

Birinci ve en kuvvetli delili şudur ki: Yeni harfle teksir [çoğalma] edilebilen Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] eserini okuyan gençler, Kur’ân harfleriyle yazılmış mütebâki [geri kalan] eserleri de okuyabilmek için kısa bir zamanda o yazıyı da öğreniyorlar. Bu şekilde birçok ilimlerin öğrenilmesine engel olan ve dinden imandan çıkarmak için telif [kaleme alma] edilen eserleri okumaya mecbur eden Kur’ân hattını bilmemek gibi büyük bir seddi de yıkmış oluyorlar. Bir milletin gençliği ne zaman Kur’ân ve ondan lemean eden [parıldayan, ışık saçan] ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmişse, o vakit o millet terakkî [ilerleme] ve teâlî [yükselme, yücelme] etmeye başlamıştır. Gençlik, iman ve İslâmiyet ihtiyacıyla yanan ruhlarını Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’un füyuzat [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] ve envârıyla [nurlar] doldurmaya başlamıştır. Böylelikle tahkikî bir imana sahip olacak gençliğimiz dinsizliğe, komünistliğe karşı mücadele edip vatanlarını İslâm düşmanlarına asla sattırmayacaklardır. Bunun için, eğer komünistler mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup, hakikat hazinesi olan Risale-i Nur’un neşri için, mümkün olsa derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] yaptıracağız.

Evet, evet, evet. Binler defa evet!

Savcı iddianamesinde diyor ki: “Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.” Biz de buna mukàbil deriz ki: “Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin.”

Biz Risale-i Nur talebeleri, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’âniyemizden [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî [Allah’ın lütuf ve ikramı] biliriz.

 Afyon hapsinde mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] Konyalı

 Zübeyir Gündüzalp

Not: Bu müdafaa ve temyiz lâyiha[dilekçe] Temyiz Mahkemesine [Yargıtay; yanlışı doğrudan ayıran yüksek mahkeme] gönderildikten sonra, Temyiz Reisliği [Yargıtay Başkanlığı] Zübeyir’in hapisten tahliyesi için telgrafla emir vermiştir.