ŞUÂLAR – Yedinci Şuâ -2 (204-240)

204

İkinci Bab [bir kitabın bölümlerinden her biri]

 Berâhin-i Tevhidiyeye dairdir

Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve herşeyden Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde İlâhını vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki:

“Gel, Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] vahdet [Allah’ın birliği] burhanlarını [delil] temâşâ için yine beraber bir seyahate gideceğiz.”

Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kâinatı istilâ eden dört hakikat-i kudsiye, [kutsal hakikatler] vahdeti [Allah’ın birliği] bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde istilzam [gerektirme] edip isterler.

BİRİNCİ HAKİKAT

Ulûhiyet-i mutlakadır. [hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık]

Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] gibi meşgul olması; ve sâir zîhayatın, [canlı] belki cemâdâtın [cansız olan şeyler] dahi fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması; ve kâinatta maddî ve mânevî bütün nimetlerin ve ihsanların [bağış] herbiri, bir mâbudiyet [ibadet edilmeye lâyık olma] tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe [aşırı derece sevme] ve şükre birer vesile olmaları; ve vahiy ve ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] gibi bütün tereşşuhat[belirti] gaybiye ve tezahürat-ı mâneviyenin birtek İlâhın mâbudiyetini [ibadet edilen] ilân etmeleri, elbette ve bedahetle [ap açık bir şekilde] bir ulûhiyet-i mutlakanın [hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık] tahakkukunu [gerçekleşme] ve hükümferma [hüküm süren] olduğunu ispat ederler.

Madem böyle bir ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] hakikatı var, elbette iştirakı kabul edemez. Çünkü ulûhiyete, [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] yani mâbudiyete [ibadet edilen] karşı şükür ve ibadetle mukabele [karşılama; karşılık verme] edenler, kâinat ağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları [akıl ve şuur sahibi] memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakikî mâbudlarını [ibadet edilen] onlara unutturması, ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı]

205

mahiyetine ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki, hiçbir cihetle müsaade etmez. Kur’ân’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesi, bu cihettendir.

İKİNCİ HAKİKAT

Rububiyet-i mutlakadır. [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması]

Evet, bütün kâinatta, hususan zîhayatlarda [canlı] ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde, her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde, hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] rahîmâne, [şefkatle, merhametli bir şekilde] bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından olan bir tasarruf-u âmm, elbette bir rububiyet-i mutlakanın [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna [gerçekleşme] bir burhan-ı kat’îdir. [kesin delil]

Madem bir rububiyet-i mutlaka [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez. Çünkü, o rububiyetin, kendi cemâlini izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ilân ve kıymetli san’atlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri, cüz’iyatta ve zîhayatta [canlı] temerküz [bir merkezde toplanma] ve içtimâ ettiğinden, en cüz’î [ferdî, küçük] birşeye ve en küçük bir zîhayata [canlı] kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] mahiyetine bütün bütün muhalif ve adavet [düşmanlık] olduğundan, elbette böyle bir rubûbiyet-i mutlaka, [Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz rablığı] hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. Kur’ân’ın kesretli [çokluk] takdisatı [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbihatı ve âyâtı ve kelimatı, [ifadeler, sözler] belki hurufatı ve hey’âtıyla [kısımlar, parçalar] mütemâdiyen [aralıksız, devamlı] tevhide irşadatı [doğru yol gösterme] bu büyük sırdan ileri gelmiştir.

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT

Kemâlâttır. [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri]

Evet, bu kâinatın bütün ulvî hikmetleri harika güzellikleri, âdilâne kanunları,

206

hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] gayeleri, hakikat-ı kemâlâtın vücuduna bedahetle [ap açık bir şekilde] delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizatlı ve cemâlli bir surette idare eden Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve o Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] âyine-i zîşuuru [bilinçli varlıkların aynası] olan insanın kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] şehadeti pek zâhirdir.

Madem kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] içinde icad eden Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] ve Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] en ehemmiyetli masnuu [san’at eseri] ve sevgilisi olan insanın kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] haktır ve hakikatlidir. Elbette bu gözümüzle gördüğümüz kemâlli ve hikmetli kâinatı, fena ve zevâlde [batış, kayboluş] yuvarlanan ve neticesiz olarak, tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel’abegâhı, [oyun yeri] zîhayatın [canlı] zâlimâne mezbahası, zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren; ve âsârı [eserler/asırlar] ile kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine [aşağı derece] indiren; ve Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] âyine-i kemâlâtı olan bütün mevcudâtın [varlıklar] şehadetiyle nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] setredip [örtme] perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallâkiyetini [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.

Şirkin bu kemâlât-ı İlâhiyeye [Allah’a ait mükemmellikler] ve insaniye ve kevniyeye [varlık, âlem, kâinat] karşı zıddiyeti ve o kemâlâtları bozduğu, İkinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] risalesinin üç meyve-i tevhide [Allah’ın birliğini kabul etmenin sağladığı güzel netice] dair Birinci Makamında kuvvetli ve kat’î delillerle ispat ve izah edildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.

DÖRDÜNCÜ HAKİKAT

Hâkimiyettir.

Evet, bu kâinata geniş bir dikkatle bakan, kâinatı gayet haşmetli ve gayet

207

faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, herşeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharâne [boyun eğdirilmiş] meşgul bulur. وَ لِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 âyetinin askerlik mânâsını ihsas [hissettirme] eden temsiline göre, zerrât [atomlar] ordusundan ve nebatat [bitkiler] fırkalarından ve hayvanat taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünûd-u [askerler] Rabbâniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne [hükmeder bir şekilde] tekvinî emirlerin, âmirâne hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle [ap açık bir şekilde] bir hâkimiyet-i mutlakanın [sınırsız ve tam bir egemenlik] ve bir âmiriyet-i külliyenin vücûduna delâlet ederler.

Madem bir hâkimiyet-i mutlaka [sınırsız ve tam bir egemenlik] hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünkü لَوْ كَانَ فِيهِمَا اٰلِهَةٌ إِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 2 âyetinin hakikat-i kàtıasıyla; [kesin gerçek] müteaddit [bir çok] eller müstebidâne [diktatörce] bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc [alt üst olma] olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar ve hüceyrat[hücrecikler] bedeniyeden tâ seyyaratın [gezegenler] burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.

Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î [ferdî, küçük] ve zâhirî ve muvakkat [geçici] bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î [ferdî, küçük] bir hâkimiyet için böyle yaparsa elbette, bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] hakikî ve küllî rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve ulûhiyetine [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] medar [kaynak, dayanak] olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine

208

başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.

Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un birçok yerlerinde kuvvetli delillerle ispat edildiğinden, onlara havale ediyoruz.

İşte, yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdâniyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bir ve tek olması] şuhud [görme] derecesinde bildi. İmanı parladı. Bütün kuvvetiyle

لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ 1 dedi. Ve bu menzilden aldığı derse bir kısa işaret olarak, Birinci Makamın İkinci Babında,

لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وَحْدَانِيَّتِهِ وَوُجُوبِ وُجُودِهِ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ، وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ الْمُقْتَضِيَةِ لِلْوَحْدَةِ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْكَمَالاَتِ النَّاشِئَةِ مِنَ الْوَحْدَةِ وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحَاكِمِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ الْمَانِعَةِ وَالْمُنَافِيَةِ لِلشَّرِكَةِ * 2

denilmiştir.

Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi:

Ehl-i imanın, [Allah’a inanan] hususan ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar] her vakit tekrarla Lâ ilâhe illâ Hû demeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki, tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor.

“Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli [tatlılık] ve en yüksek bir vazife-i kudsiye [kutsal vazife] ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyle ise, gel, bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethânenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] değildir.

209

Belki, ilm-i mantıkta [mantık ilmi] tasavvura mukàbil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve burhanın [delil] neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.

“Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an [kesin şekilde inanma] ve kabuldür ki, herbir şeyle Rabbini bulabilir. Ve herşeyde Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzuruna mâni olmaz. Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. Öyle ise haydi ileri!” diyerek, kibriya [büyüklük] ve azamet kapısını çaldı. Ef’âl [fiiler, davranışlar] ve âsâr [eserler/asırlar] menziline ve icad ve ibdâ [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] âlemine girdi. Gördü ki, kâinatı istilâ etmiş beş hakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle [ap açık bir şekilde] tevhidi ispat ederler.

Birincisi:

Kibriya [büyüklük] ve azamet hakikatıdır. Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un müteaddit [bir çok] yerlerinde burhanlarla [delil] izah edildiğinden, burada bu kadar deriz ki:

Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp [batı] ve cenup [güney] ve şimalinde [kuzey] bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, [bireyler] bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden,

· hem هُوَ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ 1 yani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çok acip bir hadiseyi, hazır ve göz önünde bir hadiseyle ispat etmek ve onun gibi acip bir tanzir [benzerini yapma] olarak, zeminin yüzünde, bahar mevsiminde, haşr-i âzamın [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] yüz binden ziyade misallerini gösterir gibi, iki yüz binden ziyade nebatat [bitkiler] tâifelerini ve hayvanat kabilelerini beş-altı haftada inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] edip kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve mizanla [ölçü] iltibassız, [karıştırmadan] noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyiz ve tezyin [süsleme] eden.

210

· hem يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وُيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ 1 âyetinin sarahatiyle, [açıklık] zemini döndürüp, gece-gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisâtıyla yazan, değiştiren aynı Zât, aynı anda, en gizli, en cüz’î [ferdî, küçük] olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.

Ve mezkûr [adı geçen] fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid [bir] ve kadîr olan Fâil-i Zülcelâllerinin, [büyüklük ve haşmet sahibi olan fâil, Allah] bedahetle [ap açık bir şekilde] öyle bir kibriya [büyüklük] ve azameti var ki, hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.

Madem böyle bir kibriya [büyüklük] ve azamet-i kudret [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] var ve madem o kibriya [büyüklük] nihayet kemâldedir ve ihata [herşeyi kuşatma] ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya [büyüklük] kusur ve o kemâle noksaniyet ve o ihataya [herşeyi kuşatma] kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren bir şirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile mümkün değildir, fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.

İşte, şirk kibriyaya [büyüklük] dokunması ve celâlin izzetine [büyüklük, yücelik] dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki, hiç kàbil-i af olmadığını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] azîm tehditle

إِنَّ اللهَ لاَ يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ * 2

ferman ediyor.

İkinci Hakikat:

Kâinatta tasarrufları görünen ef’âl-i Rabbâniyenin ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] ve ihata [herşeyi kuşatma] ve nihayetsiz

211

bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid [kayıt altına alma, sınırlandırma] ve tahdit eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kàbiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve câmid [cansız] esbab [sebebler] ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizan[ölçü] ve hikmetli ve basîrâne [görerek] ve hayattarâne ve muntazam ve muhkem [değiştirilemez] olan fiillere karışamazlar. Belki, Fâil-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan fâil, Allah] emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimâl [kullanma] olunuyorlar.

Hadsiz misâllerden üç misâli: Sûre-i Nahl’in bir sahifesinde, birbirine muttasıl [bitişik] üç âyetin işaret ettikleri üç fiilin, hadsiz nüktelerinden [derin anlamlı söz] üç nüktesini [derin anlamlı söz] beyan ederiz.

Birincisi:

وَأَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذِى مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا * 1

(ilâ âhir-i ayet). Evet, balarısı, fıtratça ve vazifece öyle bir mu’cize-i kudrettir [Allah’ın kudret mu’cizesi] ki, koca Sûre-i Nahl, onun ismiyle tesmiye [isimlendirme] edilmiş. Çünkü, o küçücük bal makinesinin zerrecik başında onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat [canlı] âzâları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde [özellik] bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek, nihayet dikkat ve ilimle ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene [karşılaştırma/denge] ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız [ölçü] olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.

İşte, bu üç cihetle mu’cizeli bu san’at-ı İlâhiyenin [Allah’ın san’atı] ve bu fiil-i Rabbâniyenin bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, [ölçü] aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihâtası, [kavrayış] bedahetle [ap açık bir şekilde] vahdeti [Allah’ın birliği] ispat eder.

212

İkinci âyet

وَإِنَّ لَكُمْ فِى اْلاَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِى بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَۤائِغًا لِلشَّارِبِينَ * 1

âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak, süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı [canlıların dışkısı] içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, sâfi, mugaddî, [gıdalı, besleyici] hoş, beyaz bir sütü koymak ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârâne bir şefkati kalblerine bırakmak, elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki, fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.

İşte, böyle gayet mu’cizeli ve hikmetli bu san’at-ı Rabbâniyenin [Allah’ın san’atı] ve bu fiil-i İlâhînin umum rû-yi zeminde, [yeryüzü] yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, [herşeyi kuşatma] bedahetle [ap açık bir şekilde] vahdeti [Allah’ın birliği] ispat eder.

Üçüncü âyet

وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخِيلِ وَاْلاَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًا إِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ * 2

Bu âyet nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet [delil] vardır.”

Evet, bu iki meyve, hem gıda ve kut, [gıda] hem fâkihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] ve bir harika-i hikmettir [hikmet harikası] ve öyle bir

213

helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan [ölçü] ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki, zerre kadar aklı bulunan bir adam, “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan Zât olabilir” demeye mecburdur.

Çünkü, meselâ bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var. Ve her salkımda, şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve lâtif [berrak, şirin, hoş] ve renkli bir mahfazayı giydirmek; ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hafıza[bellek, hafıza duyusu] ve programı ve tarihçe-i hayatı [hayat hikayesi] hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak; ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] gibi bir balı yapmak; ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i san’atı, [san’at harikası] aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle [ap açık bir şekilde] gösterir ki, bu işi yapan bütün kâinatın Hâlıkıdır. [her şeyi yaratan Allah] Ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza [bir şeyin gereği] eden şu fiil, ancak Onun fiilidir.

Evet, bu çok hassas mizana [ölçü] ve çok maharetli san’ata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilâcı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebepler karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız, mef’uliyette [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] ve kabulde ve perdedarlıkta, emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile istihdam [çalıştırma] olunuyorlar.

İşte, bu üç âyetin işaret ettikleri üç hakikatin tevhide delâlet eden üç nüktesi [derin anlamlı söz] gibi, hadsiz ef’âl-i Rabbâniyenin hadsiz cilveleri ve tasarrufları, ittifakla, birtek vâhid-i ehad [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ederler.

Üçüncü Hakikat:

Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ve bilhassa nebatat [bitkiler] ve hayvanatın, sür’at-i mutlaka [sınırsız hız] içinde kesret-i mutlaka [sınırsız derecede çokluk] ve intizam-ı mutlak [sınırsız düzenlilik] ile ve sühulet-i [kolaylık] mutlaka içinde gayet hüsn-ü san’at [güzel san’at]

214

ve maharet ve ittikan [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri] ve intizam ile ve mebzuliyet-i [çok bulunan, bol] mutlaka ve ihtilât-ı mutlak içinde gayet kıymettarlık [değerli olma] ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.

Evet, gayet çokluk ile gayet çabukluk, hem gayet san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve mâhirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça, hem gayet mebzuliyet [bolluk] ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı [farklı, ayrı] olarak, bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak, ancak ve ancak birtek vâhid [bir] Zâtın öyle bir kudretiyle olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlar zerreler kadar ve en büyük, en küçük kadar ve efradı [bireyler] hadsiz bir nevi, birtek fert kadar ve azametli ve muhit bir küll, [bütün] has ve az bir cüz’ [kısım, parça] kadar ve koca zeminin ihya[diriltme] ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve suhuletli [kolay] olmak gerektir—tâ ki, gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.

İşte, bu mertebe-i tevhidin [Allah’ın bir olduğunu gösteren mertebe] ve bu üçüncü hakikatın ve kelime-i tevhidin [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, [bütün] en küçük bir cüz’î [ferdî, küçük] gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması, hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın [akıl ölçüsü, akıl çizgisi] haricindeki bu muammasını ve İslâmiyetin en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını [kaynak, dayanak] ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall [çözme, problem çözme, karışık bir meselenin içinden çıkma] ve keşf ve ispat etmekle Kur’ân’ın tılsımı açılır. Ve hilkat-ı kâinatın [kâinatın yaratılışı] en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrâkinden âciz bırakan muamması bilinir.

Hâlık-ı Rahîmime [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] yüz bin defa Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] hurufatı adedince şükür ve hamd olsun ki, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] bu acîp tılsımı ve bu garip muammayı hâll ve keşf ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektubun âhirlerinde وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 1 bahsinde ve haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır]

215

Fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] muktedirdir” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiyenin Allahu ekber mertebelerinden kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] ispatında, kat’î burhanlarla, [delil] iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.

Onun için, izahı onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sırrı açan esasları ve delilleri icmalen [kısaca, özet olarak] beyan ve on üç basamak olarak on üç sırra işaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sırları yazdım. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] hem maddî, hem mânevî iki kuvvetli mâni, beni şimdilik mütebakisinden [geri kalan kısım] vazgeçirdiler.

Birinci Sır:

Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız [ortaya çıkma] olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn [bir araya gelme, toplanma] olur; o da muhâldir.

İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] zâtiyedir [kendisinden olan, ilinti olmayan] ve Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] lâzım-ı zarurîsidir. [zorunlu gerek] Elbette, o kudretin zıddı olan acz, o Zât-ı Kadîre [herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] ârız [ortaya çıkma] olması mümkün olmaz.

Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü [iç içe geçme] iledir. Meselâ ziyanın kavî [güçlü, kuvvetli] ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile; ve hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile; ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümânaatiyledir. [engel olma] Elbette o kudret-i zâtiyede [iktidar; temel, öznel kudret] mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, birtek şey gibi icad eder.

Ve madem o kudret-i zâtiyede [iktidar; temel, öznel kudret] mertebeler bulunmaz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve noksan olamaz. Elbette hiçbir mâni onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez.

Ve madem hiçbir şey ona ağır gelmez, elbette haşr-i âzamı [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] bir bahar kadar kolay ve bir baharı bir ağaç kadar suhuletli [kolay] ve bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad ettiği gibi, bir çiçeği bir ağaç kadar san’atlı, bir ağacı bir bahar kadar mu’cizatlı ve bir baharı bir haşir gibi cemiyetli ve harikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk ediyor.

216

Risale-i Nur’da kat’î ve kuvvetli çok burhanlarla [delil] ispat edilmiş ki, eğer vahdet [Allah’ın birliği] ve tevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli [zorluk] olmakla beraber, kıymet ve san’atça bütün bütün sukut [alçalış, düşüş] edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zîhayat, [canlı] bir senede ancak yapılacaktı. Belki de hiç yapılmayacaktı. İşte, bu mezkûr [adı geçen] sırra binaendir ki, gayet mebzuliyet [bolluk] ve çoklukla beraber gayet kıymettar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet san’atlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklar muntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil [vekalet verme] ederek gidiyorlar.

İkinci Sır:

Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet [şeffaflık] ve itaat sırrıyla ve kudret-i zâtiyenin [iktidar; temel, öznel kudret] bir cilvesiyle, birtek güneş, birtek âyineye ziyalı aks verdiği gibi, hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere [damla] o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.

Hem birtek kelime söylense, nihayetsiz hallâkıyetin [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] nihayetsiz vüs’atinden, [genişlik] o birtek kelime, birtek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi, bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbânî [bütün varlıkların Rabbi olan Allah’ın izni] ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsâvidir, [eşit] fark etmez.

Hem göz gibi birtek nur veya Cebrail gibi nuranî birtek ruhânî, tecellî-i rahmet [rahmet yansıması] içinde olan faaliyet-i Rabbâniyenin [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın faaliyeti] kemâl-i vüs’atinden, birtek yere suhuletle [kolaylıkla] baktığı ve gittiği birtek yerde suhuletle [kolaylıkla] bulunduğu gibi, binler yerlerde de, kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] ile suhuletle [kolaylıkla] bulunur, bakar, girer; az, çok farkı yoktur.

Aynen öyle de, Kudret-i Zâtiye-i [iktidar; temel, öznel kudret] Ezeliye, en lâtif, [berrak, şirin, hoş] en has bir nur ve bütün nurların nuru olduğundan; ve eşyanın mahiyetleri ve hakikatleri ve melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] vecihleri [yön] şeffaf âyine [ayna] gibi parlak olduğundan; ve zerrattan [atomlar] ve nebatattan [bitki] ve

217

zîhayattan [canlı] tâ yıldızlara ve güneşlere ve aylara kadar herşey, o kudret-i zâtiyenin [iktidar; temel, öznel kudret] hükmüne gayet derecede itaatli, inkıyad[boyun eğme] ve o kudret-i ezelînin [bir başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah’ın kudreti] emirlerine nihayet derece mutî [emre uyan] ve musahhar [boyun eğdirilmiş] bulunduğundan, elbette hadsiz eşyayı birtek şey gibi icad eder ve yanlarında bulunur. Bir iş bir işe mâni olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî birdir. Hiçbiri ona ağır gelmez.

Hem nasıl ki, Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] denildiği gibi, intizam ve muvazene [karşılaştırma/denge] ve hükme itaat ve emirleri imtisal [bağlanma, boyun eğme] sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi [gemi] bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.

Hem bir âmir, bir arş emriyle birtek neferi hücum ettirdiği gibi, muntazam ve mutî [emre uyan] bir orduyu dahi, o tek emriyle hücuma sevk eder.

Hem pek büyük bir hassas mizanın [ölçü] iki gözünde, iki dağ muvazene [karşılaştırma/denge] vaziyetinde bulunsalar, iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, [ölçü] birtek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi, o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle [hikmetli ve bilimsel kanun] öteki büyük mizanın [ölçü] bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı derelerin dibine indirebilir.

Aynen öyle de, kayıtsız, nihayetsiz, nuranî, zâtî, sermedî [daimi, sürekli] olan kudret-i Rabbâniyede [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] ve beraberinde bütün intizamâtın ve nizamların ve muvazenelerin [karşılaştırma/denge] menşei, [kaynak] menbaı, [kaynak] medarı, [kaynak, dayanak] masdarı [fiillerin asıl kökü] olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas bir adalet-i İlâhiye [Allah’ın adaleti] bulunduğundan ve cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî ve büyük ve küçük herşey ve bütün eşya o kudretin hükmüne musahhar [boyun eğdirilmiş] ve tasarrufuna münkad [boyun eğen] olduğundan, elbette zerreleri kolayca tedvir [çekip çevirme] ve tahrik ettiği gibi, yıldızları dahi nizam-ı hikmet [Canab-ı Hakkın koyduğu tanzim ettiği, her şeyin bir sebebe gaye ve faydaya dayandığı hikmetli düzen] sırrıyla kolayca döndürür, çevirir.

Ve baharda, bir emirle suhuletle [kolaylıkla] bir sineği ihya [diriltme] ettiği gibi, bütün sineklerin taifelerini ve bütün nebatatı [bitki] ve hayvancıkların ordularını kudretindeki hikmet ve mizanın [ölçü] sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla diriltip meydan-ı hayata sevk eder.

218

Ve bir ağacı baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi, o hikmetli, adâletli kudret-i mutlaka [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] ile koca arzı ve zemin cenazesini, baharda o ağaç gibi kolayca ihya [diriltme] edip yüz bin çeşit haşirlerin misallerini icad eder.

Ve bir emr-i tekvînî [Allah’ın varlıkları şekillendirmeye yönelik emri] ile arzı dirilttiği gibi,

إِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ 1

fermanıyla, yani, “Bütün ins ve cin, birtek sayha [ses, sesleniş] ve emirle yanımızda meydan-ı haşre [haşir meydanı] hazır olurlar.”

Hem وَمَۤا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ أَقْرَبُ 2 ferman etmesiyle, yani, “Kıyamet ve haşrin işi ve yapılması, gözünü kapayıp hemen açmak kadardır, belki daha yakındır” der.

Hem مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ إِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 3 âyetiyle, yani, “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız [diriltme] ve haşir ve neşriniz, birtek nefsin ihya[diriltme] gibi kolaydır, kudretime ağır gelmez” meâlinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanî ve ruhânî ve melekleri haşr-i ekberin [en büyük diriliş, öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma] meydanına ve mizan-ı âzamın önüne getirir. Bir iş bir işe mâni olmaz.

Üçüncü ve dördüncüden tâ on üçüncü sırra kadar, arzuma muhalif olarak başka vakte tâlik [sonraya bırakma] edildi.

Dördüncü Hakikat:

Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] vücutları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve biri birinin misâl-i musağğarı ve nümune-i ekberi ve bir kısım küll [bütün] ve küllî ve diğer kısım onun cüzleri ve fertleri ve birbirine sikke-i fıtratta [yaratılış mührü] müşabehet [benzeme] ve nakş-ı san’atta [san’at işlemesi] münasebet ve birbirine yardım etmek ve

219

birbirinin vazife-i fıtriyesini [yaratılıştan gelen görev] tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] etmek gibi, çok cihetü’l-vahdet [birlik yönü] noktalarında, bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde tevhidi ilân ve Sânilerinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vâhid [bir] olduğunu ispat etmek ve kâinatın rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] cihetinde tecezzî [bölünme, parçalanma] ve inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] kabul etmez bir küll [bütün] ve küllî hükmünde bulunduğunu izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmektir.

Evet, meselâ her baharda, nebatattan [bitki] ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, [bireyler] beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız kemâl-i hikmet [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve hüsn-ü san’atla [güzel san’at] icad etmek ve idare ve iaşe etmek; hem kuşların misâl-i musağğarları olan sineklerden tâ nümune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarını [bireyler] yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mu’cizâne birer sikke-i san’at ve cisimlerinde müdebbirâne [herşeyi idare ederek] birer hâtem-i hikmet ve mâhiyetlerinde mürebbiyâne [eğiterek] birer turra-i ehadiyet [Allah’ın birliğini herbir şeyde ayrı ayrı gösteren mühür, imza] koymak; hem zerrât-ı taamiyeyi hüceyrat[hücrecikler] bedeniyenin imdadına ve nebatatı [bitki] hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine [yardım] hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] koşturmak, göndermek; hem dâire-i kehkeşandan ve manzume-i şemsiyeden [güneş sistemi] ve anâsır-ı arziyeden, [dünyadaki unsurlar, elementler] tâ göz hadekasının [gözbebeği] perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil [birbirine geçen, birbirine geçmiş, iç içe geçmiş olan] dâireler gibi cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü san’at [güzel san’at] ve aynı fiil ve kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] tasarruf etmek, elbette bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde ispat eder ki:

Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir; her şeyde sikkesi [mühür] var.

Hem de hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.

Hem, güneş gibi, her şey Ondan uzak, O ise her şeye yakındır.

220

Hem daire-i kehkeşan ve manzume-i şemsiye [güneş sistemi] gibi en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez, tasarrufundan hâriç kalmaz.

Hem herşey, ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az birşey gibi ona kolaydır ki, sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar san’atında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle [kolaylıkla] icad eder. Ve san’atça çok kıymettar şeyleri bize çok ucuz verir, ihsan [bağış] eder. İstediği fiyat ise bir Bismillah ve bir Elhamdülillâhtır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta Bismillâhirrahmanirrahim ve âhirinde Elhamdülillâh demektir.

Bu Dördüncü Hakikat dahi Risale-i Nur’da izah ve ispat edildiğinden, bu kısacık işaretle iktifa [yetinme] ediyoruz.

Bizim seyyahın ikinci menzilde gördüğü

BEŞİNCİ HAKİKAT

Kâinatın mecmuunda ve erkânında [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve eczasında ve her mevcudunda bir intizam-ı ekmelin [çok mükemmel düzen] bulunması ve o memleket-i vâsianın tedvir [çekip çevirme] ve idaresine medar [kaynak, dayanak] olan ve heyet-i umumiyesine taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden maddeler ve vazifedarlar birer vâhid [bir] olması ve o haşmetli şehir ve meşherde [sergi] tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vâhid [bir] ve her yerde aynı isim ve aynı fiil olmakla beraber, herşeyi veya ekser eşyayı ihataları [herşeyi kuşatma] ve şümûlleri, [kapsam] ve o ziynetli sarayın tedbirine ve şenlenmesine ve binasına medar [kaynak, dayanak] olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vâhide ve her yerde aynı unsur ve aynı nevi bulunmakla beraber, zeminin yüzünü ve ekserisini intişar [açığa çıkma, yayılma] ile ihâta [kavrayış] etmeleri, elbette bedahetle [ap açık bir şekilde] ve zaruretle iktiza [bir şeyin gereği] eder ve delâlet eder ve şehadet eder ve gösterir ki, bu kâinatın Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ve Müdebbiri [idare eden, çekip çeviren] ve bu memleketin Sultanı ve Mürebbîsi [eğitici, terbiye edici] ve

221

bu sarayın Sahibi ve Bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Misli [benzer] ve nazîri [benzer] olamaz ve veziri ve muîni [yardımcı] yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz. Aczi ve kusuru yoktur.

Evet, intizam tam bir vahdettir, [Allah’ın birliği] bir tek nazzâmı ister. Münakaşaya medar [kaynak, dayanak] olan şirki kaldırmaz.

Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından, [birşeyin geneli, bütün] arzın yevmî [günlük] ve senevî [yıllık] devranından tâ insanın simasına ve başının duygular manzumesine [düzenli] ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvâtın devranına ve cereyanına kadar küllî olsun cüz’î [ferdî, küçük] olsun herbir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette, bir Kadîr-i Mutlaktan [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ve bir Hakîm-i Mutlaktan [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] başka hiçbir şey, kast ve icad suretiyle elini hiçbir şeye uzatamaz ve karışamazlar. Belki yalnız kabul ederler, mazhar [erişme, nail olma] ve münfail [fiilden etkilenen] olurlar.

Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları [amaç, yarar] gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır. Elbette ve her halde, bu hikmetperverâne intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârâne [bir fayda gözeterek] çeşit çeşit hadsiz intizamat-ı mahlûkat, bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde delâlet ve şehadet eder ki, bu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] Hâlıkı ve Müdebbiri [idare eden, çekip çeviren] birdir, fâildir, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] muhtardır. Herşey Onun kudretiyle vücuda gelir, Onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve Onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.

Hem, madem bu misafirhane-i dünyanın [dünya misafirhanesi] sobalı lâmbası birdir ve rûznâmeli [günlük, olayların zaman sırasına göre yazıldığı defter, takvim] [program] kandili birdir ve rahmetli [şefkatli] süngeri birdir ve ateşli aşçısı birdir ve hayatlı şurubu birdir ve himâyetli tarlası birdir. Bir, bir, bir—tâ bin birler kadar… Elbette, bu

222

bir birler bedahetle [ap açık bir şekilde] şehadet eder ki, bu misafirhanenin Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ve Sahibi birdir. Hem gayet kerîm [cömert, ikram sahibi] ve misafirperverdir [misafir ağırlamayı seven] ki, bu yüksek ve büyük memurlarını zîhayat [canlı] yolcularına hizmetkâr edip istirahatlarına çalıştırıyor.

Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları [işleme] ve cilveleri görünen Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Rahîm, Musavvir, [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah] Müdebbir, [idare eden, çekip çeviren] Muhyî, [bütün canlılara hayat veren Allah] Mürebbî [eğitici, terbiye edici] gibi isimler ve hikmet ve rahmet ve inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] gibi şe’nler [belirleyici özellik] ve tasvir ve tedvir [çekip çevirme] ve terbiye gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde, hem nihayet mertebede, hem ihatalıdırlar. [herşeyi kuşatma] Hem birbirinin nakşını öyle tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ederler ki, güya o isimler ve o fiiller ittihad [birleşme] edip, kudret ayn-ı hikmet [hikmetin kendisi] ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor. Meselâ, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları [dilediği gibi kullanma ve idare etme] görünüyor. Elbette ve elbette bedahetle [ap açık bir şekilde] şehadet eder ki, o ihata[herşeyi kuşatma] isimlerin müsemmâ[adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] ve her yerde aynı tarzda görünen şümûl[kapsam] fiillerin fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Âmennâ [“iman ettik”] ve saddaknâ.

Hem madem masnuatın [san’at eseri] maddeleri ve mayeleri olan unsurlar zemini ihata [herşeyi kuşatma] ederler. Ve mahlûkattan, vahdeti [Allah’ın birliği] gösteren çeşit çeşit sikkeleri [mühür] taşıyan nevilerin herbiri bir iken rû-yi zeminde [yeryüzü] intişar [açığa çıkma, yayılma] edip istilâ ederler. Elbette bedahetle [ap açık bir şekilde] ispat eder ki, o unsurlar müştemilâtıyla [içindekiler] ve o neviler efradıyla [bireyler] bir tek Zâtın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîrin masnuları ve hizmetkârlarıdır ki, o koca istilâcı unsurları, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nevileri gayet intizamlı bir nefer [asker] hükmünde istihdam [çalıştırma] eder.

223

Bu hakikat dahi Risaletü’n-Nur’da [Risale-i Nur] ispat ve izah edildiğinden, burada bu kısa işaretle iktifa [yetinme] ediyoruz.

Bizim yolcu, bu beş hakikatten aldığı feyz-i imanî [imanın bereketi] ve zevk-i tevhidî neşesiyle müşahedatını [gözlem yapmalar] hülâsa [esas, öz] ve hissiyatını tercüme ederek, kalbine diyor:

Bak kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] safha-i rengînine,

Hâme-i zerrin-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.

Kalmamış bir nokta-yı muzlim çeşm-i dil erbabına, [sahipler]

Sanki âyâtın Hüdâ, [Allah] nur ile tahrir [yazı, yazı yazmak] eylemiş.

Hem bil ki:

Kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] evrakıdır eb’âd-ı nâmahdud,

Sütûr-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâmadûd.

Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte [hakikatin levh-i mahfuzunun tezgâhı, matbaası]

Mücessem [cisimleşmiş] lâfz-ı mânidardır, [mânâlı ifâde, kelime] âlemde her mevcud.

Hem dinle:

جُو لاَ اِلٰهَ الاَّ اللهُ بَرَابَرْ مِيذَنَنْدْ هَرْشَىْ دَمَادَمْ جُويَدَنْدْ يَاحَقْ سَرَاسَرْ كُويَدْنَنْدْ يَاحَىُّ * 1

نَعَمْ؛ وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاحِدٌ * 2

diyerek, kalbiyle beraber nefsi dahi tasdik ederek “Evet, evet” dediler.

İşte, dünya misafiri ve kâinat seyyahının ikinci menzilde müşahede ettiği beş hakikat-i tevhidiyeye [Allah’ın bir ve tek olduğu ve ondan başka ilâh olmadığı gerçeği] kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın İkinci Babında, ikinci menzile ait böyle denilmiş:

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وَحْدَتِهِ فِى وُجُوبِ وُجُودِهِ: مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ

224

الْكِبْرِيَۤاءِ وَالْعَظَمَةِ فِى الْكَمَالِ وَاْلاِحَاطَةِ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ ظُهُورِ اْلاَفْعَالِ بِاْلاِطْلاَقِ وَعَدَمِ النِّهَايَةِ، لاَ تُقَيِّدُهَا اِلاَّ اْلاِرَادَةُ وَالْحِكْمَةُ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ اِيجَادِ الْمَوْجُودَاتِ بِالْكَثْرَةِ الْمُطْلَقَةِ فِى السُّرْعَةِ الْمُطْلَقَةِ، وَخَلْقُ الْمَخْلُوقَاتِ بِالسُّهُولَةِ الْمُطْلَقَةِ فِى اْلاِتْقَانِ الْمُطْلَقِ، وَاِبْدَاعُ الْمَصْنُوعَاتِ بِالْمَبْذُولِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ فِى غَايَةِ حُسْنِ الصَّنْعَةِ وَغُلُوِّ الْقِيمَةِ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ وُجُودِ الْمَوْجُودَاتِ عَلٰى وَجْهِ الْكُلِّ وَالْكُلِّيَّةِ وَالْمَعِيَّةِ وَالْجَامِعِيَّةِ وَالتَّدَاخُلِ وَالْمُنَاسَبَةِ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ اْلاِنْتِظَامَاتِ الْعَامَّةِ الْمُنَافِيَةِ لِلشَّرِكَةِ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ وَحْدَةِ مَدَارَاتِ تَدَابِيرِ الْكَۤائِنَاتِ الدَّالَّةِ عَلٰى وَحْدَةِ صَانِعِهَا بِالْبَدَاهَةِ. وَكَذَا وَحْدَةُ اْلاَسْمَۤاءِ وَاْلاَفْعَالِ الْمُتَصَرِّفَةِ الْمُحِيطَةِ، وَكَذَا وَحْدَةُ الْعَنَاصِرِ وَاْلاَنْوَاعِ الْمُنْتَشِرَةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ عَلٰى وَجْهِ اْلاَرْضِ * 1

Sonra, o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken, Müceddid-i Elf-i Sâni [aslına uygun şekilde zamanın şartlarına göre dini yeniden yorumlayan hicrî ikinci bin yılının âlimi] İmam-ı Rabbânî Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Farûkî’nin medresesine rast geldi, girdi, onu dinledi. O imam, ders verirken diyordu:

“Bütün tarikatlerin en mühim neticesi hakaik-ı imaniyenin inkişafıdır” [açığa çıkma] ve “Birtek mesele-i imaniyenin [imana dair mesele] vuzuhla [açıklık] inkişafı, [açığa çıkma] bin kerâmâta [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ve ezvâka [zevkler, lezzetler] müreccahtır.” [tercih edilen]

Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki: ‘Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve İslâmiyeyi

225

delâil-i akliye [aklî deliller] ile kemâl-i vuzuhla [mükemmel bir açıklık] ispat edecek.’ Ben istiyorum ki, ben o olsam, belkiHaşiye o adamım” diye, iman ve tevhid bütün kemâlât-ı insaniyenin [insana ait mükemmel özellikler] esası, mayesi, nuru, hayatı olduğunu ve تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ 1 düsturu, [kâide, kural] tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması ve Nakşî tarikatında hafî [gizli] zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymettar tefekkürün bir nev’i olmasıdır diye tâlim ederdi.

Seyyah tamamıyla işitti, döndü, nefsine dedi ki:

Madem bu kahraman imam böyle diyor, ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin [iman gücü] ziyadeleşmesi bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve kemâlâttan [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] daha kıymetlidir ve yüz ezvâkın [zevkler, lezzetler] balından daha tatlıdır.

Ve madem, bin seneden beri iman ve Kur’ân aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana [Allah’a inanan] hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve bir hayat-ı bâkiyenin [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, [kaynak, dayanak] esası olan erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike [araştırma, inceleme] çevirip kuvvetlendirmeliyiz.

Öyle ise, haydi ileri! Gel, bulduğumuz birer dağ kuvvetindeki bu yirmi dokuz mertebe-i imaniyeyi [iman mertebesi, derecesi] namazın mübarek tesbihatının mübarek adedi olan otuz üç mertebesine iblâğ etmek fikriyle, bu ibretgâhın bir üçüncü menzilini daha görmek için Bismillâhirrahmânirrahîm’in anahtarı ile zîhayat [canlı] âlemindeki idare ve iaşe-i Rabbâniyenin kapısını çalmalıyız ve açmalıyız diyerek, mahşer-i acaip [hayret uyandırıcı olayların toplandığı yeri] ve

226

mecma-i garaip olan bu üçüncü menzilin kapısını istirhamla çaldı, Bismillâhi’l-Fettâh ile açtı. Üçüncü menzil göründü. Girdi, gördü ki, dört hakikat-i muazzama [çok büyük hakikat, gerçek] ve muhita o menzili ışıklandırıyorlar ve güneş gibi tevhidi gösteriyorlar.

Birinci Hakikat

Fettâhiyet [Allah’ı herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açması] hakikatidir.

Yani Fettâh [herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açan, fetihler ve açılımlar müyesser eden Allah] isminin tecellîsiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.

Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında [bağ, bahçe] ayrı ayrı hadsiz mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] çiçekler misillü, [benzer] Fettâh [herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açan, fetihler ve açılımlar müyesser eden Allah] ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtâze kudret-i fâtıra [yaratıcı kudret] açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizatlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata dahi, her birisine gayet san’atlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve mümtâze vermiş

يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلٰثٍ ذٰلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ فَأَنّٰى تُصْرَفُونَ * 1

إِنَّ اللهَ لاَ يَخْفٰى عَلَيْهِ شَىْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَۤاءِ * هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 2

âyetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mu’cizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrarla birkaç

227

suretlerde Risaletü’n-Nur’da [Risale-i Nur] ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamının Birinci Babında, Altıncı ve Yedinci Mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden, onlara havale edip, burada bu kadar deriz ki:

Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata [herşeyi kuşatma] ve şümul [kapsam] ve san’at var ki, birtek Vâhid-i Ehadden [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] ve herşeyde herşeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlaktan [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihata[herşeyi kuşatma] fiile sahip olamaz. Çünkü, bu feth-i suver fiili ise, her yerde ve her anda bulunan, nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata [herşeyi kuşatma] ister. Ve böyle bir kudret ise, ancak bütün kâinatı idare eden birtek Zâtta bulunabilir.

Evet, meselâ mezkûr [adı geçen] âyetlerin ferman ettikleri gibi üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, [ölçü] imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak, hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan, basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettâhiyet; [herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açan, fetihler ve açılımlar müyesser eden Allah] ve umum rû-yi zeminde [yeryüzü] aynı kudret, aynı hikmet, aynı san’atla umum insanları ve hayvanları ve nebatları [bitki] ihata [herşeyi kuşatma] eden bu feth-i suver hakikatı, vahdâniyetin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] en kuvvetli bir burhanıdır. [delil] Çünkü, ihata [herşeyi kuşatma] etmek bir vahdettir; [Allah’ın birliği] şirke yer bırakmaz. Ve Birinci Babda vücub-u vücuda [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet eden on dokuz hakikat, nasıl ki vücutlarıyla Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vücuduna delâlet ederler; öyle de ihatalarıyla [herşeyi kuşatma] da vahdete [Allah’ın birliği] şehadet ederler.

Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüğü

İkinci Hakikat

Rahmâniyet hakikatidir

Yani, gözümüzle görüyoruz: Birisi var ki, bize, zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleriyle doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle

228

ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş; ve zemin içini rahîmiyet [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını [bağış] câmi’ [kapsamlı] bir mahzen [depo] yapmış; ve zemini, devr-i senevîsinde, bir ticaret gemisi hükmünde, her sene âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine [gemi] veya şimendifer [tren] gibi ve her baharı ise, erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir, bizi gayet rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştihalar, [arzu, istek] ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş.

Evet, Âyet-i Hasbiyeye [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] dair olan Dördüncü Şuâda izah ve ispat edildiği gibi, bize öyle bir mide vermiş ki, hadsiz taamlardan lezzet alır.

Ve öyle bir hayat ihsan [bağış] etmiş ki, duygularıyla, bir sofra-i nimet [nimet sofrası] gibi, koca cismânî âlemde, hadsiz nimetlerinden istifade eder.

Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok âletleriyle hem maddî, hem mânevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.

Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki, âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i şehadetin [görünen alem] nihayetsiz hazinelerinden nur alır.

Ve öyle bir iman hidâyet etmiş ki, dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez [sayılamayan] envârından [nurlar] ve hediyelerinden tenevvür [aydınlanma, nurlanma] edip müstefid [faydalanan, yararlanan] eder.

Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acip ve kıymetli şeylerle tezyin [süsleme] edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.

İşte böyle dünyayı ve âhireti ve her şeyi kaplamış bir rahmet—elbette o rahmet vâhidiyet [Allah’ın birliği] içinde bir ehadiyetin [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] cilvesidir.

Yani, nasıl ki güneşin ziyası, mukàbilindeki umum eşyayı ihata [herşeyi kuşatma] etmesiyle vâhidiyete [Allah’ın birliği] bir misal olduğu gibi, parlak ve şeffaf her bir şey dahi, kàbiliyetine göre

229

güneşin hem ziyasını, hem hararetini, hem ziyasındaki yedi rengini, [rengârenk, süslü, parlak] hem aks-i misalini almakla ehadiyete [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] bir misal olduğundan, elbette o ihata[herşeyi kuşatma] ziyayı gören adam “Arzın güneşi vâhiddir, birtektir” diye hükmeder. Ve her parlak şeyde, hattâ katrelerde [damla] güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] yani bizzat güneşi, sıfatlarıyla herşeyin yanındadır ve herşeyin âyine-i kalbindedir diye bilir.

Aynen öyle de, Rahmân-ı Zülcemâlin [sonsuz güzellik sahibi ve kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün âlemini kuşatan Allah] geniş rahmeti dahi, ziya gibi umum eşyayı ihâta[kavrayış] o Rahmân’ın vâhidiyetini [Allah’ın birliği] ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi herşeyde, hususan herbir zîhayatta [canlı] ve bilhassa insanda, o cemiyetli rahmetin perdesi altında o Rahmân’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zâtiyesi [zâtın görüntüsü] bulunarak, her ferde, bütün kâinata baktıracak ve münasebettarlık [alâkalı, ilgili] verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahmân’ın ehadiyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve herşeyin yanında hazır ve herşeyin herşeyini yapan O olduğunu ispat eder.

Evet, nasıl ki o Rahmân, o rahmetin vâhidiyetiyle [Allah’ın birliği] ve ihatasıyla, [herşeyi kuşatma] kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celâlinin haşmetini gösteriyor. Öyle de, ehadiyetin [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] cilvesiyle, herbir zîhayatta, [canlı] hususan insanda, bütün nimetlerin nümunelerini o fertte toplayıp, o zîhayatın [canlı] âlât [aletler] ve cihazatına geçirip tanzim ederek, mecmu-u kâinatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi, cemâlinin hususi şefkatini ilân eder ve insanda envâ-ı ihsanatının [bağışların türleri] temerküzünü [bir merkezde toplanma] bildirir.

Hem nasıl ki, bir kavunun meselâ herbir çekirdeğinde o kavun temerküz [bir merkezde toplanma] ediyor. Ve o çekirdeği yapan Zât, elbette odur ki, o kavunu yapar, sonra ilminin hususî mizanıyla [ölçü] ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid [bir] ustasından başka hiçbir şey o çekirdeği yapamaz. Ve yapması muhaldir.

Aynen öyle de, Rahmâniyetin tecellîsiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat [canlı] ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan,

230

elbette en küçük bir zîhayatın [canlı] Hâlıkı ve Rabbi, bütün zeminin ve kâinatın Hâlıkı olmak lâzım gelir.

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] nasıl ki ihata[herşeyi kuşatma] olan fettâhiyet [Allah’ı herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açması] hakikatiyle bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti [Allah’ın birliği] bedahetle [ap açık bir şekilde] ispat eder. Öyle de, herşeyi ihâta [kavrayış] eden Rahmâniyet hakikatı dahi, vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zîhayatları [canlı] ve bilhassa yeni gelenleri kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] beslemesi ve levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle, bedahetle [ap açık bir şekilde] hem vahdeti, [Allah’ın birliği] hem vahdet [Allah’ın birliği] içinde ehadiyeti [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] gösterir. Risale-i Nur ism-i Hakîm [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] ve ism-i Rahîm‘in [Allah’ın herbir varlığa merhamet ve şefkati olduğunu bildiren ismi] mazharı olduğundan, Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-i rahmetin [rahmet gerçeği] nükteleri [derin anlamlı söz] ve cilveleri izah ve ispat edildiğinden, burada, bu katre [damla] ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

Seyyahımızın üçüncü menzilde müşahede ettiği

Üçüncü Hakikat

Müdebbiriyet [idare eden, çekip çeviren] ve idare hakikatidir.

Yani, gayet dehşetli ve sür’atli ecram-ı semâviyeyi ve gayet istilâcı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zaafiyetli [zayıflık, güçsüzlük] mahlûkat-ı arziyeyi [dünyadaki varlıklar] kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve muvazene [karşılaştırma/denge] ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârâne [birbiriyle karışıp kaynaşma] idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] saray gibi yapmak hakikatidir.

İşte bu cebbârâne [zorbaca, zor kullanarak] ve Rahmânâne idarenin büyük dâirelerini bırakıp yalnız, baharda, zemin yüzünde cereyan eden o idarenin birtek sahife ve safhasını, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve ispat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsille göstereceğiz. Şöyle ki:

231

Meselâ ve faraza, harika ve cihangir bir zât, dört yüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu teşkil etse, her milletin ve her taifenin neferlerine [asker] ait elbiselerini, hem silahlarını, hem yemeklerini, hem talimat, hem terhisatlarını, [askerliğin bitişiyle salıverilme] hem hidematlarını [hizmetler] birbirinden ayrı ayrı, hem çeşit çeşit olarak bütün o muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] ve gayet mükemmel bir tarzda o mu’cizatlı kumandan verse, elbette o gayet geniş ve karışık ve ince ve muvazeneli [dengeli, ölçülü] ve kesretli [çokluk] ve adaletli idareye, o harika kumandanın fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz. Eğer uzatsa, muvazeneyi [karşılaştırma/denge] bozar ve karıştırır.

Aynen öyle de, gözümüzle görüyoruz ki, bir dest-i gaybî [görünmeyen el] her baharda dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir muhteşem orduyu icad edip idare ediyor. Kıyamete nümune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebatî [bitkisel] ve hayvanî nevilerini, vefatlar suretinde ve mevtler [ölüm] namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Ve haşir ve neşre nümune olan baharda haşr-i âzamın [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] üç yüz bin misalini birkaç hafta zarfında kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] edip, hattâ birtek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dört yüz bin envâa bâliğ [erişen, ulaşan] olan ordu-yu Sübhânînin [eksik ve kusurlardan uzak olan Allah’ın ordusu] her nev’e, her taifeye mahsus ve münasip ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa silâhlarını ve ayrı ayrı libaslarını [elbise] ve ayrı ayrı talimlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat ve levazımatlarını, [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] kemâl-i intizamla, [tam ve mükemmel düzen] sehivsiz, [hatasız] hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine vermekle kemâl-i rububiyet [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdâniyetini [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ve ehadiyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını

232

ve hadsiz rahmetini ispat ederek, bu tevhid fermanını zemin yüzünde, her bahar sahifesinde, kalem-i kaderle [kader kalemi] yazar.

Bizim seyyah, yalnız bir baharda bu fermanın birtek sahifesini okuduktan sonra, nefsine dedi ki:

Böyle her baharda haşr-i ekberden [en büyük diriliş, öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma] daha garip binlerle haşirleri inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] eden, mükâfat ve mücazât için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haşri yapacağını ve kıyameti getireceğini, umum enbiyasına [nebiler, peygamberler] binlerle defa vaad ve ahdeden [söz, vaad] ve Kur’ân’da haşrin vukuuna binlerle işaretle beraber, bin adet âyetlerinde sarahaten [açıklık] hükmedip tehdit ve taahhüd eden bir Kadîr-i Cebbârın, bir Kahhâr-ı Zülcelâlin [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah] o kadar vaadlerini tekzip ve kudretini inkâr hükmünde olan inkâr-ı haşir hatasını irtikâp [kötü iş işleme] edenlere cehennem azabı ayn-ı adalettir [adaletin ta kendisi] diye hükmetti, nefsi dahi “Âmenna” dedi.

Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müşahede ettiği

Dördüncü Hakikat

olan Otuz Üçüncü Mertebe rahîmiyet [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] ve rezzâkiyet hakikatidir.

Yani, umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın [canlı] ve bilhassa zîruhun [ruh sahibi] ve bilhassa âciz ve zaiflerin ve bilhassa yavruların, hem maddî ve midevî, hem mânevî bütün rızıklarını, şefkatkârâne, [şefkat dolu] kuru ve basit bir topraktan ve câmid [cansız] ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en lâtifi [berrak, şirin, hoş] kan ve fışkı [canlıların dışkısı] ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi birtek çekirdekten yapılan binlerle okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] taamların, vakti vaktine, mukannen [İlâhî kanunla belirlenmiş, zaman ve miktarı belirlenmiş] bir surette, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, gözümüz önünde, bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından verilmesi hakikatidir.

233

Evet, إِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ 1 âyeti, iâşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tahsis edip hasrettiği gibi,

وَمَا مِنْ دَۤابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ * 2

âyeti dahi, bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbânî altına aldığı, hem

وَكَأَيِّنْ مِنْ دَۤابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * 3

âyeti de, rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zaif biçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten, meselâ, denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdetâ sırf gaybdan infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] vermekle, esbabperest [sebeplere tapan] insanlara dahi, esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilân ettiği gibi, pek çok âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] ve hadsiz şevâhid-i kevniye, bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] herbir zîhayatın [canlı] birtek Rezzâk-ı Zülcelâlin [bütün varlıklara rızkını veren ve sonsuz haşmet sahibi Allah] rahîmiyeti [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] ile beslendiklerini gösteriyorlar.

Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız [irade dışı] olduklarından, onlar yerlerinde mütevekkilâne [Allah’a güvenip ve Onu vekil kabul eder bir şekilde] dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların nafakaları hayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle [ap açık bir şekilde] ispat eder ki, helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir, belki, tevekkül veren zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acze nisbeten geliyor.

234

Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, [zeki oluş] bir kısım büyük ediplerde o edipleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi, zekâvetsiz, [zeki oluş] kaba, çok âmî [cahil, sıradan] adamların tevekkülvâri iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal [ulaştırma] etmesi ve

كَمْ عَالِمٍ عَالِمٍ أَعْيَتْ مَذَاهِبُهُ وَجَاهِلٍ جَاهِلٍ تَلْقَاهُ مَرْزُوقًا * 1

darb-ı mesel [atasözü] olması ispat eder ki, rızk-ı helâl [helâl rızık] iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini [çalışma] kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat cânibinden [taraf, yön] ihsan [bağış] edilir. Fakat, rızık ikidir.

Biri: yaşamak için hakikî ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] rızıktır ki, taahhüd-ü Rabbânî [bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın taahhüdü, garantisi] altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki, bedende, yağ ve saire suretinde iddihar [biriktirme, depolama] olunan fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade birşey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar [depolanmış, saklanmış] olan fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] rızık bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû-i itiyattan ve terk-i âdetten [alışkanlıkların terki] neş’et [doğma] eden bir hastalıktan vefat ederler.

İkinci kısım rızık: İtiyat, israf ve sû-i istimâlat [kötüye kullanma] ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î [gerçek olmayan] rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbânî [bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın taahhüdü, garantisi] altında değil, belki ihsana tâbidir. Kâh [bazan] verir, kâh [bazan] vermez.

Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki, medar-ı saadet [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa’y-i helâli, [helâl çalışma] bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirâne [teşekkür ederek] ve minnettârâne o ihsanı [bağış] kabul edip hayatını saadetkârâne [mutlu bir şekilde] geçirir. Ve bedbaht odur ki, medar-ı şekavet ve hasâret [zarar] ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli [helâl çalışma] bırakarak, her kapıya başvurup, tembelkârâne ve zâlimâne ve müştekiyâne [şikâyet eder gibi] hayatını geçirir, belki öldürür.

Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve

235

ağız gibi insanın lâtifeleri [berrak, şirin, hoş] ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîmden [herşeyin rızkını veren, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah] rızıklarını isterler ve müteşekkirâne [teşekkür ederek] alırlar. Herbirisine, ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütelezziz [lezzet alan] eden rızıkları, hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] ihsan [bağış] edilir. Belki Rezzâk-ı Rahîm, [herşeyin rızkını veren, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah] onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o lâtifelerin [berrak, şirin, hoş] herbirisini hazine-i rahmetinin [Allah’ın rahmet hazinesi] birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ göz, kâinat yüzündeki hüsün [güzellik] ve cemâl gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misil[benzer] ötekiler dahi, herbiri birer âlemin anahtarı olur, iman ile istifade eder. Yine sadedimize [asıl konu, esas mânâ] dönüyoruz.

Bu kâinatı yaratan Zât-ı Kadîr-i Hakîm, [sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Zât, Allah] nasıl ki kâinattan hayatı bir hülâsa-i câmia olarak halk edip, umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz [bir merkezde toplanma] ettiriyor. Öyle de, hayat âleminde dahi, rızkı bir cemiyetli merkez-i şuûnât yaparak, iştiha [arzu, istek] ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi [yiyip içme zevki] zîhayatta [canlı] halkederek, hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlikle [aşırı derece sevme] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve sevdirmesine karşı mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiriyor.

Meselâ, çok geniş olan memleket-i Rabbâniyenin [Rab olan Allah’ın memleketi] her tarafını, hususan melâike [melek] ve ruhânîlerle semâvâtı ve ervâh [ruhlar] ile âlem-i gaybı [gayb âlemi, görünmeyen âlem] şenlendirdiği gibi, maddî âlemi dahi, hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, [ruh sahibi] hususan kuşların ve kuşçukların vücutlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve atâletten [hareketsizlik] kurtarıp gezdirmesi, şuûnât-ı rububiyetin [idare ve terbiye edici Rabbimizin zâtına mahsus idare terbiye edicilik fiil ve özellikleri] bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasaydı, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen [İlâhî kanunla belirlenmiş, zaman ve miktarı belirlenmiş] olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] hâcetlerini [ihtiyaç] koşturacaktı.

236

İsm-i Rahîm ve Rezzâkın [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] cemâllerini ve vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata [herşeyi kuşatma] edip müşahede edecek bir göz bulunsa, kış âhirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kàfilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmânî olarak nebatatın [bitki] ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i [gayb hazinesi] rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi [çeşit çeşit] taamları ve nimetleri gönderen Rezzâk-ı Rahîmin [herşeyin rızkını veren, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah] bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemâl bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki, birtek elmayı yapıp bir adama hakikî bir rızık olarak mün’imâne [gerçek nimet verici olan Allah] veren, yalnız öyle bir Zât yapar verir ki, mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı [yer küre, dünya] bir sefine-i tüccariye [ticaret gemisi] gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulâtlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünkü, o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat [yaratılış mührü] ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması mânâsındaki sıfatını gösteren özel işaret mühür] ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat [bitkiler] ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakikî mâliki ve sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] elbette ve her halde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın [dünyalılar] ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun destgâhı [iş yeri] olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelâli [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan, her şeyin sahibi Allah] ve Hâlık-ı Zülcemâli olacak; başka olamaz.

Demek, herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir [birlik mührü] ki, onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının Kâtibini ve Sâniini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bildirir ve vahdetini [Allah’ın birliği] gösterir ve meyveler adedince vahdâniyet [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] fermanının mühürlendiğine işaret eder.

Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ism-i Rahîm [Allah’ın herbir varlığa merhamet ve şefkati olduğunu bildiren ismi] ve ism-i Hakîmin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] mazharı olduğundan, bu rahîmiyet [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] hakikatının çok lem’alarını [parıltı] ve çok sırlarını Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] çok eczalarında

237

beyan ve ispat ettiğinden, ona havale ile, bu pek büyük hazineden hâlimin müsaadesizliği [uygunsuz, izin vermeyen] cihetiyle bu kısa işaretle iktifa [yetinme] edildi.

İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillâh, her yerde aradığım ve herşeyden sorduğum Hâlıkımın [her şeyi yaratan Allah] ve Mâlikimin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Herbir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz. Dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz. Ve herbiri tahakkukuyla [gerçekleşme] vücuduna gayet kat’î şehadet eder ve ihatasıyla [herşeyi kuşatma] vahdetine [Allah’ın birliği] gayet zâhir delâlet eder. Ve sâir erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] dahi içinde kuvvetli ispat etmekle beraber, mecmuu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten tahkike [araştırma, inceleme] ve tahkikten [araştırma, inceleme] ilmelyakîne [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve ilmelyakînden [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] aynelyakîne [gözle görerek kesin bilgi edinme] ve aynelyakînden [gözle görerek kesin bilgi edinme] hakkalyakîne [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] iblâğ ediyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبىِِّ * 1

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ أَنْ هَدٰينَا اللهُ لَقَدْ جَۤاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ * 2

İşte bu pürmerak seyyahın, bu üçüncü menzilde müşahede ettiği dört muazzam hakikatlerden aldığı envâr-ı imaniyeye [iman nurları] gayet kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın İkinci Babında üçüncü menzilin hakikatlerine dair şöyle denilmiş:

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وَحْدَتِهِ فِى وُجُوبِ وُجُودِهِ: مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْفَتَّاحِيَّةِ، بِفَتْحِ الصُّوَرِ لاَرْبَعِ مِۤائَةِ أَلْفِ نَوْعٍ مِنْ ذَوِي الْحَيَاةِ الْمُكَمَّلَةِ بِلاَ قُصُورٍ، بِشَهَادَةِ فَنِّ النَّبَاتِ وَالْحَيَوَانِ.. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الرَّحْمَانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِلاَ نُقْصَانٍ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ.. وَكَذَا

238

مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدَارَةِ الْمُحِيطَةِ لِجَمِيعِ ذَوِي الْحَيَاةِ وَالْمُنْتَظَمَةِ بِلاَ خَطَأٍ وَلاَ نُقْصَانٍ.. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الرَّحِيمِيَّةِ وَاْلاِعَاشَةِ الشَّامِلَةِ لِكُلِّ الْمُرْتَزِقِينَ الْمُقَنَّنَةِ فِى كُلِّ وَقْتِ الْحَاجَةِ بِلاَسَهْوٍ وَلاَ نِسْيَانٍ جَلَّ جَلاَلُ رَزَّاقِهَا الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ الْحَنَّانِ الْمَنَّانِ وَعَمَّ نَوَالُهُ وَشَمِلَ اِحْسَانُهُ وَلاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

يَارَبِّ! بِحَقِّ بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ. يَا اللهُ يَارَحْمٰنُ يَارَحِيمُ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ بِعَدَدِ جَمِيعِ حُرُوفِ رَسَۤائِلِ النُّورِ الْمَضْرُوبَةِ تِلْكَ الْحُرُوفُ فِى عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ جَمِيعِ عُمْرِنَا فِى الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةِ مَعَ ضَرْبِ مَجْمُوعِهَا فِى ذَرَّاتِ وُجُودِى فِى مُدَّةِ حَيَاتِى وَاغْفِرْ لِى وَلِمَنْ يُعِينُنِىِ فِى نَشْرِ رَسَۤائِلِ النُّورِ وَكِتَابَتِهَا بِصَدَاقَةٍ بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا وَِلاٰبَۤائِنَا وَلِسَادَاتِنَا وَشُيُوخِنَا وَِلاَخَوَاتِنَا وَاِخْوَانِنَا وَلِطَلَبَةِ رِسَالَةِ النُّورِ الصَّادِقِينَ وَبِالْخَاصَّةِ لِمَنْ يَكْتُبُ وَيَسْتَنْسِخُ هٰذِهِ الرِّسَالَةَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ.. اٰمِينَ. * 3

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 4

239

 İhtar

Bu risalenin mahall-i zuhuru olan şu memleket muhitinde Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] sair risaleleri bulunmadığından ve ihtiyarsız [irade dışı] olarak burada telif [kaleme alma] edildiğinden, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] gibi risalelerde, zâhirî bir tekrar suretinde başka Sözlerin ve Lem’aların [parıltı] bir kısım mühim meseleleri zikredilmiş ve buralardaki şâkirtlere [Allah’a şükreden] nisbeten herbiri birer küçük Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hükmüne geçmek hikmetiyle böyle yazdırılmış.

Bu müsveddenin birinci tebyizi [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] bir mübarek zât tarafından oldu. O zâtın tevafuktan haberi yokken yazdığı nüshada, kayda lâyık şöyle lâtif [berrak, şirin, hoş] ve mânidar bir tevâfuk gördük ki: O nüshanın satırları başında elif ( ا )’ler altı yüz altmış altı (666) olarak yazılmıştır. Bu hâl [çözüm] ise, Hazret-i İmam-ı Ali (radıyallahu anh) tarafından bu hususî risaleye verilen Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] namının cifrî ve ebcedî makamı olan altı yüz altmış altı (666) adedine tam tamına muvafakatı ve mutabakatı ile, bu risalenin bu nâma liyakatını gösterir. Hem âyât-ı Kur’âniyenin adedi olan altı bin altı yüz altmış altı (6666)’nın dört mertebesinden üç mertebesine tevafuku dahi, bu risalenin, âyâtın bir lem’ası olduğuna bir işarettir diye telâkki [anlama, kabul etme] ettik.

 Said Nursî

ba

Bugünlerde, mânevî bir muhaverede [karşılıklı konuşma] bir sual ve cevabı dinledim. Size, bir hülâsasını [esas, öz] beyan edeyim:

Biri dedi:

“Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları [kuvvetlendirme, destekleme] ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid [inatçı] bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi [yeterli] iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yapıyor?”

240

Ona cevaben dediler:

“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î [ferdî, küçük] tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît [her şeyi kuşatan] kal’a[kale] tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor. Belki, bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid [bozguncu] âletlerle dehşetli rahnelenen [yara] kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] ve umumun ve bâhusus [bilhassa, özellikle] avâm-ı mü’minînin istinadgâhları [dayanak, sığınak] olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla [mu’cize oluş] ve geniş yaralarını Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere [yara] ve yaralara, hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, [delil] cihazlar ve bin tiryak [derman, ilaç] hâsiyetinde [özellik] mücerreb [denenmiş] ilâçlar ve hadsiz edviyeler [devâlar, çareler] bulunmak gerektir ki, bu zamanda Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’câz-ı mânevîsinden [mânevî mu’cizelik] çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] ve inkişafata [açığa çıkma] medardır” [kaynak, dayanak] diye uzun bir mükâleme [karşılıklı konuşma] cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum…

Said Nursî