ŞUÂLAR – On İkinci Şuâ (361-389)

361

On İkinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

 Denizli Mahkemesi Müdafaatından1

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 2

Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar.

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 3 kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve mânevî kazançlarıyla koşuyorlar.

İşte, biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. [bireyler] Ve hususi vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana [Allah’a inanan] bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve daimî, berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız [suçlama sebebi] olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız, gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz.

ba

Dünyaya karışmak arzusu bizde bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti. Divan-ı Harb-i Örfîde ve Mustafa Kemal’in hiddetine karşı, divan-ı riyasette, [başkanlık divanı, makamı] şiddetli ve dokunaklı müdafaa eden bir

362

adam, on sekiz sene zarfında kimseye sezdirmeden dünya entrikalarını çeviriyor diye onu ittiham [suçlama] eden, elbette bir garazla eder.

Bu meselede benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risale-i Nur’a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur’ân’a bağlanmış. Ve Kur’ân dahi Arş-ı Âzamla [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın, o kuvvetli ipleri çözsün?

Hem bu memlekete maddî ve mânevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtıyla [işaretler] ve İmam-ı Ali radıyallahu anhın üç kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] gaybiyesiyle ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) kat’î ihbarıyla tahakkuk [gerçekleşme] etmiş olan Risale-i Nur, bizim âdi ve şahsî kusurlarımızla mes’ul olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddî, hem mânevî telâfi edilmeyecek derecede zarar olacak.Haşiye [dipnot]

Bazı zındıkların şeytanetiyle [şeytanlık] Risale-i Nur’a karşı çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah [Allah dilerse] bozulacaklar. Onun şakirtleri [öğrenci] başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] mağlûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü [ilgi] kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler, [öğrenci] Şeyh Said ve Menemen hadiseleri gibi cüz’î [ferdî, küçük] ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükümeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] eden zındıklar ve münâfıklar bin derece pişman olacaklar.

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] madem biz ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim âhiretimize, imanî hizmetimize ilişmesinler.

 Mevkuf

Said Nursî

363

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Efendiler,

Size kat’î haber veriyorum ki, buradaki zâtların, bizimle ve Risale-i Nur’la münasebeti olmayan veya az bulunanlardan başka, istediğiniz kadar hakikî kardeşlerim ve hakikat yolunda hakikatli arkadaşlarım var. Biz Risale-i Nur’un keşfiyat-ı kat’iyesiyle iki kere iki dört eder derecesinde sarsılmaz bir kanaatla bilmişiz ki, ölüm bizim için, sırr-ı Kur’ân [Kur’ân’ın sırrı] ile, idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] terhis tezkeresine çevrilmiş. Ve bize muhalif ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gidenler için, o kat’î ölüm, ya idam-ı ebedîdir [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] (eğer âhirete kat’î imanı yoksa), veya ebedî ve karanlıklı haps-i münferittir [tek başına hapis, hücre hapsi] (eğer âhirete inansa ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gitmişse). Acaba dünyada bu mes’eleden daha büyük, daha ehemmiyetli bir mesele-i insaniye [insanlık meselesi] var mı ki, bu ona âlet olsun? Sizden soruyorum.

Madem yoktur ve olamaz. Neden bizimle uğraşıyorsunuz? Biz en ağır cezanıza karşı kendimiz, âlem-i nura [nur âlemi] gitmek için bir terhis tezkeresini alıyoruz diye kemâl-i metanetle [mükemmel bir dayanıklılık, sebat] [kalıcı olma, sabit kalma] bekliyoruz. Fakat bizi reddedip dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına mahkûm edenleri, sizi bu mecliste gördüğümüz gibi, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ve haps-i münferitle [tek başına hapis, hücre hapsi] mahkûm ve pek yakın bir zamanda o dehşetli cezayı çekeceklerini müşahede derecesinde biliyoruz, belki görüyoruz, onlara insaniyet damarıyla cidden acıyoruz. Bu kat’î ve ehemmiyetli hakikatı ispat etmeye ve en mütemerridleri [inatçı] dahi ilzam [susturma] etmeye hazırım. Değil vukufsuz, garazkâr, [kötü niyet sahibi, art niyetli] mâneviyatta behresiz [nasipsiz, hissesiz] ehl-i vukufa [bilirkişi] karşı, belki en büyük âlim ve feylesoflarınıza karşı gündüz gibi ispat etmezsem, her cezaya razıyım!

İşte, yalnız bir nümune olarak, iki Cuma gününde mahpuslar için telif [kaleme alma] edilen ve Risale-i Nur’un umdelerini ve hülâsa [esas, öz] ve esaslarını beyan ederek Risale-i Nur’un bir müdafaanamesi hükmüne geçen Meyve Risalesini [On Birinci Şuâ] ibraz ediyorum ve Ankara makamatına vermek için, yeni harflerle yazdırmaya müşkülâtlar içinde

364

gizli çalışıyoruz. İşte onu okuyunuz, tam dikkat ediniz. Eğer kalbiniz—nefsinize karışmam—beni tasdik etmezse, bana şimdiki tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde her hakaret ve işkenceyi de yapsanız, sükût edeceğim.

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] ya Risale-i Nur’u tam serbest bırakınız, veyahut bu kuvvetli ve zedelenmez hakikati elinizden gelirse kırınız! Ben şimdiye kadar sizi ve dünyanızı düşünmüyordum ve düşünmeyecektim. Fakat mecbur ettiniz. Belki de sizi ikaz etmek lâzımdı ki, kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] bizi bu yola sevk etti. Biz de مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ أَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 1 düstur-u kudsîyi [kutsal prensip] kendimize rehber edip, herbir sıkıntılarınızı sabırla karşılayacağız diye azmettik.

 Mevkuf

 Said Nursî

ba

365

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Zaman-ı Saadetten [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] şimdiye kadar câri bir âdet-i İslâmiyeye [İslâmın âdeti, geleneği] ittibaen [tabi olma, uyma] Risale-i Nur’un hususî menbaları olan yüzer âyât-ı meşhureyi [meşhur âyetler] büyük bir En’âm [deve, sığır, koyun gibi evcil hayvanlar; nimetler] gibi Hizb-i Kur’ânî [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] yaptığımızı, “Dinde tahrifat yapıyor” diye muaheze etmişler.

Hem bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabıtnamede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risalesi [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] bu sene yazılmış ve neşredilmiş gibi, bizi ittiham [suçlama] etmek istiyor. Hem Ankara’da hükümetin riyasetinde bulunan birisine (Mustafa Kemal’e) söylediğim itirazlara ve ağır sözlere mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeyip sükût etmesi ve o öldükten sonra, onun yanlışını gösteren bir hakikat-i hadîsiyeyi [hadis-i şerifle vurgulanan hakikat] beyandaki fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve lüzumlu ve mahrem tenkitlerim, medar-ı mes’uliyet yapılmış. Ölmüş ve hükümetten alâkası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede; ve hükümetin ve milletin bir hatırası ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir tecellî-i hâkimiyeti olan adalet kanunları nerede?

Hem biz hükümet-i cumhuriye [Cumhuriyet hükümeti] ve esaslarından en ziyade kendimize medar-ı istinat ve onunla kendimizi müdafaa ettiğimiz hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] esası, bizim aleyhimizde medar-ı mes’uliyet tutulmuş. Güya biz hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] esasına muarız [itiraz eden, karşı gelen] gidiyoruz!

Hem medeniyetin seyyiatını [günahlar] ve kusurlarını tenkit ettiğimden, hatır ve hayâlime gelmeyen bir şeyi zabıtnamelerde isnat ediyor: Güya ben radyo,Haşiye tayyare ve şimendiferin [tren] kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde bulunduğumla mes’ul ediyor!

366

İşte bu nümunelere kıyasen, ne kadar hilâf-ı adâlet bir muamele olduğunu, inşâallah, insaflı, adaletli olan Denizli Müdde-i Umumîsi [savcı] ve Mahkemesi göstererek, o zabıtnamelerin evhamlarına ehemmiyet vermeyecekler.

Hem en acîbi budur ki: Başka mahkemenin müdde-i umumîsi [savcı] benden sordu: “Mahrem Beşinci Şuâda demişsin: ‘Ordu dizginini o dehşetli şahsın elinden kurtaracak.’ Muradın, orduyu hükümete karşı itaatsizliğe sevk etmektir.” Ben de dedim: “Maksadım, o kumandan ya ölecek veya tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilecek, ordu tahakkümünden [baskı] kurtulacak demektir. Acaba, hem gayet mahrem, sekiz senede yalnız iki defa elime geçen ve aynı zamanda kaybedilen, hem âhirzamana ait bir hadîsin mânâsını küllî bir surette beyan eden, hem aslı eskiden telif [kaleme alma] edilen bir risale, hem birtek nefer [asker] görmediği halde nasıl sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] olur?” Maatteessüf, [ne yazık ki] o insafsızların o acip ittihamı iddianameye girmiş.

Hem en garibi şudur ki: Bir yerde demişim: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] büyük nimetleri olan tayyare, şimendifer [tren] ve radyoyu, büyük şükürle mukabele [karşılama; karşılık verme] lâzımken, beşer etmedi, tayyarelerle başlarına bomba yağdı. Ve radyo öyle büyük bir nimet-i İlâhiyedir [Allah’ın kullarına verdiği nimet] ki, ona mukàbil şükür ise, o radyo milyonlar dilli bir küllî hâfız-ı Kur’ân olup, bütün zemin yüzündeki insanlara Kur’ân’ı dinlettirsin. Ve Yirminci Sözde Kur’ân’ın medeniyet harikalarından gaybî haber verdiğini beyan ederken, bir âyetin işareti olarak, kâfirler şimendiferle [tren] âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mağlûp ederler demişim. İslâmı bu harikalara teşvik ettiğim halde, bir sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] olarak, “Şimendifer [tren] ve tayyare ve radyo gibi terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde” diye, iddianamenin âhirinde, beni evvelki müdde-i umumînin [savcı] garazlarına binaen ittiham [suçlama] eder.

Hem hiçbir münasebeti olmadığı halde, bir adam Risale-i Nur’un ikinci bir ismi olan Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] tâbirinden, “Kur’ân’ın nurundan bir risalettir, bir hazırladığı iddia ve delilleri içine alan yazısı

367

ilhamdır” [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] demiş. İddianamede başka yerin verdikleri yanlış mânâ ile, güya “Risale-i Nur bir resuldür” [Allah’ın elçisi] diye benim için bir sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] tutulmuş.

Hem müdafaatımda yirmi yerde kat’î bir surette hüccetlerle [delil] ispat etmişiz ki, bütün dünyaya karşı da olsa din ve Kur’ân ve Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve edilmez ve biz onların bir hakikatini dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz. Bu dâvânın emareleri yirmi senede binlerdir. Madem öyledir; ben ve biz bütün kuvvetimizle deriz: حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1

 Said Nursî

ba

368

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 İddianameye karşı itiraznamenin [itiraz dilekçesi, yazısı] tetimmesidir [ek]

Bu itirazda muhatabım Denizli Mahkemesi ve müddeiumumîsi [savcı] değil, belki başta Isparta ve İnebolu müddeiumumîleri [savcı] olarak, yanlış ve nâkıs [eksik] zabıtnameleriyle buradaki acip iddianâmeyi aleyhimize verdiren garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] ve vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] memurlardır.

Evvelen: Aslı ve faslı olmayan ve hatırıma gelmeyen bir siyasî cemiyet namını mâsum ve siyasetle hiç alâkaları olmayan Risale-i Nur talebelerine takıp ve o daire içine giren ve iman ve âhiretinden başka hiç bir maksatları bulunmayan bîçareleri, o cemiyetin nâşiri, [neşreden, yayan, yayınlayan] ya faal bir rüknü [esas, şart] veya mensubu veya Risale-i Nur’u okumuş ve okutmuş veya yazmış diye suçlu sayıp mahkemeye vermek ne kadar adaletin mahiyetinden uzak olduğuna kat’î bir hücceti [delil] şudur ki:

Kur’ân aleyhinde yazılan, Doktor Duzi’nin ve sair zındıkların o muzır [zararlı] eserlerini okuyanlara, hürriyet-i fikir [düşünce özgürlüğü] ve hürriyet-i ilmiye düsturuyla [kâide, kural] bir suç sayılmadığı halde, hakikat-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikati] ve imaniyeyi öğrenmeye gayet muhtaç ve müştak [arzulu, aşırı istekli] olanlara güneş gibi bildiren Risale-i Nur okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve hem, yüzer risale içinde yanlış mânâ verilmemek için mahrem tuttuğumuz ve neşrine izin vermediğimiz iki üç risalede yalnız birkaç cümlelerini bahane gösterip ittiham [suçlama] etmiş. Halbuki, o risaleleri—biri müstesna—Eskişehir Mahkemesi tetkik etmiş, icabına bakmış; ve müstesna ise, hem istidamda ve hem itiraznamemde [itiraz dilekçesi, yazısı] gayet kat’î cevap verildiği ve “Elimizde nur var, siyaset topuzu yok” diye Eskişehir Mahkemesinde yirmi vech [cihet, yön, taraf] ile kat’î ispat edildiği halde, o insafsız müddeîler, [iddia sahibi] üç mahrem ve neşrolunmayan risalelerin üç dört

369

cümlelerini bütün Risale-i Nur’a teşmil eder gibi, Risale-i Nur’u okuyan ve yazanı suçlu ve beni de hükûmetle mübareze [karşı koyma] eder diye ittiham [suçlama] etmişler.

Ben ve bana yakın ve benimle görüşen dostlarımı işhad [şahid gösterme] ve kasemle [yemin] temin ederim ki, bu on seneden ziyadedir ki, iki reisten ve bir mebustan ve Kastamonu Valisinden başka, hükûmetin erkânını, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] vükelâsını, kumandanları, memurları, mebusları kimler olduğunu kat’iyen [kesinlikle] bilmiyorum ve bilmeyi de merak etmemişim. Acaba hiç imkânı var mı ki, bir adam mübareze [karşı koyma] ettiği adamları tanımasın ve bilmeyi merak etmesin? Dost mu, düşman mı, karşısındakini tanımasına ehemmiyet vermesin? Bu hallerden anlaşılıyor ki, bil’iltizam [sıkıca sarılarak] herhalde beni mahkûm etmek için gayet asılsız bahaneleri icad ederler.

Madem keyfiyet böyledir. Ben de buranın mahkemesine değil, belki o insafsızlara derim:

Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem ve hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Böyle mazlum ve mâsum bir iki sene hayatı şehadet mertebesiyle değiştirmek, benim için büyük saadettir. Risale-i Nur’un binler hüccetleriyle [delil] kat’î imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer idam [hiçlik, yokluk] da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat, siz, ey zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle sebepsiz meşgul eden insafsızlar! Kat’î biliniz ve titreyiniz ki, siz idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ve ebedî haps-i münferitle [tek başına hapis, hücre hapsi] mahkûm oluyorsunuz. İntikamımız sizden pek çok muzaaf [kat kat] bir surette alınıyor görüyoruz. Hattâ size acıyoruz.

Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikati, elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her meselesinin fevkinde [üstünde] en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zaruri ve kat’îsidir. Acaba, bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] ve o çareyi binler hüccetler [delil] ile bulduran Risale-i Nur’u âdi bahanelerle ittiham [suçlama] edenler ne kadar kendilerini hakikat ve adalet nazarında müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] oluyor, divaneler de anlar.

Bu insafsızları aldatan ve hiç münasebeti olmayan bir siyasî cemiyet vehmini veren üç maddedir.

370

Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim benimle kardeş gibi şiddetli alâkadar olmaları, bir cemiyet vehmini vermiş.

İkincisi: Risale-i Nurun bazı şâkirtleri [Allah’a şükreden] her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen ve cemaat-ı İslâmiye heyetleri gibi hareket etmelerinden, bir cemiyet zannedilmiş. Halbuki o mahdut [sınırlanmış] üç dört şakirtin [öğrenci] niyetleri cemiyet memiyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] hâlis bir kardeşlik ve uhrevî tesanüddür. [dayanışma]

Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve dünyaperestlikte bildiklerinden ve hükûmetin bazı kanunlarını kendilerine müsait bulduklarından, fikren diyorlar ki: “Herhalde Said ve arkadaşları bizlere ve hükûmetin, bizim medenîce nâmeşru hevesatımıza müsait kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise muhalif bir cemiyet-i siyasidirler.” Ben de derim:

Hey bedbahtlar! Dünya ebedî olsaydı ve insan içinde daimî kalsaydı ve insanî vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı, belki bu iftiranızda bir mânâ bulunabilirdi. Hem eğer ben siyasetle işe girseydim, yüz risalede on cümle değil, belki bin cümleyi siyasetvâri [politika yaparak; siyasî bir ifâde ve tavırla] ve mübarezekârâne [karşı koyarak] bulacaktınız. Hem farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksatlarına ve keyiflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz diye—ki; şeytan da bunu inandırmaya çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez—haydi böyle de olsa, madem bu yirmi senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor; ve hükûmet ele bakar, kalbe bakamaz; ve herbir hükûmette şiddetli muhalifler bulunur. Elbette yine adliye kanunu ile bizleri mes’ul etmezsiniz. Son sözüm:

حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 1

 Said Nursî

ba

371

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir vakıa-i müdafaayı aynen beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım [hayat hikayesi] ispat eder. Hülâsa[esas, öz] şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli [boş] bir türbe kubbesinde [yarım küre şeklinde olan çatı] inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne [ilk devir İslâm büyükleri] muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

İşte, ey müddeiumumî [iddia makamı, savcı] ve mahkeme âzâları.

Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni ittiham [suçlama] ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] düsturuyla, [kâide, kural] dinsizlere ve sefahetçilere [ahmaklık, beyinsizlik] ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki [anlama, kabul etme] ederim. On senedir (şimdi yirmi sene oluyor) ki hayat-ı siyasiye [siyaset hayatı] ve içtimaiyeden [bir araya gelme, toplanma] çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye [Cumhuriyet hükümeti] ne hal kesb [elde etme, kazanma] ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, [Allah korusun] eğer dinsizlik

372

hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva [pervasız, çekinmeden] ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 olarak, siz beni idam [hiçlik, yokluk] ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukàbil derim:

Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, idam [hiçlik, yokluk] olmuyorum. Belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ve daimî haps-i münferitle [tek başına hapis, hücre hapsi] mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat[tam anlamıyla rahatlık] kalble teslim-i ruh [ruhunu teslim etme, ölme] etmeye hazırım.

 Said Nursî

ba

373

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Efendiler,

Çok emarelerle kat’î kanaatim gelmiş ki, hükümet hesabına, hissiyat-ı diniyeyi âlet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek için bize hücum edilmiyor. Belki bu yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim, imanımız için ve imana ve emniyete hizmetimiz için bize hücum edildiğine çok hüccetlerden [delil] bir hücceti [delil] şudur ki:

Yirmi sene zarfında, Risale-i Nur’un yirmi bin nüshaları ve parçalarını yirmi bin adamlar okuyup kabul ettikleri halde, Risale-i Nur’un şakirtleri [öğrenci] tarafından emniyetin ihlâline dair hiçbir vukuat olmamış ve hükümet kaydetmemiş ve eski ve yeni iki mahkeme bulmamış. Halbuki, böyle kesretli [çokluk] ve kuvvetli propaganda, yirmi günde vukuatlarla kendini gösterecekti. Demek hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] prensibine zıt olarak, bütün dindar nasihatçilere şâmil, [içine alan] lâstikli bir kanunun yüz altmış üç (163)’üncü maddesi sahte bir maskedir. Zındıklar, bazı erkân-ı hükümeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ederek, adliyeyi şaşırtıp, bizi herhalde ezmek istiyorlar.

Madem hakikat budur; biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikate başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet—ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, [vicdan hürriyeti] ne hürriyet-i diniye—olmamasından, ehl-i namus [namus sahibi] ve diyanet ve taraftar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz. Biz de اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 2 diyerek Rabbimize dayanıyoruz.

 Mevkuf

 Said Nursî

374

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Mahkeme Reisi Ali Rıza Beyefendi,

Hukukumu müdafaa etmek için ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam [ümit] var.

Ben yeni harfleri bilmiyorum ve eski yazım da pek nâkıstır, [eksik] hem beni başkalarla görüştürmüyorlar. Adeta tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içindeyim. Hattâ iddianame on beş dakikadan sonra benden alındı. Hem avukat tutmak iktidarım yok. Hattâ size takdim ettiğim müdafaatımın, çok zahmetle, bir kısmını gizli olarak ancak yeni harfle bir suretini alabildim. Hem Risale-i Nur’un bir nevi müdafaanamesi ve mesleğinin hülâsa[esas, öz] olan Meyve Risalesinin [On Birinci Şuâ] bir suretini müdeiumuma vermek için ve bir iki suretini Ankara makamatına göndermek için yazdırmıştım. Birden onları elimden aldılar, daha vermediler. Halbuki Eskişehir adliyesi, bize bir makineyi hapse gönderdi. Biz müdafaatımızı onda, yeni harfle, bir iki nüsha yazdık; hem o mahkeme dahi yazdı. İşte ehemmiyetli talebim: Ya bize bir makineyi siz veriniz veya bize müsaade ediniz, biz celb [çekme] edeceğiz, tâ ki hem müdafaatımı, hem Risale-i Nur’un müdafaanamesi hükmündeki risaleyi yeni harfle iki üç suretini alıp, hem Adliye Vekâletine, [Adalet Bakanlığı] hem Heyet-i Vekileye, [Bakanlar Kurulu] hem Meclis-i Mebusana, hem Şûrâ-yı Devlete göndereceğiz. Çünkü, iddianamede bütün esas, Risale-i Nur’dur. Ve Risale-i Nur’a ait dâvâ ve itiraz, cüz’î [ferdî, küçük] bir hadise ve şahsî bir mes’ele değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükümeti ciddî alâkadar edecek ve dolayısıyla âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celb [çekme] edecek bir küllî hadise hükmünde ve umumî bir meseledir.

Evet Risale-i Nur’a perde altında hücum eden, ecnebî parmağıyla bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] teveccühünü [ilgi] ve muhabbetini ve uhuvvetini [kardeşlik] kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] yerleştirenlerdir ki, hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp der: “Risale-i Nur ve şakirtleri [öğrenci] dini siyasete âlet eder; emniyete zarar ihtimali var.”

375

Hey bedbahtlar! Risale-i Nur’un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] kırdığı için, küfr-ü mutlakın [her açıdan inkârcılığa düşmek] altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti, âsâyişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden [delil] biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesidir. [On Birinci Şuâ] Bunu âlî [yüce] bir heyet-i ilmiye ve içtimaiye tetkik etsinler. Eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli idama razıyım.

 Mevkuf

 Said Nursî

ba

376

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Reis Beyefendi,

Kararnamede üç madde esas tutulmuş:

Birisi, cemiyettir. Ben buradaki bütün Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını ayniyle işhad [şahid gösterme] ediyorum. Onlardan sorunuz ki, ben hiç birisine dememişim: “Bir cemiyet-i siyasiye veya cemiyet-i Nakşiye teşkil edeceğiz.” Daima dediğim budur: “Biz, imanımızı kurtarmaya çalışacağız.” Umum ehl-i iman [Allah’a inanan] dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı [bireyler] bulunan bir mukaddes cemaat-i İslâmiyeden [İslâm toplumu] başka mâbeynimizde [ara] medar-ı bahs [bahis sebebi, söz konusu] olmadığını ve Kur’ân’da “Hizbullah[Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] nâmı verilen ve umum ehl-i imanın [Allah’a inanan] uhuvveti [kardeşlik] cihetiyle kendimizi, Kur’ân’a hizmetimiz için Hizbü’l-Kur’ân, [Kur’ân taraftarları] Hizbullah [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] dairesinde bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mânâ murad ise, bütün ruhumuzla, kemâl-i iftiharla itiraf ederiz. Eğer başka mânâlar murad ise, onlardan haberimiz yoktur!

İkinci madde: Kararnamenin itirafıyla, Kastamonu zabıtasının rapor ve tasdikiyle, hiç neşrolunmayacak tarzda odun ve kömür yığınları altında ve mıh[çivi] sandıklarda bulunan ve Eskişehir Mahkemesinin tetkikinden ve tenkidinden geçen ve bir hafif cezayı çektiren ve kat’iyen [kesinlikle] mahrem tutulan Tesettür Risalesi [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] ve Hücumat-ı Sitte [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] ve Zeyli [ek] risalesi gibi kitaplardan bazı cümlelerine yanlış mânâ vererek, dokuz sene evvelki zamana bizi götürüp, cezasını çektiğimiz suçla mes’ul etmek istiyor.

Üçüncü madde: Kararnamede kaç yerinde “Devletin emniyetini ihlâl edebilir veya yapabilir” gibi tâbirlerle imkânat, vukuat yerinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmiş. Herkes, mümkündür ki, bir katl yapsın. Bu imkân ile mes’ul olabilir mi?

 Mevkuf

 Said Nursî

ba

377

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Reis Beyefendi,

Ankara makamatına ve Reis-i cumhura istida [dilekçe] suretinde gönderdiğim müdafaanamemi ve Başvekâletin de bunu ehemmiyetle kabul ettiklerini gösteren cevabî mektubunu rabten [bağlama] sunuyorum, takdim ederim. Makam-ı iddianın [iddia makamı] aleyhimizde beyan ettiği asılsız, ittihamkârâne [suçlama] evhamın kat’î cevapları bu müdafaatımda vardır. Sair yerlerin garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] ve sathî [sığ, yüzeysel] zabıtnamelerine bina edilen buranın ehl-i vukuf [bilirkişi] raporunda hilâf-ı vâki [gerçeğe ters] ve mantıksız çok sözler vardır ki, onlara karşı da bu itiraznamem [itiraz dilekçesi, yazısı] takdim edilmişti.

Ezcümle: Size evvelce arz ettiğim gibi, Eskişehir Mahkemesine, yüz altmış üç (163)’üncü madde ile beni mahkûm etmek istedikleri zaman demiştim: “Hükûmet-i Cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] iki yüz mebusu içinde aynı rakam yüz altmış üç (163) mebusun imzalarıyla Van’daki dârülfünunuma [üniversite] (medreseme) yüz elli (150) bin banknot tahsisat kabul etmeleri ve onunla hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] bana karşı teveccühü, [ilgi] bu yüz altmış üç (163)’üncü maddeyi hakkımda hükümden iskat [düşürme] ediyor” dediğim halde, o ehl-i vukuf, [bilirkişi] “yüz altmış üç (163) mebus Said aleyhinde takibat yapmışlar” diye tahrif etmiş! İşte makam-ı iddia [iddia makamı] da, bu ehl-i vukufun [bilirkişi] böyle bütün bütün asılsız ittihamlarına [suçlama] binaen bizi mes’ul tutuyor. Halbuki, meclisinizin kararıyla, en yüksek heyet-i ilmiye ve fenniyenin tetkikine ve tahkikine [araştırma, inceleme] havale edilen Risale-i Nur’un bütün eczaları tetkikten sonra, bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] hakkımızda verdiği kararda, “Said’in ve Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] yazılarında dini, mukaddesatı âlet edip devletin emniyetini ihlâle teşvik veya bir cemiyet kurmak ve hükûmete karşı bir su-i maksadı bulunmak kasdında olduğunu gösterir bir sarahat [açıklık] ve emare olmadığını ve Said’in şakirtleri, [öğrenci] muhaberelerinde

378

hükûmete karşı kötü bir kasıt beslemek, bir cemiyet kurmak veya tarikat gütmek fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmaktadır” diye müttefikan [birleşerek] karar vermişler.

Hem ehl-i vukuf, [bilirkişi] “Said Nursî’nin yüzde doksan risalesi, hem samimî, hem hasbî, hem ilim ve hakikat ve din esaslarından hiçbir cihetle ayrılmamışlar; bunlarda, dini âlet etmek veya cemiyet teşkil etmeye, emniyeti ihlâl hareketinin bulunmadığı sarihtir. [açık] Şakirtlerin [öğrenci] birbiriyle ve Said Nursî ile muhabere mektupları da bu nevidendirler. Beş on mahrem ve şekvâ[şikayet] ve gayr-ı ilmî [ilim dışı] olan risalelerden başka bütün risaleleri herbiri bir âyetin tefsiri ve bir hadîs-i şerifin hakikati namına yazılmışlardır. Din, iman, Allah, peygamber, âhiret akîdelerini [inanç] ve ibarelerini açıkça anlatmak için temsillerle yazılmış ve ilmî görüşleri ve ihtiyarlara ve gençlere ahlâkî öğütler ve hayat tecrübesinden alınmış ibretli vak’aları ve faideli menkıbeleri ihtiva eden, mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir. Hükûmete ve idareye ve âsâyişe ilişecek hiçbir ciheti yoktur” diye müttefikan [birleşerek] karar vermişlerdir.

İşte, makam-ı iddia, [iddia makamı] bu yüksek ehl-i vukufun [bilirkişi] raporuna bakmayarak, eski ve müşevveş [dağınık, karışık] ve nâkıs [eksik] rapora binaen acip tarzlarda bizi ittiham [suçlama] etmesinden, hakikaten fevkalhad müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] bulunmaktayız. Bu insaflı mahkemenin müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] insaflarına elbette yakıştırmayız. Hattâ—temsilde hata olmasın—bir Bektaşîye “Niçin namaz kılmıyorsun?” demişler. O da “Kur’ân’da لاَ تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ 1 var” demiş. Ona demişler: “Bunun arkasını, yani وَاَنْتُمْ سُكَارٰى 2 ‘yı da oku” denildiğinde, “Ben hafız değilim” demiş olması kàbilinden, Risale-i Nur’un bir cümlesini tutup o cümleyi tâdil ve neticeyi beyan eden âhirini almayarak aleyhimizde verilmektedir. Takdim edeceğim müdafaanamemde, o iddianameye karşı

379

mukayese edildiğinde bunun otuz kırk misali görülecektir. Bu nümunelerden lâtif [berrak, şirin, hoş] bir vakıayı beyan ediyorum:

Eskişehir Mahkemesinde makam-ı iddianın [iddia makamı] nasılsa bir sehiv [hata, yanılgı] neticesi, Risale-i Nur’un iman derslerine “Halkları ifsad [bozma] ediyor” gibi bir tâbir ve sonradan o tâbirden vazgeçtiği halde, Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Abdürrezzak nâmında bir zât mahkemeden bir sene sonra demiş:

“Hey bedbaht! Otuz üç âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] işârâtının [işaretler] takdirine mazhar [erişme, nail olma] ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) üç kerametinin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ihbar-ı gaybîsiyle [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) kuvvetli bir tarzda ihbarıyla kıymet-i diniyesi tahakkuk [gerçekleşme] eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiç kimseye hiçbir zarar vermemesiyle beraber binler vatan evlâdını tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] eden ve imanlarını kuvvetlendiren ve ahlâklarını düzelten Risale-i Nur’un irşadlarına [doğru yol gösterme] ‘ifsad’ diyorsun. Allah’tan korkmuyorsun, dilin kurusun!” demiş.

Şimdi, bu şakirdin [talebe, öğrenci] haklı olarak bu sözünü makam-ı iddia [iddia makamı] gördüğü halde, “Said, etrafına fesat saçmış” tabirini insafınıza ve vicdanınıza havale ediyorum.

Makam-ı iddia, [iddia makamı] Risale-i Nur’un içtimaî [sosyal, toplumsal] derslerine ilişmek fikriyle, “Dinin tahtı ve makamı, vicdandır; hükme, kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimaî [sosyal, toplumsal] keşmekeşler olmuştur” dedi. Ben de derim ki:

Din yalnız iman değil; belki amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin [gizli çalışan, casus] görmesi tevehhümü [kuruntu] kâfi [yeterli] gelir mi? O halde, her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye [gizli çalışan, casus] bulunmak lâzım gelir ki, serkeş [başkaldıran] nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur, amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] noktasında, iman cânibinden, [taraf, yön] herkesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlâhîyi [Allah’ın gazabı] hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.

Hem, makam-ı iddia [iddia makamı] bir risalenin güzel ve fevkalâde kerametkârâne [keramet göstererek] bir

380

tevâfukunun imza edilmesiyle “bir cemiyet efradı” [bireyler] diye mânasız bir emare beyan etmiş. Acaba esnafların [sınıflar] ve hancıların defterlerinde bulunan bu nevi imzalara cemiyet ünvanı verilir mi? Eskişehir’de aynı böyle bir vehim oldu. Cevap verdiğim ve Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] Risalesini gösterdiğim zaman taaccüple karşıladılar. Eğer mâbeynimizde [ara] dünyevî bir cemiyet olsaydı, bu derece benim yüzümden zarar görenler, elbette kemâl-i nefretle benden kaçacak idiler. Demek, nasıl ben ve biz, İmam-ı Gazâlî ile irtibatımız var, kopmuyor; çünkü uhrevîdir, dünyaya bakmıyor. Aynen öyle de, bu mâsum ve sâfî ve hâlis dindarlar, benim gibi bir bîçareye iman derslerinin hatırı için bir kuvvetli alâka göstermişler. Ondan bu asılsız, mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir cemiyet-i siyasiye vehmini vermiş. Son sözüm:

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

 Mevkuf, haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi]

 Said Nursî

ba

381

Bu gelen kısım çok ehemmiyetlidir

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Son sözün mühim bir parçası

Efendiler, Reis Bey, dikkat ediniz! Risale-i Nur’u ve şakirtlerini [öğrenci] mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] hesabına, hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] ve hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] mahkûm etmek hükmüne geçmekle, bin üç yüz seneden beri her senede üç yüz milyon onda yürümüş ve üç yüz milyar Müslümanların hakikate ve saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] giden cadde-i kübrâlarını [büyük ve geniş cadde] kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celb [çekme] etmektir. Çünkü o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır. Acaba mahkeme-i kübrada, bu üç yüz milyar dâvâcıların karşısında sizden sorulsa ki, “Doktor Duzi’nin, baştan nihayete kadar serâpâ [tepeden tırnağa, baştan aşağıya] İslâmiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslam namındaki eseri ki, zındıkların kütüphanelerinizdeki [kitaplar] eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirtleri, [öğrenci] kanununuzca cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad [bozma] komitecilik veya menfî Turancılık gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur’ân cadde-i kübrâsında [büyük ve geniş cadde] giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmak için Kur’ân’ın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cemiyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine [kardeşlik] cemiyet nâmı verip ilişmişsiniz? Onları pek acip bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz?” dedikleri zaman ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.

382

Ve sizi iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız [itiraz eden, karşı gelen] olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” nâmı vermekle, irtidad[dinden dönme, dinden çıkma] mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hâkimiyeti] ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.

Ey efendiler,

Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi; ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimizle gelen semâvî ve arzî belâlardan siz mes’ulsünüz!

 Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme]

ve haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi] mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu]

 Said Nursî

ba

383

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Son sözün bir kısmı

Efendiler,

Şimdiki hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] bilemediğimden, makam-ı iddianın [iddia makamı] gidişatına göre, sizce musammem mahkûmiyetimize bir bahane olmak için, pek musırrâne [ısrarlı bir şekilde] ileri sürdüğünüz cemiyetçilik ittihamına [suçlama] karşı pek çok kat’î cevaplarımızı Ankara ehl-i vukufunun [bilirkişi] dahi müttefikan [birleşerek] tasdikleriyle beraber, bu derece bu noktada ısrarınıza çok hayret ve taaccüpte bulunurken kalbime bu mânâ geldi:

Madem, hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] bir temel taşı; ve fıtrat-ı beşeriyenin [insanın yaratılışı, tabiatı] bir hâcet-i zaruriyesi; ve aile hayatından tâ kabile ve millet ve İslâmiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli râbıta; ve her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele [karşılama; karşılık verme] edemediği medâr-ı zarar ve hayret ve insanî ve İslâmî vazifelerin ifasına mâni maddî ve mânevî esbabın tehacümatına [her taraftan hücum etme] karşı bir nokta-i istinat [dayanak noktası] ve medar-ı tesellî olan dostluk ve kardeşâne cemaat ve toplanmak ve samimâne uhrevî cemiyet ve uhuvvet, [kardeşlik] hem siyasî cephesi olmadığı halde ve bilhassa hem dünya, hem din, hem âhiret saadetlerine kat’î vesile olarak iman ve Kur’ân dersinde hâlis bir dostluk ve hakikat yolunda bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüt [dayanışma] taşıyan Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] pek çok takdir ve tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] şâyân ders-i imanda [iman dersi] toplanmalarına, “cemiyet-i siyasiye” nâmını verenler, elbette ve herhalde, ya gayet fena bir surette aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyâne düşmanlık eder, hem İslâmiyete Nemrudâne adavet [düşmanlık] eder, hem hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] anarşiliğin en bozuk ve mütereddî tavrıyla husumet eder ve bu vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hâkimiyeti]

384

ve dinî mukaddesata karşı mürtedâne, [dinden çıkan] mütemerridâne, [inatçı] anûdâne mücadele eder. Veya ecnebî hesabına bu milletin can damarını kesmeye ve bozmaya çalışan el-hannâs bir zındıktır ki, hükümeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve adliyeyi şaşırtır, tâ o şeytanlara, Firavunlara, anarşistlere karşı şimdiye kadar istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiğimiz mânevî silâhlarımızı, kardeşlerimize ve vatanımıza çevirsin veya kırdırsın.

 Mevkuf

 Said Nursî

ba

Efendiler,

Otuz kırk seneden beri ecnebî hesabına ve küfür ve ilhad [dinsizlik, inkâr] namına bu milleti ifsad [bozma] ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’ân hakikatine ve iman hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad [bozma] komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizinle bir kaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.

(Fakat ikinci gün beraat kararı o dehşetli konuşmayı geriye bıraktı.)

 Tecrid-i mutlakta ve haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi] mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu]

 Said Nursî

ba

385

 Mühim bir suale hakikatli bir cevaptır

Büyük memurlardan bir kaç zât benden sordular ki: “Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı Şarkiyeye, [doğu illeri] Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i [nasihat veren] umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hattâ ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] necat [kurtuluş] bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim.

Beraetimizden sonra Denizli’de beni tarassutla [baskı ve gözetim altında tutma] tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] edenlere ve büyük âmirlerine ve polis müdürüyle müfettişlere dedim: Risale-i Nur’un kàbil-i inkâr olmayan bir kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektuplarımda ve binler şakirtlerde [öğrenci] hiçbir cereyan, hiçbir cemiyet ile ve dahilî ve haricî hiçbir komite ile hiçbir vesika, [belge] hiçbir alâka, dokuz ay tetkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu hârika vaziyeti versin? Bir tek adamın, birkaç senedeki mahrem esrarı meydana çıksa, elbette onu mes’ul ve mahcup edecek yirmi madde bulunacak. Madem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki, “Pek harika ve mağlûp olmaz bir deha bu işi çeviriyor.” Veya diyeceksiniz: “Gayet inayetkârâne [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] bir hıfz-ı İlâhîdir.” [Allah’ın koruması] Elbette böyle bir dehâ ile mübareze [karşı koyma] etmek hatadır. Millete ve vatana büyük bir zarardır; ve böyle bir hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] ve inâyet-i Rabbâniyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] karşı gelmek, Firavunâne bir temerrüddür. [inat etme]

Eğer deseniz: “Seni serbest bıraksak ve tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve nezaret etmesek derslerinle ve gizli esrarınla hayat-ı içtimaiyemizi [sosyal hayat] bulandırabilirsin.”

386

Ben de derim: Benim derslerim, bilâistisna bütünü hükûmetin ve adliyenin eline geçmiş; bir gün cezayı mûcip bir madde bulunmamış. Kırk elli bin nüsha risale, o derslerden milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği halde, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olmadığı, hem eski mahkemenin, hem yeni mahkemenin mucib-i mes’uliyet bir madde bulamamaları cihetiyle, yenisi ittifakla beraetimize ve eskisi, dünyaca bir büyüğün hatırı için yüz otuz risaleden beş on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye [vicdanî kanaat, vicdana ait fikir] ile yüz yirmi mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] kardeşlerimden yalnız on beş adama altışar ay ceza verebilmesi kat’î bir hüccettir [delil] ki, bana ve Risale-i Nur’a ilişmeniz mânâsız bir tevehhümle [kuruntu] çirkin bir zulümdür. Hem daha yeni dersim yok ve bir sırrım gizli kalmadı ki nezaretle tâdiline çalışsanız…

Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faidesiz tarassutlar [baskı ve gözetim altında tutma] artık yeter! Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık zafiyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var. “Mazlumun âhı tâ Arşa kadar gider”1 diye bir kuvvetli hakikattir.

Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi.”

Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense, azîmet-i şer’iye ve takvâ cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmi beş seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] terkeden adama “inat ediyor, bize muhaliftir” denilmez. Haydi, inat dahi olsa, madem Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilâyetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükümetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa, madem tasdikinizle yirmi senedir dünya ile alâkasını kesen ve mânen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faidesiz kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye [siyaset hayatı] girerek

387

sizin ile uğraşmaz. Bu halde onun muhalefetinden tevehhüm [kuruntu] etmek, divaneliktir. Divanelerle ciddî konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. Ne yaparsanız minnet çekmem dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu. Son sözüm:

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

ba

388

Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:

“Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan hakikat, hak, bizi siyasetten men etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.” Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et [doğma] eden hodgâmlık [bencil] ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı [baskı ve zulüm] askeriye ve dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve eşedd-i istibdadat [baskının en şiddetlisi] meydan almış ki, ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o hâlette [durum] o da azlem olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr [adı geçen] hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukàbil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.

Hem madem her şey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve zahmet ise rahmete kalb oluyor. Elbette biz sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile, icbar [zoraki, zorlama] ile sükûtumuzu bozdurmak ise, insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.

Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin [yöneticiler, hükûmette olanlar] ve ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] ve ehl-i idarenin [idareciler, yöneticiler] ve inzibatın [âsayiş, düzen] ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükûmetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve dehşetli bir tâun-u beşerî ve maddiyunluktan gelen

389

zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle [şeytanlık] bazı resmî memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:

Değil böyle bir kaç vehhamı, [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] kaçmayız. O irtidatkâr [dinden çıkmak] küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve o zındıkaya teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] etmeyiz!

 Said Nursî