TARİHÇE-İ HAYAT – Beşinci Kısım – Denizli Hayatı (491-564)

491

Beşinci Kısım

Denizli hayatı

492

Risale-i Nur’un neşriyat ve fütuhat [fetihler, yayılmalar] dairesi gittikçe genişliyor. İştiyakla Nurları okuyanlar, günden güne ziyadeleşiyor. Risale-i Nur’daki harika kuvvet ve tesiratın neticesini müşahede eden gizli İslâmiyet düşmanları yine bir entrika çevirip Risale-i Nur’a ve müellifi Bediüzzaman’a suikastle, “Bediüzzaman gizli cemiyet kuruyor, halkı hükûmet aleyhine çeviriyor, inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] kökünden yıkıyor, Mustafa Kemal’e deccal, süfyan, [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] din yıkıcısı diyor, bunu hadislerle ispat ediyor” gibi bir sürü bahaneler ve plânlarla itham [suçlama] edilerek Kastamonu’dan Denizli Ağır Ceza Mahkemesine, yüz yirmi altı talebesiyle beraber 1943 senesinde sevk ediliyor.Haşiye [dipnot] Sonra, Risale-i Nur Külliyatında siyasî bir mevzu olup olmadığını tetkik için birkaç memurdan müteşekkil [meydana gelen] bir ehl-i vukuf [bilirkişi] teşkil edilerek, müsadere edilen Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve mektuplar tetkike başlanınca, Bediüzzaman, “Bu vukufsuz ehl-i vukuf, [bilirkişi] Risale-i Nur’u tetkik edemez. Ankara’da yüksek, ilmî bir ehl-i vukuf [bilirkişi] teşkil ettirilsin. Avrupa’dan feylesoflar getirilsin. Eğer onlar bir suç bulurlarsa, en ağır cezaya razıyım” der. Bunun üzerine Risale-i Nur Külliyatı ve bütün mektuplar, Ankara’da profesörler ve yüksek âlimlerden mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir ehl-i vukufa [bilirkişi] satır satır tetkik ettirilir. Ehl-i vukuf [bilirkişi] tarafından, “Bediüzzaman’ın siyasî bir faaliyeti yoktur. Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarikatçılık mevcut değildir. Eserleri ilmî ve imanîdir, Kur’ân’ın bir tefsiridir” diye rapor veriliyor. Mahkemeye verilişindeki ithamlar, [suçlama] delilsiz ve ispatsız olduğu için, birtakım  

493

uydurma bahane ve tertiplerden ibaret olduğu anlaşılıyor. Neticede, Bediüzzaman büyük bir müdafaa yapıyor. Nihayet, mahkeme ittifakla 16.6.944 tarih ve 199/136 sayılı beraat kararını veriyor. Yüz otuz parça Risale-i Nur Külliyatının hepsine serbestiyet verip, sahiplerine tamamen iade ediyor. Beraat kararını, Temyiz Birinci Ceza Dairesi, 30.12.1944 tarihli ilâmla, ittifakla tasdik edip, Risale-i Nur dâvâsının hakkaniyeti kaziye-i muhkeme halini alıyor.

Bediüzzaman Said Nursî ve talebelerinden bir kısmı, hapiste dokuz ay kaldıktan sonra beraat kararı üzerine tahliye ediliyor. Fakat Said Nursî Hazretlerini hapishanede zehirliyorlar; ölüm tehlikesi geçiriyor. Cenab-ı Hakkın inayetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] kurtuluyorsa da, tarihte hiçbir kimseye yapılmayan zulüm, işkence ve ihanetlere mâruz bırakılıyor. Bediüzzaman, gizli dinsiz münafıkların tahrikâtıyla girdiği bütün mahkemelerde olduğu gibi, bu idam [hiçlik, yokluk] plânıyla verildiği mahkemede de hak ve hakikati, pervasızca [korku] ve ölümü hiçe sayarak haykırıyor.

Üstad Bediüzzaman, Denizli hapsinde Meyve Risalesini [On Birinci Şuâ] telif [kaleme alma] etmiştir. Bu risale, bilâhare Asâ-yı Musa mecmuasının başında neşredilmiştir. Meyve Risalesini, [On Birinci Şuâ] iki Cuma gününde telif [kaleme alma] etmiştir. Hapishanede bulunan bütün Nur Talebeleri ve diğer mahpuslar, Meyve Risalesini [On Birinci Şuâ] yazmışlar, o risalenin hakikatleriyle iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmişlerdir. Hapishaneye kâğıt sokulmuyordu. O eser, gizlice yazılmıştır. Hattâ kibrit kutusuna yazmışlar ve bu gibi şartlar altında çalışmışlardır…Haşiye

ba

494

Bediüzzaman Said Nursî’nin Denizli Mahkemesi’nde Yaptığı

 Müdafaadan Bazı Kısımlar

….

Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar.

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 1 kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve mânevî kazançlarıyla koşuyorlar.

İşte, biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. [bireyler] Ve hususi vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana [Allah’a inanan] bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve daimî ve berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız [suçlama sebebi] olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız, gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz…

Dünyaya karışmak arzusu bizde bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti. Divan-ı Harb-i Örfîde ve Mustafa Kemal’in hiddetine karşı, divan-ı riyasette, [başkanlık divanı, makamı] şiddetli ve dokunaklı müdafaa eden bir adam, on sekiz sene zarfında kimseye sezdirmeden dünya entrikalarını çeviriyor diye onu ittiham [suçlama] eden, elbette bir garazla eder.

Bu meselede benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risale-i Nur’a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur’ân’a bağlanmış. Ve Kur’ân dahi Arş-ı Âzam [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] ile bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın, o kuvvetli ipleri çözsün?

495

Hem bu memlekete maddî ve mânevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtıyla [işaretler] ve İmam-ı Ali radıyallahu anhın üç kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] gaybiyesiyle ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) kat’î ihbarıyla tahakkuk [gerçekleşme] etmiş olan Risale-i Nur, bizim âdi ve şahsî kusurumuzla mes’ul olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddî, hem mânevî telâfi edilmeyecek derecede zarar olacak.Haşiye [dipnot]

Bazı zındıkların şeytanetiyle [şeytanlık] Risale-i Nur’a karşı çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah [Allah dilerse] bozulacaklar. Onun şakirtleri [öğrenci] başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] mağlûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü [ilgi] kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler, [öğrenci] Şeyh Said ve Menemen hadiseleri gibi cüz’î [ferdî, küçük] ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükümeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] eden zındıklar ve münâfıklar bin derece pişman olacaklar.

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] madem biz ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim âhiretimize, imanî hizmetimize ilişmesinler.

 Mevkuf

Said Nursî

ba

496

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Efendiler,

Size kat’î haber veriyorum ki, buradaki zâtların, bizimle ve Risale-i Nur’la münasebeti olmayan veya az bulunanlardan başka, istediğiniz kadar hakikî kardeşlerim ve hakikat yolunda hakikatli arkadaşlarım var. Biz Risale-i Nur’un keşfiyat-ı kat’iyesiyle iki kere iki dört eder derecesinde sarsılmaz bir kanaatla bilmişiz ki, ölüm bizim için, sırr-ı Kur’ân [Kur’ân’ın sırrı] ile, idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] terhis tezkeresine çevrilmiş. Ve bize muhalif ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gidenler için, o kat’î ölüm, ya idam-ı ebedîdir—eğer [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] âhirete kat’î imanı yoksa—veya ebedî ve karanlıklı haps-i münferittir—eğer [tek başına hapis, hücre hapsi] âhirete inansa ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gitmişse.—Acaba dünyada bu mes’eleden daha büyük, daha ehemmiyetli bir mesele-i insaniye [insanlık meselesi] var mı ki, bu ona âlet olsun? Sizden soruyorum.

Madem yoktur ve olamaz. Neden bizimle uğraşıyorsunuz? Biz en ağır cezanıza karşı kendimiz, âlem-i nura [nur âlemi] gitmek için bir terhis tezkeresini alıyoruz diye kemâl-i metanetle [mükemmel bir dayanıklılık, sebat] [kalıcı olma, sabit kalma] bekliyoruz. Fakat bizi reddedip dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına mahkûm edenleri, sizi bu mecliste gördüğümüz gibi, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ve haps-i münferitle [tek başına hapis, hücre hapsi] mahkûm ve pek yakın bir zamanda o dehşetli cezayı çekeceklerini müşahede derecesinde biliyoruz, belki görüyoruz, onlara insaniyet damarıyla cidden acıyoruz. Bu kat’î ve ehemmiyetli hakikatı ispat etmeye ve en mütemerridleri [inatçı] dahi ilzam [susturma] etmeye hazırım. Değil vukufsuz, garazkâr, [kötü niyet sahibi, art niyetli] mâneviyatta behresiz [nasipsiz, hissesiz] ehl-i vukufa [bilirkişi] karşı, belki en büyük âlim ve feylesoflarınıza karşı gündüz gibi ispat etmezsem, her cezaya razıyım!

İşte, yalnız bir nümune olarak, iki Cuma gününde mahpuslar için telif [kaleme alma] edilen ve Risale-i Nur’un umdelerini ve hülâsa [esas, öz] ve esaslarını beyan ederek Risale-i Nur’un bir müdafaanamesi hükmüne geçen Meyve Risalesini [On Birinci Şuâ] ibraz ediyorum ve Ankara makamatına vermek için, yeni harflerle yazdırmaya müşkülâtlar içinde

497

gizli çalışıyoruz. İşte onu okuyunuz, tam dikkat ediniz. Eğer kalbiniz—nefsinize karışmam—beni tasdik etmezse, bana şimdiki tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde her hakaret ve işkenceyi de yapsanız, sükût edeceğim.

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] ya Risale-i Nur’u tam serbest bırakınız, veyahut bu kuvvetli ve zedelenmez hakikati elinizden gelirse kırınız! Ben şimdiye kadar sizi ve dünyanızı düşünmüyordum ve düşünmeyecektim. Fakat mecbur ettiniz. Belki de sizi ikaz etmek lâzımdı ki, kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] bizi bu yola sevk etti. Biz de مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ أَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 1 düstur-u kudsîyi [kutsal prensip] kendimize rehber edip, herbir sıkıntılarınızı sabır ile karşılayacağız diye azmettik.

 Mevkuf

Said Nursî

ba

498

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Zaman-ı Saadetten [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] şimdiye kadar câri bir âdet-i İslâmiyeye [İslâmın âdeti, geleneği] ittibaen [tabi olma, uyma] Risale-i Nur’un hususî menbaları olan yüzer âyât-ı meşhureyi [meşhur âyetler] büyük bir En’âm [deve, sığır, koyun gibi evcil hayvanlar; nimetler] gibi “Hizb-i Kur’ânî[zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] yaptığımızı, “Dinde tahrifat yapıyor” diye muaheze etmişler.

Hem bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabıtnamede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risalesi [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] ile bu sene yazılmış ve neşredilmiş gibi, bizi ittiham [suçlama] etmek ister. Hem Ankara’da hükümetin riyasetinde bulunan birisine (Mustafa Kemal’e) söylediğim itirazlara ve ağır sözlere mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeyip sükût eden ve o öldükten sonra, onun yanlışını gösteren bir hakikat-i hadîsiyeyi [hadis-i şerifle vurgulanan hakikat] beyandaki fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve lüzumlu ve küllî ve mahrem tenkitlerim, medar-ı mes’uliyet yapılmış. Ölmüş, alâkası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede; hükümetin ve milletin bir hatırası ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir tecellî-i hâkimiyeti olan adaletleri, kanunları nerede?

Hem biz hükümet-i cumhuriye [Cumhuriyet hükümeti] esaslarından en ziyade kendimize medar-ı istinat ve onun ile kendimizi müdafaa ettiğimiz “hürriyet-i vicdan[vicdan hürriyeti] esası, bizim aleyhimizde medar-ı mes’uliyet tutulmuş. Güya biz “hürriyet-i vicdan[vicdan hürriyeti] esasına muarız [itiraz eden, karşı gelen] gidiyoruz!

Hem medeniyetin seyyiatını [günahlar] ve kusurlarını tenkit etmesinden, hatır ve hayâlime gelmeyen bir şeyi zabıtnamelerde isnat ediyor: Güya ben radyo,Haşiye tayyare ve şimendiferin [tren] kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde bulunduğumla mes’ul ediyor!

499

İşte bu nümunelere kıyasen, ne kadar hilâf-ı adâlet bir muamele olduğunu, inşâallah, insaflı ve adaletli olan Denizli Müddeiumumîsi [savcı] ve Mahkemesi göstererek, o zabıtnamelerin evhamlarına ehemmiyet vermeyecekler.

Hem en acîbi budur ki: Başka mahkemenin müdde-i umumîsi [savcı] benden sordu: “Mahrem Beşinci Şuâda demişsin: ‘Ordu dizginini o dehşetli şahsın elinden kurtaracak.’ Muradın, orduyu hükümete karşı itaatsizliğe sevk etmektir.” Ben de dedim: “Maksadım, o kumandan ya ölecek veya tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilecek, ordu onun tahakkümünden [baskı] kurtulacak demektir. Acaba, hem gayet mahrem, sekiz senede yalnız iki defa elime geçen ve aynı zamanda kaybedilen, hem âhirzamana ait bir hadîsin mânâsını küllî bir surette beyan eden, hem aslı eskiden telif [kaleme alma] edilen bir risale, hem birtek nefer [asker] görmediği halde nasıl sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] olur?” Maatteessüf, [ne yazık ki] o insafsızların o acip ittihamı iddianameye girmiş.

Hem en garibi şudur ki: Bir yerde demişim: “Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] büyük nimetleri olan tayyare, şimendifer [tren] ve radyoya, büyük şükürle mukabele [karşılama; karşılık verme] lâzımken, beşer şükür etmedi, tayyarelerle başlarına bomba yağdı. Ve radyo öyle büyük bir nimet-i İlâhiyedir [Allah’ın kullarına verdiği nimet] ki, ona mukàbil şükür ise, o radyo milyonlar dilli bir küllî hâfız-ı Kur’ân olup, bütün zemin yüzündeki insanlara Kur’ân’ı dinlettirsin.1 Ve Yirminci Sözde Kur’ân’ın medeniyet harikalarından gaybî haber verdiğini beyan ederken, bir âyetin işareti olarak, kâfirler şimendiferle [tren] âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mağlûp ederler” demişim. İslâmı bu harikalara teşvik ettiğim halde, bir sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] olarak, “Şimendifer [tren] ve tayyare ve radyo gibi terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde” diye, iddianamenin âhirinde, beni evvelki müdde-i umumînin [savcı] garazlarına binaen ittiham [suçlama] eder.

500

Hem hiçbir münasebeti olmadığı halde, bir adam Risale-i Nur’un ikinci bir ismi olan “Risaletü’n-Nur” [elçilik, peygamberlik] tâbirinden, “Kur’ân’ın nurundan bir risalettir, [elçilik, peygamberlik] bir ilhamdır” [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] demiş. İddianamede başka yerin verdikleri yanlış mânâ ile, güya “Risale-i Nur bir resuldür” [Allah’ın elçisi] diye benim için bir sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] tutulmuş.

Hem müdafaatımda yirmi yerde kat’î bir surette hüccetlerle [delil] ispat etmişiz ki, bütün dünyaya karşı da olsa din ve Kur’ân ve Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve edilmez ve biz onların bir hakikatini dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz. Bu dâvânın emareleri yirmi senede binlerdir. Madem böyledir; ben ve biz bütün kuvvetimizle deriz: حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1

Said Nursî

ba

501

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 İddianameye karşı itiraznamenin [itiraz dilekçesi, yazısı] tetimmesidir [ek]

Bu itirazda muhatabım Denizli Mahkemesi ve müddeiumumîsi [savcı] değil, belki başta Isparta ve İnebolu müddeiumumîleri [savcı] olarak, yanlış ve nâkıs [eksik] zabıtnameleriyle buradaki acip iddianâmeyi aleyhimize verdiren garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] ve vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] memurlardır.

Evvelâ: Asl u faslı olmayan ve hatırıma gelmeyen bir siyasî cemiyet namını mâsum ve siyasetle hiç alâkaları olmayan Risale-i Nur talebelerine takıp ve o daire içine giren ve iman ve âhiretinden başka hiç bir maksatları bulunmayan bîçareleri, o cemiyetin nâşiri, [neşreden, yayan, yayınlayan] ya faal bir rüknü [esas, şart] veya mensubu veya Risale-i Nur’u okumuş veya okutmuş veya yazmış diye suçlu sayıp mahkemeye vermek ne kadar adaletin mahiyetinden uzak olduğunun kat’î bir hücceti [delil] şudur ki:

Kur’ân aleyhinde yazılan, Doktor Duzi’nin ve sair zındıkların o muzır [zararlı] eserlerini okuyanlara, hürriyet-i fikir [düşünce özgürlüğü] ve hürriyet-i ilmiye düsturuyla [kâide, kural] bir suç sayılmadığı halde, hakikat-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikati] ve imaniyeyi öğrenmeye gayet muhtaç ve müştak [arzulu, aşırı istekli] olanlara güneş gibi bildiren Risale-i Nur’u okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve hem, yüz risale içinde yanlış mânâ verilmemek için mahrem tuttuğumuz ve neşrine izin vermediğimiz iki üç risalede yalnız birkaç cümlelerini bahane gösterip itham [suçlama] etmiş. Halbuki, o risaleleri—biri müstesna—Eskişehir Mahkemesi tetkik etmiş, icabına bakmış; ve müstesna ise, hem istidamda ve hem itiraznamemde [itiraz dilekçesi, yazısı] gayet kat’î cevap verildiği ve “Elimizde nur var, siyaset topuzu yok” diye Eskişehir Mahkemesinde yirmi vech [cihet, yön, taraf] ile kat’î ispat edildiği halde, o insafsız müddeîler, [iddia sahibi] üç mahrem ve neşrolunmayan risalelerin üç dört cümlelerini

502

bütün Risale-i Nur’a teşmil eder gibi, Risale-i Nur’u okuyan ve yazanı suçlu ve beni de “hükûmetle mübareze [karşı koyma] eder” diye ittiham [suçlama] etmişler.

Ben ve bana yakın ve benimle görüşen dostlarımı işhad [şahid gösterme] ve kasemle [yemin] temin ederim ki, bu on seneden ziyadedir ki, iki reisten ve bir mebustan ve Kastamonu Valisinden başka, hükûmetin erkânını, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] vükelâsını, kumandanları, memurları, mebusları kimler olduğunu kat’iyen [kesinlikle] bilmiyorum ve bilmeyi de merak etmemişim. Acaba hiç imkânı var mı ki, bir adam mübareze [karşı koyma] ettiği adamları tanımasın ve bilmeyi merak etmesin? Dost mu, düşman mı, karşısındakini tanımasına ehemmiyet vermesin? Bu hallerden anlaşılıyor ki, bil’iltizam [sıkıca sarılarak] herhalde beni mahkûm etmek için gayet asılsız bahaneleri icad ederler.

Madem keyfiyet böyledir. Ben de buranın mahkemesine değil, belki o insafsızlara derim:

Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem ve hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Böyle mazlum ve mâsum bir iki sene hayatı şehadet mertebesiyle değiştirmek, benim için büyük saadettir. Risale-i Nur’un binler hüccetleriyle [delil] kat’î imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer idam [hiçlik, yokluk] da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat, siz, ey zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle sebepsiz meşgul eden insafsızlar! Kat’î biliniz ve titreyiniz ki, siz idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ve ebedî haps-i münferitle [tek başına hapis, hücre hapsi] mahkûm oluyorsunuz. İntikamımız sizden pek çok ve muzaaf [kat kat] bir surette alınıyor görüyoruz. Hattâ size acıyoruz.

Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikati, elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her meselesinin fevkinde [üstünde] en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zaruri ve kat’îsidir. Acaba, bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] ve o çareyi binler hüccetler [delil] ile bulduran Risale-i Nur’u âdi bahanelerle ittiham [suçlama] edenler ne kadar kendilerini hakikat ve adalet nazarında müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] oluyor, divaneler de anlar.

Bu insafsızları aldatan ve hiçbir münasebeti olmayan bir siyasî cemiyet vehmini veren üç maddedir.

503

Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim benimle kardeş gibi şiddetli alâkadar olmaları, bir cemiyet vehmini vermiş.

İkincisi: Risale-i Nurun bazı şâkirtleri [Allah’a şükreden] her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen ve cemaat-ı İslâmiye heyetleri gibi hareket etmelerinden, bir cemiyet zannedilmiş. Halbuki o mahdut [sınırlanmış] üç dört şakirtin [öğrenci] niyetleri cemiyet memiyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] hâlis bir kardeşlik ve uhrevî tesanüddür. [dayanışma]

Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve dünyaperestlikte bildiklerinden ve hükûmetin bazı kanunlarını kendilerine müsait bulduklarından, fikren diyorlar ki: “Herhalde Said ve arkadaşları bizlere ve hükûmetin, bizim medenîce nâmeşru hevesatımıza müsait kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise muhalif bir cemiyet-i siyasidirler.” Ben de derim:

Hey bedbahtlar! Dünya ebedî olsaydı ve insan içinde daimî kalsaydı ve insanî vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı, belki bu iftiranızda bir mânâ bulunabilirdi. Hem eğer ben siyasetle işe girseydim, yüz risalede on cümle değil, belki bin cümleyi siyasetvâri [politika yaparak; siyasî bir ifâde ve tavırla] ve mübarezekârâne [karşı koyarak] bulacaktınız. Hem farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksatlarına ve keyiflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz diye—ki; şeytan da bunu inandırmaya çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez—haydi böyle de olsa, madem bu yirmi senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor; ve hükûmet ele bakar, kalbe bakamaz; ve herbir hükûmette şiddetli muhalifler bulunur. Elbette adliye kanunu ile bizleri mes’ul etmezsiniz. Son sözüm:

حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 1

Said Nursî

ba

504

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir vakıa-i müdafaayı beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım [hayat hikayesi] ispat eder. Hülâsa[esas, öz] şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli [boş] bir türbe kubbesinde [yarım küre şeklinde olan çatı] inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne [ilk devir İslâm büyükleri] muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

İşte, ey müddeiumumî [iddia makamı, savcı] ve mahkeme âzâları.

Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni ittiham [suçlama] ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] düsturuyla, [kâide, kural] dinsizlere ve sefahetçilere [ahmaklık, beyinsizlik] ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki [anlama, kabul etme] ederim. On senedir (şimdi yirmi sene oluyor) ki hayat-ı siyasiye [siyaset hayatı] ve içtimaiyeden [bir araya gelme, toplanma] çekilmişim. Hükümet-i Cumhuriye [Cumhuriyet hükümeti] ne hal kesb [elde etme, kazanma] ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, [Allah korusun] eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul

505

eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva [pervasız, çekinmeden] ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 olarak, siz beni idam [hiçlik, yokluk] ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukàbil derim:

Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, idam [hiçlik, yokluk] olmuyorum. Belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ve daimî haps-i münferitle [tek başına hapis, hücre hapsi] mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat[tam anlamıyla rahatlık] kalble teslim-i ruh [ruhunu teslim etme, ölme] etmeye hazırım.

 Mevkuf

Said Nursî

ba

506

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Efendiler,

Çok emarelerle kat’î kanaatim gelmiş ki, hükümet hesabına, “hissiyat-ı diniyeyi âlet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek” için bize hücum edilmiyor. Belki bu yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim, imanımız için ve imana ve emniyete hizmetimiz için bize hücum edildiğine çok hüccetlerden [delil] bir hücceti [delil] şudur ki:

Yirmi sene zarfında, Risale-i Nur’un yirmi bin nüshaları ve parçalarını yirmi bin adamlar okuyup kabul ettikleri halde, Risale-i Nur’un şakirtleri [öğrenci] tarafından emniyetin ihlâline dair hiçbir vukuat olmamış ve hükümet kaydetmemiş ve eski ve yeni iki mahkeme bulmamış. Halbuki, böyle kesretli [çokluk] ve kuvvetli propaganda, yirmi günde vukuatlar ile kendini gösterecekti. Demek hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] prensibine zıt olarak, bütün dindar nasihatçilere şâmil, [içine alan] lâstikli bir kanunun yüz altmış üçüncü (163) maddesi sahte bir maskedir. Zındıklar, bazı erkân-ı hükümeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ederek, adliyeyi şaşırtıp, bizi herhalde ezmek istiyorlar.

Madem hakikat budur; biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikate başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet—ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, [vicdan hürriyeti] ne hürriyet-i diniye—olmamasından, ehl-i namus [namus sahibi] ve diyanet ve taraftar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka çare kalmaz. Biz de اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 2 diyerek Rabbimize dayanıyoruz.

 Mevkuf

Said Nursî

ba

507

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Mahkeme Reisi Ali Rıza Beyefendi,

Hukukumu müdafaa etmek için ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam [ümit] var.

Ben yeni harfleri bilmiyorum ve eski yazım da pek nâkıstır, [eksik] hem beni başkalarla görüştürmüyorlar. Adeta tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içindeyim. Hattâ iddianame on beş dakikadan sonra benden alındı. Hem avukat tutmak iktidarım yok. Hattâ size takdim ettiğim müdafaatımın, çok zahmetle, bir kısmını gizli olarak ancak yeni harfle bir suretini alabildim. Hem Risale-i Nur’un bir nevi müdafaanamesi ve mesleğinin hülâsa[esas, öz] olan Meyve Risalesinin [On Birinci Şuâ] bir suretini müdeiumuma vermek için ve bir iki suretini Ankara makamatına göndermek için yazdırmıştım. Birden onları elimden aldılar, daha vermediler. Halbuki Eskişehir adliyesi, bize bir makineyi hapse gönderdi. Biz müdafaatımızı onda, yeni harfle, bir iki nüsha yazdık; hem o mahkeme dahi yazdı. İşte ehemmiyetli talebim: Ya bize bir makineyi siz veriniz veya bize müsaade ediniz, biz celb [çekme] edeceğiz, tâ ki hem müdafaatımı, hem Risale-i Nur’un müdafaanamesi hükmündeki risaleyi yeni harfle iki üç suretini alıp, hem Adliye Vekâletine, [Adalet Bakanlığı] hem Heyet-i Vekileye, [Bakanlar Kurulu] hem Meclis-i Mebusana, hem Şûrâ-yı Devlete göndereceğiz. Çünkü, iddianamede bütün esas, Risale-i Nur’dur. Ve Risale-i Nur’a ait dâvâ ve itiraz, cüz’î [ferdî, küçük] bir hadise ve şahsî bir mes’ele değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükümeti ciddî alâkadar edecek ve dolayısıyla âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celb [çekme] edecek bir küllî hadise hükmünde ve umumî bir meseledir.

Evet Risale-i Nur’a perde altında hücum eden, ecnebî parmağıyla bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] teveccühünü [ilgi] ve muhabbetini ve uhuvvetini [kardeşlik] kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] yerleştirenlerdir ki, hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp der: “Risale-i Nur ve şakirtleri [öğrenci] dini siyasete âlet eder; emniyete zarar ihtimali var.”

508

Hey bedbahtlar! Risale-i Nur’un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] kırdığı için, küfr-ü mutlakın [her açıdan inkârcılığa düşmek] altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti, âsâyişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden [delil] biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesidir. [On Birinci Şuâ] Bunu âlî [yüce] bir heyet-i ilmiye ve içtimaiye tetkik etsinler. Eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli idama razıyım.

 Mevkuf

Said Nursî

ba

509

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Reis Beyefendi,

Kararnamede üç madde esas tutulmuş:

Birisi, cemiyettir. Ben buradaki bütün Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını ayniyle işhad [şahid gösterme] ediyorum. Onlardan sorunuz ki, ben hiç birisine dememişim: “Bir cemiyet-i siyasiye veya cemiyet-i Nakşiye teşkil edeceğiz.” Daima dediğim budur: “Biz, imanımızı kurtarmaya çalışacağız.” Umum ehl-i iman [Allah’a inanan] dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı [bireyler] bulunan bir mukaddes cemaat-i İslâmiyeden [İslâm toplumu] başka mâbeynimizde [ara] medar-ı bahs [bahis sebebi, söz konusu] olmadığını ve Kur’ân’da “Hizbullah[Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] nâmı verilen ve umum ehl-i imanın [Allah’a inanan] uhuvveti [kardeşlik] cihetiyle kendimizi, Kur’ân’a hizmetimiz için Hizbü’l-Kur’ân, [Kur’ân taraftarları] Hizbullah [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] dairesinde bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mânâ murad ise, bütün ruhumuzla, kemâl-i iftiharla itiraf ederiz. Eğer başka mânâlar murad ise, onlardan haberimiz yoktur!

İkinci madde: Kararnamenin itirafıyla, Kastamonu zabıtasının rapor ve tasdikiyle, hiç neşrolunmayacak tarzda odun ve kömür yığınları altında ve mıh[çivi] sandıklarda bulunan ve Eskişehir Mahkemesinin tetkikinden ve tenkidinden geçen ve bir hafif cezayı çektiren ve kat’iyen [kesinlikle] mahrem tutulan “Tesettür Risalesi[24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] ve “Hücumat-ı Sitte [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] ve Zeyli” [ek] risalesi gibi kitaplardan bazı cümlelerine yanlış mânâ vererek, dokuz sene evvelki zamana bizi götürüp, cezasını çektiğimiz suçla mes’ul etmek istiyor.

Üçüncü madde: Kararnamede kaç yerinde “Devletin emniyetini ihlâl edebilir veya yapabilir” gibi tâbirlerle imkânat, vukuat yerinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmiş. Herkes, mümkündür ki, bir katl yapsın. Bu imkân ile mes’ul olabilir mi?

 Mevkuf

Said Nursî

ba

510

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Reis Beyefendi,

Ankara makamatına ve Reis-i cumhura istida [dilekçe] suretinde gönderdiğim müdafaanamemi ve Başvekâletin de bunu ehemmiyetle kabul ettiklerini gösteren cevabî mektubunu rabten [bağlama] sunuyorum, takdim ederim. Makam-ı iddianın [iddia makamı] aleyhimizde beyan ettiği asılsız, ittihamkârâne [suçlama] evhamın kat’î cevapları bu müdafaatımda vardır. Sair yerlerin garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] ve sathî [sığ, yüzeysel] zabıtnamelerine bina edilen buranın ehl-i vukuf [bilirkişi] raporunda hilâf-ı vâki [gerçeğe ters] ve mantıksız çok sözler vardır ki, onlara karşı da bu itiraznamem [itiraz dilekçesi, yazısı] takdim edilmişti.

Ezcümle: Size evvelce arz ettiğim gibi, Eskişehir Mahkemesine, 163’üncü madde ile beni mahkûm etmek istedikleri zaman demiştim: “Hükûmet-i Cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] iki yüz mebusu içinde aynı rakam 163 mebusun imzalarıyla Van’daki dârülfünunuma [üniversite] (medreseme) yüz elli bin banknot tahsisat kabul etmeleri ve onunla hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] bana karşı teveccühü, [ilgi] bu 163’üncü maddeyi hakkımda hükümden iskat [düşürme] ediyor” dediğim halde, o ehl-i vukuf, [bilirkişi] “163 mebus Said aleyhinde takibat yapmışlar” diye tahrif etmiş! İşte makam-ı iddia [iddia makamı] da, bu ehl-i vukufun [bilirkişi] böyle bütün bütün asılsız ittihamlarına [suçlama] binaen bizi mes’ul tutuyor. Halbuki, meclisinizin kararıyla, en yüksek heyet-i ilmiye ve fenniyenin tetkikine ve tahkikine [araştırma, inceleme] havale edilen Risale-i Nur’un bütün eczaları tetkikten sonra, bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] hakkımızda: “Said’in ve Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] yazılarında dini, mukaddesatı âlet edip devletin emniyetini ihlâle teşvik veya bir cemiyet kurmak ve hükûmete karşı bir su-i maksadı bulunmak kasdında olduğunu gösterir bir sarahat [açıklık] ve emare olmadığını ve Said’in şakirtleri, [öğrenci] muhaberelerinde hükûmete karşı

511

kötü bir kasıt beslemek, bir cemiyet kurmak veya tarîkat gütmek fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmaktadır” diye müttefikan [birleşerek] karar vermişler.

Hem ehl-i vukuf, [bilirkişi] “Said Nursî’nin yüzde doksan risalesi, hem samimî, hem hasbî, hem ilim ve hakikat ve din esaslarından hiçbir cihetle ayrılmamışlar; bunlarda, dini âlet etmek veya cemiyet teşkil etmeye, emniyeti ihlâl hareketinin bulunmadığı sarihtir. [açık] Şakirtlerin [öğrenci] birbiriyle ve Said Nursî ile muhabere mektupları da bu nevidendirler. Beş on mahrem ve şekvâ[şikayet] ve gayr-ı ilmî [ilim dışı] olan risalelerden başka bütün risaleleri herbiri bir âyetin tefsiri ve bir hadîs-i şerifin hakikati namına yazılmışlardır. Din, iman, Allah, peygamber, âhiret akîdelerini [inanç] ve ibarelerini açıkça anlatmak için temsillerle yazılmış ve ilmî görüşleri ve ihtiyarlara ve gençlere ahlâkî öğütler ve hayat tecrübesinden alınmış ibretli vak’alar ve faideli menkıbeleri ihtiva eden, mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir. Hükûmete ve idareye ve âsâyişe ilişecek ciheti yoktur” diye müttefikan [birleşerek] karar vermişler.

İşte, makam-ı iddia, [iddia makamı] bu yüksek ehl-i vukufun [bilirkişi] raporuna bakmayarak, eski ve müşevveş [dağınık, karışık] ve nâkıs [eksik] rapora binaen acip tarzlarda bizi ittiham [suçlama] etmesinden, hakikaten fevkalhad müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] bulunmaktayız. Bu insaflı mahkemenin müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] insaflarına elbette yakıştırmayız. Hattâ—temsilde hata olmasın—bir Bektaşiye “Niçin namaz kılmıyorsun?” demişler. O da “Kur’ân’da لاَ تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ 1 var” demiş. Ona demişler: “Bunun arkasını, yani وَاَنْتُمْ سُكَارٰى 2 yı da oku” denildiğinde, “Ben hafız değilim” demiş olması kàbilinden, Risale-i Nur’un bir cümlesini tutup o cümleyi tâdil ve neticeyi beyan eden âhirini almayarak aleyhimizde verilmektedir. Takdim edeceğim müdafaanamemde, o iddianameye karşı

512

mukayese edildiğinde bunun otuz kırk misali görülecektir. Bu nümunelerden lâtif [berrak, şirin, hoş] bir vakıayı beyan ediyorum:

Eskişehir Mahkemesinde makam-ı iddianın [iddia makamı] nasılsa bir sehiv [hata, yanılgı] neticesi, Risale-i Nur’un iman derslerine “Halkları ifsad [bozma] ediyor” gibi bir tâbir ve sonradan o tâbirden vazgeçtiği halde, Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Abdürrezzak nâmında bir zât mahkemeden bir sene sonra demiş:

“Hey bedbaht! Otuz üç âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] işârâtının [işaretler] takdirine mazhar [erişme, nail olma] ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) üç kerametinin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ihbar-ı gaybîsiyle [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) kuvvetli bir tarzda ihbarıyla kıymet-i diniyesi tahakkuk [gerçekleşme] eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiç kimseye hiçbir zarar vermemesiyle beraber binler vatan evlâdını tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] eden ve imanlarını kuvvetlendiren ve ahlâklarını düzelten Risale-i Nur’un irşadlarına [doğru yol gösterme] ‘ifsad’ diyorsun. Allah’tan korkmuyorsun, dilin kurusun!” demiş.

Şimdi, bu şakirdin [talebe, öğrenci] haklı olarak bu sözünü makam-ı iddia [iddia makamı] gördüğü halde, “Said, etrafına fesat saçmış” tabirini insafınıza ve vicdanınıza havale ediyorum.

Makam-ı iddia, [iddia makamı] Risale-i Nur’un içtimaî [sosyal, toplumsal] derslerine ilişmek fikriyle, “Dinin tahtı ve makamı, vicdandır; hükme, kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimaî [sosyal, toplumsal] keşmekeşler olmuştur” dedi. Ben de derim ki:

Din yalnız iman değil; belki amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin [gizli çalışan, casus] görmesi tevehhümü [kuruntu] kâfi [yeterli] gelir mi? O halde, her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye [gizli çalışan, casus] bulunmak lâzım gelir ki, serkeş [başkaldıran] nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur, amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] noktasında, iman cânibinden, [taraf, yön] herkesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlâhîyi [Allah’ın gazabı] hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.

Hem, makam-ı iddia [iddia makamı] bir risalenin güzel ve fevkalâde kerametkârâne [keramet göstererek] bir  

513

tevâfukunun imza edilmesiyle “bir cemiyet efradı” [bireyler] diye mânasız bir emare beyan etmiş. Acaba esnafların [sınıflar] ve hancıların defterlerinde bulunan bu nevi imzalara cemiyet ünvanı verilir mi? Eskişehir’de aynı böyle bir vehim oldu. Cevap verdiğim ve Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] Risalesini gösterdiğim zaman taaccüple karşıladılar. Eğer mâbeynimizde [ara] dünyevî bir cemiyet olsaydı, bu derece benim yüzümden zarar görenler, elbette kemâl-i nefretle benden kaçacak idiler. Demek, nasıl ben ve biz, İmam-ı Gazâli ile irtibatımız var, kopmuyor; çünkü uhrevîdir, dünyaya bakmıyor. Aynen öyle de, bu mâsum ve sâfî ve hâlis dindarlar, benim gibi bir bîçareye iman derslerinin hatırı için bir kuvvetli alâka göstermişler. Ondan bu asılsız, mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir cemiyet-i siyasiye vehmini vermiş. Son sözüm:

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

 Mevkuf, haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi]

Said Nursî

ba

514

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bu gelen kısım çok ehemmiyetlidir

Son sözün mühim bir parçası

Efendiler, Reis Bey, dikkat ediniz! Risale-i Nur’u ve şakirtlerini [öğrenci] mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] hesabına, hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] ve hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] mahkûm etmek hükmüne geçmekle, bin üç yüz seneden beri her senede üç yüz milyon onda yürümüş ve üç yüz milyar Müslümanların hakikate ve saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] giden cadde-i kübrâlarını [büyük ve geniş cadde] kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celb [çekme] etmektir. Çünkü o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır. Acaba mahkeme-i kübrada, bu üç yüz milyar dâvâcıların karşısında sizden sorulsa ki, “Doktor Duzi’nin, baştan nihayete kadar serâpâ [tepeden tırnağa, baştan aşağıya] İslâmiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslam namındaki eseri ki, zındıkların kütüphanelerinizdeki [kitaplar] eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirtleri, [öğrenci] kanununuzca cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad [bozma] komitecilik gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur’ân cadde-i kübrâsında [büyük ve geniş cadde] giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmak için Kur’ân’ın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cemiyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine [kardeşlik] cemiyet nâmı verip ilişmişsiniz? Onları pek acip bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz?” dedikleri zaman ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.

Ve sizi iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete

515

zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız [itiraz eden, karşı gelen] olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” nâmı vermekle, irtidad[dinden dönme, dinden çıkma] mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hâkimiyeti] ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.

Ey efendiler,

Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi; ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimizle gelen semâvî ve arzî belâlardan siz mes’ulsünüz!

 Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme]

ve haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi] mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu]

Said Nursî

ba

516

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Son sözün bir kısmı

Efendiler,

Şimdiki hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] bilemediğimden, makam-ı iddianın [iddia makamı] gidişatına göre, sizce musammem mahkûmiyetimize bir bahane olmak için, pek musırrâne [ısrarlı bir şekilde] ileri sürdüğünüz cemiyetçilik ittihamına [suçlama] karşı pek çok kat’î cevaplarımızı Ankara ehl-i vukufunun [bilirkişi] dahi müttefikan [birleşerek] tasdikleriyle beraber, bu derece bu noktada ısrarınıza çok hayret ve taaccüpte bulunurken kalbime bu mânâ geldi:

Madem, hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] bir temel taşı; ve fıtrat-ı beşeriyenin [insanın yaratılışı, tabiatı] bir hâcet-i zaruriyesi; ve aile hayatından tâ kabile ve millet ve İslâmiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli râbıta; ve her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele [karşılama; karşılık verme] edemediği medâr-ı zarar ve hayret ve insanî ve İslâmî vazifelerin ifasına mâni maddî ve mânevî esbabın tehacümatına [her taraftan hücum etme] karşı bir nokta-i istinat [dayanak noktası] ve medar-ı tesellî olan dostluk ve kardeşâne cemaat ve toplanmak ve samimâne uhrevî cemiyet ve uhuvvet, [kardeşlik] siyasî cephesi olmadığı halde ve bilhassa hem dünya, hem din, hem âhiret saadetlerine kat’î vesile olarak iman ve Kur’ân dersinde hâlis bir dostluk ve hakikat yolunda bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüt [dayanışma] taşıyan Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] pek çok takdir ve tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] şâyân ders-i imanda [iman dersi] toplanmalarına, “cemiyet-i siyasiye” nâmını verenler, elbette ve herhalde, ya gayet fena bir surette aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyâne düşmanlık eder, hem İslâmiyete Nemrudâne adavet [düşmanlık] eder, hem hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] anarşiliğin en bozuk ve mütereddî tavrıyla husumet eder ve bu vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hâkimiyeti]

517

ve dinî mukaddesata karşı mürtedâne, [dinden çıkan] mütemerridâne, [inatçı] anûdâne mücadele eder. Veya ecnebî hesabına bu milletin can damarını kesmeye ve bozmaya çalışan el-hannâs bir zındıktır ki, hükümeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve adliyeyi şaşırtır, tâ o şeytanlara, firavunlara, anarşistlere karşı şimdiye kadar istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiğimiz mânevî silâhlarımızı, kardeşlerimize ve vatanımıza çevirsin veya kırdırsın.

 Mevkuf

Said Nursî

ba

Efendiler,

Otuz kırk seneden beri ecnebî hesabına ve küfür ve ilhad [dinsizlik, inkâr] namına bu milleti ifsad [bozma] ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’ân hakikatine ve iman hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad [bozma] komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz me’murlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizinle bir kaç söz konuşacağıma müsaade ediniz…

(Fakat ikinci gün beraat kararı o dehşetli konuşmayı geriye bıraktı.)

 Tecrid-i mutlakta ve haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi] mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu]

Said Nursî

ba

518

 Mühim bir suale hakikatli bir cevaptır

Büyük memurlardan bir kaç zât benden sordular ki: “Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı Şarkiyeye, [doğu illeri] Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i [nasihat veren] umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hattâ ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] necat [kurtuluş] bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim.

Beraetimizden sonra Denizli’de beni tarassutla [baskı ve gözetim altında tutma] tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] edenlere ve büyük âmirlerine ve polis müdürüyle müfettişlere dedim: Risale-i Nur’un kàbil-i inkâr olmayan bir kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektuplarımda ve binler şakirtlerde [öğrenci] hiçbir cereyan, hiçbir cemiyet ile ve dahilî ve haricî hiçbir komite ile hiçbir vesika, [belge] hiçbir alâka, dokuz ay tetkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu hârika vaziyeti versin? Birtek adamın, birkaç senedeki mahrem esrarı meydana çıksa, elbette onu mes’ul ve mahcup edecek yirmi madde bulunacak. Madem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki, “Pek harika ve mağlûp olmaz bir deha bu işi çeviriyor.” Veya diyeceksiniz: “Gayet inayetkârâne [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] bir hıfz-ı İlâhîdir.” [Allah’ın koruması] Elbette böyle bir dehâ ile mübareze [karşı koyma] etmek hatadır. Millete ve vatana büyük bir zarardır; ve böyle bir hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] ve inâyet-i Rabbâniyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] karşı gelmek, firavunâne bir temerrüddür. [inat etme]

Eğer deseniz: “Seni serbest bıraksak ve tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve nezaret etmesek derslerinle ve gizli esrarınla hayat-ı içtimaiyemizi [sosyal hayat] bulandırabilirsin.”

519

Ben de derim: Benim derslerim, bilâistisna bütünü hükûmetin ve adliyenin eline geçmiş; bir gün cezayı mûcip bir madde bulunmamış. Kırk elli bin nüsha risale, o derslerden milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği halde, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olmadığı, hem eski mahkemenin, hem yeni mahkemenin mûcib-i mes’uliyet bir madde bulamamaları cihetiyle, yenisi ittifakla beraetimize ve eskisi, dünyaca bir büyüğün hatırı için yüz otuz risaleden beş on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye [vicdanî kanaat, vicdana ait fikir] ile yüz yirmi mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] kardeşlerimden yalnız on beş adama altışar ay ceza verebilmesi kat’î bir hüccettir [delil] ki, bana ve Risale-i Nur’a ilişmeniz mânâsız bir tevehhümle [kuruntu] çirkin bir zulümdür. Hem daha yeni dersim yok ve bir sırrım gizli kalmadı ki nezaretle tâdiline çalışsanız…

Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faidesiz tarassutlar [baskı ve gözetim altında tutma] artık yeter! Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık vaziyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var. “Mazlumun âhı tâ Arşa kadar gider”1 diye bir kuvvetli hakikattir.

Sonra o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi.”

Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense, azîmet-i şer’iye ve takvâ cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmi beş seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] terkeden adama “inat ediyor, bize muhaliftir” denilmez. Haydi, inat dahi olsa, madem Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilâyetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükümetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa, madem tasdikinizle yirmi senedir dünya ile alâkasını kesen ve mânen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faidesiz kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye [siyaset hayatı] girerek sizin

520

ile uğraşmaz. Bu halde onun muhalefetinden tevehhüm [kuruntu] etmek, divaneliktir. Divanelerle ciddî konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. “Ne yaparsanız minnet çekmem dediğim!” onları hem kızdırdı, hem susturdu. Son sözüm:

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

ba

521

İslâmiyet düşmanları, Bediüzzaman Said Nursî ve Nur talebelerini mahkemelere sevk ederken, ortalığa korkular ve tehditler yayarlar, resmî makamlara bütün bütün uydurma malûmatlar yazdırırlar, herkesi Bediüzzaman ve Risale-i Nur’dan uzaklaştırmak için uğraşırlar, Nur talebelerinin aralarına fesad sokarak tesanüdlerini [dayanışma] bozmak için entrikalar çevirirler.

Bediüzzaman Said Nursî, Nur talebelerinin menfî propagandalara aldanmamaları ve hem de Nur talebelerinin, sevgili Üstadlarıyla görüşmek iştiyakı [arzu, istek] şiddetli olduğundan bu ruhî ihtiyacı tatmin için, sair zamanlarda olduğu gibi, Denizli hapsinde de yazdığı mektuplardan bir kısmını buraya dercediyoruz. [yerleştirme] Hapishanelerde yazılan mektup ve eserleri Nur talebeleri gizlice Üstadlarından getirmeyi temin ederler. Zira Hazret-i Üstad, her hapishanede tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde bırakılmış ve başkalarıyla görüşmesi yasak edilmiştir.

ba

Bu fıkra [bölüm] bir casus vasıtasıyla resmî memurların eline geçtiği için “Lâhikaya” girmiştir

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Ramazan-ı Şerif’ten birgün evvel, gizli zındık düşmanlarım tarafından verildiğine kuvvetli ihtimal verdiğimiz-doktorun tasdikiyle-bir zehirin hastalığıyla hararetim kırk dereceden geçmeye başlamış iken, Kastamonu’da adliye müddeiumumileri [savcı] ve taharrî [araştırma] komiserleri, menzilimi taharrî [araştırma] etmeye geldiler. Ben, o dakikadan sonra, başıma gelen dehşetli taarruzu, bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile anlayarak ve “Şiddetli zehirli hastalığım dahi ölüme gidiyor” diye Isparta vilâyetinde kıymettar kardeşlerimin kucaklarında teslim-i ruh [ruhunu teslim etme, ölme] edip o mübarek toprakta defnolmamı, kalben niyaz ettim. Hizbü’l-Ekberü’l-Kur’ân’ı açtım. Birden bu âyet-i Kerime وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ 3 karşıma çıktı,

522

“Bana bak!” dedi. Ben de baktım, üç kuvvetli emare ile mânâ-yı işarî [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] bana ve bize teselli veriyor. Şimdi başımıza gelen bu musibeti bir cihette hiçe indirdi ve Isparta’ya mevkufen [tevkif edilmiş, tutuklu] beşinci nefyimi, [gönderilme, sürgün] o kalbî duamın kabul olmasına delil eyledi.

Birinci emare: (Şeddeler sayılır.) Hesab-ı ebcedî [ebced hesabı] ile bin üç yüz altmış iki, bu senenin Arabî aynı tarihine tevafuk edip, mânâsıyla der: “Sabreyle! Başına gelen kaza-yı Rabbâniyeye teslim ol! Sen inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] gözü altındasın, merak etme! Gecelerde tesbihat ve tahmidata [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] devam eyle!”

Tahlil: Üç ر altı yüz; dört ن iki yüz; bir س bir م yüz; bir ص bir ف bir م iki yüz on; dört ك bir ع yüz elli; üç ح bir و bir ى kırk; bir ل dokuz ب bir د bir و dört ا altmış iki eder. Yekûnu [bütün, toplam] bin üç yüz altmış iki ederek, bu senenin aynı tarihine ve başımıza gelen musibetin aynı dakikasına tamı tamına tevafuku, kuvvetli bir emaredir. …..

Üçüncü emarenin beyanına şimdilik lüzum olmadığından yazdırılmadı.

Said Nursî

ba

523

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bu hadise tesiriyle ben kendimi mâsum kardeşlerime rıza-yı kalb ile feda etmeye kat’î azm [kemik] ü cezmettiğim ve çaresini fikren aradığım vakitte, Celcelûtiyeyi okudum. Birden hatıra geldi ki, İmam-ı Ali radıyallahu anh “Yâ Rab [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] aman ver!” diye dua etmiş. İnşaallah, o duanın sırrıyla selâmete çıkarsınız.

Evet, Hazret-i Ali radıyallahu anh, Kaside-i Celcelûtiyede iki suretle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesine işareten:

وَبِاْلاٰيَةُ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ der. Bu işarette îma eder ki, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] yüzünden ehemmiyetli bir musibet Risale-i Nur talebelerine gelecek ve “Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] hakkı için o فَجَتْ ve ‘musibetten şakirtlerine [öğrenci] aman ver” diye niyaz eder, o risaleyi ve menbaı[kaynak] şefaatçi yapar. Evet, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinin tab’ı [baskı basma] bahanesiyle gelen musibet, aynen o remz-i gaybîyi tasdik etti.

Hem o kasidede, [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] Risale-i Nur’un mühim eczalarına tertibiyle işaretlerin hâtimesinde, [son] mukàbil sahifede der:

وَتِلْكَ حُرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا * وَحَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ

Yani, “Sen onların hassalarını topla ve mânâlarını tahkik [araştırma, inceleme] eyle. Bütün hayır ve saadet onlarla tamam olur” der. “Harflerin mânâlarını tahkik [araştırma, inceleme] et” karinesiyle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] mânâyı ifade etmeyen hecaî harfler murad olmayıp, belki kelimeler mânâsındaki “Sözler” namıyla risaleler muraddır.

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 2* رَبَّنَا لاَتُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَأْنَا * 3

ba

524

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Geçen Leyle-i Kadrinizi [Kadir gecesi] ve gelen bayramınızı bütün mevcudiyetimle tebrik ve sizleri Cenâb-ı Erhamürrâhimînin [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] birliğine ve rahmetine emanet ediyorum.

مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ أَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 3 sırrıyla, sizi teselliye muhtaç görmemekle beraber, derim ki: وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَأِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ 4 âyetinin mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] verdiği teselliyi tamamiyle gördüm. Şöyle ki:

Dünyayı unutmak, Ramazan’ımızı âsude geçirmek düşünürken, hatıra gelmeyen ve bütün bütün tahammülün fevkinde [üstünde] bu dehşetli hadise hem benim, hem Risale-i Nur’un, hem sizin, hem Ramazan’ımız, hem uhuvvetimiz [kardeşlik] için ayn-ı inayet olduğunu ben müşahede ettim. Bana ait cihetinin ise çok faidelerinden yalnız iki üçünü beyan ederim.

Birincisi: Ramazan’da çok şiddetli bir heyecan, bir ciddiyet, bir iltica, bir niyaz ile müthiş hastalığa galebe [üstün gelme] ederek çalıştırdı.

İkincisi: Herbirinize karşı bu sene de görüşmek ve yakınınızda bulunmak arzusu şiddetliydi. Yalnız birinizi görmek ve Isparta’ya gelmek için bu çektiğim zahmeti kabul ederdim.

Üçüncüsü: Hem Kastamonu’da, hem yolda, hem burada fevkalâde bir tarzda bütün elîm hâletler [durum] birden değişiyor ve me’mulün [beklenilen, ümid edilen] ve arzumun hilâfına olarak bir dest-i inayet [yardım eli; İlâhî [Allah tarafından olan] şefkatin eli] görünüyor.

اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 5 dediriyor. En ziyade beni düşündüren Risale-i Nur’u, en gafil ve dünyaca büyük makamlarda bulunanlara da kemâl-i dikkatle [tam bir dikkat] okutturuyor,

525

başka bir sahada fütuhata [fetihler, yayılmalar] meydan açıyor. Ve en ziyade rikkatime [acıma] dokunan ve kendi elemimden başka herbirinizin sıkıntısından başıma toplanan bütün elemlere ve teessüflere [eseflenme, üzülme] karşı, Ramazan’da, bir saati yüz saat hükmüne getiren o şehr-i mübarekte, bu musibet dahi, o yüz sevabı, herbir saati on saat derecesinde ibadet yapmakla bine iblâğ ettiğinden, Risale-i Nur’dan tam ders alan ve dünyanın fâni ve ticaretgâh olduğunu bilen ve herşeyi imanı ve âhireti için feda eden ve bu dershane-i Yusufiyedeki muvakkat [geçici] sıkıntılar daimî lezzetler ve faideler vereceklerine inanan sizin gibi ihlâslı zâtlara acımak ve rikkatten [acıma] ağlamak hâletini, [durum] tebrik ve sebatınızı [kalıcı olma, sabit kalma] gayet istihsan [beğenme, güzel bulma] ve takdir etmek hâletine [durum] çevirdi. Ben de اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ 1 dedim. Bana ait bu faideler gibi hem uhuvvetimizin, [kardeşlik] hem Risale-i Nur’un, hem Ramazan’ımızın, hem sizin bu yüzde öyle faideleri var ki, perde açılsa, “Yâ Rabbenâ! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Şükür. Bu kaza ve kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] hakkımızda bir inayettir” [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] dedirtecek kanaatim var. Hadiseye sebebiyet verenlere itab [azarlama] etmeyiniz. Bu musibetin geniş ve dehşetli plânı çoktan kurulmuştu, fakat mânen pek çok hafif geldi. İnşaallah çabuk geçer.

عَسٰى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 2 sırrıyla me’yus [ümitsiz] olmayınız.

Said Nursî

ba

526

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Aziz kardeşlerim,

Yakınınızda bulunmakla çok bahtiyarım. Sizin hayalinizle ara sıra konuşurum, müteselli [teselli bulan] olurum. Biliniz ki, mümkün olsaydı, bütün sıkıntılarınızı kemâl-i iftihar ve sevinçle çekerdim. Ben, sizin yüzünüzden Isparta’yı ve havâlisini taşıyla, toprağıyla seviyorum. Hattâ diyorum ve resmen de diyeceğim: Isparta hükümeti bana ceza verse, başka bir vilâyet beni beraet ettirse, yine burayı tercih ederim.

Evet, ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum; fakat kanaatım var ki, İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş. Hem Isparta vilâyeti öyle hakikî kardeşleri bana vermiş ki; değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said’i onların herbirisine maalmemnuniye [memnuniyetle] feda eylerim.

Tahmin ederim, şimdi küre-i arzda [yer küre, dünya] Risale-i Nur şakirtlerinden, [öğrenci] kalben ve ruhen ve fikren daha az sıkıntı çeken yoktur. Çünkü kalb ve ruh ve akılları iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] nurlarıyla sıkıntı çekmezler. Maddî zahmetler ise, Risale-i Nur dersiyle hem geçici, hem sevaplı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i imaniyenin [iman hizmeti] başka bir mecrâda [akım yeri] inkişafına [açığa çıkma] vesile olmasını bilerek şükür ve sabırla karşılıyorlar. İman-ı tahkikî dünyada dahi medar-ı saadettir [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] diye halleriyle ispat ediyorlar. Evet, “Mevlâ [efendi, koruyucu, sahip, Allah] görelim neyler, neylerse güzel eyler” deyip, metinâne [sağlam] bu fâni zahmetleri bâki rahmetlere tebdile [başka bir şeyle değiştirme] çalışıyorlar.

Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onların emsallerini çoğaltsın, bu vatana medar-ı şeref [şeref kaynağı] ve saadet yapsın ve onları da Cennetü’l-Firdevste [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] eylesin. Âmin.

 Said Nursî

ba

527

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bayramınızı tekrar tebrikle beraber, sureten [görünüş itibarıyla] görüşemediğimize teessüf [eseflenme, üzülme] etmeyiniz. Bizler hakikaten daima beraberiz; ebed yolunda da inşaallah [Allah dilerse] bu beraberlik devam edecek. İmanî hizmetinizde kazandığınız ebedî sevaplar ve ruhî ve kalbî faziletler ve sevinçler, şimdiki geçici ve muvakkat [geçici] gamları ve sıkıntıları hiçe indirir kanaatindeyim. Şimdiye kadar, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] gibi çok kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmette çok az zahmet çekenler olmamış.

Evet, Cennet ucuz değil. İki hayatı imha eden küfr-ü mutlaktan [her açıdan inkârcılığa düşmek] kurtarmak, bu zamanda pek çok ehemmiyetlidir. Bir parça meşakkat olsa da şevk ve şükür ve sabırla karşılamalı. Madem bizi çalıştıran Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] Rahîm ve Hakîmdir; başa gelen herşeyi rıza ile, sevinçle, rahmetine, hikmetine itimatla karşılamalıyız.

Said Nursî

ba

528

Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:

“Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak, bizi siyasetten men etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.” Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et [doğma] eden hodgâmlık [bencil] ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı [baskı ve zulüm] askeriye ve dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve eşedd-i istibdadat [baskının en şiddetlisi] meydan almış ki, ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o hâlette [durum] o da azlem olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr [adı geçen] hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukàbil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimânesiyle, o ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.

Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve zahmet ise rahmete kalb oluyor. Elbette biz sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile, icbar [zoraki, zorlama] ile sükûtumuzu bozdurmak ise, insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.

Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin [yöneticiler, hükûmette olanlar] ve ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] ve ehl-i idarenin [idareciler, yöneticiler] ve inzibatın [âsayiş, düzen] ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükûmetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve dehşetli bir tâun-u beşerî ve maddiyunluktan gelen

529

zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle [şeytanlık] bazı resmî memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:

Değil böyle bir kaç vehhamı, [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] kaçmayız. O irtidatkâr [dinden çıkmak] küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve o zındıkaya teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] etmeyiz!

Said Nursî

ba

530

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanetiniz, [gayret, kararlılık] masonların ve münafıkların bütün plânlarını akîm [neticesiz] bırakıyor.

Evet, kardeşlerim, saklamaya lüzüm yok. O zındıklar, Risale-i Nur’u ve şakirtlerini [öğrenci] tarîkate ve bilhassa Nakşî tarîkatine kıyas edip, o ehl-i tarîkati [tarîkata mensup olanlar] mağlûp ettikleri plânlar ile bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücumu yaptılar.

Evvelâ: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin su-i istimâlatını göstermek.

Ve saniyen: [ikinci olarak] O mesleğin erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve müntesibîninin kusuratlarını [kusurlar] teşhir etmek.

Ve salisen: [üçüncü olarak] Maddiyun felsefesinin ve medeniyetinin câzibedar sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve uyutucu lezzetli zehirleriyle ifsad [bozma] etmekle mâbeynlerinde [ara] tesanüdü [dayanışma] kırmak ve üstadlarını ihanetlerle çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düsturlarıyla [kâide, kural] nazarlarından sukut [alçalış, düşüş] ettirmektir ki, Nakşîlere ve ehl-i tarîkate [tarîkata mensup olanlar] karşı istimâl [kullanma] ettikleri aynı silâh ile bizlere hücum ettiler, fakat aldandılar. Çünkü, Risale-i Nur’un meslek-i esası, ihlâs-ı tam ve terk-i enâniyet [bencilliği terk etmek] ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâki lezzetleri hissedip aramak ve fâni ayn-ı lezzet-i [lezzetin tâ kendisi] sefihânede [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar [kaynak, dayanak] olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatleri ders vermek olduğundan, onların plânlarını inşaallah [Allah dilerse] tam akîm [neticesiz] bırakacak. Ve “meslek-i Risale-i Nur ise tarîkatlere kıyas edilmez” diye onları susturacak.

Said Nursî

ba

531

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz kardeşlerim,

Bu eski ve yeni iki medrese-i Yusufiyedeki [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini bırakmayan ve bu kadar tehacüme [her taraftan hücum etme] karşı kuvve-i mâneviyesi [mânevî güç] kırılmayan zâtları ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve nesl-i âti [gelecek nesil] alkışlayacakları gibi, melâike [melek] ve ruhâniler dahi alkışlıyorlar diye kanaatim var. Fakat içinizde hastalıklı ve nazik ve fakirler bulunmasıyla, maddî sıkıntı ziyadedir. Ve buna karşı da herbiriniz herbirisine birer tesellici ve ahlâkta ve sabırda birer nümune-i imtisal [örnek alınacak model] ve tesanüd [dayanışma] ve taltifte [güzellikle muamele etmek] birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zeki muhatap ve mücîp ve güzel seciyelerin [huy, karakter] in’ikâsında [yansıma] birer âyine [ayna] olmanız, o maddî sıkıntıları hiçe indirir diye düşünüp ruhumdan ziyade sevdiğim sizler hakkında teselli buluyorum.

Yüz yirmi yaşında bulunan Mevlânâ Hâlid’in (k.s.) cübbesini size birgün göndereceğim. O zât onu bana giydirdiği gibi, ben de onun namına sizin herbirinize teberrüken [bereket vesilesi olarak] giydirmek için hangi vakit isterseniz göndereceğim.

Said Nursî

ba

532

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] adâleti bizleri Denizli medrese-i Yusufiyesine [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] sevk etmesinin bir hikmeti, her yerden ziyade Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] hem mahpusları, hem ahalisi, belki hem memurları ve adliyesi muhtaç olmalarıdır. Buna binaen, biz bir vazife-i imaniye [iman hakikatlerini yayma görevi] ve uhreviye ile bu sıkıntılı imtihana girdik.

Evet, yirmi-otuzdan ancak bir-ikisi tâdil-i erkân ile namazını kılan mahpuslar içinde birden Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] kırk ellisi umumen bilâistisna mükemmel namazlarını kılmaları, lisan-ı hal [beden dili] ve fiil diliyle öyle bir ders ve irşaddır [doğru yol gösterme] ki, bu sıkıntı ve zahmeti hiçe indirir, belki sevdirir. Ve şakirtler, [öğrenci] ef’alleriyle [fiiller, davranışlar] bu dersi verdikleri gibi, kalblerindeki kuvvetli tahkikî imanlarıyla dahi buradaki ehl-i imanı [Allah’a inanan] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] evham ve şübehatından [şüpheler, tereddütler] kurtarmalarına medar [kaynak, dayanak] çelikten bir kal’a [kale] hükmüne geçeceğini rahmet ve inayet-i İlâhiyeden [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ümit ediyoruz.

Buradaki ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] bizi konuşmaktan ve temastan menleri zarar vermiyor. Lisan-ı hal, [beden dili] lisan-ı kalden [söz ile anlatım] daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor. Madem hapse girmek terbiye içindir; milleti seviyorlarsa mahpusları Risale-i Nur şakirtleriyle [öğrenci] görüştürsünler—tâ bir ayda, belki bir günde bir seneden ziyade terbiye alsınlar. Hem millete ve vatana, hem kendi istikballerine ve âhiretine menfaatli birer insan olsunlar. Gençlik Rehberi bulunsaydı çok faidesi olurdu. İnşaallah bir zaman girer.

Said Nursî

ba

533

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugün, büyük ve merhum kardeşim Molla Abdullah ile Ziyaeddin hakkındaki malûmunuz muhavereyi [karşılıklı konuşma] tahattur [hatıra gelme] ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim: Eğer perde-i gayb [gayb perdesi] açılsa, bu sebatsız [değişken] zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimî dindarlar ve ciddî Müslümanlar eğer herbiri bir velî, hattâ bir kutup [esas, önder, direk, eksen] görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek; ve eğer birer âmî [cahil, sıradan] ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim. Çünkü böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir. [üstünde] Şahsî makamlar ve hüsn-ü zanların [güzel düşünce] ilâve ettikleri meziyetler, böyle dağdağalı, [karışık, gürültülü] sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] kırmakla muhabbetleri azalır ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhafaza etmek için tasannua [yapmacık] ve tekellüfe [külfet, zahmet] ve sıkıntılı vakara [ağırbaşlılık] mecburiyet hisseder. İşte hadsiz şükür olsun ki, bizler böyle soğuk tekellüflere [külfet, zahmet] muhtaç olmuyoruz.

Said Nursî

ba

Kardeşlerim,

Gerçi bu vaziyet, hem muvafığa ve bir kısım memurlara Risale-i Nur’a karşı bir çekinmek, bir ürkmek vermiş, fakat bütün muhaliflerde ve dindarlarda ve alâkadar memurlarda bir dikkat, bir iştiyak [arzu, istek] uyandırıyor. Merak etmeyiniz, o Nurlar parlayacaklar.

Said Nursî

ba

534

Aziz kardeşlerim,

Ben tahmin ediyordum ki, hakikî ve en son müdafaanamemiz, Denizli hapsinin meyvesi olan risalecik olacak. Çünkü, evvelce bazı evham yüzünden bir seneden beri ve aleyhimize geniş bir tarzda çevrilen plânlar bunlardır: “Tarîkatçılık, komitecilik ve dinî hissiyatı siyasete âlet etmek ve Cumhuriyet aleyhinde çalışmak ve idare ve âsâyişe ilişmek” gibi asılsız bahanelerle bize hücum ettiler. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, onların plânları akîm [neticesiz] kaldı. O kadar geniş bir sahada, yüzer talebelerde, yüzler risalede, on sekiz sene zarfındaki mektup ve kitaplarda, hakikat-i imaniyeden [iman gerçeği] ve Kur’âniyeden ve âhiretin tahkikinden [araştırma, inceleme] ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] çalışmaktan başka birşey bulmadılar. Plânlarını gizlemek için gayet âdi bahaneleri aramaya başladılar. Fakat hükûmetin bazı erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip aleyhimize çeviren dehşetli ve gizli bir zındıka komitesi şimdi doğrudan doğruya küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] hesabına bize hücum etmek ihtimaline karşı, güneş gibi zâhir ve şüphe bırakmaz ve dağ gibi metin, [sağlam] sarsılmaz olan Meyve Risalesi [On Birinci Şuâ] onlara karşı en kuvvetli bir müdafaa olup onları susturacak diye bize yazdırıldı zannediyorum.

Said Nursî

ba

535

Aziz kardeşlerim,

Bu Cuma gününde mühim bir hizb okurken siz hatıra geldiniz. “Bu musibetten kurtulmak için ne yapacağız?” lisan-ı hâl [hal dili] ile dediniz. Benim kalbime bu geldi: Sıkı bir tesanüdle, [dayanışma] el ele, omuz omuza veriniz. Çünkü, birbirinden ve Risale-i Nur’dan ve benden çekinmek ve inkâr etmek ve bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim, eğer bilseydim ki benden teberri [uzak olma] etmekle kurtulacaksınız, beni tahkir [aşağılama] ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za’fınızdan, teberrînizden [temize çıkarmak, aklamak] cesaret alır, daha ziyade ezer. Hem mesleğimiz hıllet [çok güçlü dostluk] ve uhuvvet [kardeşlik] olduğundan, şahsiyet ve enaniyet cihetinden bir rekabet olmaz. Benim gibi çok kusurlu ve çok zaif bir biçarenin noksaniyetlerine değil, belki Risale-i Nur’un kemalâtına [olgunluklar, faziletler, iyilikler] bakmalı

Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu dünyanın hayatı pek çabuk değişmesine ve zevâline [batış, kayboluş] ve fenâ ve fâni, âkıbetsiz lezzetlerine ve firak [ayrılık] ve iftirak [ayrılık] tokatlarına karşı bir ehemmiyetli medar-ı teselli [teselli kaynağı] ise, samimi dostlarla görüşmektir. Evet, bazan birtek dostunu bir iki saat görmek için, yirmi gün yol gider ve yüz lirayı sarf eder. Şimdi bu acîp, dostsuz zamanda samimî kırk elli dostunu birden bir iki ay görmek ve Lillâh için muhabbet etmek ve hakikî bir teselli alıp vermek elbette başımıza gelen bu meşakkatler ve zâyiat-ı mâliye, ona karşı pek ucuz düşer, ehemmiyeti kalmaz. Ben kendim, buradaki kardeşlerimden on sene firaktan [ayrılık] sonra birtekini görmek için bu meşakkati kabul ederdim. Teşekkî, kaderi tenkit; ve teşekkür, kadere teslimdir.

Said Nursî

ba

536

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Madem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevap için, iman ve âhiret için Risale-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerait altında herbir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur’ân ve iman hizmetindeki mücahede-i mâneviye [mânevi mücadele, cihad etme] haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakikî mücahid kardeşlerle görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli [teselli bulan] olmak ve hakiki bir tesanüdle [dayanışma] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmete sebatkârâne [sebat ederek, kararlı bir şekilde] devam etmek ve güzel seciyelerinden [huy, karakter] istifade etmek ve Medresetü’z-Zehra’nın şakirtliğine [öğrenci] liyakat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] tayinini ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] rızkını yemek ve o yemekten sevap kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr [adı geçen] faideleri düşünüp sabır ve tahammülle mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek gerektir.

Said Nursî

ba

Aziz, sıddık, sebatkâr [sebat eden] ve vefadar kardeşlerim,

Sizi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmek veya maddî bir tedbir yapmak için değil, belki şirket-i mâneviye-i duaiyenizden daha ziyade istifadem için ve sizin de daha ziyade itidal-i dem [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] ve ihtiyat [dikkat, tedbir] ve sabır ve tahammül ve şiddetle tesanüdünüzü [dayanışma] muhafaza için bir halimi beyan ediyorum ki:

Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehir’de bir ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler, tâ hiddetimden ve işkencelerine karşı “Artık yeter” dememden bir bahane bulup, zalimâne tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler. Ben, harika bir ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] eseri olarak şâkirâne [şükreder bir şekilde] sabrediyorum ve etmeye de karar verdim.

537

Madem biz kadere teslim olup bu sıkıntıları, خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا 1 sırrıyla, ziyade sevap kazanmak cihetiyle mânevî bir nimet biliyoruz. Ve madem geçici, dünyevî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor. Ve madem biz hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde yakînî bir kat’î kanaatımız var ki, biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gibi şirindir. Elbette biz bu sıkıntılı haller ile müftehirâne, [iftihar ederek] müteşekkirâne [teşekkür ederek] “bir mücahede-i mâneviye [mânevi mücadele, cihad etme] yapıyoruz” diye, şekvâ [şikayet] etmemek lâzımdır.

ba

Aziz kardeşlerim,

Evvel âhir tavsiyemiz: tesanüdünüzü [dayanışma] muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] ve itidal-i dem [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] ve ihtiyattır. [dikkat, tedbir]

Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu müddeiumumun [savcı] iddianamesinden anlaşıldı ki, hükûmetin bazı erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip aleyhimize sevk eden gizli zındıkların plânları akîm [neticesiz] kalıp yalan çıktı. Şimdi bahane olarak cemiyetçilik ve komitecilik isnadıyla yalanlarını setre [örtme] çalışıyorlar ve bunun bir eseri olarak benimle kimseyi temas ettirmiyorlar. Güya temas eden, birden bizden olur! Hattâ büyük memurlar da çok çekiniyorlar ve bana sıkıntı verdirmekle kendilerini âmirlerine sevdiriyorlar.

Said Nursî

ba

538

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben, gerçi sizinle sûreten görüşemiyorum. Fakat sizin yakınınızda ve beraber bir binada bulunduğumdan, çok bahtiyarım ve müteşekkirim. [şükreden] Ve ihtiyarım olmadan bazen lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle birisi:

Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahpus gönderilmiş. Tahrip kolay olmasından—hususan böyle haylaz gençlerde—o herif, bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad [bozma] etmesiyle bildim ki, sizlerin irşad [doğru yol gösterme] ve ıslahlarınıza karşı zındıka, ifsada [bozma] ve ahlâkları bozmaya çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat [dikkat, tedbir] ve mümkün olduğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini [kardeşlik] ve tesanüdlerini [dayanışma] tevazu [alçakgönüllülük] ile ve mahviyetle [alçakgönüllülük] ve terk-i enâniyetle [bencilliği terk etmek] takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir.

Dünya işleriyle meşgul olmak beni incitiyor. Sizin dirayetinize itimad edip zaruret olmadan bakamıyorum.

Said Nursî

ba

539

Kardeşlerim,

Her ihtimale karşı bu sabah ihtar edilen bir meseleyi beyan etmek lâzım geldi.

Bizim Kur’ân’dan aldığımız hakikatler güneş, gündüz gibi şek [şüphe] ve şüphe ve tereddüdü kaldırmadığını, yirmi seneden beri “Acaba zındık feylesoflar buna karşı ne diyecekler ve dayandıkları nedir?” diye nefsim ve şeytanım çok araştırdılar. Hiçbir köşede bir kusur bulamadıklarından sustular. Zannederim, çok hassas ve iş içinde bulunan nefis ve şeytanımı susturan bir hakikat, en mütemerridleri [inatçı] de susturur.

Madem biz böyle sarsılmaz ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatin uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle [mükemmel bir dayanıklılık, sebat] [kalıcı olma, sabit kalma] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmemiz gerektir. Hem, belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakîler [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi [Allah’ın birliği] ve tesanüdümüzü [dayanışma] muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.

Said Nursî

ba

540

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kastamonu’da ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] bir zât, şekvâ [şikayet] tarzında dedi: “Ben sukut [alçalış, düşüş] etmişim. Eski halimi ve zevkleri ve nurları kaybetmişim.”

Ben de dedim: “Belki terakki [ilerleme] etmişsin ki, nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik [bencil] hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet [alçakgönüllülük] ve terk-i enâniyet [bencilliği terk etmek] ve fâni zevkleri aramamak ile uçmuşsun.”

Evet, bir ehemmiyetli ihsan-ı İlâhi, ihsanını, enâniyetini bırakmayana ihsas [hissettirme] etmemektir—tâ ucub [kendini beğenme] ve gurura girmesin.

Kardeşlerim,

Bu hakikate binaen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın [güzel düşünce] verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet [alçakgönüllülük] ve tevazu [alçakgönüllülük] ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirtleri [öğrenci] âdi, âmi [basit, sıradan] adamlar görür ve der: “Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhât! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmet mücahidleri nerede?” diyerek, dost ise inkisâr-ı hayâle uğrar, muarız [itiraz eden, karşı gelen] ise kendi muhalefetini haklı bulur.

Said Nursî

ba

541

Meyve’nin

ALTINCI ve YEDİNCİ

MES’ELELERİ

Bediüzzaman Hazretleri Denizli hapsinde iken, gayet mühim dokuz meseleyi ihtiva eden Meyve Risalesi‘ni [On Birinci Şuâ] iki Cuma gününde telif [kaleme alma] etmiştir. Bu eser, Risale-i Nur’un hakikatlarını hülâsaten [esas, öz] cemeden kıymettar bir risaledir. Hapis müddetinde Nur talebeleri bu Meyve Risalesi‘ni [On Birinci Şuâ] müteaddit [bir çok] defalar yazmak ve okumak suretiyle meşgul olmuşlar. Ve ilk önce gayet gizli olarak kibrit kutuları içine yazılıp koğuşlar arasında neşredilen Meyve Risalesi, [On Birinci Şuâ] bilâhare gayet kıymetli ve menfaatli ve hapislere tiryak [derman, ilaç] gibi faideli olduğu anlaşılmasıyla serbest yazılmış. Denizli Mahkemesine, Temyiz Mahkemesine [Yargıtay; yanlışı doğrudan ayıran yüksek mahkeme] ve Ankara makamlarına Risale-i Nur’un hakiki müdafaası olarak gönderilmiştir.

Denizli hapsinde çok mühim tesiri olduğu ve taşıdığı kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakaik-i îmaniye itibariyle bir cihette Denizli beraatine vesile olduğu için, ehemmiyetine binaen bu Meyve Risalesi‘nden [On Birinci Şuâ] Altıncı ve Yedinci Mes’elelerinin buraya derci [yerleştirme] münasip görülmüştür.

(Meyve Risalesinden)

ba

542

Altıncı Mesele

Risale-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri [delil] bulunan “iman-ı billâh[Allah’a iman] rüknünün [esas, şart] binler küllî burhanlarından [delil] birtek burhana [delil] kısaca bir işarettir.

Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler.

Ben dedim:

Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla [kendine özel dil] mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla [ölçü] alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar [ilaçlar] var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bir eczacıyı gösterir.

Öyle de, küre-i arz [yer küre, dünya] eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat [bitkiler] ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat [canlı] macunlar ve tiryaklar [ilaçlar] cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb [tıp bilimi] mikyasıyla, [ölçü] küre-i arz [yer küre, dünya] eczahane-i kübrasının [büyük eczane] eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.

Hem, meselâ, nasıl bir harika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, [şüphesiz] bir fabrikatörü ve maharetli bir makinisti tanıttırır.

Öyle de, küre-i arz [yer küre, dünya] denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbâniye [herşeyin Rabbi olan Allah’ın makinesi] ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede, okuduğunuz fenn-i makine [makine bilimi] mikyasıyla, [ölçü] küre-i arzın [yer küre, dünya] Ustasını ve Sahibini bildirir, tanıttırır.

Hem meselâ, nasıl ki, gayet mükemmel bin bir çeşit erzak etrafından celb [çekme] edip içinde muntazaman istif [yığma, biriktirme] ve ihzar [hazırlama] edilmiş depo ve iaşe ambarı ve dükkân şeksiz, [şüphesiz] bir fevkalâde iaşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir.

543

Öyle de, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen biçare zîhayatlara [canlı] getiren ve küre-i arz [yer küre, dünya] denilen bu Rahmânî iaşe ambarı ve bu sefine-i Sübhâniye [her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Allah’ın bir gemi gibi yaratarak uzayda gezdirdiği dünya] ve bin bir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbânî, [herşeyin Rabbi olan Allah’ın bir dükkân gibi düzenleyerek bütün ihtiyaç maddelerimizi depoladığı yeryüzü] ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise, okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iaşe [geçim bilimi] mikyasıyla, [ölçü] o kat’iyette ve o derecede küre-i arz [yer küre, dünya] deposunun Sahibini, Mutasarrıfını, [dilediği gibi idare eden] Müdebbirini [idare eden, çekip çeviren] bildirir, tanıttırır, sevdirir.

Hem nasıl ki dört yüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı [askerliğin bitişiyle salıverilme] ayrı olan bir ordunun mu’cizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını [silâhlar] ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acip ordu ve ordugâh, şüphesiz, bedahetle [ap açık bir şekilde] o harika kumandanı gösterir, takdirkârâne [övgüyle] sevdirir.

Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânîde [eksik ve kusurlardan uzak olan Allah’ın ordusu] nebatat [bitkiler] ve hayvanat milletlerinden dört yüz bin nev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, [silâhlar] talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek kumandan-ı âzam [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] tarafından verilen küre-i arzın [yer küre, dünya] bahar ordugâhı, ne derece mezkûr [adı geçen] insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacağınız fenn-i askerî [askerlik ilmi] mikyasıyla [ölçü] dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın [yer küre, dünya] Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini [idare eden, çekip çeviren] ve Kumandan-ı Akdesini [bütün varlıkları emri altında tutan ve her türlü eksiklikten ve âcizlikten yüce olan Allah] hayretler ve takdislerle [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] bildirir ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve tesbihle sevdirir.

544

Hem nasılki bir harika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler. Yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, [şüphesiz] bedahetle [ap açık bir şekilde] elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial [yanma, tutuşma] maddelerini getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir.

Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı—kozmoğrafyanın dediğine bakılsa—küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın [astronomi, gök bilimi] dediğine göre, küre-i arzdan [yer küre, dünya] bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmâniyede [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya] bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın [yer küre, dünya] denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki [görkemli, ihtişamlı şehir] dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir; o derecede, sizin okuduğunuz veya okuyacağınız, fenn-i elektrik [elektrik bilimi] mikyasıyla, [ölçü] bu meşher-i âzam-ı kâinatın [büyük kâinat sergisi] Sultanını, Münevvirini, [herşeyi maddî ve mânevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah] Müdebbirini, [idare eden, çekip çeviren] Sâniini, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır, tesbihatla, takdisatla [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] sevdirir, perestiş [aşırı derece sevme] ettirir.

Hem meselâ, nasıl ki bir kitap bulunsa ki, bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur’âniye yazılmış. Gayet mânidar ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini [telif eden, kitap yazan] fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acîp mecmua, şeksiz, [şüphesiz] gündüz gibi kâtip ve musannifini [sınıflandıran, düzenleyen] kemâlâtıyla, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hünerleriyle bildirir, tanıttırır. Mâşâallah, bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] cümleleriyle takdir ettirir.

Aynen öylede, bu kâinat kitab-ı kebîri [büyük bir kitabı andıran kâinat] ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde

545

ve birtek forma[kitabın bir parçası] olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî [bitkisel] ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem [cisimleşmiş] Kur’ân-ı ekber-i âlem, [âlemin en büyük kitabı, Kur’ân-ı Kerim] mezkûr [adı geçen] misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede—sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya [felsefe ilmi; varlıkların hikmetlerini inceleyen ilim] ve mektepte bilfiil mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] ettiğiniz fenn-i kıraat [okuma ilmi] ve fenn-i kitabet [yazma, hat sanatı] geniş mikyaslarıyla [ölçü] ve dürbîn gözleriyle—bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] Nakkaşını, [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] Kâtibini hadsiz kemâlâtıyla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tanıttırır, Allahu Ekber cümlesiyle bildirir, Sübhânallah takdisiyle [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] tarif eder, Elhamdülillâh senâlarıyla sevdirir.

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünûndan [bilim dalları] her bir fen, geniş mikyasıyla [ölçü] ve hususi âyinesiyle ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] esmâsıyla bildirir, sıfâtını, kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tanıttırır.

İşte bu muhteşem ve parlak bir burhan-ı vahdâniyet [Allah’ın birliğine ait delil] olan mezkûr [adı geçen] hücceti [delil] ders vermek içindir ki, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] çok tekrarla, en ziyade

* خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ 1 ve رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 2

âyetleriyle Hàlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bir ders aldık. Allah senden razı olsun” dediler.

546

Ben de dedim:

“İnsan binler çeşit elemlerle müteellim [acı çeken] ve binler nev’î lezzetlerle mütelezziz [lezzet alan] olacak bir zîhayat [canlı] makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî-mânevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zâhirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] tokatlarını yiyen bir biçare mahlûk iken, birden iman ve ubudiyetle [Allah’a kulluk] böyle bir Padişah-ı Zülcelâle [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Padişah, Allah] intisap [bağlanma] edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinat [dayanak noktası] ve bütün hâcâtına medar [kaynak, dayanak] bir nokta-i istimdat [yardım alınacak yer] bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişaha iman ile intisap [bağlanma] etse ve ubudiyetle [Allah’a kulluk] hizmetine girse ve ecelin idam [hiçlik, yokluk] ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirâne [teşekkür ederek] iftihar edebilir, kıyas ediniz.”

O mektepli gençlere dediğim gibi, musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim:

Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam [hiçlik, yokluk] olunurken bedbaht zalimlere demiş: “Ben idam [hiçlik, yokluk] olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat, ben de sizi idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum.” Lâ ilâhe illâllah diyerek sürur [mutluluk] ile teslim-i ruh [ruhunu teslim etme, ölme] eder.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

ba

547

(Meyve Risalesinden)

Yedinci Mesele

 Denizli hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ أَوْ هُوَ أَقْرَبُ * 1

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ إِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * 2

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 3

Bir zaman Kastamonu’da “Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] bize tanıttır” diyen lise talebelerine sâbık [önceki, geçmiş] Altıncı Meselede mektep fünununun [fenler, bilimler] dilleriyle verdiğim dersi, Denizli Hapishanesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-i imaniye [imanî kanaat, tatmin] aldıklarından, âhirete bir iştiyak [arzu, istek] hissedip, “Bize âhiretimizi de tam bildir. Tâ ki, nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın, daha böyle hapislere sokmasın” dediler. Ve Denizli hapsindeki Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] ve sabıkan [bundan önce] Altıncı Meseleyi okuyanların arzularıyla, âhiret rüknünün [esas, şart] dahi bir hülâsasının [esas, öz] beyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nur’dan bir kısa hülâsa [esas, öz] ile derim:

Nasıl ki, Altıncı Meselede biz Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] arzdan, semâvâttan sorduk; onlar fenlerin dilleriyle, güneş gibi Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] bize tanıttırdılar. Aynen biz de âhiretimizi başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur’ân’ımızdan, sonra sair peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melâikelerden, [melekler] sonra kâinattan soracağız.

İşte, birinci mertebede âhireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla, “Evet, âhiret var

548

ve sizi oraya sevk ediyorum” ferman ediyor. Onuncu Söz, on iki parlak ve kat’î hakikatlerle, bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını ispat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifaen [yetinme] gayet kısa bir işaret ederiz.

Evet, madem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzâtı [ceza] bulunmasın. Elbette rububiyet-i mutlaka [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] mertebesinde bir saltanat-ı sermediyenin, [sonsuz saltanat] o saltanata iman ile intisap [bağlanma] ve tâat [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı ve o izzetli [büyüklük, yücelik] saltanatı küfür ve isyan ile inkâr edenlere de mücâzâtı; [ceza] o rahmet ve cemâle, o izzet [büyüklük, yücelik] ve celâle lâyık bir tarzda olacak diye Rabbü’l-Âlemin [âlemlerin Rabbi Allah] ve Sultanü’d-Deyyân isimleri cevap veriyorlar.

Hem madem güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumî rahmet ve ihata[herşeyi kuşatma] bir şefkat ve kerem [cömertlik] gözümüzle görüyoruz. Meselâ, o rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları [bitki] cennet hûrileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp “Haydi alınız, yiyiniz” dediği gibi; bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] taamları bizim için saklayan ve ihtiyat [dikkat, tedbir] zahîresi [azık] olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat, elbette hiç şüphe olamaz ki, bu derece nâzeninâne [ince, narin, duyarlı] beslediği bu sevimli ve minnettarları ve perestişkârları [aşırı derece sevme] olan mü’min insanları idam [hiçlik, yokluk] etmez. Belki, onları daha parlak rahmetlere mazhar [erişme, nail olma] etmek için, hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] vazifesinden terhis eder diye, Rahîm ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] isimleri sualimize cevap veriyorlar, “El-Cennetü hakkun” diyorlar.

Hem madem biz gözümüzle görüyoruz ki, umum mahlûklarda [varlıklar] ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki, akl-ı beşer [insan aklı] onun fevkinde [üstünde] düşünemiyor. Meselâ, insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hafızasında [bellek, hafıza duyusu] bütün  

549

tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] ve ona temas eden hadsiz hâdisâtı o kuvvecikte yazıp, onu bir kütüphane hükmüne getirip ve insanın haşirde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i a’mâlinin [amel defteri] bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrıyla her insanın eline vererek dimağının [akıl, beyin] cebine koyan bir ezelî hikmet; ve bütün masnuatta [san’at eseri] gayet hassas mizanlar [ölçü] ile âzâlarını yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurga [efsanevî zümrüd-ü anka kuşu] kuşuna, bir çiçekli nebattan [bitki] milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız [boş yere harcamadan yapılan] ölçülerle bir tenasüp, [uygunluk] bir muvazene, [karşılaştırma/denge] bir intizam ve bir cemâl içinde masnua[san’at eseri] bir hüsn-ü san’at [güzel san’at] yapan ve her zîhayatın [canlı] hukuk-u hayatını [hayat boyu sahip olunan haklar] kemâl-i mizanla [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] veren, iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem zamanından beri tâği [azgın] ve zalim kavimlere [insan topluluğu] vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas [hissettirme] ettiren bir adalet-i sermediye, [sonsuz, daimî adalet] elbette ve hiç şüphe getirmez ki—güneş gündüzsüz olmadığı gibi—o hikmet-i ezeliye, [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] o adalet-i sermediye [sonsuz, daimî adalet] âhiretsiz olmazlar ve ölümde en zalimlerin ve en mazlumların bir tarzda gitmelerindeki âkıbetsiz bir dehşetli haksızlığa, adaletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir vechile [yönüyle] müsaade etmezler diye, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Hakem [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] ve Adl [adalet] ve Âdil isimleri bizim sualimize kat’î cevap veriyorlar.

Hem madem bütün zîhayat [canlı] mahlûkların, [varlıklar] elleri yetişmediği ve iktidarları dairesinde olmayan bütün hâcâtlarını, bütün fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] matlaplarını [doğuş yeri] bir nevi dua bulunan istidad-ı fıtrî [doğal yetenek, kàbiliyet] ve ihtiyac-ı zarurî [yaratılıştan gelen zorunlu ihtiyaç] dilleriyle istedikleri vakitte, gayet rahîm ve işitici ve şefkatli bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından verildiğinden ve ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] olan daavât-ı insaniyenin, [insanların duaları] hususan havasların ve nebîlerin [peygamber] dualarının on adetten altı yedisi hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] makbul olmasından kat’î anlaşılıyor ki, her dertlinin âhını, her  

550

muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semî’ [herşeyi duyan ve işiten Allah] ve Mücîb [bütün dualara cevap veren Allah] perde arkasında var, bakar ki, en küçük bir zîhayatın [canlı] en küçük bir ihtiyacını görür ve en gizli bir âhını işitir, şefkat eder, fiilen cevap verir, memnun eder. Elbette ve herhalde hiçbir şüphe ihtimali kalmaz ki, mahlûkların [varlıklar] en ehemmiyetlisi olan nev-i insanın [insan türü, insanlık] en ehemmiyetli ve umumî olan ve umum kâinatı ve umum esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın sıfatları] alâkadar eden bekà-i uhreviyeye [âhiretteki devamlılık, kalıcılık] ait dualarını içine alan ve nev-i insanın [insan türü, insanlık] güneşleri ve yıldızları ve kumandanları olan bütün peygamberleri arkasına alıp onlara duasına “âmin, âmin” dedirten ve ümmetinden hergün her ferd-i mütedeyyin, [dindar şahıs] hiç olmazsa kaç defa ona salâvat [namazlar, dualar] getirmekle onun duasına “âmin, âmin” diyen ve belki bütün mahlûkat o duasına iştirak ederek “Evet ya Rabbenâ! İstediğini ver; biz de onun istediğini istiyoruz” diyorlar. Bütün bu reddedilmez şerait altında bekà-i uhrevî ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] için Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın, haşrin hadsiz esbâb-ı mûcibesinden yalnız tek duası, Cennetin vücuduna ve baharın icadı kadar kudretine kolay olan âhiretin icadına kâfi [yeterli] bir sebeptir diye, Mücîb [bütün dualara cevap veren Allah] ve Semî [her şeyi işiten Allah] ve Rahîm isimleri bizim sualimize cevap veriyorlar.

Hem madem, gündüz bedahetle [ap açık bir şekilde] güneşi gösterdiği gibi, zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde küllî ölmek ve dirilmekte, perde arkasında bir Mutasarrıf, [dilediği gibi idare eden] gayet intizamla koca küre-i arzı [yer küre, dünya] bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında ve intizamında ve azametli baharı bir çiçek suhuletinde [kolaylık] ve mîzanlı [ölçülü] ziynetinde ve zemin sahifesinde üç yüz bin haşir ve neşrin nümune ve misallerini gösteren üç yüz bin kitap hükmündeki nebatat [bitkiler] ve hayvanat taifelerini onda yazar, beraber ve birbiri içinde şaşırmayarak, karışık iken karıştırmayarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız, [karıştırmadan] sehivsiz, [hatasız] hatasız, mükemmel, muntazam, mânidar yazan bir kalem-i kudret, [Allah’ın kudret kalemi] bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmetle işlediği gibi;

551

koca kâinatı bir hanesi misil[benzer] insana musahhar [boyun eğdirilmiş] ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve tefriş [döşeme] etmek ve o insanı halife-i zemin [yeryüzü halifesi] ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrâ[büyük emanet] ona vermesi ve sair zîhayatlar [canlı] üstünde bir derece zabitlik [subay] mertebesiyle mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] etmesi ve hitâbât-ı Sübhâniyesine [her türlü kusur ve noksanlıktan uzak olan Allah’ın kendine has hitap ve konuşmaları] ve sohbetine müşerref eylemesiyle fevkalâde bir makam verdiği ve bütün semâvî fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve bekà-i uhreviyeyi [âhiretteki devamlılık, kalıcılık] kat’î vaad ve ahdettiği [söz, vaad] halde, elbette ve hiçbir şüphe olmaz ki, bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti [mutluluk yeri; Cennet] o mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek diye, Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ve Mümît [ölümü yaratan Allah] ve Hayy [diri, canlı] ve Kayyûm [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] ve Kadîr ve Alîm isimleri, Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] sormamıza cevap veriyorlar.

Evet, her baharda bütün ağaçları ve otların köklerini aynen ihya [diriltme] ve nebatî [bitkisel] ve hayvanî üç yüz bin nevi haşrin ve neşrin nümunelerini icad eden bir kudret, Muhammed ve Mûsâ aleyhimessalâtü vesselâmların herbirinin ümmetinin geçirdiği bin senelik zaman, karşı karşıya hayalen getirilip bakılsa, haşrin ve neşrin bin misalini ve bin delilini iki bin baharda gösterdiği görülecek.Haşiye [dipnot] Ve, böyle bir kudretten haşr-i cismânîyi [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] uzak görmek, bin derece körlük ve akılsızlıktır.

Hem madem nev-i beşerin en meşhurları olan yüz yirmi dört bin peygamberler ittifakla saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve bekà-yı uhrevîyi Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] binler vaad ve ahdlerine [söz, vaad] istinaden ilân edip mu’cizeleriyle doğru olduklarını ispat ettikleri gibi, hadsiz ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] keşf ile ve zevk ile aynı hakikate imza basıyorlar. Elbette o hakikat güneş gibi zâhir olur; şüphe eden divâne olur.

552

Evet, bir fende ve bir san’atta mütehassıs bir iki zâtın o fen ve o san’ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hattâ başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas [sahasında uzman olan kimseler] da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat [düşürme] ettikleri gibi; bir mes’elede, mesela, Ramazan hilâlini yevm-i şekte [Şaban ayının otuzuncu günü; ramazan olması zannedilip ancak görülmedikçe oruç tutulması münasip olmayan gün] ispat etmek ve “Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindî [Hindistan cevizi] bahçesi rû-yi zeminde [yeryüzü] var” diye dâvâ etmekte iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere [gönderilme, sürgün] galebe [üstün gelme] edip dâvâyı kazanıyorlar. Çünkü ispat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi [Hindistan cevizi] veyahut yerini gösterse kolayca dâvâyı kazanır. Onu nefiy [inkâr] ve inkâr eden bütün rû-yi zemini [yeryüzü] aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvâsını ispat edebildiği gibi; Cenneti ve dâr-ı saadeti [mutluluk yeri; Cennet] ihbar ve ispat eden, yalnız bir izini sinemada gibi keşfen, bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvâyı kazandığı halde; onu nefiy [inkâr] ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini [gönderilme, sürgün] ispat ile dâvâyı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki, “Hususi bir yere bakmayan ve imanî hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, [inkâr] inkârlar—zâtında muhâl [imkansız] olmamak şartıyla—ispat edilmez” diye ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ittifak edip bir düstur-u esasî [temel prensip, kaide] kabul etmişler.

İşte bu kat’î hakikate binaen, binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde birtek muhbir-i sâdıka [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzım iken, yüz yirmi bin ispat edici ehl-i ihtisas [sahasında uzman olan kimseler] ve muhbir-i sâdıkın [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit [ispat edici] ve mütehassıs ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, [iman esasları] aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz.

Hem madem, gözümüzle gündüz gibi, hem nefsimizde, hem etrafımızda bir rahmet-i âmme [her şeyi kaplayan rahmet] ve bir hikmet-i şâmile [kapsamlı, kuşatıcı hikmet] ve bir inayet-i daime [devam edip giden huzur verici düzen] müşahede ediyoruz ve dehşetli bir saltanat-ı rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] ve dikkatli bir adalet-i âliye [yüksek adalet] ve izzetli [büyüklük, yücelik] icraat-ı celâliyenin [Allah’ın celâl sıfatıyla ilgili işleri, faaliyetleri] âsârını [eserler/asırlar] ve cilvelerini görüyoruz. Hattâ bir ağacın meyveleri ve çiçekleri

553

sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet ve herbir insanın cihazatı ve hissiyâtı ve kuvveleri adedince ihsanları, [bağış] in’âmları [nimetlendirme] ona bağlamış bir rahmet ve “Kavm-i Nuh” ve “Hûd” ve “Salih” aleyhimüsselâm ve “Kavm-i Âd” ve “Semûd” ve “Fir’avun” gibi âsi milletlere tokat vuran ve en küçük bir zîhayatın [canlı] hakkını muhafaza eden izzetli [büyüklük, yücelik] ve inayetli [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] bir adalet ve

وَمِنْ اٰيَاتِهِ أَنْ تَقُومَ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ بِأَمْرِهِ ثُمَّ إِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَۤا أَنْتُمْ تَخْرُجُونَ * 1

âyeti, azametli bir îcâz [az sözle çok mânâ ifade etme] ile der:

Nasıl ki iki kışlada yatan ve duran mutî [emre uyan] askerler, bir kumandanın çağırmasıyla silâh başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi, aynen öyle de, bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatinde koca semâvât ve küre-i arz [yer küre, dünya] Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] askerlerine iki mutî [emre uyan] kışla gibi, ne vakit Hazret-i İsrafil aleyhisselâmın borusuyla o kışlalarda ölümle yatanlar çağrılsa, derhal ceset libaslarını [elbise] giyip dışarı fırlamalarını ispat edip gösteren, her baharda arz kışlası içindekiler, melek-i ra’dın [gök gürültüsü ile vazifeli melek] borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet; [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] elbette ve elbette ve herhalde ve hiç şüphe getirmez ki—Onuncu Sözde ispatına binaen—o rahmet ve hikmet ve inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve adalet ve saltanat-ı sermediyenin [sonsuz saltanat] gayet kat’î istedikleri dâr-ı âhiret [âhiret âlemi] ve daire-i haşir ve neşrin [yeniden dirilip toplanma ve tekrar dağılıp yayılma sahası] açılmamasıyla o nihayetsiz cemâl-i rahmet [Allah’ın rahmetinin güzelliği] nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmesi ve o hadsiz kemâl-i hikmet, [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] hadsiz kusurlu abesiyete [anlamsızlık] ve faidesiz israfata [israflar, savurganlıklar] dönmesi ve o gayet şirin inayet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] gayet acı ihanetlere değişmesi ve o gayet mizan[ölçü] ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalb olması ve o  

554

gayet derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye [sonsuz saltanat] sukut [alçalış, düşüş] etmesi ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması ve kemâlât-ı rububiyeti [rablığın, ilâhî terbiyenin mükemmellik ve kusursuzluğu] acz ve kusur ile lekedar [lekeli] olması, hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] yok, hiçbir akıl ihtimal vermez, yüz muhal [bâtıl, boş söz] içinde birden bulunur, dâire-i imkân haricinde bâtıl ve mümtenidir. [imkansız]

Çünkü nâzenin [ince, narin, duyarlı] ve nazdar [nazlı] beslediği ve akıl ve kalb gibi cihazatla saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve âhirette bekà-i daimîye [devamlı olarak kalma, kalıcı olma] iştiyak [arzu, istek] hissini verdiği halde onu ebedî idam [hiçlik, yokluk] etmek, ne kadar gadirli [zulümlü] bir merhametsizlik; ve onun yalnız dimağına [akıl, beyin] yüzer hikmetler ve faideler taktığı halde onu dirilmemek üzere bütün cihazatını ve binler faideleri bulunan istidadâtını [kabiliyet] âkıbetsiz bir ölümle faidesiz, neticesiz, hikmetsiz bütün bütün israf etmek, ne derece hilâf-ı hikmet [hikmete zıt] ve binler vaid [korkutma] ve ahidlerini yerine getirmemekle—hâşâ—aczini ve cehlini göstermek, ne kadar o haşmet-i saltanata [saltanatın görkemi] ve o kemâl-i rububiyete [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] zıttır, her zîşuur [akıl ve şuur sahibi] anlar. Bunlara kıyasen, inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve adâleti tatbik eyle…

İşte, Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] sorduğumuz âhirete dair sualimize Rahmân, Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Adl, [adalet] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Hâkim isimleri mezkûr [adı geçen] hakikatle cevap veriyorlar; şeksiz, [şüphesiz] şüphesiz, güneş gibi âhireti ispat ediyorlar.

Hem madem biz gözümüzle görüyoruz, öyle ihâta[kavrayış] ve azametli bir hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] hükmeder ki, zîhayat [canlı] herşeyin ve her hadisenin çok sûretlerini ve gördüğü fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] vazifesinin defterini ve esmâ-i İlâhiyeye karşı lisan-ı hal [beden dili] ile tesbihatına dair sahife-i a’mâlini [iş ve davranışların yazıldığı sahife] misâlî levhalarda [içlerinde herşeyin fotoğrafının kaydedildiği levha] ve çekirdeklerinde ve tohumcuklarında ve Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] nümunecikleri olan kuvâ-yı hafızalarında ve bilhassa insanın dimağındaki [akıl, beyin] pek büyük ve pek küçük kütüphanesi [kitaplar] olan kuvve-i hafızasında [bellek, hafıza duyusu] ve

555

sair maddî ve mânevî in’ikâs [yansıma] âyinelerinde kaydeder, yazdırır, zaptederek muhafaza altına alır. Sonra, mevsimi geldikçe bütün o mânevî yazıları maddî bir tarzda da gözümüze gösterip milyonlarla misâller ve deliller ve nümuneler kuvvetiyle وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ 1 âyetindeki en acip bir hakikat-ı haşriyeyi, [haşir gerçeği] kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde [en büyük çiçek] milyarlar dil ile kâinata ilân eder. Ve başta nev-i insan [insan türü, insanlık] olarak ve bütün zîhayatlar [canlı] ve bütün eşya, fenaya düşmek ve ademe sukut [alçalış, düşüş] etmek ve hiçlikte mahvolmak ve başta nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] olarak zîhayatlar [canlı] idam [hiçlik, yokluk] edilmek için yaratılmamışlar. Belki bekàya terakki [ilerleme] ile ve devama tasaffi [saflaşma, arınma] ile ve sermedî [daimi, sürekli] vazifeye istidadıyla [kabiliyet] girmek için halk olunduklarını gayet kuvvetli ispat eder.

Evet, her baharda müşahede ediyoruz ki, güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz nebatat, [bitkiler] bahar haşrinde [bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi] herbir ağaç, herbir kök, herbir çekirdek, herbir tohum وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetini okuyup bir mânâsını, bir ferdini kendi diliyle, geçmiş senelerde gördüğü vazifenin misalleriyle tefsir ederek o azametli hafîziyete [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] şehadet eder, هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ 2 âyetindeki dört muazzam hakikatleri herşeyde gösterip hafîziyeti [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] âzami derecede ve haşri bahar kolaylığında ve kat’iyetinde bizlere ders verir.

Evet, bu dört ismin cilveleri en cüz’îden [ferdî, küçük] en küllîye kadar cereyan ederler. Meselâ, nasıl ki bu ağacın menşei [kaynak] olan bir çekirdek, اَلْاَوَّلُ 3 ismine mazhariyetle o ağacın gayet mükemmel programını ve icadının noksansız cihazatını ve teşekkülünün [kendi kendine oluşma] bütün şeraitini câmi’ [kapsamlı] bir kutucuktur ki, hafîziyetin [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] azametini ispat eder.

556

وَاْلاٰخِرُ 1 ismine mazhar [erişme, nail olma] olan meyvesi ise, çekirdekleriyle o ağacın işlediği bütün fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] vazifelerinin fihristesini ve amellerinin listesini ve hayat-ı saniyesinin [ikinci hayat] düsturlarını [kâide, kural] ihtiva eden bir sandukçuktur ki, âzamî derecede hafîziyete [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] şehadet eder.

وَالظَّاهِرُ 2 ismine mazhar [erişme, nail olma] olan o ağacın suret-i cismâniyesi [maddî görünüm] ise, öyle tenasüp[uygunluk] ve san’atlı ve süslü bir hulle, [Cennet elbisesi] bir libas [elbise] ve ayrı ayrı nakışlar [işleme] ve zîynetler ve yaldızlı nişanlar ile tezyin [süsleme] edilmiş, güya yetmiş renkli bir hûri elbisesidir ki, hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] içinde azamet-i kudret [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] ve kemâl-i hikmet [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve cemâl-i rahmeti [Allah’ın rahmetinin güzelliği] gözlere gösterir.

وَالْبَاطِنُ 3 ismine âyine [ayna] olan o ağacın içindeki makinesi ise, öyle muntazam ve mükemmel ve mu’cizatlı bir fabrika, bir destgâh, [iş yeri] bir kimyahâne ve hiçbir dalı ve meyveyi ve yaprağı gıdasız bırakmayan mizan[ölçü] bir kazan-ı erzaktır [erzak kazanı] ki, hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] içinde kemâl-i kudret [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve adalet ve cemâl-i rahmet [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ve hikmeti güneş gibi ispat eder.

Aynen öyle de, küre-i arz, [yer küre, dünya] senevî [yıllık] mevsimler cihetinde bir ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle güz mevsiminde hafîziyete [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] emanet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler, bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve veren ve çiçek açan ağacının teşkilatına dair İlâhî [Allah tarafından olan] emirlerin mecmuacıkları ve kaderden gelen düsturların [kâide, kural] listeleri ve geçen yazın işlediği vazifelerin küçücük sahife-i amelleri [amellerin yazıldığı sahife] ve defter-i hidematıdır [hizmetler defteri] ki, bilbedahe [açıkça] bir Hafîz-i Zülcelâl-i ve’l-İkramın [sonsuz haşmet, yücelik ve ikram sahibi olan, herşeyi koruyup gözeten ve muhafaza eden Allah] hadsiz kudret, adalet, hikmet, rahmet ile iş gördüğünü gösteriyor.

557

Ve senevî [yıllık] zemin ağacının âhiri ise, ikinci güzde o ağacın gördüğü bütün vazifelerini ve esmâ-i İlâhiyeye karşı ettiği bütün fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] tesbihatlarını ve gelecek bahar haşrinde [bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi] neşrolabilen bütün sahâif-i amallerini, zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup, Hafîz-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah] dest-i hikmetine [hikmet eli] teslim eder Hüve’l-Âhir [O Âhirdir; her şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve sonu gelen varlıkların neslini tohum ve çekirdeklerle tanzim eden ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî kalan Allah’tır] ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.

Ve bu ağacın zâhiri ise, haşrin üç yüz bin misallerini ve emarelerini gösteren üç yüz bin küllî ve çeşit çeşit çiçekler açıp hadsiz rahmâniyet ve rezzâkiyet ve rahîmiyet [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] ve kerîmiyet [cömertlik] sofralarını sererek zîhayatlara [canlı] ziyafetler vermekle Hüve’z-Zâhir [O Zâhirdir; her şeyin dış yüzlerini çeşitli cihaz ve ürünlerle donatıp ve ince nakışlarla [işleme] süsleyerek mükemmel ve güzel yaratan ve her şeyde varlık ve birliğinin işaretleri açıkça görünen, Allah’tır] ismini, meyveleri, çiçekleri, taamları sayısınca lisanlarıyla zikredip medh ü senâ eder, gündüz gibi وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ 1 hakikatini gösterir.

Bu haşmetli ağacın bâtını ise, hadsiz ve hesaba gelmez muntazam makineleri ve mizan[ölçü] fabrikaları kemâl-i dikkat [tam bir dikkat] ve intizamla işlettiren öyle bir kazan ve destgâhtır [iş yeri] ki, bir dirhemden bin batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] taamları pişirir, açlara yetiştirir. Ve öyle bir mizan [ölçü] ve dikkatle işler ki, zerre kadar tesadüfün karışmasına bir yer bırakmıyor. Hüve’l-Bâtın [O Bâtındır; bütün varlıkların içyüzlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işleten ve herşeyin iç âlemine hükmeden Allah’tır] ismini zeminin içyüzüyle, yüz bin dille tesbih eden bazı melâike [melek] gibi, yüz bin tarzlarda ilân edip ispat eder.

Hem arz, senevî [yıllık] hayatı haysiyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde hafîziyeti [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] ve onunla haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi; aynen öyle de, dehrî [çağları içine alan] ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. Ve o dört isme öyle bir mazhar, [erişme, nail olma] bir âyine [ayna] ve âhirete giden bir yol açar ki, genişliğini ihataya [herşeyi kuşatma] ve tabire aklımız kâfi [yeterli] gelmiyor. Yalnız bu kadar deriz:

558

Nasıl ki bir saatin saniyeleri ve dakikaları ve saatleri ve günleri sayan haftalık saatin milleri birbirine benzer, birbirini ispat eder. Saniyelerin hareketini gören, sair çarkların hareketlerini tasdik etmeye mecbur olur. Aynen öyle de, semâvât ve arzın [gökler ve yer] Hâlık-ı Zülcelâlinin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] bir saat-i ekberi [en büyük saat] olan bu dünyanın saniyelerini sayan günler ve dakikalarını hesap eden seneler ve saatlerini gösteren asırlar ve günlerini bildiren devirler birbirine benzer, birbirini ispat eder. Ve bu gecenin sabahı ve bu kışın baharı kat’iyetinde fâni dünyanın karanlıklı kışının bâki bir baharı ve sermedî [daimi, sürekli] bir sabahı geleceğini hadsiz emârelerle haber verir diye, Hafîz ismi ile هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ 1 isimleri, biz Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] sorduğumuz haşir meselesine, mezkûr [adı geçen] hakikatle cevap veriyorlar.

Hem madem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz ki;

· İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi,

· Ve hakikat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi, [asıl çekirdek, tohum]

· Ve kâinat Kur’ân’ının âyet-i kübrası,

· Ve İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] taşıyan âyetü’l-kürsîsi,

· Ve kâinat sarayının en mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] misafiri,

· Ve o saraydaki sair sekenelerde [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] tasarrufa mezun en faal memuru,

· Ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat [gelirler] ve sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur,

· Ve yüzer fenler ve binler san’atlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve en mes’uliyetli nâzırı,

· Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin [varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Padişah, Allah] gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı, [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan]

559

· Ve cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî bütün harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı, [dilediği gibi idare eden]

· Ve semâvât ve arz [gökler ve yer] ve cibâlin [dağlar] kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrâ[büyük emanet] omuzuna alan,

· Ve önüne iki acip yol açılan, birinci yolda zîhayatın [canlı] en bedbahtı ve ikinci yolda en bahtiyarı,

· Çok geniş bir ubudiyetle [Allah’a kulluk] mükellef bir abd-i küllî, [bütün varlıkların ibadetlerini içine alan ve temsil eden kul]

· Ve Kâinat Sultanının İsm-i Âzamına [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mazhar [erişme, nail olma] ve bütün esmâsına en câmi’ [kapsamlı] bir âyinesi [aynası]

· Ve hitabât-ı Sübhâniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hassı,

· Ve kâinatın zîhayatları [canlı] içinde en ziyade ihtiyaçlısı,

· Ve hadsiz fakrıyla ve acziyle beraber hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçare zîhayatı, [canlı]

· Ve istidatça [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] en zengini,

· Ve lezzet-i hayat [hayatın lezzeti] cihetinde en müteellimi [acı çeken] ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde, [bulaşmış, karışmış]

· Ve bekàya en ziyade müştak [arzulu, aşırı istekli] ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak ve devamı ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekàya karşı arzusunu tatmin etmeyen,

· Ve ona ihsanlar [bağış] eden Zâtı perestiş [aşırı derece sevme] derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu’cize-i kudret-i [Allah’ın kudret mu’cizesi] Samedâniye ve bir acûbe-i [alışılmışın dışında, çok garip] hilkat, [yaratılış]

· Ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi [insana ait cihazlar, duygular] şehadet eden, böyle yirmi küllî hakikatler ile Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hak ismine bağlanan,

560

Ve en küçük zîhayatın [canlı] en cüz’î [ferdî, küçük] ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevap veren Hafîz-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah] Hafîz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kâinatı alâkadar edecek ef’âlleri [fiiler, davranışlar] o ismin kâtibîn-i kiramlarıyla [insanın yaptığı bütün amelleri yazan melekler] yazılan ve herşeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine [dikkat içeren bakış] mazhar [erişme, nail olma] bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve herhalde ve hiçbir şüphe getirmez ki, bu yirmi hakikatın hükmüyle, insanlar için bir haşir ve neşir [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] olacak ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının [kusurlar] mücâzâtını [ceza] çekecek ve Hafîz ismiyle cüz’î-küllî [ferd-tür (kapsamlı varlık)] kayd [bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi her bir parçası] altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek ve dâr-ı bekàda [daimî ve kalıcı yer] saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ziyafetgâhının ve şekavet-i daime [daimi bir sıkıntı, mutsuzluk] hapishanesinin kapıları açılacak ve bu âlemde çok tâifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazan karıştıran bir zabit, [subay] toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.

Yoksa, sineğin sesini işitip hakk-ı hayatını [yaşama hakkı] vermekle fiilen cevap verdiği halde, gök gürültüsü kuvvetinde bekàya ait hadsiz hukuk-u insaniyenin, [insan hakları] mezkûr [adı geçen] yirmi hakikatler lisanlarıyla edilen ve Arşı ve ferşi [yer] çınlatan dualarını işitmemek ve o hadsiz hukuku zayi etmek ve sinek kanadının intizamı şehadetiyle sinek kanadı kadar israf etmeyen bir hikmet, bütün o hakikatlerin bağlandıkları insanî istidadatı [kabiliyet] ve ebede uzanan emelleri ve arzuları ve o istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve arzuları besleyen kâinatın pek çok rabıtalarını [bağ] ve hakikatlerini bütün bütün israf etmek öyle bir haksızlıktır ve imkân haricinde ve zalimâne bir çirkinliktir ki, Hak ve Hafîz ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Cemîl [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] ve Rahîm isimlerine şehadet eden bütün mevcudât [varlıklar] onu reddeder, “Yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] ve bin vech [cihet, yön, taraf] ile mümtenidir” [imkansız] derler.

561

İşte biz Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair sorduğumuz suale Hak, Hafîz, Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Cemîl, [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] Rahîm isimleri cevap verip derler: “Biz hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudâtın [varlıklar] tahakkuku [gerçekleşme] misillü, [benzer] haşir haktır ve muhakkaktır.”

Hem madem… (Daha yazacaktım, fakat güneş gibi malûm olmasından kısa kestim.)

İşte geçmiş misâllerde ve madem’lerdeki maddelere kıyasen, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz, belki bin esmâsının kâinata bakan isimlerinin herbirisi, nasıl ki mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] âyine [ayna] ve cilveleriyle Müsemmâsını [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] bedahetle [ap açık bir şekilde] ispat eder; aynen öyle de, haşri ve dâr-ı âhireti [âhiret âlemi] de gösterirler ve kat’iyetle ispat ederler.

Hem nasıl Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] sorduğumuz sualimize, o Rabbimiz bütün fermanlarıyla ve nazil ettiği bütün kitaplarıyla ve müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] olduğu ekser isimleriyle bize kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve kat’î cevap veriyor; aynen öyle de, melâikeleriyle [melekler] ve onların diliyle daha başka bir tarzda dedirir:

“Sizin zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] beri hem ruhanîlerle, hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetinde hadiseleri var. Ve bizim ve ruhanilerin vücutlarına ve ubudiyetlerine [Allah’a kulluk] delâlet eden hadsiz emâre ve deliller var. Ve biz âhiret salonlarında ve bazı dairelerinde gezdiğimizi, birbirimize mutabık olarak sizin kumandanlarınız olan enbiyalarla [nebiler, peygamberler] görüştüğümüz zaman söylemişiz ve daima da söylüyoruz. Elbette bu gezdiğimiz bâki ve mükemmel salonlar ve bu salonların arkalarında tefriş [döşeme] ve tezyin [süsleme] edilmiş olan saraylar ve menzilller, hiç şüphemiz yoktur ki, gayet ehemmiyetli misafirleri o yerlerde iskân [yerleştirme, oturtma] etmek üzere bekliyorlar. Size kat’î beyan ediyoruz” diye sualimize cevap veriyorlar.

Hem madem Hâlıkımız, [her şeyi yaratan Allah] bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmı

562

tayin etmiş ve en son elçi olarak göndermiş. Biz dahi, ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] mertebesinden aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] mertebelerine terakki [ilerleme] ve tekemmül [mükemmelleşme] etmek üzere, herşeyden evvel bu üstadımızdan, Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] sorduğumuz suali sormaklığımız lâzım geliyor. Çünkü o zât, Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] tarafından herbiri birer nişane-i tasdik [doğrulayıcı nişan, alamet] olan bin mu’cizatıyla, Kur’ân’ın bir mu’cizesi olarak, Kur’ân’ın hak ve kelâmullah [Allah kelâmı] olduğunu ispat ettiği gibi; Kur’ân dahi, kırk nevi i’câz [mu’cize oluş] ile o zâtın bir mu’cizesi olup, onun doğru ve Resulullah olduğunu ispat ederek, ikisi beraber, biri âlem-i şehadet [görünen alem] lisanı (bütün hayatında, bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyanın tasdikleri altında) diğeri âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] lisanı bütün semâvî fermanların ve kâinat hakikatlerinin tasdikleri içinde binler âyâtıyla iddia ve ispat ettikleri hakikat-i haşriye [haşir gerçeği] elbette güneş ve gündüz gibi bir kat’iyettedir. Evet, haşir gibi, en acip ve en dehşetli ve tavr-ı aklın [akıl ölçüsü, akıl çizgisi] haricinde bir mes’ele, ancak ve ancak böyle harika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır.

Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur’ân gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufûliyet [çocukluk, küçüklük] devri olmasıdır. İptidaî derslerde izah az olur.

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] Madem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ekser isimleri âhireti iktiza [bir şeyin gereği] edip isterler; elbette o isimlere delâlet eden bütün hüccetler, [delil] bir cihette âhiretin tahakkukuna [gerçekleşme] dahi delâlet ederler.

Ve madem melâikeler [melekler] âhiretin ve âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] dairelerini gördüklerini haber veriyorlar; elbette melâike [melek] ve ruhların ve ruhaniyâtın [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] vücut ve ubudiyetlerine [Allah’a kulluk] şehadet eden deliller, dolayısıyla âhiretin vücuduna dahi delâlet ederler.

Ve madem Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bütün hayatında vahdâniyetten [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı]

563

sonra en daimî dâvâsı ve müddeâ[dava, tez; iddia edilen şey] ve esası âhirettir; elbette o zâtın nübüvvetine [peygamberlik] ve sıdkına [doğruluk] delâlet eden bütün mu’cizeleri ve hüccetleri—bir [delil] cihette, dolayısıyla—âhiretin tahakkukuna [gerçekleşme] ve geleceğine şehadet ederler.

Ve madem Kur’ân’ın dörtten birisi haşir ve âhirettir ve bin âyâtıyla onun ispatına çalışır ve onu haber verir; elbette Kur’ân’ın hakkaniyetine şehadet ve delâlet eden bütün hüccetleri [delil] ve delilleri ve burhanları, [delil] dolayısıyla âhiretin vücûduna ve tahakkukuna [gerçekleşme] ve açılmasına dahi delâlet ve şehadet ederler.

İşte bak, bu rükn-ü imanî [imanın şartı, esası] ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu gör!

ba

564

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Son Zamanlarda 
Eskişehir’e Teşrif [şeref verme] Ettiklerinde Kaldıkları Ev