ŞUÂLAR – On Dördüncü Şuâ -5 (679-707)

679

 Mustafa Sungur’un müdafaasıdır

 Afyon Ağırceza Mahkemesine

İddia makamı, benim de Nurcular cemiyetine dahil olup halkı hükûmet aleyhine teşvik ettiğim iddiasıyla cezalandırılmamı istiyor.

Evvelâ: Nurcular cemiyeti diye bir cemiyet yoktur. Ve ben böyle bir cemiyete mensup değilim. Ben bin üç yüz elli seneden beri her asırda üç yüz elli milyon mensupları bulunan ve kâinatın medar-ı iftiharı [övünç kaynağı] olan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın kurduğu muazzam ve nuranî ve bütün insanlık için ebedî saadet ve selâmeti müjdeleyen kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve İlâhî [Allah tarafından olan] İslâmiyet cemiyetine mensubum. Elhamdülillâh, onun evâmir-i kudsiyesine [kutsal emirler] de bütün kuvvetimle itaat etmeye azmetmişim. Talebeliği hakkımda bir suç sayılan Risale-i Nur ise, bana dinî ve imanî vazifelerimi öğreten ve İslâmiyetin en yüce ve en mukaddes bir din ve beşerin yegâne medar-ı saadeti [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] olduğunu ve Kur’ân ise bütün varlıkların sahibi, her yerde hazır, nâzır; zerrelerden yıldızlara, güneşlere kadar bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] idare-i ezeliyesinde bulunan Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] bir emr-i İlâhîsi, [Allah’ın emri] ezel ve ebed ve bütün hâdisat ihâta-i [kavrayış] nazarında bir eser-i mu’cizânesi ve Kur’ân bütün kitapların fevkinde [üstünde] kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] nev-i beşere müjdelemesiyle müştakları [arzulu, aşırı istekli] ebediyen kendine minnettar kılan bir Şems-i Sermedînin [devamlı ve sürekli güneş] bir mükâleme-i ezeliyesi ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Hâlık-ı Kâinat [bütün âlemleri yaratan Allah] tarafından gönderilmiş, bütün hal ve ahvâliyle [haller] bütün insanların en ekmeli, [daha mükemmel] en sadık ve en yücesi ve kemâlâtça [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] en yükseği ve getirdiği İslâmiyet nuruyla insanlara en büyük müjdeyi ve en kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] teselliyi bahşeden ve on dört asrı ve beşerin

680

beşten birisini saltanat-ı mâneviyesinde [mânevî saltanat] idare eden ve bin üç yüz yıldan beri gelen bütün ümmetin kazandığı sevabın bir misli [benzer] onun defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] geçen ve kâinatın sebeb-i vücudu, [varlık sebebi] Habibullah [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] olduğunu, hem âhiret, Cennet ve Cehennemin kat’iyen [kesinlikle] hak ve muhakkak olduğunu harika burhanlarla [delil] ve parlak hüccetlerle [delil] ispat eden bir mu’cize-i Kur’ân‘dır. [Kur’ân mu’cizesi]

Risale-i Nur ise, kelime ve cümleleriyle nur-u Kur’ân‘dan [Kur’ân nuru] ve Nur-u Muhammedîden [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] (a.s.m.) gelen ezelî ve ebedî bir Nur olduğuna şehadet ediyor. O da Kur’ân’a mensubiyeti ve has bir tefsiri cihetiyle ve bu itibarla semâvîdir, arşîdir. [arştan gelen; Cenab-ı Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yerden gelen] İşte halkı hükûmet aleyhine teşvik edici zannedilen Risale-i Nur, bütün Sözleri, bütün Lem’a [parıltı] ve Şuâları ve bütün Mektubatıyla hakaik-i İlâhiye [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ve desâtir-i İslâmiyeyi [İslâmın düsturları] [kâide, kural] ve esrar-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’daki sırlar] ders veriyor. Acaba böyle muhterem ve çok yüksek ve ahlâk ve fazileti ve hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] kat’î ders veren Risale-i Nur’u okumak ve onun ebedî saadetler bahşeden yazılarını istinsah [kopyasını çıkarma] etmek veya bir mü’minin istifadesi için iman cihetinde ona hizmet etmek bir suç mudur? Halkı hükûmet aleyhine teşvik midir? Ve böyle mübarek ve muazzam bir eserin müellifi ve kemâlât-ı insaniyenin [insana ait mükemmel özellikler] zirve-i bâlâsında, [yüksek zirve, yüksek makam] en yüksek bir mertebe-i iman [iman mertebesi, derecesi] ve ahlâk ve faziletle mücehhez [cihazlanmış, donanmış] bir nur âbidesini [büyüklüğüyle, güzelliğiyle insanı hayrete düşüren eser] ziyaret ve bu asırda iyilik ve doğrulukla ve sarsılmaz iman ve itikadlarıyla [inanç] İslâmiyet şerefini ve Kur’ân’ın hakaikini [doğru gerçekler] koruyan ve yükselten ve Allah’ın rızasını kazanmaktan başka gayeleri olmayan Risale-i Nur talebeleriyle iman ve Kur’ân yolunda kardeşlik peydâ etmek bir cemiyet kurmak mıdır? Acaba hangi temiz ve âdil vicdanlar buna ceza verebilir?

Sayın hâkimler,

Hakkaniyeti, en yüksek âlimler tarafından tasdik edilen ve en yüksek bir

681

mertebe-i imanî [iman mertebesi] ve aşk-ı İslâmî [İslâm aşkı] kazandıran Risale-i Nur, hiç şüphe yoktur ki, onun bütün Sözleri ve Lem’a [parıltı] ve Şuâları ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] birer nuranî tefsiridirler. Mânevî hastalıkları ve mânevî karanlıkları izale [giderme] eden gayet parlak birer güneştirler. Risale-i Nur’un müellifliğiyle [telif eden, kitap yazan] tavzif [görevlendirme] edilen Üstadımızın iman ve Kur’ân yolunda geçen ve her türlü zorluk ve sıkıntılara göğüs gererek Kur’ân hakikatlerini neşrile bu asırdaki, hususan bu mübarek milletin evlâtlarını komünistlik ve her türlü dinsizliğin dehşetli hücumundan kurtarmaya çalışan, temiz ve pürüzsüz hayatının şehadetiyle, o bu zamanda bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazife ile tavzif [görevlendirme] edilmiş. O bize—hâşâ—bozgunculuk ve ahlâksızlık dersini vermiyor. Belki o bize, nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] dünyasının en büyük dâvâsı ve en mühim meselesi olan imanı kurtarmak dersini veriyor. Yirmi beş otuz seneden beri yüz binlerle ehl-i imanın [Allah’a inanan] Risale-i Nur’la imanlarının kurtulmasına çalışması, bilhassa benim gibi İslâmiyetten haberi olmayan bîçarelere en büyük saadet ve hayatın gayesi olan imanı ders vermesiyle, elbette ve elbette o bize bir lûtf-u İlâhîdir. [Allah’ın lütuf ve ikramı] Onun kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve vazife-i diniyesini [dini görev] inkârla bütün bütün hak ve hakikatin aksine onu hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] zararlı görenlere deriz:

Eğer iman ile Allah’a bağlanmak ve dinin evâmirine [emirler] itaat ederek ahlâksızlık ve imansızlık gibi korkunç âfetlerden insanları kurtarmak ve İslâmiyetin daimî saadetiyle onu mes’ut etmek bir cürüm ise, o vakit hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] için zararlıdır denilebilir. Yoksa en büyük bir iftiradır ve kat’iyen [kesinlikle] affedilmez bir cürümdür. Risale-i Nur’un hedefi dünya değil, daimî âhiret saadeti ve bütün hayat-ı dünyeviyedeki [dünya hayatı] hüsün [güzellik] ve cemâl onun cilve-i cemâlinin [güzelliğin görüntüsü] bir nevi gölgesi ve bütün Cennet, bütün letâifiyle [duygular] bir lem’a-i muhabbeti [İlâhî sevginin parıltısı] olan bir Daim-i Bâkînin, bir Rahîm-i Zülcemâlin [güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah] rızasıdır. Böyle İlâhî [Allah tarafından olan] ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve çok yüce bir gaye varken, süflî [alçak] ve günahlı ve neticesiz, halkı hükûmet aleyhine teşvik gibi fâniliklerden Risale-i Nur’u binler defa tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] eyleriz. Ve bizim imanî çalışmalarımızı ve dinî bilgiler

682

öğrenmemizi istemeyen bu şekil iftiralarla bizi ezmeye çalışanların şerlerinden Allah’a sığınıyoruz.

Sayın hâkimler,

Otuz üç âyât-ı kerîmenin [şerefli âyetler, Kur’ân’ın herbir cümlesi] işârâtı [işaretler] ve İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (r.a.) ve yüzlerce ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] takdirkârâne [övgüyle] beyanatıyla bir nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] olduğu ve ona yapışanların inşaallah [Allah dilerse] imanlarını kurtaracakları kat’î tahakkuk [gerçekleşme] eden Risale-i Nur kat’iyen [kesinlikle] söndürülemez, kaybedilemez. Buna misâl: Yirmi beş seneden beri onu imha etmek gayesiyle yapılan hücumlar, bilâkis onun fevkalâde yayılmasına ve parlamasına vesile oldu. Çünkü onun sahibi, ezelden ebede kadar herşey kudret-i ezelîsinde [bir başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah’ın kudreti] ve emrinde olan bir Sultan-ı Zülcelâldir. [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Sultan, Allah] Çünkü onun hakaikleri [doğru gerçekler] Kur’ân’ın hakikatleridir ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hıfz ve inâyetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] daima parlayacaktır inşaallah[Allah dilerse]

Sayın hâkimler,

İman ve İslâmiyeti en yüksek bir sevgi ve iştiyakla [arzu, istek] öğreten ve rıza-yı İlâhîden [Allah rızası] başka bir hedef ve maksat tanımayan ve bu asırda Kur’ân’ın bir mu’cize-i kübra[en büyük mu’cize] ve tefsir-i nuranîsi [nurlu tefsir] olduğu kat’î tahakkuk [gerçekleşme] eden Risale-i Nur’u okumak ve yazmak ve onun hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] ders veren risalelerini mü’min kardeşlerine vermek bir suç ise; ve dinin evâmir-i kudsiyesinden [kutsal emirler] olan râbıta-i diniye [din bağı, aynı dinden olmaktan kaynaklanan bağ] ve uhuvvet-i İslâmiye [İslâm kardeşliği] ve Allah sevgisi uğrunda iman ve Kur’ân yolunda birleşmek gibi mukaddes ve İlâhî [Allah tarafından olan] ve uhrevî kardeşlik bir cemiyet ise, böyle mübarek bir cemiyete mensup olmak benim için büyük bir saadettir. Ve her türlü taltif [güzellikle muamele etmek] ve nişanların üstünde bir bahtiyarlıktır. Böyle bir saadet ve bahtiyarlığı kazandıran Risale-i Nur’un talebesi olmak gibi büyük bir lûtfu benim gibi bir bîçareye nasip eden Allah’a hadsiz şükürler olsun. Son sözüm:

683

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

 حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

dir.

 Muallim

 Mustafa Sungur

ba

 Mustafa Sungur’un temyiz lâyihasıdır [dilekçe]

1. Ağırceza Mahkemesi, Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] okuduğumu ve yazdığımı ve muhtaç bir mü’min kardeşime vererek istifadesine çalıştığımı, “Halkı hükümet aleyhine teşvik ediyor” diye hakkımda bir suç saymış. Halbuki, ben itiraznamemde [itiraz dilekçesi, yazısı] bu ittihama [suçlama] karşı dedim: “Halkı hükûmet aleyhine teşvik edici zannedilen Risale-i Nur, Kur’ân’ın hakikî bir tefsiridir. O, bütün eczalarıyla hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] ders verip, okuyan ve yazanlara en büyük saadeti bahşediyor. Onun hedefi, halkı hükûmet aleyhine teşvik gibi serserilerin, bozguncu ahlâksızların gittikleri fânilikler değil, belki bütün saadet ve bahtiyarlığın en yüce mertebesi olan Allah’ın rızasıdır. Ben, bana en büyük fazilet, en tatlı nimet olan imanı kazandıran Risale-i Nur’u okuduğum ve yazdığım ve onun en güzide bir talebesi ve âciz bir hizmetkârı olduğumdan dolayı iftihar ediyorum. Ve Risale-i Nur’un talebeliğini, hakkımda pek büyük bir ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] bilip, lâyık olmadığım bu nimet-i azîmeyi [büyük nimet] benim gibi bir bîçareye nasip eden Rabbime daima şükrediyorum” dediğim halde, kanuna ve delile dayanmayarak benim iman ve İslâmiyete karşı bağlanmamı bir cürüm bilerek bütün bütün hak ve hakikatin aksine olarak cezalandırıldım.

2. Ben şahidim ki: Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsünde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti. Hâşâ, Hazret-i Kur’ân’ı Hazret-i Peygamberin yazdığını ve İslâmiyetin artık mülga [kaldırılmış, terkedilmiş] olunacağını, medeniyetin

684

ilerlediğini, bu asırda Kur’ân’a ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmek büyük bir hatâ ve gerilik olduğunu, hattâ birgün bir muallimin yaptığı gibi, İslâmlar namaz kıldıkları ve âhireti düşündükleri için daima muztarip [çaresiz] bir halde, ömürleri elem içinde geçtiğini ve İslâm camilerinde daima bir ölgünlük [bezginlik, bıkkınlık; hayata küsme] havası estiğini, Hıristiyanların kiliselerinde [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] ise daima neşe ve canlı hayat bulunduğunu ve Hıristiyanlar çalgı ve saire gibi eğlencelerle hayatın tadını alıp ömürlerini neşe içinde geçirdiklerini söylüyorlar, kalblerimizdeki iman ve İslâmiyet bağlarını koparmaya ve onun yerinde inkâr ve küfür yerleştirmeye çalışıyorlardı.

İşte böyle zehirli fikirlerle aşılanmış ve böyle tehlikeli, muzır [zararlı] dinsizlerin dersleriyle mâneviyatı öldürülmek istenmiş ve hattâ o muzır [zararlı] fikirlere kapılarak ve—hâşâ—inanarak etrafına neşretmeye başlamış bir bîçare insanın, birdenbire Risale-i Nur gibi Kur’ân’ın feyzinden fışkıran, iman ve İslâmiyet hakikatlerini gayet parlak burhanlar [delil] ve harika delillerle ispat eden ve din-i İslâmın [İslâm dini] daima insanların saadet ve selâmetine vesile, sönmez ve söndürülmez bir mânevî güneş olduğunu izah eden eşsiz bir nur-u Kur’ân‘ın [Kur’ân nuru] birkaç risalesini okumakla bütün o zehirli fikirlerini atıp imanı elde ederek duyduğu sonsuz sevinç ve bahtiyarlığı, telif [kaleme alma] ettiği mübarek Nur risaleleriyle [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ona kazandıran müşfik ve vefakâr ve hakiki kahraman Üstad Bediüzzaman Hazretlerine arz etmesi, eski gaflet ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hayatından kurtulup, iman ve nura kavuştuğunu ve hakikî imanı kazandıran Risale-i Nur’un bu asrın bütün insanları için bir şems-i hidâyet [hidâyet güneşi olan Peygamberimiz (a.s.m.)] ve vesile-i saadet [mutluluk vesilesi] ve onun müellifliğiyle [telif eden, kitap yazan] tavzif [görevlendirme] edilen Üstad-ı Muhteremin [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] bu pek büyük ve yüce imanî hizmetiyle onun bu beşeriyete, hususan ehl-i imana [Allah’a inanan] bir lûtf-u İlâhî [Allah’ın lütuf ve ikramı] olduğunu hayranlıkla arz etmesi ve yukarıda da arz edildiği vechile [yönüyle] Kur’ân ve İslâmiyet aleyhindeki dehşetli ve kahhar [herşeye boyun eğdiren, mutlak galip gelen, kahreden] tecavüzleriyle bu kahraman İslâm milletinin evlâtlarını dinsizliğe teşvik edip milyonlarla insanların bağlandığı kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve İlâhî [Allah tarafından olan] İslâmiyet esaslarını yıkmaya ve o milyonlarla insanların ebedî saadetlerini

685

mahvetmeye çalışanları “gizli Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] komitesinin yıkıcılığı ve eziciliği” diye vasıflandırarak onlara ve onların bu alçak ve kahhar [herşeye boyun eğdiren, mutlak galip gelen, kahreden] ve zâlimâne tahriplerini ve yıkıcılıklarını alkışlayan divanelere binler teessüf [eseflenme, üzülme] ve nefretlerle yazıklar olsun demesi ve imanında şüpheye düşmüş eski ders arkadaşlarına, “Gelin, hepimiz bu hevâî [nefsine boyun eğen, nefsinin zaafları [zayıflık, güçsüzlük] doğrultusunda hareket eden] ve nefsî arzulardan vazgeçelim, hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] önünde diz çökelim ve bu asrın rehber-i saadeti [mutluluk rehberi] olan Nur medresesine koşalım. Aylarca ve yıllarca alkışlayıp durduğumuz o yalancı sefillerden ve onların hakikat diye gösterdikleri yalanlardan vazgeçip, Bediüzzaman Said Nursî’nin derslerine gönül bağlayıp onu üstad edinelim, zulmetten Nura dönelim” diye hitap etmesi, acaba imanından aldığı sevinç ve Kur’ân ve İslâmiyet sevgisinden ve bağlılığından ve milletini pek çok sevip herkesin tahkikî imanı kazanarak sonsuz bir saadete nail olmalarını arzu etmesinden değil midir?

Acaba Allah’a intisap [bağlanma] edip İslâmiyetin en âlî [yüce] bir din ve fazilet ve saadet müjdecisi olduğunu ilân etmek bir cürüm müdür? Kur’ân ve İslâmiyet aleyhinde her taraftan yıkıcı ve kahhar [herşeye boyun eğdiren, mutlak galip gelen, kahreden] taarruzların başladığı ve Hazret-i Kur’ân’a ve Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma iftiralarla o zâtın çok âlî [yüce] ve çok kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kıymet ve varlıkları çürütülmek istenildiği, buna mukàbil dinsizliği ve ilhadı [dinsizlik, inkâr] ve ahlâksızlığı telkin eden kitapların ve Allah’a âsi ve İslâmiyete hücum eden fâni ve kıymetsiz bedbahtların saygılarla anıldığı ve bid’akâr [aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışan] ve gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] hallerinin alkışlandığı bir zamanda, Hazret-i Kur’ân ve Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın yüceliklerini, hakkaniyet ve kudsiyetlerini, [kutsal, kusursuz ve yüce] hem Allah’ın varlığını ve bu kâinat bütün mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] ve bütün âzâ ve cihazatıyla Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet ettiğini ve insan akıl ve fikir cihetiyle ve esmâ-i İlâhiyeye en ziyade âyinedar [ayna olan, yansıtan] bulunmasıyla sair mahlukata bir nevi sultan hükmünde olduğu; insan eğer iman ve ubudiyetle [Allah’a kulluk] Allah’a intisap [bağlanma] etse, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve

686

sefahetten [ahmaklık, beyinsizlik] ve büyük günahlardan korunsa, mevcudâtın [varlıklar] üstünde âlâ-yı illiyyine lâyık ve ebedî Cennet ve saadete mazhar [erişme, nail olma] bir muhterem misafir ve eğer şirk ve isyanla veya gaflet ve dalâletle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] küfretse, [inançsızlık, inkâr] o zaman hayvandan daha aşağı ve esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] düşerek ebedî Cehenneme müstehak ve sonsuz azap ve işkencelere lâyık bir bedbaht olduğunu ve Kur’ân’ın daima değişmez ve onun hüküm ve emirleri tebeddül [başkalaşma, değişme] etmez ve edilemez bir hak kelâmı ve İslâmiyetin daima en yüksek bir medeniyette bulunduğunu ve beşeriyetin hakikî ve daimî saadeti ancak ve ancak evâmir-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın emirleri] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ve intisapla [bağlanma] mümkün olacağını açık ve kat’î olarak izah ve ispat eden Risale-i Nur’un kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] ve yüceliğini ve o mu’cize-i Kur’ân‘ın [Kur’ân mu’cizesi] bir nur-u İlâhî [Allah’ın nuru] ve bir ihsan-ı Rabbânî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] olduğunu iman ve ilân etmek bir cürüm müdür?

Fâni beş on dakikalık gayr-i meşru [helâl olmayan, dine aykırı] zevkler için yazılmış roman ve efsaneler ve İslâmiyetin aleyhinde ve okunması memleket ve milletin selâmeti bakımından gayet tehlikeli, muzır [zararlı] kitapların neşredilmesi ve onların medih [övgü] ve tavsiye edilmesi bir suç sayılmıyor da, yüz milyonlarla insan onda gitmiş ve hakikî olan saadete ulaşmış İslâmiyet güneşinin tarifçisi ve tavsiyecisi ve hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] müjdecisi olan Risale-i Nur’u okumak ve yazmak, medh ü senasına kàdir olamadığımız yüksek mezâyasını tavsiye etmemiz bir suç sayılıyor! Acaba kalbinde zerre kadar imanı olan ve memleket ve milletin selâmetini arzu eden bir insan bunu suç sayabilir mi?

Sayın Yargıtay hâkimleri,

Sizin yüksek huzurunuza arz edilen bu dâvâ doğrudan doğruya iman ve Kur’ân dâvâsıdır. Milyonlarla insanların ebedî saadet ve kurtuluşu dâvâsıdır. Bu azîm dâvâ ile başta Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, bütün enbiya [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâm ve bütün evliya ve hadsiz ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve imanla dâr-ı bekàya [daimî ve kalıcı yer] gitmiş bütün ecdatlarımız mânen alâkadardırlar. O milyonlar ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] selâm

687

ve sevgilerini, dua ve şefaatlerini kazanmak fırsatı şimdi elinizdedir. Risale-i Nur denilen âlî [yüce] hakikat önünüzdedir. Onun gayesi dünyevî ve fâni ve süflî [alçak] makamlar mıdır? Yoksa en büyük saadet ve âlî [yüce] sevinç ve en yüce bahtiyarlık olan Allah’ın rızasını kazanmak mıdır? Ve onun bütün sözleri, insanları ahlâksızlığa mı teşvik ediyor? Yoksa imanla onları mücehhez [cihazlanmış, donanmış] kılıp yüksek ahlâk ve fazilete mi kavuşturuyor?

Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’câz-ı mânevîsinden [mânevî mu’cizelik] fışkıran ve bir nur-u İlâhî [Allah’ın nuru] olan Risale-i Nur önünüzdedir. Madem imanı kazanmak ve iman ile bu dünyadan dâr-ı saadet-i [mutluluk yeri; Cennet] bâkiye gidebilmek insanların her meselesinden üstün en büyük dâvâsıdır. Ve madem Risale-i Nur Kur’ân’ın feyziyle hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] ders verip, yüz binlerle onu okuyup yazanların kat’î şehadetiyle ve bir çok âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] ve ehâdîs-i Muhammediye [Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar] (a.s.m.) kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] beyanatı ve İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Geylâni (r.a.) misil[benzer] birçok ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] takdirkârâne [övgüyle] tavsiyeleriyle Risale-i Nur o dâvâyı kat’î kazandırıyor. Elbette ve elbette sizler yüksek adalet ve hakikatperverliğinizle, [hakikat aşığı] her türlü fâni endişelerin fevkinde [üstünde] yüksek hakperestliğinizle Risale-i Nur’un o hakkanî ve Kur’ânî çehresini ve hakikî kıymetini takdirle görüp anlayacaksınız. Ve Risale-i Nur’un talebelerinin de Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rızasından başka bir maksat peşinden koşmadıklarını göreceksiniz.

Sayın Yargıtay hâkimleri,

En yüksek ahlâk ve faziletiyle ve en yüce şefkat ve merhametiyle insanları koyu fikir karanlığından ve daimî haps-i ebedîden [sonsuz bir hapis] kurtarmaya çalışan ve en şiddetli sıkıntı ve işkencelere göğüs gererek Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından tavzif [görevlendirme] edildiği hakaik-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] neşretmek kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifesiyle zamanın en yüce mertebe-i kemâline [kemâl mertebesi] erişen aziz ve âlî [yüce] üstadımız Bediüzzaman Hazretleri bütün bütün hak ve adalete aykırı olarak zindanlara atılıyor. Pek ihtiyar ve hasta ve kimsesiz, en yüksek iman ve ubudiyetle [Allah’a kulluk] ve harika zekâ ve ilimle mücehhez [cihazlanmış, donanmış] ve insanların

688

imanını kurtarmaktan başka bir gayesi bulunmayan yetmiş beş yaşındaki bu mübarek ve hakikî insaniyetperver Üstadın Afyon zindanlarında şiddetli soğuk ve dehşetli sıkıntılar içindeki vaziyet-i elîmânesi [acı ve üzüntülü bir vaziyet] ciğerleri deliyor ve kalbleri sızlatıyor. Hakikatlere âşık ve meftun [aşık] olan yüksek adaletinize ve hakikî insaniyetperverliğinize güvenerek adaletin şefkat ve merhametinin tecellîsini bekliyoruz.

 Mustafa Sungur

ba

 Mehmed Feyzi’nin müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,

İddianame beni Üstadım Said Nursî’nin hem sır kâtibi, hem kendisiyle, hem Risale-i Nur’la şiddetli alâkalı, hem çok hizmet ettiğimi bahisle, bu hareketimi medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] saymış. Ben de buna karşı bütün kuvvetimle bu ittihamı [suçlama] kabul edip iftihar ediyorum. Çünkü fıtratımda ilme karşı gayet kuvvetli bir iştiyak [arzu, istek] var. Bir delili şudur ki: Denizli hadisesinde menzilim taharri [araştırma] edildiği vakit beş yüz seksen (580) adet mütenevvi [çeşit çeşit] kütüb-ü ilmiye ve Arabiye [ilmî ve Arapça kitaplar] evimde bulunduğu resmen sabit olmuştur. Benim fakr-ı halimle [fakir bir halde olma, fakirlik] ve gençliğimle ve lisan-ı Arabîde [Arap dili, Arapça] noksaniyetimle beraber bu zamanda binde bir şahısta bulunmayan bu mütenevvi [çeşit çeşit] beş yüz seksen (580) cilt kitabı bana toplattıran, fevkalâde bir talebelik şevki ve harika bir aşk-ı ilmîdir. [ilim aşkı]

İşte bu fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] istidatla, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] daima hakiki bir üstad arıyordum. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükrolsun ki, uzakta aradığımı pek yakında elime verdi. Evet, Üstadım olan Said Nursî’nin bütün hayatının gayesi, şevk-i ilimde [ilmin verdiği şevk, moral] ve ulûm-u İslâmiyeyi [İslâm ilimleri] bilmek aşkında geçtiğini bütün hayatı şehadet ediyor. Hem ben müşahedatımla, [gözlem yapmalar] hem Üstadımın matbu tarihçe-i hayatıyla, [hayat hikayesi] hem eski talebelerinden aldığım malûmatla kat’î bildim ki, bendeki fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] aşk-ı ilmî, [ilim aşkı] Üstadımda harika bir surette bulunuyor ki, bu zamanda bütün medrese âlimlerinin hilâfına olarak, pek harika, tek başıyla

689

medrese talebeliğini muhafaza edip her belâya tahammül etmiş. Hattâ ehl-i siyaset, [siyaset adamları, politikacılar] Üstadımın bu acip hallerini anlamadıkları için hiç alâkası olmayan bir nevi siyasete temas ettirmeye çalışmışlar. Hattâ hapislere sokmuşlar. Fakat sonra Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o aşk-ı ilmîyi [ilim aşkı] Kur’ân’ın hakaikine [doğru gerçekler] bir anahtar yapmış. Bütün ehl-i ilmi [ilim ehli, âlimler] ve feylesofları hayrette bırakan Risale-i Nur meydana çıkmış. Ben de o sırada bütün hayatımda aradığım ve kendi fıtratımda ve fakat pek yüksek bulunan bu Üstadı bir ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] olarak Kastamonu’da yanımda buldum. Âhir ömrüme kadar da buna teşekkür ediyorum.

Hem Üstadım eskiden beri izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] muhafaza için sadaka ve hediye gibi şeyleri kabul etmediği gibi, talebelerini de men eder. Kimseye başını eğmez. Hattâ harika vaziyetlerinden, harp içinde avcı hattında [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] oturmaya ve sipere girmeye tenezzül etmeyerek izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] muhafaza ettiği gibi, üç dehşetli kumandana karşı kahramancasına hocalık ve haysiyet-i ilmiyeyi [ilmin haysiyeti, şerefi] muhafaza için onların hiddetine karşı ehemmiyet vermeyip onları susturdu. Onun için bu Üstadımı, bu millet ve vatanın ve Türk ulemasının pek büyük şerefini muhafaza etmek için herşeyini feda etmiş bir şahıs bildiğimden, ben de kendime hakikî üstad kabul ettim. Böyle vatan ve millete hakiki fedakâr bir Üstadın—farz-ı muhâl olarak—yüz kusuru da olsa nazar-ı müsamaha [hoşgörü bakışı] ile bakıp itiraz etmemek gerektir.

Bu memleketin vatanperverleri Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] devrinde, milliyetçiler ve hamiyetperverleri [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] Cumhuriyette, bu Üstadın ilme ettiği fevkalâde hizmeti vatan ve millet namına takdir ettiklerine bir nümunesi şudur ki: Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] sisteminde, Medresetü’z-Zehrâ namında Van vilayetinde temeli atılıp eski Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] münasebetiyle geri kalan Şark darülfünununa [üniversite] İttihad ve Terakki [ilerleme] hükûmeti on dokuz(19) bin altın lira verdiği gibi, yirmi dört sene evvel Cumhuriyet hükûmeti de

690

Üstadımın Dârülfünununa [üniversite] yüz altmış üç (163) mebusun tasdikiyle yüz elli (150) bin lira tahsisat verilmesini kabul etmeleridir. Bu yüksek Üstadın tek başıyla Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] gibi binler hocaların teşebbüsüyle vücuda gelecek bir medrese-i kübrâ[büyük medrese] vücuda getirmeye yakın muvaffak olması gösteriyor ki, vatanperverler ve milliyetperverler [milliyetçi, milletini seven] dahi, medrese ulemalarıyla beraber bu Üstadımı takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] etmeleri lâzım ve elzemdir. Biz de böyle bir Üstad elimize geçtiği için her zahmet ve meşakkate tahammüle karar vermişiz. Füyuzât-ı ilmiyesiyle [ilmin verdiği feyizler, bereketler] ve yüz otuza varan âsâr-ı kudsiyesinin [kutsal eserler] hakaikiyle [doğru gerçekler] beni ilim ve iman yolunda terakki [ilerleme] ettiren bu mümtaz [seçkin] allâme-i zamana [yaşadığı zamanın allâmesi, büyük âlimi] sonsuz bir varlıkla hürmetim vardır. Bu hürmetim ebede kadar inşaallah [Allah dilerse] gidecektir.

İddia makamının beni suçlandırmak istediği ve aylardan beri tetkikat ve taharriyat [arama tarama] neticesinde hakikatine vasıl olamadığı, dini ve dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâl edecek bir gizli cemiyetin, ne vücudu var ve ne de böyle bir cemiyetle alâkamız vardır. Yegâne alâkamız, hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] kanunları muvacehesinde en çetin imtihanlarda, en yüksek ehl-i vukuf [bilirkişi] heyetler tarafından icap [gerekli kılma] eden hürmeti görmüş ve salâhiyettar [yetki] mahkemelerde beraat kazanmış Risale-i Nurlardır. Bu ise, vatana ve millete ihanet değil, doğrudan doğruya vatana ve millete nâfi [faydalı] ilim uğrunda bir çalışmaktır. Bunun hâricinde ne bir siyasî maksat ve ne de başka bir garaz yoktur. Binaenaleyh, bu hususta da mâsumiyet ve samimiyetimiz meydanda olmakla, Denizli Mahkemesinde olduğu gibi yüksek mahkeme-i âdilenizden [adaletli mahkeme] adaletin tecellîsiyle beraatimi talep ediyorum.

 Afyon Cezaevinde mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] Kastamonulu

 Mehmed Feyzi Pamukçu

ba

691

 Ahmed Feyzi’nin müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,

Sayın hâkimler,

Bir din âlimi ile görüşmek, onun din hakikatlerine ait kitaplarını okumak ve yazmak ve din arkadaşlarının imdadına koşmak üzere dinine ve Kur’ân’ına ve Peygamberine (a.s.m.) hizmet etmek bir mü’minin vazifesi ve hakkı değil midir? Bizi bu hizmet-i diniyeden [din hizmeti] men eden bir kanun maddesi var mıdır? Bazı cihetlerin zamanımızdaki küfrî [inkârcılığa ait, inkâr ve inançsızlığa sebep olan iş, söz] ve gayr-i ahlâkî [ahlâk kurallarına uymayan] cereyanları tenkit etmesi bir suç mu teşkil ediyor? Biz ne siyasetle, ne idare ile asla alâkası olmayan, yalnız dindar, saf halk kitlesiyiz. Bir insana hüsn-ü zan [güzel düşünce] etmek ve kıymet vermek herkesin şahsî bir kanaatidir. Biz Bediüzzaman’ı zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz. Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz. Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlâksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kur’ân’ın sarsılmaz hakikatlerine dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden [din hizmeti] dolayıdır. Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden mes’ul olamayız. Bundan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz.

Âhirzamanda hadîsin haber verdiği şahısların meselesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, bazı hadîslerle, ümmet-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] (a.s.m.) ömrünün bin beş yüz (1500) seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] (a.s.m.) ve dünyanın hayatında mühim tesir yapacak büyük tarih hadiselerini, “kıyamet alâmetleri” diye haber veriyor. Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin [İslâm ümmeti, Müslümanlar] nazar-ı dikkatini celb [çekme] ediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere dûçar [yakalanmış, düşmüş] olanların ebedî şekavet [sıkıntı] ve helâketle [mahvolma] karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dinî burhanlar [delil] mevcuttur. Biz ki Allah’a ve Resulüne [Allah’ın elçisi] ve

692

Kur’ân’a inanmışız. Şimdi bu imanın ve Peygamberin sıdkına [doğruluk] olan bu itikadın [inanç] neticesi olarak kendimizi helâk-ı ebedîden [sonsuz mahvoluş, bitiş] kurtarmak için çalışmayalım mı? Etrafımızda olup bitenleri görmeyelim mi? “Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım?” diye bunları mevcut dinî hakikatlere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi? Biz de, önümüzdeki müsbet [isbat edilmiş, sabit] delilleri ve vücud-u İlâhîye [Allah’ın varlığı] bizi sevk eden hakaik-i müberhene ve ilmiyeyi [ilmî ve delillerle ispatlanan hakikatler, gerçekler] görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lâzime-i medeniyet [medeniyetin gerekleri] ve şiar-ı irfan [irfan ve bilgi işareti, irfan sembolü] add [sayma] ile dinimizi terk etsek, acaba helâk-i ebedîden bizi kim kurtaracak? Bunu düşünmeyelim mi? Bu zihniyette olan, Kur’ân’dan ve onun hakaikinden [doğru gerçekler] üstün birşey tanımayan bir insan, sırf fâni cezalar korkusuyla kendini ebedî helâke atar mı? Yahut fâni bazı kıymetlere değer verir mi? Allah ve Resulüne [Allah’ın elçisi] ve dinine hizmet vazifesinden vazgeçer mi? İşte bizi Bediüzzaman’a bağlayan hakiki âmiller bunlardır. Başka bir menba-i dinî [dine ait kaynak] var mı ki, biz ruhumuzun bu ezelî ihtiyaçlarını onunla teskin edelim?

Sayın Savcı, bize kütüphaneleri [kitaplar] dolduran binlerce Arapça ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitapları tavsiye ediyor. Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi [ilmî kitap kolleksiyonu] ve hazine-i hürriyeti [hürriyetler, özgürlükler hazinesi] ve hakikat-ı âliyeyi [yüce gerçek] beğenmeyebilirler, tenkit de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nur’u seviyoruz. Ve onu hakiki ve riyâsız bir din kitabı ve Kur’ân tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir meselesidir. Buna kimse müdahale edemez. Evet, biz Risale-i Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] velâyetine [velilik] ve daima ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] dersi verdiğine kailiz. [inanmış] Kendisinin kabul etmemesi bizim bu kanaatimizi sarsmıyor. Ancak bizim kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden [maddî ve kişisel yapısının olağanüstü olması] dolayı değil, Nurların dersinde harikulâde ve ekmel [daha mükemmel] tezahürlerine şahit olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana [irfan dünyası] meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden [ilmî kerameti, olağanüstülüğü] dolayıdır.

693

Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde bu kadar feyz-i ilim [ilimdeki bereket, bolluk] neşreden ve ilminin harikalarıyla en müntehâ [bir şeyin en uç noktası] mesâil-i ilmiye ve âliyede [ilmî ve yüksek meseleler] en yüksek mütefekkirleri [düşünen] dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti [yüce] ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanla bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan [açıklama biçimi] ve sürükleyici bir harâret izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden ve gayet feyyâz [çok feyizli] bir aşk ve heyecan terennüm [dile getirme] eden bir derya-yı iman [iman deryası] ve bir hazine-i tevhid [tevhid hazinesi] ve bir umman-ı hikmet [hikmet ve ilim deryası, denizi] halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?

Fâni zevâhirin [aldatıcı şan ve şeref] âlâyişine [gösteriş] ednâ [basit, aşağı] bir meyil [arzu, istek] ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen; levs-i fâninin [dünyanın geçici işleri, eğlenceleri] ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına asla kıymet vermeyen; kimseden birşey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arzedilenleri kabul etmeyen; iffet ve ismetin en âlî [yüce] örneklerini yaşatarak sabûrâne, [kullarına sabır gücü ihsan eden Allah] mütehammilâne, [tahammül ederek, dayanarak] her nevi mahrumiyetlere göğüs germek sûretiyle kendini hakikate ve envâr-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın nurları] ve maarif-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) gösterdikleri, öğrettikleri] (a.s.m.) izharına [açığa çıkarma, gösterme] vakfeden; ve memleket ve milletin ıztırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat [çok şefkatli ve merhametli] ağlayan; kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerin saadetleri için hizmetinden asla vazgeçmeyen; ihtiyarlığına ve bîkesliğine bakmayarak insanları gayyâ-yı cehil [cehalet kuyusu] ve girdâb-ı inkârdan [inkâr girdabı, çıkmazı] kurtarmaya, hasbî ve İlâhî [Allah tarafından olan] bir cehd ile çalışan ve savaşan fazilet ve nur âbidesini [büyüklüğüyle, güzelliğiyle insanı hayrete düşüren eser] Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz? Kendisinin bu arz edilen keramet-i ilmiyesiyle [ilmî kerameti, olağanüstülüğü] beraber, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz [benzer] feragat ve istiğna [ihtiyaç duymama] ve şaheser-i ismet ve istikamet [doğru] dolayısıyla yine bir enmûzec-i kemâl [yüksek fazilet ve olgunluk örneği] ve mihrab-ı fazilet [fazilet makamı] olarak tanınmaya ve iktida [uyma] edilmeye şâyândır.

694

İşte biz Bediüzzaman’a ve eserlerine bu gözle bakıyoruz. Acaba mumaileyhe [kendisine işaret edilen, ismi önce geçen] sırf imanımızdan neş’et [doğma] eden bu bağlılığımız ve Kur’ân’ın ve beyanat-ı Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) açıklamaları] (a.s.m.) küfür ve ahlâk hakkındaki şiddetli tevbih [azarlama] ve tezyiflerine [alay etme, küçük düşürme] bu imanımız dolayısıyla iştirakimiz, bizi levs-i fâni [dünyanın geçici işleri, eğlenceleri] addedilen siyasetçi mi yaptı? Yoksa yirmi beş seneden beri din hakikatlerini öğrenemeyen ve helâk-i mutlaka [kesin yok oluş] giden soyumuzun bir kısım evlâtlarına, onları helâk-ı ebedîden [sonsuz mahvoluş, bitiş] kurtarmak için, Allah ve Resulünden, [Allah’ın elçisi] hakikat ve Kur’ân’dan haber vermek, onların temiz ruhlarını mâsum vicdanlarını ıslah etmeye hiç ifsad [bozma] denilir mi?

Sayın hâkimler,

Biz asla siyasetçi değiliz. Biz siyaseti, bizim gibi siyaset ehli olmayana binbir çeşit veballer, tehlikeler ve mes’uliyetler taşıyan bir meslek biliriz. Fâni zevâhire [aldatıcı şan ve şeref] de zaten kıymet vermeyiz. Dünyaya ancak rıza-yı İlâhîye [Allah rızası] bizi götüren hayırlı vechesiyle [cihet, yön, taraf] bakıyoruz. Bu itibarla siyaset peşinde koşmayı ve devlet mefhumuyla [anlam] mübareze [karşı koyma] ittihamını [suçlama] şiddetle reddediyoruz. Eğer böyle bir kasıt olsaydı, yirmi beş seneden beri ednâ [basit, aşağı] bir tezahür olurdu.

Evet, bizim menfî bir cephemiz, ahlâksızlığa ve imansızlığa müteveccih [yönelen] bir takbih [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] tarafımız var. Bu sırf imandan ve Kur’ân’ın bu mevzular üzerindeki şiddet-i beyan [açıklamanın şiddeti] ve azamet-i tevbihine [azarlamanın büyüklüğü] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] iştirakimizden ileri geliyor. Eğer bu esbab-ı mucibe, [bir şeyi gerektirici sebepler] samimiyetin ve ihlâsın, hakikat ve safvetin [arılık, berraklık] bu tarz-ı beyanı [açıklama biçimi] size kanaat vermediyse, bize ne şekil isterseniz ceza veriniz. Lâkin unutmayınız ki, bugün altı yüz milyon insanın mensubiyetini taşıdığı Hazret-i İsâ (a.s.) zamanının idarecileri tarafından sırf insanlığın saadeti için kalbi çarptığı ve emanet-i tebliği [tebliğ, anlatma emaneti] hâmil [taşıyan] bulunduğu sebeplerle âdi bir hırsız gibi idama mahkûm edilmişti.

Biz hür söylediğimizden dolayı mâruz kalacağımız bu mahkûmiyeti iftiharla

695

karşılayacağız. Ve sadece حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 nidasıyla dergâh-ı Kàdiyü’l-Hâcâta [bütün ihtiyaçları karşılayan Allah’ın yüce katı] el açacağız.

 Afyon Cezaevinde mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] Ortaklar Bucağından

 Ahmed Feyzi Kul

ba

 Ceylân’ın müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,

Makam-ı iddianın [iddia makamı] habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yaparak, iftiharla kabul ettiğim Üstadıma ve Risale-i Nur’a hizmetimle beni büyük bir diplomat ve entrikacı bir adam tarzında gösterip Nurlara gelen mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] suçta bana büyük bir hisse vermesine mukàbil derim ki:

Dinî ve imanî ve ahlâkî eserlerini okumakla, o uğurda hayatımı tereddütsüz feda eder derecesinde istifade ettiğim Üstadım Bediüzzaman’la yakından alâkadarım. Fakat bu alâka, makam-ı iddianın [iddia makamı] dediği gibi vatana ve millete mazarrat[zarar] ve halkı devlet aleyhine teşvik etmek değil, belki hiçbir beşerin kendisini kurtaramayacağı kabrin idam-ı ebedîsinden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kendimi ve benim gibi bu tehlikeli zamanda imanını kurtarmaya, ahlâkını düzeltmeye ve vatana ve millete birer uzv-u nâfi olmaya muhtaç olan din kardeşlerimin imanlarını kurtarmak yolundaki kopmaz ve kopmayacak bir alâkadır.

Kendisinin yakınlarındanım. Dört sene kadar ara sıra hizmetini müftehirâne [iftihar ederek] yapmışım. Bu müddet zarfında kendisinin serâpâ [tepeden tırnağa, baştan aşağıya] faziletinden başka hiçbir şeyine şahit değilim. Onun ağzından bir defa olsun, mehdiliğine ve müceddidliğine [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] dair bir kelime duymadım. Tevazuun [alçakgönüllülük] kemâlinde olduğuna yüz binleri aşan Nur nüshaları ve onları okumakla imanlarını kurtaran yüz binler hâlis Nur şakirtleri [öğrenci] şahittir.

696

O mübarek Üstadım, kendisini bizim gibi Nur talebesi olarak görür. Ve öyle iddia eder. Bunu elinizde bulunan birçok mektuplarında, hususan Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasının içindeki İhlâs Risalesinde [Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir bölüm; Yirmi Birinci Lem’a] [parıltı] kolaylıkla görmek mümkündür. Kendisi “Bâki ve güneş gibi ve elmas misil[benzer] hakikatler, fâni şahıslar üzerine bina edilmez ve fâni şahıslar o kıymettar hakikatlere sahip çıkamazlar” diye risale ve mektuplarında tekrarla zikrettiği halde, o zâtın tefahuruna [gururlanma, övünme] hükmetmek ve mehdilik ve müceddidlik [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] dâvâ ettiğini iddia etmek, hiç bir akl-ı selimin [sağduyu; sağlıklı ve istikametli [doğru] düşünce] kârı değildir. Zira bütün risale ve mektupları, insaf ve dikkatle okursanız, bu muhterem allâme-i zamanın [yaşadığı zamanın allâmesi, büyük âlimi] asırlardan beri emsaline tesadüf edilmez bir din âlimi ve benzerine rastlanmayacak bir iman kurtarıcısı, bolşevizmin kızıl kıvılcımlarının saçaklarımızı sarmak istediği bir zamanda vatana ve millete bir ordudan daha çok menfaat ve bereketi bulunan bir vatanperver olduğuna siz de kanaat-i kat’iye [kesin düşünce] peydâ edersiniz. İşte böyle bir esere ve o eseri telif [kaleme alma] eden muhterem Üstada daha evvelden şakirt [öğrenci] olamadığıma müteessifim. [eseflenmiş, üzgün]

Muhterem heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu]

İşte hadsiz menfaatlerini kendimde tecrübe ettiğim Risale-i Nur’dan benim gibi vatan evlâtlarının istifadeleri için, resmî bir izinle, Eskişehir’de, Gençlik Rehberini kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir hizmet-i milliye [milli hizmet] fikriyle tab [basma] ettirdim. Benim gibi bir bîçarenin, Kur’ân’ın hakikî ve cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez bir tefsiri olan Risale-i Nur’a ve dolayısıyla imana hizmeti tebrik ve takdirle mukabele [karşılama; karşılık verme] görmesi lâzım ve teşvike pek muhtaç iken, böyle ağır muamele görmekliğimiz hakikat-ı adalete [adaletin özü, gerçeği] ne kadar muhaliftir, sizlerden soruyoruz.

Ve mahkeme-i âdilenizden, [adaletli mahkeme] ruhumuzun gıdası ve sebeb-i necatımız [kurtuluş nedeni] ve ebedî saadetimizin anahtarı olan Nur risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] serbestiyetine karar vermenizi talep

697

eder, eğer yukarıda bir kısmını zikr ve tâdât [sayma] ettiğim vaziyetler nazarınızda bir cürüm teşkil ediyorsa, vereceğiniz en ağır cezanızı kemâl-i rıza-yı kalb [tam kalp rızası, memnuniyeti] ile kabul edeceğimi arz ederim.

 Afyon cezaevinde mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] Emirdağlı

 Ceylân Çalışkan

ba

 Mustafa Osman’ın müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,

Gizli cemiyet kurmak ve dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozabilecek hareketlerde bulunmaktan zanlı Bediüzzaman Said Nursî’nin, rejim aleyhindeki mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] faaliyetine iştirak ettiğim iddia edilerek suç konusu olarak gösterilen meselelere karşı derim ki:

1. Evet, ben de birçok Nur talebeleri gibi hakikî Türklüğe ve İslâmiyete yaraşan ve tarihî bir şeref ve faziletimiz olan terbiye-i medeniye-i diniyeyi [dinin verdiği medenî terbiye] ve millî bir şiar [işaret, nişan] olan ahlâk-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân ahlâkı] öğrenerek vatan ve millete faideli bir uzuv olmak ve yabancı ideolojilerin tesiratından korunarak din ve imanımı muhafaza ve öğrenmek kastıyla Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] tedarik ederek okumaya başladım. Ecdadımızın, tarihlere şan salıp nam veren ahlâk ve şerefini pâyimâl eden [ayak altına alan, mahveden] sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve rezaletin ve ahlâk-ı seyyienin [kötü ahlâk] cemiyet hayatını zehirlediği ve kötü ahlâk sahiplerini dahi iğrendirecek derecede sokaklara kadar sardığı ve efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] telâşa düşürdüğü ve her sınıf ailenin ocağı başında dedikodu mevzuu olduğu ve efkâr-ı âmmenin [genel düşünce, kamuoyu] bir dili mahiyetindeki gazete ve mecmuaların ahlâk zabıtası haberleri şeklinde ve muhtelif mevzulardaki tenkitlerine sebep olan bu elîm ahvâlin [haller] pek sür’atle genişlediği ve âdetâ umumîleşmek istidadını [kabiliyet] gösterdiği bir devrede, düştüğüm ahlâksızlık uçurumundan dinî, ahlâkî, içtimaî, [sosyal, toplumsal] edebî dersleriyle, her

698

müslim okuyucusunu kurtardığı gibi beni de kurtaran Risale-i Nur Külliyatını okumak ve benim bu eserleri okuduğumu bilen ve işiten vatandaşlarımın tehzib-i ahlâk [ahlâkı güzelleştirme, kötü huyları giderme] etmek için benden musırrâne [ısrarlı bir şekilde] istemeleri üzerine onlara risale vermek ve dolayısıyla serserileşmiş ve serserileşmek ve vatan ve millete muzır [zararlı] bir hale gelmek istidadını [kabiliyet] gösteren fertleri bu risalelerle, bu Nurların müessir telkinatlarıyla [telkinler] kurtarıp beşeriyete faideli birer insan olmalarına hâdim [hizmetçi] ve vesile olan ve memleketimizde de sirayeti [bulaşma] ve salgını görülen ve bütün dünyayı titreten kızıl vebâ komünizm tehlikesine karşı dinî ve müessir telkinatı [telkinler] bakımından mânevî bir mücahid olan Bediüzzaman takdir ve tebcile [yüceltme, saygı gösterme] lâyık, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve mânevî mücahedesinin [Allah yolunda cihad etme] nurlu ve müessir silâhı olan ve yirmi senede yirmi bin ve belki çok fazla adamı vatan ve millete faideli bir hale sokmaya vesile olan Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] okutmak ne derece şahsım için bir suç mevzuu ve müellif-i muhteremi [muhterem, saygıdeğer yazar] için sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] olabilir? Vicdanınıza soruyorum.

2. Savcılık makamının, “mevzudur” diye gayr-ı ilmî [ilim dışı] iddia ettiği hadîsin, hadîs kitaplarında sahih olduğu; hadîs âlimlerinin kabulüyle ve Hürriyetten evvel Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] devri ulemasına Japonya’nın ve İngiltere Anglikan Kilisesinin [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] sorduğu sualler münasebetiyle, o devrin allâmeleri [büyük âlim] olan İstanbul âlimleri, Bediüzzaman olan müellif-i muhtereme [muhterem, saygıdeğer yazar] sorarak, şimdi ismi Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan eserde görülmekte olan o zamanki bu hadîsin te’vilen cevaplarını o ehemmiyetli âlimlerin kabul edip itiraz edememeleriyle sahih olduğu kat’î sabittir.

Hem yalnız Risale-i Nur’un bu kısmı değil, bütün hakikatleri ve dersleri hiçbir hakikî İslâm âliminin itiraz edemeyeceği kadar kuvvetli hakikatlerdir ki, Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] başta olarak bütün memleketteki hakikî âlimler kabul ve tâzime, [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme]devr-i Meşrutiyetten [Meşrutiyet Devri] beri mecbur kalmışlar. O hakikatleri ve o kuvvetli burhanları, [delil] ismi âlim olan ve hakikat ilminde bîbehre [ehliyetsiz, bir konuda söz sahibi olmayan] bir iki ferdin itiraz ve iddiası çürütemez. Hem gayet gülünç olur. Maddî ve mânevî menâfii zâhir olan ve vatanın her tarafında ve her sınıf halk tabakasında hayat-ı bâkiyelerini [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] idamdan

699

kurtarmak için takdirle okunan ve onunla imanlarını kurtardıklarından, müellif-i muhteremine [muhterem, saygıdeğer yazar] ebedî minnettar kalan binlerle vatandaşın faidelendiği Kur’ân ve iman hakikatlerine meftun [aşık] olarak, müellifine [telif eden, kitap yazan] bir şükran borcu olarak bir mektup yazmak ve sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] olan hadîsin inkâr edilmeyen hakikatlerine istinad ederek bazı ef’âl [fiiler, davranışlar] ve âsâra [eserler/asırlar] nazar edip hadîsin mazharı olan bu memlekette zuhur etmiş gibi bakmak ve böyle bir zanna düşerek ve birçok İslâm âlimlerinin ihbaratına dayanarak bazı hataların tâmiri cihetine gidilmesini bir fütuhat-ı Kur’âniye kabul edip izhar-ı şâdümânî eylemek [memnuniyetini göstermek] ve bu görüş ve nokta-i nazarını [bakış açısı] eserleriyle tefeyyüz [feyizlenme] ettiği bir Üstada mahremâne arz etmek, vatan ve milletin anarşiliğe ve dolayısıyla bütün dünyayı titreten kızıl tehlikenin kucağına düşmemesini temenni etmek rejime bir hıyanet midir? İnkılâba dil uzatmak mıdır? Ve o takdire ve tebcîle çok elyak [daha layık] ilim adamını aynı iftiralardan birkaç mahkeme teberri [uzak olma] ettirdiği halde, aynı mevzularla zan altına alıp kimsesiz ve çok ihtiyar ve münzevî olduğu halde tevkif ve tecrid ederek taht-ı muhakemeye [yargılama] alıp bizim de bu ilmî nokta-i nazarımızı [bakış açısı] ve imanımızı kurtarmak için çalışmalarımızı bir suç telâkki [anlama, kabul etme] edip onun güya devletin emniyetini ihlâl suçuna delil ve burhan [delil] göstermek hangi vicdanın âdilâne kararıdır? Mahkemenizden soruyorum, vicdanınıza bırakıyorum.

3. “Bediüzzaman’ın resimlerini mukaddes bir şeymiş gibi taşımak ve mektubatını toplamak ve mektuplaşmak” diye olan sebeb-i ittihama [suçlama sebebi] gelince: Hayat-ı mâneviye [maddî olmayan hayat] ve bâkiyemi idamdan kurtarmaya ve maddî hayatın lezzet ve saadetini tattırmaya ve benim gibi binlerle fertlerin imanlarının kurtulmasına eserleriyle vesile olan bir âlim-i küll [her çeşit ilimde ileri bilgi sahibi olan] ve bir müellif-i muhteremin, [muhterem, saygıdeğer yazar] değil basit bir resmini taşımak, altın ve mücevheratla [kıymetli taşlar] süsleyerek taşımak ve ona tebrik ve mektup göndermek ve onu sevenlerle tanışmak, beşeriyetin her ferdi gibi benim de bir hakkımdır.

700

Bu hukukumun bir suç konusu olacağını zannetmiyor ve son söz olarak diyorum ki: Vatan ve millete ve insanlık câmiasına hizmet edebilmek için, “Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] kimdir? Başına gelen” fehvasınca, [mânâsınca gereğince] iki vilâyetin ve birçok kazaların zabıtasının dahi şehadet edebileceği şekilde, serserilikten, şahıslarını bu Nur Risaleleriyle [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] kurtarıp başkalarını da kurtarmaya vesile olan Nur şakirtlerinin [öğrenci] uzun senelerden beri bu vatan ve millete, bu vatandaki idareye yaptıkları vatanî hizmet binlerle kişilik zabıta kuvvetinin hizmetinden hakikatte daha mühim iken ve takdire ve iltifata daha lâyık iken su-i tefsire [yanlış yorumlama] uğratılarak âdetâ bir ecnebî rejimi hesabına kasten hareket eder gibi bizleri tevkif ve muhakemelere verip işimizi, gücümüzü ayaklar altında bırakmak ve bîçare evlât ve iyâlimizi [aile fertleri] perişan edip ağlatmak hangi demokrasi kanunlarıyla, hangi yeminli ve yüminli [bereket, uğur] âdil hâkimlerin vicdanî ve âdilâne kararlarıyla kàbil-i teliftir? Mahkemenizden ve vicdanınızdan soruyorum. Ve büyük ve âdil Türk milleti ve onun âlî [yüce] meclisi namına icra-yı adalet [adaletin uygulanması] eden muhterem mahkemenizden, pekçok fevâidi [faydalar] ve menâfii meydanda olup inkâr edemediğimiz bu eserlerin serbestiyetini ve bizim de beraatimizi talep ediyorum.

 Afyon Cezaevinde mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] Safranbolulu

 Mustafa Osman

ba

 Hıfzı Bayram’ın müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,

Dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâle teşebbüsten sanık İslâm âlimi Bediüzzaman’ın, millet ve memlekete çok faideli hakaik-ı Kur’âniye [Kur’ân hakikatleri, esasları] ve imaniyeyi ders veren eserlerinden okumaklığımı, din ve iman cihetinde çok istifade ederek ahlâk-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân ahlâkı] tahsilime âmil olan bu derslerden bazı tanıdıklara da—talebi üzerine—millî bir şiarımız [işaret, nişan] olan ders-i imaniye [iman dersi] ve

701

terbiye-i diniye [dinî eğitim, ahlâkî terbiye] ve ahlâkiyeye tahsillerine sebep olmak hayrına nâiliyet [ermek, erişmek] arzusuyla vermekliğimi ve temin etmekliğimi ve bazı tanıdıkların dostâne veya ilmî mahiyetindeki mektupları adresime göndermelerini bahane ederek mumâileyhe suç ortağı göstermektedir. Sebeb-i ittihamı [suçlama sebebi] olan bu meselelere itiraz ederim ki:

1. Üzerinden muhakeme geçen, beraat ettirilip müellifine [telif eden, kitap yazan] iade edilen ve bütün İslâm ve memleket ulemasının takdir ve tasvibine mazhar [erişme, nail olma] olan Risale-i Nur’u, iddia makamının üzerinde durduğu şekilde bir fikr-i mefsedetle [bozgunculuk fikri] okumadığım gibi, her risalesini de baştan başa Kur’ân’ın bir mühim tefsiri olup insanları ahlâken yükseltmeye, fazilet sahibi kılmaya, milletleri uçuruma yuvarlanmaktan kurtarmaya vesile olan İslâmî dersi ve dinî terbiyeyi müessir bir surette ders verip millet ve memlekete, hattâ beşeriyete mânen en büyük yardım ve iyilikleri yapan bir eser olarak gördüğümden, din ve imanımı muhafaza ve taallüm [öğrenme] maksadıyla okumayı ve bazı kimselere vermeyi veya temin edivermeyi bir suç zannetmiyorum. Çünkü, hiçbir yerde Nur talebelerinin vatan ve millete ve idareye zararlı bir hadiseye katıldıkları görülmemiş ve zabıtaca kaydedilmemiştir. Ve aynı zamanda, “Okunup ve okutulmasında gizlilik var” diye ileri sürülecek bir gizli cemiyet şüphesi uyanması ise çok yersizdir. Çünkü, Nur talebelerinin gerek ilmî ve gerekse siyasî, gizli veya meydanda hiçbir cemiyetle alâkaları yoktur. Hattâ, aynı isnatlarla birkaç sene evvel Bediüzzaman’la beraber çok kimseler Denizli Ağırceza Mahkemesine verilip muhakeme edildikleri ve çok inceden inceye tahkik [araştırma, inceleme] ve ta’mik [derinleştirmek, inceden inceye araştırmak] edildiği vakit bütün risaleler dahil olduğu halde, hep beraber beraat etmişlerdir. Müellifi ve eserleri beraat eden bir telifatı [kaleme alma] okumayı ve okutmayı, devlet emniyetini ihlâl ve rejime hıyanet gibi çok ağır bir cürme delil ve sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] olarak göstermek ne derece icab-ı adâlettir, [adâletin gereği] bilmiyorum, vicdanlarınıza havâle ediyorum!

2. Hem Bayezid’den bilmediğim bir kimse tarafından ben mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] iken gönderilen bir risale de, sebeb-i ittihamım [suçlama sebebi] arasındadır. Bu risaleyi görmedim. İçindekilerden bîhaberim. Eğer Risale-i Nur ise kabul ediyorum. Sizler sorun, cevap

702

vereyim. Yalnız iddianamede savcının mehdilikten bahsettiğini öğrendim. Halbuki Üstadım bu gibi isnatlardan müberrâdır. [arınmış, temiz] Böyle birşeyi lisanından duymadığımız gibi, eserlerinde de görmedik. Ve talebelerini, her fırsatta şahsına hürmet ve tâzimden [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve makam vermekten men etmiş ve tâzimkârâne [hürmette bulunarak] mektup yazanları dahi takbih [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] etmiştir. Bizler kendisini hubb-u cahtan [makam sevgisi] müberrâ, [arınmış, temiz] zamanın en yüksek bir âlimi ve bir ilm-i tahkik [gerçekleri ve hakikatleri araştırma ilmi] hocası olarak biliyoruz.

 Mevkuf

 Hıfzı Bayram

ba

 Emirdağlı Mustafa’nın müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,

Makam-ı iddianın, [iddia makamı] Üstadım Bediüzzaman’ın mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] suçuna beni iştirak ettirmesine karşı kısaca derim ki:

İntisabımdan zerre kadar pişman olmayarak Üstadıma ve Risale-i Nur’a yaptığım hizmetim, ancak bir derya kadar lütuf ve ihsana karşı bir damla ile mukabele [karşılama; karşılık verme] gibidir. Nasıl ki gayet kıymettar elmas hazinelerine sahip olmak yolunda küçük cam parçaları tereddütsüz feda edilirse, ebedî hayatımı kurtarmaya vesile olan Risale-i Nur uğrunda hayatımı feda etmeye her an hazırım. Uhrevî ve dünyevî hadsiz menfaatleri tahakkuk [gerçekleşme] eden Risale-i Nur’dan, fâni ve ehemmiyetsiz hapislerin ve sıkıntıların hatırı için, kısa ve dağdağalı [karışık, gürültülü] hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] zarar gelmemek için o menfaat-ı azîmeyi [büyük yarar] terk etmek, Risale-i Nur’a ve Üstadıma karşı durgunluk göstermek, o mübarek Üstada, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] allâme-i zamana [yaşadığı zamanın allâmesi, büyük âlimi] ve onun birtek gayesi olan iman ve Kur’ân’a büyük bir ihanet olduğunu biliyorum. Ve onun izin ve emrinden zerre kadar hilâf-ı hareket [öngörülen harekete aykırılık] etmek istemiyorum.

Muhterem heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu]

Zehirli mikroplarını güzel vatanımıza dağıtmak isteyen bolşevizme karşı

703

kuvvetli bir cephe alan büyük bir din âlimine fakirliğimle talebe olmaklığım neden çok görülüyor? Şüphesiz bu vaziyet ispat ediyor ki, Nurlardaki zenginlik, dünyevî zenginliğin pek fevkindedir. [üstünde] Benim gibi milyonları aşan Türk gençliğinin imanlarını kurtarıp vatana nâfi [faydalı] birer uzuv olmaları için, Üstadımı ve Risale-i Nur’u daima serbest bırakınız. Biz Türk gençliğinin Risale-i Nur’a ihtiyacımız, kapalı zindanda kalmış bir kimsenin havaya ve zifirî karanlıkta [çok karanlık] bulunan bir adamın ziyaya ve çöldeki aç ve susuz kalmış bir insanın suya ve gıdaya ve denizde boğulmak üzere bulunan herhangi bir kimsenin cankurtaran gemisine olan ihtiyacından binler derece daha ziyadedir. İşte yukarıda bir kısmını tâdât [sayma] ettiğim mezkûr [adı geçen] hakikatlerden dolayı fevkalâde hüsn-ü zan [güzel düşünce] ve teveccühümüzü [ilgi] kazanan ve kopmaz bir bağla kendimizi ona bağladığımız Bediüzzaman’ı ve ona hüsn-ü niyetle [güzel niyet] talebe olan çok biçareleri böyle hapislerde çürütmek adaletin şerefiyle kàbil-i telif olamaz.

 Afyon Cezaevinde mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] Emirdağlı

 Mustafa Acet

ba

 Halil Çalışkan’ın müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,

Muhterem heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu]

Makam-ı iddia [iddia makamı] tarafından bana tebliğ edilen iddianamede, Üstadım efendime hizmetimi büyük bir suç olarak gösteriyor. Bin dokuz yüz kırk dört (1944) yılında teşrif [şeref verme] ederek dört seneden beri kazamızda misafireten ikamet buyuran ve kendileri kırk seneden beri bütün dünya lezzetini ve istirahatini terk edip sırf iman ve İslâmiyete ve hususan vatanımızda iman ve âhiret yolunda Müslümanların saadet-i ebediyelerini [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kurtarmaya çalışan ve bilhassa Müslüman ve Türk olan milletimiz arasında dinimize çok zarar veren, maddî ve mânevî zararı pek çok olan bolşevikliğin muzır [zararlı] fikirlerinin millet arasına girmesi ve buna benzer vatan ve millete zararlı olan şeylere Risale-i Nur’un imanî ve ahlâkî olan dersleriyle sed çeken ve bütün dünya âlimleri tarafından tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve takdire lâyık olan

704

Risale-i Nur’a ve Üstadıma müftehirâne [iftihar ederek] üç sene ara sıra hizmetim adalet huzurunda bir suç mu teşkil ediyor? Ve bu hususta yine suç olarak gösterilen, hizmet için terziliğimi [rezil ve alçak gösterme] de terk ettiğimi yazıyor ki, böyle hak ve hakikat ve Kur’ân-ı Kerîmin hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur’a ve Üstadıma canımı dahi feda etsem, büyük bir suç sayılıp vatan hâini olarak mı tanınırım? Sizden soruyorum.

Sayın Reis Bey,

Risale-i Nur’un bir kısım parçalarını okudum ve yazdım. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükrolsun ki, öteden beri kalbimde yaşayan ilme karşı fevkalâde bir iştiyakla [arzu, istek] bu risalelerden istifadeye başladım. Bunlarla pek yakından alâkadar olduğum halde, içinde ne halkı hükûmet aleyhine teşvik ve ne de emniyeti bozacak ve gizli bir cemiyet kurmaya dair hiçbir şey görmediğim gibi, Üstadımdan da gerek mehdiliğe ve müceddidliğe [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] ve gerekse bu hareketlere dair hiçbir şey işitmedim. Risale-i Nur’un ve Üstadımın ve biz talebelerin yegâne gaye ve hizmetimiz, İslâmiyete, hususan Türk milletine iman ve ahlâk cihetinde kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir hizmettir. Elbette Risale-i Nur’a ve hâdimlerine bu hizmetleri için ilişmemek lâzımdır. Bizim gaye ve maksadımız budur, başka hiçbir şey değildir. Ve bu vazifemiz de rıza-yı İlâhî [Allah rızası] içindir. Zaten böyle bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifeyi dünyaya ve dünya menfaatine âlet ederek yapmayız ve tenezzül etmeyiz. Böyle kalbinde iman ve âhiret meşgalesinden başka hiçbir dünyevî maksat ve gaye bulunmayan hâlis Nur şakirtlerine, [öğrenci] iddia makamının hiçbir zaman hatırıma gelmeyen gizli cemiyet kurmak ittihamlarına [suçlama] tahammül edemiyoruz.

İşte, muhterem heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu] sizin, biz Risale-i Nur talebelerinin gaye ve maksatlarını ve mahiyetlerini anladığınıza ve iddia makamının bize isnat ettiği suçlarla alâkamızın olmadığına kanaat getirdiğinize inanıyoruz. Bu vesile ile yüksek mahkemenizden ve vicdanlarınızdan kitaplarımızın serbest olarak iadesini ve kendimizin beraatini talep ederiz.

 Afyon Cezaevinde mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] Emirdağlı

 Halil Çalışkan

ba

705

 Mustafa Gül’ün müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,

Ben gizli bir cemiyete dahil değilim. Zaten Üstadım Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de öyle bir cemiyet kurmamıştır. Bizlere her zaman Kur’ân hakikatlerinden ders vermiş, siyasetle alâkadar olmamızı şiddetle men etmiştir. Yalnız büyük Üstad Said Nursî Hazretlerinin talebesiyim. Ona ve Risale-i Nur’a bütün ruh u canımla bağlıyım. Risale-i Nur ve Üstadım için bana verilecek her türlü cezaya razıyım. Üstadım eserleriyle, benim imanımı ve âhiret hayatımı kurtarmıştır. Onun gayesi, bütün Müslümanları ve vatandaşlarımızı imansızlıktan kurtarıp saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] nail etmektir. [eriştirmek, ulaştırmak] Bizlerin siyasî bir maksatla alâkamız olmadığı, bütün mahkemelerde tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etmiştir. Hakikat böyle olduğu halde, yine haksız ve yersiz olarak mahkemeye sürüklendik. Bundan anlıyoruz ki, bizim tesanüdümüzü [dayanışma] kırmak istiyorlar. Bizim tesanüdümüz [dayanışma] herhangi bir dünyevî ve siyasî gaye ve işe mâtuf [ait olan] değildir. Yalnız ve yalnız Üstadımız Hazretlerine çok, hem pekçok hürmetkârız. Risale-i Nur’u okuyanlar fevkalâde bir imana ve İslâmiyete ve ahlâk ve kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] sahip oluyorlar.

Üstadımıza çok fazla muhabbet etmemek elimizden gelmiyor. Öyle bir Üstada ve öyle Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] bütün mevcudiyetimle bağlıyım. Bu bağ, idam [hiçlik, yokluk] edilsem dahi çözülmez ve kırılmaz. Ben ve bütün kardeşlerim mâsumuz. Risale-i Nur’un serbest bırakılmasını bütün kuvvetimizle talep ediyoruz. Yüce Üstadımıza ve mâsum Nurcu kardeşlerime kendimle beraber beraat verilmesini talep ediyorum.

 Ispartalı

 Mustafa Gül

ba

706

 Küçük İbrahim’in müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,

Sayın hâkimler,

Bize isnat edilen suç hem yersizdir, hem de dünyaya aittir, siyasîdir. Halbuki, siyaset yapacak insanlar olup olmadığımızı zaten ilk bakışta siz muhterem hâkimler çoktan anlamışsınız. Esasen bu soğuk ve yabancı isnat, eğer faraza yüzde yüz tahakkuk [gerçekleşme] edeceğini yüzlerce salâhiyetli [yetki] kimseler temin etseler, benim de aklım şimdikinden yüz defa fazla olsa, Risale-i Nur’un ve onun çok muhterem müellifinin [telif eden, kitap yazan] bende bıraktığı mânevî intiba [izlenim, düşünce] ile, bütün mevcudiyetimle bu geçici ve tükenici siyasî lezzet ve maceradan kaçıp âhirete iman ve Cehennemden kurtulmak yolunda sarf ederim. Gerek Risale-i Nur’un kıymetli müellifine [telif eden, kitap yazan] hürmetimiz ve bağlılığımız ve gerekse Risale-i Nur’un okunması, yazılması ve Nur talebeleriyle muhabere ve münasebetimiz, Denizli Ağırceza Mahkemesinin ve Yüksek Yargıtayın da tasdikiyle, doğrudan doğruya uhrevîdir. Öyle ki, Risale-i Nur’dan aldığımız fikirle, bu nurlu varlıkları hiçbir suretle dünyevî ve maddî kıymetlere değişmeyiz. Bu bizde bir iman halinde ölünceye kadar yaşayacaktır.

Muhterem heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu]

Madem ki böyle dehşetli bir isnatla burada toplanmış bulunuyoruz. Öyle ise, şu ehemmiyetli hakikati beyan etmek, benim için memleket ve vicdan borcu olmuştur. Yalnız kendi muhitimde Risale-i Nur’un gösterdiği fevkalâde ıslahat ile bütün halkın gözü önünde şu on seneyi mütecaviz [aşkın] bir zamanda, başta kendim olmak üzere birçok kimseler var ki, evlerinin yollarını öğrenmişler. Süflî [alçak] gidişatları aile saadetine dönmüş. Şimdi anaları babaları, sebep olanlara dua ediyorlar. Vilâyetimiz dahil ve civarlarında bu kàbilden daha birçoklarının hallerini dinleyiniz. Bâhusus [bilhassa, özellikle] Denizli Hapishanesinde, Risale-i Nur oraya girmesiyle mahpuslar üzerinde öyle bir hüsn-ü tesir [güzel etki] yapmıştı ki, halen bu tesir dillerde gezmektedir. Kezâ bu Afyon Hapishanesine dahil olduğum zaman kiminle konuşsam, eski halleriyle şimdiki hallerini zikredip minnet ve şükranla Nur talebelerine dua ediyorlar. Bu hakikatler meydandadır. Ben insan olayım da, bana ve hemcinsime bu derece ahlâkî ve içtimaî [sosyal, toplumsal] ve uhrevî ıslah edici ve bâhusus [bilhassa, özellikle]

707

kitabımız Kur’ân’ın mühim bir tefsiri olan Risale-i Nur’a ve onun muhterem müellifine [telif eden, kitap yazan] ve vatandaşlarına Müslümanca muhabbet ve teselli mektubu yazmak, bir siyaset mevzuu olacağına hayret ediyorum. İşte bu hayretle diyorum ki, böyle suç olmaz. Olsa olsa Kur’ân ve dolayısıyla Risale-i Nur’un gizli düşmanları adliye ve zabıtaya evham verip bizleri böyle hapislere doldurmaya sebep oluyorlar. Elbette yüksek hâkimler bu hakikatleri görecekler ve ellerini vicdanlarına koyup ebedî ve İlâhî [Allah tarafından olan] çok müjdeleri bulunan adaletli kararlarını verecekler ve vatanın dört köşesinde alâka ile bekleyen Müslüman Türk milletini kendilerine minnettar bırakacaklardır.

 Afyon Cezaevinde mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] İnebolulu

 İbrahim Fakazlı