TARİHÇE-İ HAYAT – Birinci Kısım – İlk Hayatı (47-188)

47

Birinci Kısım

İlk hayatı

48

Bediüzzaman Said Nursî, (Rûmî 1293)1 tarihinde Bitlis vilâyetine bağlı Hizan kazasının İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğmuştur. Babasının adı Mirza, anasının adı Nuriye’dir. Dokuz yaşına kadar peder ve validesinin yanında kaldı. O esnada bir hâlet-i ruhiye, [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] tahsilde bulunan büyük biraderi Molla Abdullah’ın ilimden ne derece feyizyâb [feyiz bulan, gelişen, çoğalan] olduğunu tetkike sevk etti. Molla Abdullah’ın gittikçe tekâmül [ilerleme, mükemmelleşme] ederek köydeki okumamış arkadaşlarından okumakla tezahür eden meziyetini düşünüp hayran kaldı. Bunun üzerine ciddî bir şevk ile tahsili gözüne aldı ve bu niyetle nahiyeleri İsparit ocağı dahilinde bulunan Tağ köyünde Molla Mehmed Emin Efendinin medresesine gitti. Fakat fazla duramadı. Hâlet-i fıtriyeleri icabı, daima izzetiniHaşiye [büyüklük, yücelik] koruması ve hattâ âmirâne söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi, medreseden ayrılmasına sebep oldu. Tekrar Nurs’a döndü.

Nurs’ta ayrıca bir medrese olmadığından dersini büyük biraderinin haftada bir defa sılaya geldiği günlere hasrederdi. Bir müddet sonra Pirmis karyesine, [köy] sonra Hizan Şeyhinin yaylasına gitti. Burada da tahakküme [baskı] tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebep oldu. Bu dört talebe birleşip kendisini daima tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ettiklerinden, birgün Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinin huzuruna çıkıp, izhar-ı acz [âcizliğini gösterme] ile, arkadaşlarını şikâyet etmeyerek şöyle dedi:

49

“Şeyh efendi, bunlara söyleyiniz, benimle dövüştükleri vakit dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.”

Seyyid Nur Muhammed, küçük Said’in bu mertliğinden hoşlanarak,

“Sen benim talebemsin, kimse sana ilişemez” buyurdu.

Bu hadiseden sonra “Şeyh talebesi” diye yâd edildi. Burada bir müddet kaldıktan sonra, biraderi Molla Abdullah ile beraber Nurşin köyüne geldiler. Yaz olması dolayısıyla, ahali ve talebelerle birlikte Şeyhan Yaylâsına gittiler. Orada, biraderi Molla Abdullah ile birgün dövüşmüş. Tâğî Medresesi Müderrisi [medrese âlimi, hoca, profesör] Mehmed Emin Efendi, küçük Said’e,

“Niçin kardeşinin emrinden çıkıyorsun?” diye işe karışmış.

Bulundukları medrese, meşhur Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olması dolayısıyla, hocasına şu yolda cevap verir:

“Efendim, şu tekyede [Allah’ın zikredildiği yer] bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur” diyerek, gündüz vakti bile herkesin güçlükle geçebileceği cesîm [büyük] bir ormandan geceleyin geçerek Nurşin’e gelir.

Şarkî Anadolu‘da [Doğu Anadolu] medrese teşkilâtındaki hususiyetlerden birisi şudur ki: İcazet almış bir âlim, istediği köyde hasbeten lillâh bir medrese açar. Medrese talebelerinin ihtiyacı, iktidarı olursa medrese sahibi tarafından, iktidarı yoksa halk tarafından temin edilir; hoca meccanen ders verir, talebelerin iaşe ve levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] da halk deruhte [üstüne almak] ederdi. Bunların içinde yalnız Molla Said, hiçbir suretle zekât almıyordu. Zekât ve başkasının eser-i minneti olan bir parayı kat’iyen [kesinlikle] kabul etmiyordu. Haşiye [dipnot]

50

Nurşin’de bir müddet kaldıktan sonra Hizan’a döndü. Sonra medrese hayatını terk ederek pederinin yanına geldi ve bahara kadar evde kaldı. O sırada şöyle bir rüya görür:

Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet sırat [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] köprüsünün başına gidip durmak hatırına gelir: “Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim” der ve sırat [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] köprüsünün başına gider. Bütün Peygamberân-ı İzam Hazerâtını birer birer ziyaret eder. Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar [erişme, nail olma] olunca uyanır.

Artık bu rüyadan aldığı feyiz, tahsil-i ilim içinHaşiye büyük bir şevk uyandırır. Pederinden izin alarak, tahsil yapmak üzere Arvâs nahiyesine gider. Burada icra-yı tedris eden meşhur Molla Mehmed Emin Efendi, kendisine ders vermeye tenezzül etmeyip, talebelerinden birisine okutmasını tavsiye edince, izzetine [büyüklük, yücelik] ağır gelir. Birgün bu meşhur müderris [medrese âlimi, hoca, profesör] camide ders okutmakta iken, Molla Said itiraz ederek,

“Efendim, öyle değil!” hitabında bulunur. Okutmasına tenezzül etmediğini hatırlatır.

Orada bir müddet kaldıktan sonra, Mir Hasan Veli Medresesine gitti. Aşağı derecede okuyan yeni talebelere ehemmiyet verilmemek bu medresenin âdeti olduğunu anlayınca, sırayla okunması icap [gerekli kılma] eden yedi ders kitabını terk ederek, sekizinci kitaptan okuduğunu söyledi.

Birkaç gün sonra Vastan kasabasına gittiyse de, orada tebdil-i hava [hava değişimi] için ancak bir ay kadar kaldı. Bilâhare, Molla Mehmed ismindebir zatın refakatinde  

51

Erzurum vilâyetine tâbi Bayezid’e hareket etti. Hakikî tahsiline işte bu tarihte başlar. Bu zamana kadar hep “Sarf” ve “Nahiv” mebâdileriyle [başlangıçlar, belirtiler] meşgul olmuştu ve “İzhar”a kadar okumuştu. Bayezid’de Şeyh Mehmed Celâlî Hazretlerinin nezdinde yaptığı bu hakikî ve ciddî tahsili, üç ay kadar devam etmiştir. Fakat pek gariptir; zira Şarkî Anadolu [Doğu Anadolu] usul-ü tedrisiyle, Molla Câmî’den nihayete kadar ikmal-i [tamamlama] nüsah etti. Buna da her kitaptan bir veya iki ders, nihayet on ders tederrüs etmekle muvaffak oldu ve mütebakisini [geri kalan kısım] terk eyledi. Hocası Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri niçin böyle yaptığını sual edince, Molla Said cevaben,

“Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak bu kitaplar bir mücevherat [kıymetli taşlar] kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım. Yani bu kitapların neden bahsettiklerini anlayayım da, bilâhare tab’ıma [baskı basma] muvafık olanlara çalışırım” demiştir.

Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcut bulunan icad ve teceddüd [yenileme] fikrini medrese usullerinde göstermek ve bir teceddüd [yenileme] vücuda getirmekHaşiye ve

52

bir sürü hâşiye [dipnot] ve şerhlerle vakit zayi etmemekti. Bu suretle, alelusul yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm [ilimler] ve fünunun [fenler, bilimler] zübde [en seçkin kısım, öz, tereyağı] ve hülâsasını [esas, öz] üç ayda tahsil ve ikmal [tamamlama] etmiştir.

Bunun üzerine hocalarının “hangi ilim tab’ına [baskı basma] muvafık” olduğu sualine cevaben,

“Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum” der.

Herhangi bir kitabı eline alırsa, anlardı. Yirmi dört saat zarfında Cemü’l-Cevâmi, Şerhü’l-Mevâkıf, İbnü’l-Hacer gibi kitapların iki yüz sahifesini, kendi kendine anlamak şartıyla mütalâa ederdi. O derece ilme dalmıştı ki, hayat-ı zahiri ile hiç alâkadar görünmezdi. Hangi ilimden olursa olsun, sorulan suale tereddütsüz derhal cevap verirdi.

ba

53

O zamanki hayatına kısa bir bakış

Evvelâ: Hükema-yı İşrâkıyyunun mesleklerine sülûk [mânevî yol alma] ederek, zühd [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve riyazete başladı. Hükema-yı İşrakıyyun, tedric kanunu mucibince vücudlarını riyazete alıştırmışlardı. O ise, tedrice riayet etmeyerek, birden bire riyazete daldı. Gün geçtikçe, vücudu tahammül etmeyerek zaif düşmeye başladı. Üç günde bir parça ekmekle idare ediyordu. Ulema-yı İşrâkıyyunun “riyazetin küşâyiş-i fikre hizmet ettiği” nazariyesi [teori] üzerine, onlar gibi yapacağım diye çalışıyordu.

Saniyen: [ikinci olarak] İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin İhyau’l-Ulûm’unda tasavvuf nokta-i nazarında [bakış açısı] دَعْ مَا يُرِيبُكَ اِلٰى مَا لاَ يُرِيبُكَ 1 kaidesine ittibaen, [tabi olma, uyma] ekmeği bile bir zaman terk edip, ot ile idareye koyuldu.

Salisen: [üçüncü olarak] Nadir konuşuyordu. Kürtlerin edip dâhilerinden Molla Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hânî Hazretlerinin, gündüzleyin bile havf [korku] ile girilen kubbe-i saadetine kapanır, bazan geceleyin de orada kalırdı. Bundan dolayı ahali, Bediüzzaman’a “Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hânî Hazretlerinin feyzine mazhar [erişme, nail olma] olmuştur” diyordu. Bu hali, müşarün ileyhin kerametine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] hamlederlerdi.

O vakitlerde kendisi on üç, on dört yaşlarında idi. Sonra, ulemadan mümtaz [seçkin] simalarla mülâkat [buluşma, karşılaşma] etmeye karar verdi ve Bağdat’a ziyaret kastıyla hocasından izin istedi. Derviş kıyafetine girdi. Yolları takip etmeden dağlarda, ormanlarda gece dolaşarak Bağdat’a gitmek niyetinde iken Bitlis’e geldi. Bitlis’te Şeyh Mehmed Emin Efendi Hazretlerinin yanına giderek, iki gün kadar dersinde

54

bulundu. Şeyh Mehmet Emin Efendi, kendisine kisve-i ilmiyeye [ilmi temsil eden elbise] girmesini teklif etti. Molla Said cevaben,

“Ben henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmadığımdan, muhterem bir müderris [medrese âlimi, hoca, profesör] kıyafetini kendime yakıştıramıyorum. Ve ben bir çocuk iken nasıl hoca olabilirim?” diyerek teklifini kabul etmemiştir.

Bundan sonra, Şirvan’daki biraderinin yanına gitti. Orada büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhavere [karşılıklı konuşma] cereyan etti.

Molla Abdullah: “Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?”

Bediüzzaman: “Ben seksen kitap okudum.”

Molla Abdullah: “Ne demek?”

Bediüzzaman: “İkmâl-i nüsah ettim ve sıranıza dahil olmayan birçok kitapları da okudum.”

Molla Abdullah: “Öyleyse seni imtihan edeyim.”

Bediüzzaman: “Hazırım, ne sorarsanız sorunuz.”

Molla Abdullah, biraderiniimtihan eder. Kifayet-i [yeterli olma] ilmiyesini takdir ile, sekiz ay evvel talebesi bulunan Molla Said’i kendisine üstad kabul etti ve talebelerinden gizli olarak küçük biraderinden ders almaya başladı. Ve bittabi, daha evvel okuttuğu kardeşini kendisine üstad yaptığını sezdirmiyordu. Nihayet talebeler, Molla Abdullah’ın Molla Said nezdinde ders okuduğunu kapıdan, anahtar deliğinden gizlice görünce taaccüp ederek sormuşlarsa da, Molla Abdullah cevaben,

“Nazar değmemek için, ben ona ders veriyorum” demiş ve talebelerini aldatmıştı.

Molla Abdullah’ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt’e gelir. Orada bulunan Molla Fethullah Efendinin medresesine gider. Molla Fethullah, Molla Said’e,

“Geçen sene Süyûtî okuyordunuz, bu sene Molla Câmî’yi mi okuyorsunuz?”

Bediüzzaman: “Evet ‘Câmi’yi bitirdim.”

Molla Fethullah hangi kitabı sorduysa, “Bitirdim” cevabını alınca, tahayyürde kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı, taaccüp etti ve dedi:

55

“Geçen sene deli idin, bu sene de mi delisin?”

Bediüzzaman,

“İnsan başkasına karşı kesr-i nefis için hakikati ketmedebilir. Fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakikat-i mahzdan başka birşey söyleyemez. Emrederseniz, söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz” der.

Molla Fethullah hangi kitaptan sorduysa, cevabını güzelce verir.

Bunun üzerine bu muhavereyi [karşılıklı konuşma] dinleyen ve bir sene evvel Said’in hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Suran namındaki zat, kendilerinden ders almaya başladı.

Molla Fethullah, “Pekâla, zekâda harikasınız. Fakat hıfzınız nasıldır? Makâmât-ı Harîriyeden birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz?” diyerek kitabı uzatır.

Molla Said alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfzetti ve okudu.

Molla Fethullah, “Zekâ ile hıfzın ifrat [aşırılık] derecede bir kimsede tecemmuu [bir araya gelip toplanma] nâdirdir” diyerek hayrette kaldı.

Bediüzzaman orada iken, Cem’ü’l-Cevâmi’ [bir araya gelme] kitabını, günde bir-iki saat iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmek üzere bir haftada hıfzetti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelâmı söyleyerek kitabın üzerine yazdı:

قَدْ جَمَعَ فِى حِفْظِهِ جَمْعَ الْجَوَامِعِ جَمِيعَهُ فِى جُمْعَةٍ * 1

Bu hal Siirt’te şüyû bulmuş ve Molla Fethullah, ulemaya, “Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi. Her ne sual ettimse bilâ-tevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım” diyerek pek çok metheder.

Bunun üzerine ulema bir yerde toplanarak Bediüzzaman’ı davet ederler. Bediüzzaman, intihap [seçmek] ettikleri bütün suallerine bilâ-tereddüd cevap verirken, Molla Fethullah’ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevap veriyordu. Bunu gören ulema, Bediüzzaman’ın harikulâde bir genç olduğuna hükmedip, faziletini takdir ve sena ettiler.

56

Bu hal etrafta işitilir. Ahali, kedisine veliyyullah derecesinde ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] eder ve o nazarla bakarlar. Bu vaziyet, ikinci derecede bulunan birtakım âlim ve talebelerin rekabetlerini arttırdı. Genç, tecrübesiz talebelerden bir kısmı, ilmen mağlûp edemedikleri Bediüzzaman’ı kavga yoluyla iskât [susturma] etmek teşebbüsünde bulunmuşlarsa da, meseleden haberdar olan Siirt ahalisi, kendisini kurtarmak için gelmişler. Ahali nazarında büyük mevkii olduğu için, derhal muarızların [itiraz eden, karşı gelen] ellerinden kurtarılmış ve bir odaya bırakılmış ise de, Bediüzzaman, mesleklerine olan fevkalâde muhabbetinden, muarızları [itiraz eden, karşı gelen] bulunan talebe ve ehl-i ilmin [ilim ehli, âlimler] câhillere hedef olmamasını temin için, kendisi odadan çıkıp, muarızları [itiraz eden, karşı gelen] tarafından telef [yok olma, zâyi olma] edilse bile ehl-i ilmin [ilim ehli, âlimler] işine cahillerin karışmamasını müdafaa eder. Bu ihtilâfı kaldırmak maksadıyla herhangi bir talebeye,

“Beni öldürünüz, ilmin haysiyetini muhafaza ediniz!” diyerek yüzünü çevirmişse de, hiçbir talebe kendisine hücum etmemiş ve nihayet ihtilâf bertaraf edilmiştir. Siirt Mutasarrıfı, [dilediği gibi idare eden] kendisini muhafaza etmek üzere yanına çağırdığı ve o talebeleri nefyedeceği [gönderilme, sürgün] haberini tebliğ etmeye gönderdiği jandarmaya karşı Bediüzzaman,

“Biz talebeyiz; birbirimizle dövüşürüz, barışırız. Binaenaleyh, mesleğimiz haricinde bulunan birisinin bize karışması muvafık olmadığından, gelemeyeceğim. Ve hatâ da benimdir” cevabında bulunarak jandarmaları reddetmiştir.

Bu esnada on beş, on altı yaşlarında bulunuyordu. Lâkin kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metindi. [sağlam] “Saidü’l-Meşhur” lâkabıyla yâd ediliyordu. Siirt’te, kendisiyle mücadele etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevap vereceğini, kimseye sual sormayacağını ilân etti. Sonra tekrar Bitlis’e geldi. Bitlis’de bir iki şeyh hanedanının, âlim ve talebelerin arasında geçimsizlik olduğunu işitir. Fesadı netice veren sözlerin, bilhassa gıybetin İslâmiyete yakışmadığını onlara ihtar edince, Molla Said’i Şeyh Emin Efendiye şikâyet ederler. Şeyh Emin ise,

“Henüz çocuk olduğundan, kabil-i hitap [muhatap alınabilen] değildir” der.

Bu söz Molla Said’e tebliğ edildiği anda, zaten bu gibi sözlere fıtraten tahammülsüz olduğundan, Şeyh Emin Efendinin huzuruna çıkarak elini öper ve;

57

“Efendim, beni imtihan ediniz. Kabil-i hitap [muhatap alınabilen] olduğumu ispat etmek isterim” der.

Şeyh Emin Efendi, mütenevvi [çeşit çeşit] ilimlerden ve en müşkül [zorluk] meselelerden on altı sual tertip ederek sorar. Molla Said, suallerin umumuna cevap verdikten sonra, Kureyş Camiine gider, ahaliye vaaz ve nasihat etmeye başlar. Bunun üzerine Bitlis ahalisinin bir kısmı Molla Said’e, bir kısmı da Şeyh Emin Efendiye yardım etmek isterler. Bundan dolayı Vali, büyük bir vukuata meydan vermemek için Bediüzzaman’ı nefyeder. [gönderilme, sürgün] Bu defa da Şirvan’a gider.

Zaten infirad [tek başına olma] eden böyle zatların muarızları [itiraz eden, karşı gelen] pek çok bulunur. Bilhassa mücadele-i ilmiyede mağlûp düşenlerden bazı zâhir hocalar, Molla Said’i ahali nazarında küçük düşürmek için var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Her hususatını tecessüs [gizlice araştırma] ettirirlerdi. Birgün, nasılsa kazaen sabah namazını geçirmiş. Buna vâkıf [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] olan hasımları, “Molla Said namazı terk etmiştir” diyerek ahali arasında işâada [bir haberi yayma, duyurma] bulundular. Molla Said’den soruldu ki:

“Niçin herkes bunu böyle söylüyor?”

Molla Said,

“Evet, esassız birşey, âlemin içinde çabuk yayılmaz. Hatâ bendedir. Onun için iki cezaya uğradım: birisi Allah’ın itâbı, diğeri nâsın târizi. [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] Bunun esas sebebi ise, geceleyin âdet edindiğim vird-i şerifi terk ettiğimdir. İşte âlemin ruhu bu hakikate temas etmişse de, tamamını kavrayamayarak ismini bilemeyip şu veçhile [yön] hatâyı isimlendirmişler” cevabını verir.

Şirvan’da bulunduğu sırada Siirt civarından birisi gelerek,

“Aman efendim, Siirt’e bir çocuk gelmiş, kendisi on dört, on beş yaşında, umum ulemayı ilzam [susturma] etti. Şunu ilzam [susturma] etmek için sizi dâvete geldim” der.

Molla Said de şu dâvete icabet [cevap verme, kabul etme] ederek Siirt’e gitmek için hazırlanır. Yola düşerler, iki saat gittikten sonra, o küçük hocanın evsaf [vasıflar, nitelikler] ve kıyafetini sorar. O adam:

“Efendim, ismini bilmiyorum; fakat ilk gelişte derviş kıyafetinde olup omuzunda bir posteki vardı. Bilâhare talebe kıyafetine girdi ve umum ulemayı ilzam [susturma] etti.”

58

Bunu dinlediğinde, kendisinden bahsettiğini ve bir sene evvelki kendi vukuatının şimdi civar köylerde şüyû bulduğunu anlayarak geriye döner, dâvete icabet [cevap verme, kabul etme] etmez.

Bilâhare Siirt’e bağlı Tillo kasabasına gitti. Meşhur bir türbeye kapandı. Orada harika olarak Kâmus-u Okyanus’u Bâbü’s-Sin’e [kapı] kadar hıfzetti. Ne fikre binaen “Kâmus”u hıfzettiği sorulduğunda,

“Kâmus, her kelimenin kaç mânâya geldiğini yazıyor. Ben de bunun aksine olarak, her mânâya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir kâmus vücuda getirmek merakına düştüm” cevabında bulundu.

Mezkûr [adı geçen] türbeye kapandığı vakit küçük biraderi Mehmed yemeğini getiriyordu. Yemek içindeki taneleri, kubbenin etrafında bulunan karıncalara vererek, kendisi ekmeğini yemeğin suyuna batırarak kanaat ediyordu.

“Neden dolayı taneleri karıncalara veriyorsun?” denildiğinde,

“Bunlarda hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] malikiyet ve fevkalâde vazifeşinaslık ve çalışma bulunduğunu müşahede ettiğim için, cumhuriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet [yardım] etmek istiyorum” cevabında bulunmuştur.Haşiye [dipnot]

Tillo’da iken, bir gece Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (k.s.) Hazretlerini rüyasında görür. Geylânî Hazretleri (k.s.) kendisine hitaben,

59

“Molla Said! Mîran aşireti reisi Mustafa Paşaya gidiniz ve kendisini tarik-i hidayete dâvet ediniz. Yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i mârufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.”

Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşiretine doğru Tillo’dan hareket eder, doğruca Mustafa Paşanın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından, biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşanın nazar-ı dikkatini celb [çekme] edince, aşiret binbaşılarından Fettah [fetheden, açan] Beyden kim olduğunu sorar. Fettah [fetheden, açan] Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki Paşa, ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şüphesiz bunun üzerine daha fazla kızmış ise de, izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmemişti. Molla Said’e niçin buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben,

“Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim” demesinden, Paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said’e niçin geldiğini tekrar sorar. Molla Said,

“Sana söyledim ya, onun için geldim” der.

Mustafa Paşa çadırın direğinde asılı bulunan Said’in kılıcına işaret ederek,

“Bu pis kılınçla mı?”

Bediüzzaman,

“Kılıç kesmez, el keser” cevabında bulunur.

Mustafa Paşa, tekrar dışarıya çıkarak biraz gezindikten sonra içeriye girer. Bediüzzaman’a,

“Benim Cezire‘de [yarımada] çok âlimlerim var. Eğer hepsini ilzam [susturma] edebilirsen senin dediğini yaparım. Eğer ilzam [susturma] edemezsen seni Fırat Nehrine atarım.”

Molla Said,

“Bütün ulemayı ilzam [susturma] etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ulemaya cevap verince sizden birşey isterim ki, o da mavzer [orduda kullanılan bir cins tüfek] tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim” der.

Bu muhavereden [karşılıklı konuşma] sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezire‘ye [yarımada] giderler. Yolda, Paşa kat’iyen [kesinlikle] Molla Said’le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkie gelince, yorgunluğundan Molla Said orada biraz yatar. Uykudan uyanır uyanmaz etrafında bütün Cezîre âlimlerinin, kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten

60

sonra çay ikram edilir. Cezire [yarımada] âlimleri Molla Said’in şöhretini işittikleri için, mebhût ve hayran bir vaziyette çaylarını bile unutarak Molla Said’in sualine intizar [bekleme] etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra, dalgın dalgın karşısında bulunan bir-iki âlimin çayını da içer, onlar fark edemezler. Mustafa Paşa, hocalara hitaben,

“Ben okumuş değilim; fakat Molla Said ile mücadelenizde mağlûp olacağınızı şimdi anlıyorum. Zira bakıyorum ki, siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi çayını içtikten başka, iki-üç bardak da sizin çayınızı içti.”

Bunun üzerine, biraz lâtife [güzel ve ince mânâ] ettikten sonra Molla Said bu âlimlere karşı,

“Efendiler! Bendeniz vaad etmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh, suallerinize muntazırım” [bekleyen, hazır] der.

Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umumuna cevap verdikten sonra, her nasılsa Molla Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde karşısındakiler doğru telâkki [anlama, kabul etme] ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar; hemen arkalarından koşarak,

“Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde farkına varmadınız” diyerek cevabını tashih eder.

Hocalar dediler:

“İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam [susturma] ettiniz!”

Sonra o hocalardan bir kısmı Molla Said’den ders almaya gelirler.

Bundan sonra Mustafa Paşa, ahdettiği [söz, vaad] mavzer [orduda kullanılan bir cins tüfek] tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya başlar.

Molla Said, ilimdeki emsalsiz harika istidadı [kabiliyet] derecesinde vücutça da gayet idmanlı ve kuvvetli idi. Güreş tutmaktan pek hoşlanırdı. Medreselerde bulunan umum talebelerle güreşirdi. Hiçbirisi güreşte bile onu mağlûp edemezdi.

Mustafa Paşa ile birgün at yarışına çıkarlar. Fakat kastî olarak Mustafa Paşa gayet serkeş [başkaldıran] ve talimsiz ve hiç binilmemiş bir at hazırlanmasını emreder. Molla Said’e binmek için verir. (Allahu a’lem, attan düşüp ölmesini istemiş.) On altı yaşında bulunan Molla Said, serkeş [başkaldıran] atı biraz dolaştırdıktan sonra koşturmayı arzu eder. At, onun verdiği istikametten [doğru] çıkarak başka bir istikamete [doğru] doğru koşar. Var kuvvetiyle durdurmak isterse de muvaffak olamaz. Nihayet çocukların  

61

bulunduğu yere gider. Cezire [yarımada] ağalarından birisinin oğlu yol üstündeyken hayvan iki ayağını kaldırıp çocuğun omuzları arasına vurunca çocuk yere düşerek hayvanın ayakları altında çırpınmaya başlar. Nihayet etraftan imdada ulaşırlar. Çocuğu hareketsiz, ölü suretinde görünce Molla Said’i öldürmek isterler. Ağanın hizmetçileri hançerlerini çekince, Molla Said hemen rovelverine [tabanca, küçük silâh] el atar ve adamlara hitaben:

“Hakikate bakılırsa, çocuğu Allah öldürmüş. Zâhire bakılırsa, at öldürmüş. Sebebe bakılırsa, Kel Mustafa öldürmüş; çünkü bu atı bana o verdi. Durunuz, ben gelip çocuğa bakayım; ölmüşse sonra muharebe edelim” diyerek attan inerek çocuğu kucaklar. Çocukta hareket görmeyince soğuk suyun içine batırıp çıkarır. Çocuk gülerek gözünü açar. Bunun üzerine bütün ahali mütehayyir [hayrete düşen] kalırlar. Bu acip vak’a üzerine bir müddet Cezire‘de [yarımada] kaldıktan sonra, talebesi Molla Salih ile bedevî Arapların meskeni olan Biro’ya giderler. Orada biraz kalınca tekrar Mustafa Paşanın eskisi gibi zulme başladığını işitir, yanına gider ve ona nasihat eder, tehdit eder. Bir gün bir münakaşa arasında Mustafa Paşaya,

“Yine mi zulme başladın? Seni Hak namına öldüreceğim” tehdidinde bulunur. Paşanın kâtibi ortaya atılır.

O sırada Molla Said, Mustafa Paşayı zulmünden dolayı çok tahkir [aşağılama] eder.

Paşa bu tahkire [aşağılama] tahammül edemeyerek, öldürmek için üzerine hücum eder; fakat Mîran ağaları zaptederler. Nihayet Mustafa Paşanın oğlu Abdülkerim, Molla Said’e yaklaşarak:

“Onun akidesi [inanç] yanlıştır; rica [ümit] ederim, şimdilik buradan başka yere teşrif [şeref verme] ediniz” der.

Abdülkerim’in sözünü kırmaz; yalnız olarak, bedevîlerin meskeni olan Biro Çölüne doğru hareket eder. Yolda bedevî eşkiyalarına tesadüf eder. Bedevîlerin silâhları mızrak ve Molla Said’in silâhı mavzer [orduda kullanılan bir cins tüfek] olduğundan, eşkiyalara doğru kurşun atmaya başlar, eşkiyalar çekilirler. Yoluna devam ederken ikinci çeteye tesadüf eder. Bu defa eşkiyalar çok olduğundan etrafını çevirirler. Kendisini öldürecekleri sırada içlerinden birisi tanıyarak,

“Ben bunu Mîran aşiretinin içinde gördüm. Bu meşhur bir adamdır” deyince, derhal bedevîler çekilerek kusurlarının af buyrulmasını dilerler. Ve korkulu olan yerlerde kendilerine muhafızlık yapmak istemişlerse de, Molla Said reddedip yalnız olarak yoluna devam eder. Birkaç gün sonra Mardin’e gelir. Mardin  

62

uleması muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] kalkışırlarsa da muvaffak olamazlar; evlâtları yaşında olan genç Said’te harika bir şekildeki ilmî kudreti görünce kendilerine üstad kabul ederler.

Bu esnada, Mardin’e gelen iki talebeye tesadüf etti. Bunlardan birisi, Cemaleddin-i Efganî’ye mensup olup, diğeri tarikat-i Sünûsiyeden idi. Bunlar vasıtasıyla hem Cemaleddin-i Efganî’nin mesleğine, hem de tarik-i Sünûsiye âşinâlık peyda etti.

Molla Said çok genç yaşta iken siyasî hayata atılır, vatan ve millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyasiyesi [siyaset hayatı] Mardin’de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın [dilediği gibi idare eden] pençe-i kahrıyla, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlis’e nefyedildi. [gönderilme, sürgün] Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kayıtların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kayıtları bir mendil gibi açarak önlerine atar. Jandarmalar bu hali keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica [ümit] ve istirham ile,

“Biz şimdiye kadar muhafızınız idik; bundan sonra hizmetçiniziz” derler.1

Bitlis’de iken birgün kendilerine Vali ile bir kısım memurların içki içtikleri ihbar olununca, hiddetlenerek,

“Bitlis gibi dindar bir memlekette hükûmeti temsil eden bir zatın irtikâp [kötü iş işleme] ettiği bu muameleyi kabul edemem” diyerek içki meclisine gider. Evvelâ içki hakkında bir hadis-i şerif okuduktan sonra pek acı sözler söyler. Valinin vurdurmak için işaret etmesi ihtimaline binaen de bir elini rovelverinin [tabanca, küçük silâh] bulunduğu yerde tutar. Fakat Vali fevkalâde mütehammil [tahammül eden, dayanan] ve hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] bir zat olduğundan, kat’iyen [kesinlikle] ses çıkarmaz. Oradan ayrılınca Valinin yaveri, Genç Said’e,

“Ne yaptınız? Söyledikleriniz, idamınızı muciptir” [gerektirici] der.

Genç Said,

“İdam hayalime gelmedi; hapis ve nefiy [inkâr] zannederdim. Her ne ise, bir münkeri [kötülük] def etmek için ölürsem ne zararı var?” cevabında bulunur.

63

Oradan avdetinden [geri dönme] bir iki saat sonra, iki polis vasıtasıyla Vali kendisini istetir. Valinin odasına girerken, Vali hürmet ve tâzimle [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] genç Said’i karşılayarak elini öpmek ister. İltifatla yer göstererek,

“Herkesin bir üstadı vardır. Sen de benim üstadımsın” der.

ba

Genç Said, fıtraten bir kanun altında yaşamayı ve harekâtının tahdit olunmasını sevmez, her halinde, her hareketinde gayet serbest olmasını arzu eder ve daima “Ben hürriyet ve serbestiyetimi hiçbir keyfî kanunla tahdit ettirmem” derdi. Bunun içindir ki, ilk İstanbul’a teşriflerinde yine her kayıttan uzak kalmakta ısrar etmiş ve hayatının bütün safhalarında bu vaziyet müşahede edilmiştir. Ondaki bu serbestiyet ve hürriyet aşkı, hayatının yarısından sonra Avrupa’dan gelen müthiş bir dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve zındıka taarruzuna karşı koymayı ve felsefe-i tabiiyeden [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] doğan dehşetli bir istibdad-ı mutlakın hilâf-ı Kur’ân prensiplerine boyun eğmemeyi, onlara itaat etmemeyi ve hakikî hürriyet-i meşrua olan İslâmî hürriyet ve medeniyete çalışmayı netice vermiştir.

Molla Said, Bitlis’te iken on beş on altı yaşlarında idi. Henüz sinn-i bulûğa vâsıl olmuştu. O zamana kadar bütün malûmatı sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] kabilinden [gibisinden, türünden] olduğu için, uzun uzadıya mütalâaya lüzum görmezdi. Fakat o zaman sinn-i bülûğa vâsıl olduğundan mı veyahut siyasete karıştığından mı, her nedense eski sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Bunun üzerine her türlü fenne ait eserleri tetkike koyuldu. Bilhassa din-i İslâma [İslâm dini] vârid [söylenen] olan şek [şüphe] ve şüpheleri reddetmek için Metâli ve Mevâkıf nam eserlerle ulûm-u âliye [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] اٰلِيَه (sarf, nahiv, mantık ve saire) ve âliyeye عَالِيَه (tefsir ve ilm-i kelâma) dair kırk kadar kitabı iki sene zarfında

64

hıfz eyledi. Hattâ, hergün okumak şartıyla, hıfz ettiği kitapların üç ayda bir kere devrine muvaffak oluyordu. Molla Said’in iki mûtezad hali vardı:

Birincisi: Fikrinin münkeşif bulunduğu vakitler ki; her ne eline alırsa, onu anlamaması, mümkün değildi.

İkincisi: Fikrinin münkabız bulunduğu vakitler ki, mütalâa değil, konuşmaktan bile hoşlanmazdı.

Molla Said, günde bir-iki cüz okumak suretiyle Kur’ân’ı hıfza başladı. Her gün iki cüz ezber etmekle, Kur’ân’ın mühim bir kısmını hıfzına aldı, fakat iki sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] ile, tekmili [mükemmelleştirme, geliştirme] müyesser olmadı: [kolaylıkla elde etme]

Birincisi: Kur’ân’ın çok sür’atle okunması bir hürmetsizlik olmasın diye,

İkincisi: Kur’ân hakaikinin [doğru gerçekler] hıfzının daha ziyade lüzumu var diye kalbine gelmiş. Onun için, Kur’ân hakaikinin [doğru gerçekler] anahtarı olacak ve şübehata [şüpheler, tereddütler] karşı muhafaza ve mukabele [karşılama; karşılık verme] edecek, hikmet ve fünun-u İslâmiyeye dair kırk risaleyi iki senede hıfzına aldı. Hergün bir parça ezberden okumak suretiyle, hepsini üç ayda ancak devrediyordu.

Mirkat ismindeki kitabı, haşiye [dipnot] ve şerh olmaksızın hıfzetmeye başladı. Bilâhare eline geçen mezkûr [adı geçen] kitabın ve haşiye [dipnot] ve şerhi ile kendi nokta-i nazarını [bakış açısı] karşılaştırmış, bütün meseleler muvafık olup ancak üç kelime tevafuk etmemiş; bu tevcihleri [yöneltme] de ulemanın tahsinine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mazhar [erişme, nail olma] olarak kabul edilmiştir.

Birgün Bitlis meşâyihinden Şeyh Mehmed Küfrevî [inançsızlık, inkâr] Hazretlerinin kendilerine beddua ettiğini birisi yalandan söyler. Bunun üzerine müşarün ileyhi ziyarete gider. Şeyh Hazretleri, Molla Said’e iltifat eder, teberrüken [bereket vesilesi olarak] bir ders verir. İşte Molla Said’in en son aldığı ders bu olmuştur.

Bir gece Molla Said, rüyasında Şeyh Mehmed Küfrevî [inançsızlık, inkâr] Hazretlerini görür. Kendisine hitaben,

“Molla Said, gel beni ziyaret et, gideceğim” demesi üzerine hemen gider, ziyaret eder. Ve Şeyhin uçup gittiğini görünce uyanır. Saate bakar, saat gecenin yedisidir.1 Tekrar yatar. Sabahleyin Şeyhin hanesinden matem seslerinin yükseldiğini işitir, oraya gider ve Şeyh Hazretlerinin gece saat yedide vefat ettiğini haber alır. Mahzun olarak geriye döner.

65

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ ﴾ رَحْمَةُ اللهِ عَلَيْهِ. اٰمِينَ * 1 ﴿

Molla Said Şark’ın büyük ulema ve meşâyihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim [anlama, kavrama] ve Şeyh Mehmed Küfrevî [inançsızlık, inkâr] gibi zevat-ı âliyenin herbirisinden ilim ü irfan [bilgi, anlayış] hususunda ayrı ayrı derslere nail olduğundan, onları fevkalâde severdi. Ulemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendilere de ziyade muhabbeti vardı.

Van’da mâruf [bilinen] ulema bulunmadığından, Hasan Paşanın daveti üzerine Molla Said Van’a gitti. Van’da on beş sene kalarak, aşâirin irşadı [doğru yol gösterme] için aralarında seyahatle tedris [öğrenim, eğitim] ve tederrüs vazifesiyle hayat geçirdi. Van’da bulunduğu müddet, vali ve memurîn ile ihtilât [birbirine karışma] ederek, bu asırda, yalnız eski tarzdaki ilm-i kelâmın İslâm hakkındaki şek [şüphe] ve şüphelerin reddine kâfi [yeterli] olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünunun [fenler, bilimler] tahsiline lüzum görmüştür.Haşiye [dipnot]

Bu kanaati hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda tarih, coğrafya, riyaziyat, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak değil, yalnız kendi mütalâası sayesinde hakkıyla anlamıştır. Meselâ, bir coğrafya muallimini, mübahaseye [karşılıklı konuşma, fikir alışverişi, sohbet] girişmeden evvel, yirmi dört saat içerisinde eline geçirdiği bir coğrafya kitabını hıfzetmek suretiyle, ertesi gün

66

Van Valisi merhum Tahir Paşanın konağında onu ilzam [susturma] eder. Ve yine aynı surette bir muaraza [karşı gelme, karşı koyma] neticesinde, beş gün zarfında kimya-yı gayr-ı uzvîyi elde ederek, kimya muallimiyle muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] girişir ve onu da ilzam [susturma] eder. İşte pek genç yaşındaki mezkûr [adı geçen] harikulâdeliklere ve bahr-i umman [Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin] halinde bir ilme mâlikiyetine [sahiplik] şahit olan ehl-i ilim, [ilim ehli olanlar, âlimler] Molla Said’e “Bediüzzaman” lâkabını vermiştir. Bediüzzaman, Van’da bulunduğu müddet zarfında, o zamana kadar edindiği fikir ve mütalâalar ve ilmî ve dinî tedris [öğrenim, eğitim] usullerini görmekle ve zamanın ihtiyac-ı zarurîlerini [yaratılıştan gelen zorunlu ihtiyaç] nazar-ı itibara [dikkate alma] almakla kendisine mahsus bir usul-ü tedris icad eder. Bu da, hakaik-i diniyeyi asrın fehmine uygun en yeni izah ve beyan tarzlarıyla ispat etmek suretiyle talebelerini tenvir [aydınlatma] etmektir.

Molla Said, Van’da bulunduğu zamanlarda, bazı hususlarda o havalinin ulemasına muhalif bulunuyordu.Haşiye [dipnot] Bu hususlar şunlardır:

1. Kat’iyen [kesinlikle] hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek. Evet, hayatta hiçbir maddî mülkiyeti [yönetim daireleri ve kadroları] olmayıp, fakir ve kimsesiz ve daimî nefiy [inkâr] ve hapislerle çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşadığı halde kimseden para ve mukabelesiz [karşılıksız] hediye almadığı, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görülmüştür.

2. Hiçbir âlimden sual sormamak. Yirmi sene zarfında, daima ancak sorulanlara cevap vermişti. Bu hususta kendileri derlerdi ki: “Ben ulemanın ilmini inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa sorsunlar, onlara cevap vereyim.”

3. Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men etmek. Onları da yalnız rıza-yı İlâhî [Allah rızası] için çalıştırırdı. Hattâ çok zamanlar talebelerini kendi iaşe derdi.

4. Daima mücerred [bekar] kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alâka peyda etmemek. Bunun içindir ki, “Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim” demiştir. Bu halin sebebi sorulunca, “Bir zaman gelecek, herkes benim halime gıpta edecektir. Saniyen, [ikinci olarak] mal ve servet bana lezzet vermiyor; dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum” derdi.

67

Van’da bulunduğu vakit, merhum Vali Tahir Paşa, Avrupakitaplarını tetebbu ederek kendisine sualler tertip edip sorardı. Bunların hiçbirisini görmediği ve Türkçeyi de yeni konuşmaya başladığı halde, cevabında tereddüt etmezdi. Birgün kitapları görür ve Tahir Paşanın bunlardan sual tertip ettiğini anlayarak az bir zamanda kitapların muhtevasını elde eder.

O zamanda en büyük gaye ve düşüncesi, Mısır’daki Câmiü’l-Ezher‘e [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] mukabil Bitlis ve Van’da “Medresetü’z-Zehra” isminde bir darülfünun [üniversite] vücuda getirmekti. Bu teşebbüsünü kuvveden fiile çıkarmak niyetinde olup bunu tasarlıyordu.

Van’da yaz zamanlarını, Bâşit ve Beytüşşebâb namındaki yaylâlarda geçiriyordu. Birgün Tahir Paşaya, mezkûr [adı geçen] dağların başında Temmuz’da bile buz bulunduğunu söyler. Tahir Paşa itiraz eder ve “Temmuz’da kat’iyen [kesinlikle] oralarda buz bulunmaz” iddiasında bulunur. Yaylâda iken birgün bunu hatırlayarak Tahir Paşaya yazdığı ilk Türkçe mektubunda der:

“Ey Paşa! Bâşit başında buz tuttu. Görmediğin şeyi inkâr etme. Herşey senin malûmatında münhasır değildir, vesselâm.”

Molla Said, aşiretler arasında olan herhangi bir geçimsizliği işitince hemen müdahale ederek, irşad [doğru yol gösterme] yoluyla her iki tarafı da derhal barıştırırdı. Hattâ hükûmetin bile barıştırmaktan âciz kaldığı Şeker Ağa ile Mîran Reisi Mustafa Paşayı barıştırdı. Ve Mustafa Paşaya,

“Daha tevbe etmedin mi?” diye sorunca, Mustafa Paşa da cevaben,

Seydâ! [“üstadım ve efendim” mânâsında âlimler için kullanılan bir hitap şekli] Ne söylerseniz, sözünüzden çıkmam” demiştir.

Mustafa Paşa, at ile para teberru etmek ister. Bediüzzaman reddederek,

“Şimdiye kadar kimseden para almadığımı işitmediniz mi? Bahusus [hususan, özellikle] sizin gibi zalimden nasıl para alırım? Ve siz galiba tevbenizi bozdunuz. Şu takdirde Cezire‘ye [yarımada] ulaşamazsınız” demiştir.

Ve hakikaten Cezire‘ye [yarımada] yetişmeden yolda öldüğünü haber alır.

Bediüzzaman, riyaziyede harikulâde bir sür’at-i intikale [çabuk anlama ve kavrama] malik idi. Herhangi bir müşkil [zor] meseleyi, zihnen hemen hallederdi. Hattâ cebir [Cebriye mezhebi] mukabele [karşılama; karşılık verme] ilminde bir

68

risale telif [kaleme alma] etmişti. Tahir Paşa nezdinde hesap meseleleri münakaşa mevzuu olduğunda, hesaba dair hangi mesele bahsedilse, başkaları ve en mâhir kâtipler neticeyi bulamadan, Molla Said zihnen çıkarıyordu. Çok defalar böyle yarışlara girişir ve umumunda daima birinci gelirdi. Bir defasında şöyle bir sual sordular:

“On beş müslim, on beş gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] farz edilerek, birbiri ardına dizilince bunlara yapılacak her kur’ada gayr-ı müslime [Müslüman olmayan] isabet etmesi matluptur. [istek] Nasıl taksim edilir?”

Bu suale cevaben,

“Bunların yüz yirmi dört vaziyet-i muhtemelesi [ihtimal dahilinde olan durum] vardır,” diyerek yapar.

Hem de der;

“Bundan daha müşkilini [zor] de kendim icat ederim. İki bin beş yüz vaziyet-i muhtemeleye [ihtimal dahilinde olan durum] göre yaparım.”

İki saat zarfında yüz adamdan elli adet gayr-ı müslimi [Müslüman olmayan] o vaziyette taksim eder ki, daima kur’ayı gayr-ı müslime [Müslüman olmayan] düşürür. Ve hattâ beş yüz gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] olmakla iki yüz elli bin vaziyet-i muhtemele [ihtimal dahilinde olan durum] üzerine bir mesele çıkarttı ve Tahir Paşaya göstererek bir risale şeklinde yazdı.Haşiye [dipnot]

Bediüzzaman, Van’da bulunduğu zamanlarda, Vali Tahir Paşa ile bazı gazetelerden havadis okurdu. Bilhassa İslâmiyeti alâkadar eden hususlara dikkat ederdi. Van’daki ikameti esnasında, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Birgün Tahir Paşa bir gazetede şu müthiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi:

İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât [sömürgeler] Nâzırı, elinde Kur’ân-ı Kerîmi göstererek söylediği bir nutukta,

“Bu Kur’ân İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız” diye hitabede bulunmuş.

İşte bu müthiş haber, onda târifin fevkinde [üstünde] bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letâifi [duygular] uyanık ve ilim, irfan, [bilgi, anlayış] ihlâs, cesaret ve şecaat [yiğitlik, cesaret] gibi harika inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve seciyelere [huy, karakter] mazhar [erişme, nail olma] olan Bediüzzaman’ın, bu havadis

69

üzerine, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim” diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır. Haşiye [dipnot]

70

Bediüzzaman, Şarkî Anadolu‘da [Doğu Anadolu] Medresetü’z-Zehra namında bir darülfünun [üniversite] açmak, ya Van’da veyahut da Diyarbakır’da darülfünun [üniversite] derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelişini bir muharrir [yazar, gazete yazarı] şöyle tasvir etmişti: “Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateşpâre-i zekâ, [ateş saçan zekâ; çok süratli ve keskin anlayış sahibi] İstanbul âfâkında tulû [doğma] etti.”

İstanbul’a gelmeden evvel birgün Tahir Paşa,

“Şark ulemasını ilzam [susturma] ediyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?” demişti.

İstanbul’a gelir gelmez ulemayı münazaraya davet etti. Bunun üzerine İstanbul’daki meşhur âlimler grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevaplarını sahih olarak veriyordu. Bundan maksadı, Şarkî Anadolu‘daki [Doğu Anadolu] ilim ve irfan [bilgi, anlayış] faaliyetine nazar-ı dikkati celb [çekme] etmekti. Yoksa Molla Said, kat’iyen [kesinlikle] hodfuruşluğu sevmezdi. Her türlü gösteriş ve âlâyişten [gösteriş] müberra [arınmış, temiz] olarak hareket ederdi. İlim, cesaret, hafıza ve zekâ itibarıyla pek harika idi. Aynı derecede, belki daha ziyade olarak, halis ve muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] idi. Tasannu [yapmacık] ve tekellüften [külfet, zahmet] kat’iyen [kesinlikle] hoşlanmazdı. İstanbul’daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi: “Burada her müşkül [zorluk] halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz.” Haşiye [dipnot]

71

İstanbul’da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâ istisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni [ikna edici] ve beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] ifade ve harika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi [ilim ehli, âlimler] hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve “Bediüzzaman” ünvanına bihakkın [gerçek anlamıyla] lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zâtı, bir “nâdire-i hilkat[yaratılış olarak benzersiz olan] olarak tavsif [bir sıfatla niteleme] ediyorlardı.

Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde, Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam [susturma] edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın ilzam [susturma] edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki [anlama, kabul etme] eden Şeyh Bahît Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman’a hitaben, مَا تُقُولُ فِى حَقِّ اْلاَوْرُبَائِيَّةِ وَالْعُثْمَانِيَّةِ yani, “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.

Şeyh Bahît Efendinin bu sualden maksadı, Bediüzzaman’ın şek [şüphe] olmayan bir bahr-ı umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını [ateş saçan zekâ; çok süratli ve keskin anlayış sahibi] tecrübe etmek değil, belki,  

72

zaman-ı istikbale [gelecek zaman] ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

اِنَ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَاِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِاْلاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

Yani, “Avrupa bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir; o da onu doğuracak.”

Bu cevaba karşı Şeyh Bahît Hazretleri,

“Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır”1 demiştir.

Bediüzzaman’ın İstanbul’da hayatı, bir derece siyasîdir. Siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet edilecek diye kanaat besliyordu. Siyasî hayata karışması, İslâmiyete hizmet aşkının bir neticesi idi. Daima hürriyet taraftarı idi. Gördüğü haksızlıklardan dolayı Jön Türklere daima muhalefette bulunarak,

“Siz dini incittiniz, gayretullaha dokundunuz, şeriatı tezyif [alay etme, küçük düşürme] ettiniz; neticesi vahim olacaktır” diye izhar-ı muhalefetten çekinmiyordu.

Hürriyetten sonra mücahid arkadaşlarıyla beraber İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) Cemiyetini kurmuşlar, cemiyet pek kısa bir zamanda inkişafa [açığa çıkma] başlamış, hattâ Bediüzzaman’ın bir makalesiyle Adapazarı ve İzmit havalisinde elli bin kişi cemiyete dahil olmuştu.

Hürriyeti su-i tefsir [yanlış yorumlama] etmemek ve meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşrûa olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makaleler neşrediyor ve hitabelerde bulunuyordu. Bu makale ve hitabeleri, emsalsiz denecek

73

kadar beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] ve mukni [ikna edici] idi. Ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i siyaset, [siyaset adamları, politikacılar] Said Nursî’nin bu yazılarından ve derslerinden çok istifade etmişlerdir. O zamandaki intibah-ı millîyi, Anadolu ve Asya’nın saadet-i dünyeviyesinin [dünya hayatındaki mutluluk] fecr-i sâdıkı olarak müjde veriyor, fakat elden kaçmaması için evâmir-i şer’iyeyi [şeriatın emirleri] çabuk imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmenin zarurî olduğunu ileri sürüyordu. “Eğer meşrutiyeti, [meclise dayalı yönetim şekli] hürriyet-i şer’iyeyle kabul etmezsek ve öyle tatbik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebid [baskıcı, despot] bir idareye yerini terk edecek” diye ihtar ediyordu. O nutuk ve makalelerden nümune olarak cüz’î [ferdî, küçük] bir kısmını buraya dercediyoruz: [yerleştirme]

ba

Bediüzzaman Said Nursî’nin ilân-ı hürriyetin üçüncü gününde irticalen söylediği ve sonra Selânik’te Hürriyet Meydanında tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutkunun [konuşma] sûretidir.

Hürriyete hitâp

Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir bedeviyi tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî [ebedî ömür, ahiret hayatı] ile tebşir [müjdeleme] ediyorum. Eğer aynü’l hayat şeriatı menba-ı hayat [hayat kaynağı] yapsan ve o cennette neşvünema [büyüyüp gelişme] bulsan, bu millet-i mazlumenin de eski zamana nispeten bin derece terakki [ilerleme] edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağrâz-ı şahsî ve fikr-i intikam [intikam düşüncesi] ile sizi lekedar [lekeli] etmezse…

74

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Ne saâdetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki, وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ 1 hakikatinin küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış ve menfaatini mazarrat[zarar] umumiyede arayan ve istibdadı [baskı ve zulüm] arzu edenler, يَا لَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا 2 demeye başladılar. Yeni hükûmet-i meşrutamız mu’cize gibi doğduğu için, inşaallah [Allah dilerse] bir seneye kadar, نُكَلِّمُ مَنْ كَانَ فِى الْمَهْدِ صَبِيًّا 3 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olacağız. Mütevekkilâne, [Allah’a güvenip ve Onu vekil kabul eder bir şekilde] sabûrâne [kullarına sabır gücü ihsan eden Allah] tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azapsız, cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlâli olan kanun-u şer’î hâzin-i cennet gibi bizi duhule [girme] davet ediyor. Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim, dahil olalım. Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulub; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; [bilgiler] dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi, terk-i sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum.

…………..

Sakın, ey ihvan-ı vatan, sefahetlerle [ahmaklık, beyinsizlik] ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz.

Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye [kötü ahlâk] ve desais-i [desiseler, hileler] şeytaniyeye ve tabasbusata [yaltaklanmak] karşı şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] üzerine müesses [kurulmuş] olan kanun-u esasî [anayasa] Azrail hükmüne

75

geçti, onları susturdu. Sakın ey ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihya [diriltme] etmeyiniz.

Demek, şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ile rahm-ı mâdere [ana rahmi] geçtik, neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden, [ilerleme, yükselme mesafesi] inşaallah [Allah dilerse] mu’cize-i Peygamberî (a.s.m.) ile, şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri kısa zamanda tayyetmekle [aşma, katetme] beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh [bazan] öküz arabasına binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer [tren] ve balon gibi mebâdiye [başlangıçlar, belirtiler] bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] ve istidad-ı fıtrînin [doğal yetenek, kàbiliyet] ve feyz-i imanın [imanın bereketi] ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil [kolaylaştırma] yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti su-i tefsir [yanlış yorumlama] etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın.Haşiye [dipnot] Zira hürriyet, mürâât[gözetme, dikkate alma] ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ile tahakkuk [gerçekleşme] ve neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulur…

Bediüzzaman

ba

76

Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî (a.s.m.)

Dinî Ceride, [gazete] no. 77

5 Mart 1325 (18 Mart 1909)

ŞERİAT-I GARRÂ, kelâm-ı ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablülmetine temessük [sarılma] iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad [yardım dileme] iledir. Zira, Sâni-i Âleme [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] hakkıyla abd [köle] ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete [Allah’a kulluk] tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında [en küçük âlem] cihad-ı ekber [en büyük cihad] ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi [Peygamberimizin sünneti] ihyâ [diriltme, hayat verme] ile muvazzaftır.

Ey evliya-i umûr! Tevfik [başarı] isterseniz, kavânin-i âdetullaha [Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları] tevfik-i hareket [uygun hareket] ediniz. Yoksa tevfiksizlik [başarısızlık] ile cevab-ı red [red cevabı] alacaksınız. Zira, mâruf [bilinen] umum enbiyanın [nebiler, peygamberler] memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] bir işaret ve remzidir [ince işaret] ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziya-yı İslâmiyet ile neşvünema [büyüyüp gelişme] bulacaktır.

Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı [baskı ve zulüm] muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat [şeriatın meseleleri, kaideleri] rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faidesi görüldü?

Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

77

Bizim cemaatimizin meşrebi, [hareket tarzı, metod] muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.

Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ [diriltme, hayat verme] etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] ve kılıcımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız i’lâ-yı kelimetullahtır. [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat]

Bediüzzaman

ba

 Hakikat

Dinî Ceride, [gazete] no. 70

26 Şubat 1324 (Mart 1909)

BİZ KALÛ BELÂDAN cemiyet-i Muhammedîde (aleyhissalâtü vesselâm) dahiliz. Cihetü’l-vahdet-i [birlik yönü] ittihadımız [birleşme] tevhittir. Peymân ve yeminimiz imandır. Madem ki muvahhidiz, [Allah’ın birliğine inanan] müttehidiz. [aynı noktada birleşen] Herbir mü’min i’lâ-yı kelimetullah [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki [ilerleme] etmektir. Zira, ecnebîler fünun [fenler, bilimler] ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhıyla i’lâ-yı kelimetullahın [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] en müthiş düşmanı olan cehil [bilgisizlik] ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz.

Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garrânın [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] berahin-i kàtıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe [üstün gelme] çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar [zoraki, zorlama] ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz  

78

yoktur. Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ki, adalet ve meşveret [danışma] ve kanunda inhisar[sınırlandırma, kayıt altına alma] kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] ettiğinden, ahkâmda [hükümler] Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma [İslâm dini] büyük bir cinayettir. Ve şimale [kuzey] müteveccihen [yönelen] namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdat [baskı, zulüm] tevzi [(sahiplerine) dağıtma] olunmuş olur.

اِنَّ اللهَ هُوَ الْقَوِىُّ الْعَزِيزُ 1 hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm [İslâm dini] namıyla olmalı. Yoksa istibdat [baskı, zulüm] daima hükümferma [hüküm süren] olacaktır.

İttifak hüdâdadır, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve heveste değil.

İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu… Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz.

Yeis, [ümitsizlik] mâni-i herkemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın [baskı ve zulüm] yadigârıdır…

Bediüzzaman

ba

79

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbinin Akabinde 
İstanbul’da Biraderzadesi [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman İle Birlikte

80

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Van’daki Horhor 
Medresesinin Bahçesinden Van Kalesi ve Mağaralarının Görünüşü

81

İstanbul Hahambaşısı Yahudi Karasso ile Bediüzzaman arasında Selânik’te cereyan eden bir konuşma sırasında, Karasso konuşmayı yarıda bırakarak dışarıya fırlamış ve arkadaşlarına, “Eğer yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti” diyerek mağlûbiyetini hayret ve telâşla izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmiştir. Karasso ki, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için sinsi ve tertipli bir şekilde çalışan gizli bir teşkilâta mensup olup, ortada fevkalâde bir rol oynuyordu. Karasso’nun Bediüzzaman’ı ziyaret etmekten maksadı, onu kendi fikrine çevirmek ve meş’um [kötü] gayesine âlet etmek idi. Fakat heyhat!..

ba

Nihayet menhus 31 Mart Hadisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hadisede ismi karışan on beş kadar hoca idam [hiçlik, yokluk] edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar:

“Sen de şeriat istemişsin?”

Bediüzzaman cevap verir:

“Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet [mutluluk sebebi] ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!”

Bediüzzaman’ın divan-ı harpteki [askerî mahkeme] bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tab [basma] edilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraat etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmed’e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde, “Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!” nidâlarıyla ilerlemiştir.

Divan-ı harpteki [askerî mahkeme] müdafaasının bir kısmı bu Tarihçe-i Hayat‘ta [hayat hikayesi] yazılmıştır. Tâ ki 31 Mart Hadisesinin içyüzü ve Bediüzzaman’ın kahramanca müdafaası bir derece anlaşılabilsin.

ba

82

“İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” yahut “Divan-ı Harb-i Örfî ve Said-i Nursî” adlı eserden parçalar:

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Mukaddime [başlangıç]

Vaktâ [ne vakit] ki hürriyet divanelikle yâdolunurdu; zayıf istibdat [baskı, zulüm] tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktâ [ne vakit] ki itidal, [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] istikamet; [doğru] irtica ile iltibas [karıştırma] olundu; Meşrutiyette [meclise dayalı yönetim şekli] şiddetli istibdat, [baskı, zulüm] hapishaneyi mektep eyledi.

Ey şu şehadetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir bedevî talebenin hal-i ihtilâlde olan ceset ve dimağına [akıl, beyin] gönderiniz. Tâ tahtie ile hatâya düşmeyiniz.

31 Mart Hadisesinde Divan-ı Harb-i Örfîde dedim ki:

Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene [karşılaştırma/denge] ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından [bakış açısı] muhakeme ediyorum.

Ben hapishane denilen âlem-i berzahın [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi [tren] beklerken, cemiyet-i beşeriyenin [insan topluluğu] gaddarane hallerini tenkit ederek, değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî beşere irad [sunma, söyleme] ettiğim bir nutuktur. Onun için, يَوْمَ تُبْلَى السَّرَۤائِرُ 3 sırrınca, kabr-i kalbden hakaik [doğru gerçekler] çıplak çıktı; nâmahrem [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyak ile müheyyayım. [hazırlanmış] Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî garaipperest, [şaşılacak şeyler] İstanbul’un acaip ve mehasinini [güzellikler] işitmiş, fakat

83

görmemiş; nasıl kemal-i hâhişle görmeyi arzu eder! Ben de ma’rez-i acaip ve garaip [şaşılacak şeyler] olan âlem-i âhireti, [âhiret âlemi] o hâhişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, [inkâr etmek] bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse, beni vicdanen tâzib [azap, eziyet] ediniz! Ve illâ başka suretle azap, azap değil, benim için bir şandır!

Bu hükûmet zaman-ı istibdatta akla husumet ediyordu. Şimdi de hayata adavet [düşmanlık] ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın mevt! [ölüm] Zalimler için de yaşasın Cehennem! Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı [fikirler] onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.

Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harpte [askerî mahkeme] bana da sual ettiler: “Sen de şeriatı istemişsin.”

Dedim: Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira, şeriat, sebeb-i saadet [mutluluk sebebi] ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.

Hem de dediler: “İttihad-ı Muhammedîye (a.s.m.) dahil misin?”

Dedim: Maaliftihar! [iftiharla, memnuniyetle] En küçük efradındanım. [bireyler] Fakat, benim târif ettiğim vecihle… [yön] Ve o ittihaddan [birleşme] olmayan, dinsizlerden başka kimdir, bana gösterin.

İşte o nutku [konuşma] şimdi neşrediyorum. Tâ ki, Meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] lekeden ve ehl-i şeriatı [Allah’ın emir ve yasaklarını özenle yerine getirenler] meyusiyetten [ümitsiz] ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil [bilgisizlik] ve cünundan ve hakikati evham ve şüpheden kurtarayım. İşte başlıyorum:

Dedim: Ey paşalar, zabitler! [subay]

Hapsimi iktiza [bir şeyin gereği] eden cinayetlerin icmali: [kısaca, özet olarak]

اِذًا مَحَاسِنِىَ اللاَّتِى اَدِلُّ بِهَا كَانَتْ ذُنُوبىِ فَقُلْ لِى كَيْفَ اَعْتَذِرُ

Yani, medar-ı iftiharım [övünç kaynağı] olan mehasinim, [güzellikler] şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl itizar [bir sebep göstererek affını dileme] edeyim, mütehayyirim. [hayrete düşen]

Mukaddime [başlangıç] olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam [hiçlik, yokluk] olunsam, iki şehid sevabını

84

kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan [ifade, kelime] ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır. Bunu da derim ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatini setr [örtme] için başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla ittiham [suçlama] ederler. Şimdiki hafiyeler [gizli çalışan, casus] eskilerden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimad olunur? Adalet onların sözlerine nasıl bina olunur?

Hem de cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zirâ insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik [ayrı ayrı] kusurları cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile cem [toplama, bir araya gelme] edip bir zaman-ı vahidde [aynı zaman dilimi] bir şahs-ı vahidden sudurunu [bir şeyden çıkma, olma] tevehhüm [kuruntu] ederek şedid [şiddetli] cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir.

Şimdi gelelim on bir buçuk cinayetlerimin tâdâdına:Haşiye [sayma]

BİRİNCİ CİNAYET: Geçen sene bidayet-i Hürriyette [hürriyetin başlangıcı, 2. Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] ilân edildiği 1908 yılları] elli-altmış telgraf umum şark aşiretlerine Sadâret vasıtasıyla çektim. Meâli şu idi:

Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ve kanun-u esasî [anayasa] işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki [iyi anlayış, güzel telakki etme, güzel karşılama] ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir. [meclise dayalı yönetim şekli] Ve istibdattan [baskı, zulüm] herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”

Her yerden bu telgrafın cevabı, müspet ve güzel olarak geldi. Demek vilâyat-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ yeni bir istibdat [baskı, zulüm] onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım demediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim.

85

İKİNCİ CİNAYET: Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit [bir çok] nutuklarla şeriatın ve müsemmâ-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] ettim. Ve mütehakkimane [delilsiz hükme varan, dayanaksız görüşleri olan] istibdadın [baskı ve zulüm] şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki:

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ 1 hadisinin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı [baskı ve zulüm] ve zalimâne tahakkümü [baskı] mahvetsin.

Herhangi bir nutuk irad [sunma, söyleme] ettimse, herbir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa, burhan [delil] ile ispata hazırım. Ve dedim ki: Asıl şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-i meşrutiyet-i meşrûadır.

Demek meşrutiyeti, [meclise dayalı yönetim şekli] delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklîdî ve hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] telâkki [anlama, kabul etme] etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulema ve şeriatı, Avrupa’nın zünun-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştığımdan cinayet ettim ki, bu tarz muamelenizi gördüm.

ÜÇÜNCÜ CİNAYET: İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, hamal ve gafil ve safdil [saf kalbli, kolay aldanan] olduklarından, bazı particiler onları iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ile vilâyât-ı şarkiyeyi [doğu illeri] lekedar [lekeli] etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] onlara telkin ettim. Şu mealde:

İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. [baskı] Meşrutiyet, [meclise dayalı yönetim şekli] adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at,

86

marifet, [Allah’ı bilme ve tanıma] ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza [uyanıklık] ve terakkiye [ilerleme] sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükûmeti [hükûmetin gözettiği fayda] bilmiyoruz.

İşte o hamalların, Avusturya’ya karşı, benim gibi bütün Avrupa’ya karşı1 boykotları ve en müşevveş [dağınık, karışık] ve heyecanlı zamanlarda âkılâne [akıllı] hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla [boykot, boykot etme] Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm.

DÖRDÜNCÜ CİNAYET: Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] müsaadesiyle, şeriatı—hâşâ ve kellâ—istibdada [asla] müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat [baskı, zulüm] tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana hitaben feryad ettim. Ve söyledim ki:

Meşrutiyeti, [meclise dayalı yönetim şekli] meşruiyet ünvanı ile telâkki [anlama, kabul etme] ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, [baskı, zulüm] pis eliyle o mübareği ağrazına [maksatlar, gayeler] siper etmekle lekedar [lekeli] etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid [kayıt altına alma, sınırlandırma] ediniz. Zira câhil efrad [bireyler] ve avâm-ı nas [sıradan halk tabakası] kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola. Zira, hakaik-i meşrutiyetin sarahaten [açıklık] ve zımnen [gizlice] ve iznen dört mezhepten istihracı [çıkarma] mümkün olduğunu dâvâ ettim.

87

Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım. Demek cinayet ettim ki bu tokadı yedim.

BEŞİNCİ CİNAYET: Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyatla ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumiyeyi [kamuoyu, umumun fikirleri] perişan ettiler. Ben de gazetelerle onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:

Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane [tarafsızca] çıkmalı. Ve matbuat [basın, medya] nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa [saf, temiz niyet] tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle, yani taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi [kamuoyu, umumun fikirleri] bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı [intikam düşüncesi] uyandırdınız. Zira, elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libası [elbise] yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın [kavimler] ihtilâfı, mekânların ve aktârın [bölgeler] tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, [elbise] ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız büyük ihtilâli, bize tamamen hareket düsturu [kâide, kural] olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı hali düşünmemekten çıkar.

Ben ki ümmî bir köylüyüm; böyle cerbezeli [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ve muğalâtalı ve ağraz[maksatlar, gayeler] muharrirlere [yazar, gazete yazarı] nasihat ettim. Demek cinayet işledim.

ALTINCI CİNAYET: Kaç defa büyük içtimalarda [bir araya gelme, toplanma] heyecanları hissettim. Korktum ki, avam-ı nas siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lâfızlarla [ifade, kelime] heyecanı teskin ettim. Ezcümle, Bayezid’de talebenin içtimaında [bir araya gelme, toplanma] ve Ayasofya mevlidinde [doğum] ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı.

88

Ben ki bedevî bir adamım. Medenîlerin entrikalarını bildiğim halde işlerine karıştım. Demek cinayet ettim.

YEDİNCİ CİNAYET: İşittim: İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) namıyla bir cemiyet teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevât, (Süheyl Paşa ve Şeyh Sâdık gibi zatlar) daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyyeye tebaiyete [tabi olma, uyma] nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat-ı alâka [ilgiyi kesmek] ettiler, siyasete karışmayacaklar. Lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez. Ben nasıl ki dindar müteaddit [bir çok] cemiyete bir cihetle mensubum. Zira maksatlarını bir gördüm. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] o ism-i mübareke intisap [bağlanma] ettim. Lâkin tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin (a.s.m.) tarifi budur ki:

Şarktan garba, [doğudan batıya] cenuptan [güney] şimale [kuzey] uzanan bir silsile-i nuranî [nurlu halka, zincir] ile merbut [bağlı] bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın [birleşme] cihetülvahdeti ve irtibatı, tevhid-i İlâhîdir. [Allah’ın birliği] Peyman [yemin, and, kasem] ve yemini, imandır. Müntesipleri, kàlû belâdan dahil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmâları da Levh-i Mahfuzdur. [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] Bu ittihadın [birleşme] nâşir-i [neşreden, yayan, yayınlayan] efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. [İslâmiyetle ilgili kitaplar] Günlük gazeteleri de, i’lâ-i kelimetullahı hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri, câmi ve mescidlerdir ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir. Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyndir. [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] Böyle cemiyetin reisi, Fahr-i Âlemdir [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (a.s.m.). Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede, [Allah yolunda cihad etme] yani ahlâk-ı Ahmediye (a.s.m.) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi [Peygamberimizin sünneti] ihyâ [diriltme, hayat verme] ve başkalara da muhabbet ve—eğer zarar

89

etmezse—nasihat etmektir. Bu ittihadın [birleşme] nizamnâmesi sünnet-i Nebeviye [Peygamberimizin sünneti] ve kanunnamesi evamir [emirler] ve nevâhî-i [yasaklar] şer’iyedir. Ve kılıçları da berâhin-i katıadır. Zira, medenîlere galebe [üstün gelme] çalmak ikna iledir, icbar [zoraki, zorlama] ile değildir. Taharrî-i hakikat, [gerçeği araştırma, inceleme] muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da, ilâ-yı kelimetullahtır. Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; [alakalı, ilgili] onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.

Şimdiki maksadımız, o silsile-i nurânîyi [nur zinciri] ihtizaza getirmekle, [harekete geçirme, titretme] herkesi bir şevk ve hâhiş-i vicdaniye ile tarik-i terakkîde kâbe-i kemalâta [olgunlukların, faziletlerin merkezi, zirvesi] sevk etmektir. Zira, ilâ-yı kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki [ilerleme] etmektir.

İşte ben bu ittihadın [birleşme] efradındanım. [bireyler] Ve bu ittihadın [birleşme] tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Sultan Selim‘e [sağlam, doğru] biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyat-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, [önce gelen, önceki, yerine geçilen] Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden [büyük âlim] Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal [fazilet, olgunluk] ve Sultan Selim‘dir [sağlam, doğru] ki, demiş:

İhtilâf u tefrika [ayrılık, bölünme] endişesi

Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar [kararsız] eyler beni.

İttihadken savlet-i [saldırı] a’dâyı def’e çaremiz,

İttihad etmezse millet, dağ-dar eyler beni.

 Yavuz Sultan Selim [sağlam, doğru]

90

Ben zahiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için:

Birincisi: O ismi tahdit ve tahsisten halâs [kurtulma] etmek ve umum mü’minlere şümulünü [kapsam] ilân etmek. Tâ ki tefrika [ayrılık, bölünme] düşmesin ve evham çıkmasın.

İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının, [ayrılık] tevhid ile önüne set olmaktı. Vâ esefâ [esefler olsun, çok yazık] ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı. Ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye [memnuniyetle] ref’ [kaldırma] oldu.

Ben ki âdi bir adamım. Böyle meclis-i meb’usan ve a’yan ve vükelânın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım. Demek cinayet ettim.

SEKİZİNCİ CİNAYET: Ben işittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisap [bağlanma] ediyorlar. Yeniçerilerin hadise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki:

Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman [Allah’a inanan] askerlerinin cemiyetidir. Umum mü’min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden [asker] seraskere [ordu komutanı] kadar dahildir. Zira, ittihad, [birleşme] uhuvvet, [kardeşlik] itaat, muhabbet ve ilâ-yı kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü’min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap [bağlanma] etmek lâzımdır. Sair cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet [kardeşlik] etmek içindir.

Amma ittihad-ı Muhammedî (a.s.m.) ki, umum mü’minlere şâmildir, [içine alan] cemiyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli gaziler, şehidler, âlimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü’min ve fedakâr asker-zâbit olsun, nefer [asker] olsun-hariç değil ki, tâ intisaba [bağlanma, mensup olma] lüzum kalsın. Lâkin bazı cemiyet-i hayriye, kendine ittihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.

91

Ben ki âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasp ettim. Demek cinayet ettim.

DOKUZUNCU CİNAYET: Mart’ın otuz birinci günündeki dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit [bir çok] metalibi [istenen şeyler, istekler, arzular] işittim. Fakat yedi renk sür’atle çevrilse yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlaplardaki [doğuş yeri] fesadâtı binden bire indiren ve avâmı anarşilikten kurtaran ve efrad [bireyler] elinde kalan umum siyaseti mu’cize gibi muhafaza eden lâfz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım iş fena, itaat muhtell, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avâm [halk] çok; bizim hemşehriler gafil ve safdil; [saf kalbli, kolay aldanan] ben de şöhret-i kâzibe [yalancı şöhret] ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyüne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki, Ayastafanos’a kadar tek başıma olsun, Hareket Ordusuna mukabele [karşılama; karşılık verme] ederek ispat-ı vücut [varlığını gösterme] edecektim. Merdane ölecektim. O vakit dahlim bedîhî olurdu, tahkike [araştırma, inceleme] lüzum kalmazdı.

İkinci günde bir ukde-i hayatımız [hayat düğümü] olan itaat-i askeriyeden sual ettim: Dediler ki: “Askerlerin zabitleri [subay] asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamış.” Tekrar sual ettim: Kaç zabit [subay] vurulmuş? Beni aldattılar, dediler: “Yalnız dört tane. Onlar da müstebit [baskıcı, diktatör] imişler. Hem şeriatın âdap ve hududu icra olunacak.”

Bir de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zira, en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını [hükümler] tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel [eksik, kusur] geldiğinden, nihayet derecede meyus [ümitsiz] ve müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:

“Ey askerler! Zabitleriniz [subay] bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına

92

bir nevi zulmediyorsunuz. Zira, umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir. [ayakta duran]

Hem de şeriat istiyorsunuz; fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz. “

Ben onların hareketini ve şecaatlarını [yiğitlik, cesaret] okşadım. Zira efkâr-ı umumiyenin [kamuoyu, umumun fikirleri] yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatimi bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân [kolay] olmazdı.

Ben ki, bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım. “Neme lâzım, böye işleri akıllılar düşünsün” demediğimden cinayet ettim.

ONUNCU CİNAYET: Harbiye Nezaretindeki askerler içine Cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. Nasihatlerim tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun [konuşma] sureti:

“Ey asâkir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatinize vabestedir. [bağlı] Sizin zabitleriniz [subay] bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslâma zulmediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi [İslâm kardeşliği] tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki, asker ocağı cesîm [büyük] ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika hercümerc [alt üst olma] olur. Asker neferatı [asker] siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz şeriat dersiniz, halbuki şeriate muhalefet ediyorsunuz. Ve lekedar [lekeli] ediyorsunuz. Şeriat ile, Kur’ân ile, hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] ulü’l-emre itaat farzdır. Sizin ulü’l-emriniz, üstadınız, zabitlerinizdir. [subay] Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık [mesleğinde ihtisas sahibi, uzman] tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine [geometri] zarar vermez. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] münevverü’l-efkâr [aydın] ve fenn-i harbe âşinâ, mektepli, hamiyetli, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] mü’min zabitlerinizin [subay] bir cüz’î [ferdî, küçük] nâmeşru hareketi için itaatinize halel [eksik, kusur] vermekle Osmanlılara,

93

İslâmlara zulmetmeyiniz. Zira, itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun [nefisler] hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve mutî [emre uyan] asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, [ihtiyaç] yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun [nefisler] vücuda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] siz itaatinizle, kan dökmeden yaptınız.

Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve münevverü’l-fikir [aydın] bir zâbiti [subay] zâyi etmek, mânevî kuvvetinizi zâyi etmektir. Zira şimdi hükümfermâ, [hüküm süren] şecaat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevverü’l-fikir, [aydın] yüze mukabildir. Ecnebîler size bu şecaatle [yiğitlik, cesaret] galebeye [üstün gelme] çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kâfi [yeterli] değil…

Elhasıl: [kısaca, özetle] Fahr-i Âlemin [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] fermanını size tebliğ ediyorum ki, itaat farzdır. Zabitinize [subay] isyan etmeyiniz. Yaşasın askerler! Yaşasın meşrûta-i meşrûa!”

Demek ki ben, bu kadar âlim varken, böyle mühim vazifeleri deruhte [üstüne almak] ettiğimden cinayet ettim.

ON BİRİNCİ CİNAYET: Ben vilâyât-ı şarkiyede [doğu illeri] aşiretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrâ[akım yeri] ulema ve bir menbaı [kaynak] da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulemâ-i din, fünun [fenler, bilimler] ile ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] peyda etsin.

Zira, o vilâyatta yarı-bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyarı, ulema elindedir. Ve o saik ile Dersaadete geldim. Saadet tevehhümü [kuruntu] ile o vakitte—şimdi münkasim olmuş, şiddetlenmiş olan—istibdatlar, merhum Sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul

94

etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.

Şimdiki sivrisinekler beni cebirle [Cebriye mezhebi] değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul’un ekserisi bunu bilir.

Ben ki bir hamalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hamal oğulluğundan ve fakr-ı halden [fakir bir halde olma, fakirlik] çıkarmadım. Ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan vilâyât-ı şarkıyenin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umurlara [emirler] teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim.

YARI CİNAYET: Şöyle ki: Daire-i İslâmın [İslâm dairesi] merkezi ve rabıta[bağ] olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık [daha önceden geçen] Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık [daha önceden geçen] içtimaî [sosyal, toplumsal] kusuratını [kusurlar] derk [anlama, algılama] ile nedamet [pişmanlık] ederek kabul-ü nasihate istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] kesbetmiş [elde etme, kazanma] zannıyla ve “Aslâh tarik [mânevî yol] musalâhadır” [barış yapma] mülâhazasıyla, [düşünme, akla getirme] şimdiki en çok ağraz [maksatlar, gayeler] ve infiâlâta mebde [başlangıç] ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen [daha güzel] surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride [gazete] lisanıyla söyledim ki:

Münhasif [gölgelenip sönükleşen, görünmez hale gelen (ay tutulması)] Yıldızı darülfünun [üniversite] et, tâ Süreyya [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] kadar âli [yüce] olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara [üniversite] sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk

95

etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle!”

Şimdi muvazene [karşılaştırma/denge] edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun [üniversite] olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris [öğrenim, eğitim] etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.

Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.

Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi.Haşiye [dipnot]

ba

Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşrûâ, bir menba-ı hayat[hayat kaynağı] içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye millet nihayet derecede müştak [arzulu, aşırı istekli] ve susamış olduğu halde, bu hadisede ifratperver olanlar Meşrutiyete [meclise dayalı yönetim şekli] garazlar karıştırmakla ve fikren münevver [aydın] olanlar da dinsizce harekât-ı lâübaliyâne ile milletin rağbetine karşı maatteessüf [ne yazık ki] set çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler; vatan namına rica [ümit] olunur.

Ey paşalar, zabitler! [subay]

Bu on bir buçuk cinayetin şahitleri binlerle adamdır. Belki bazılarına İstanbul’un yarısı şahittir. Bu on bir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, on bir buçuk sualime de cevap isterim. İşte bu seyyiatıma [günahlar] bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:

Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar [maksatlar, gayeler] ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cemiyat-ı akvamiye teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ve mânâsı istibdat [baskı, zulüm] olan ve İttihad ve Terakki [ilerleme] ismini de lekedar [lekeli] eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.

Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref-i imtiyaz lâzım.

96

Tâ ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak [ayrılık, dağılma] çıkmasın. Fahr [gurur, övünme] olmasın, derim: Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira, biliyoruz ki, اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ 1 fakat, meşru, hakikî meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] müsemmâsına [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] ahd [söz, vaad] ü peyman [yemin, and, kasem] ettiğimden, istibdat [baskı, zulüm] ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] libası [elbise] giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille [tokat] vuracağım.

Fikrimce meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] düşmanı, meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] göstermekle meşveretin [danışma] de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esmâ ile hakaik [doğru gerçekler] tebeddül [başkalaşma, değişme] etmez.” En büyük hatâ, insan kendini hatâsız zannetmek olduğundan, hatâmı itiraf ederim ki, nâsın nasihatini kabul etmeden nâsa nasihati kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad [doğru yol gösterme] etmeden başkasının irşadına [doğru yol gösterme] çalıştığımdan, emr-i bilmârufu [iyiliği emretme] tesirsiz etmekle tenzil [indirme] ettim.

Hem de tecrübe ile sabittir ki, ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun suretinde kendini gösterir, o adam mâsum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.

Ey ulû’l-emir! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız. Kendi kendine olmuş istemediğim bir şöhret-i kâzibem [yalancı şöhret] vardı, onunla avâma nasihatı tesir ettiriyordum; maalmemnuniye [memnuniyetle] mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaifem var; kahrolayım eğer idama esirgersem! Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem! Sureten [görünüş itibarıyla] mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intaç [netice verme] edecektir. Bu hal bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatımdaki tesiri kırdınız.

Saniyen: [ikinci olarak] Kendinize zarardır. Zira, hasmınızın elinde bir hüccet-i kàtıa [kesin delil] olurum. Beni mihenk [ölçü] taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır? Eğer meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] bir fırkanın  

97

istibdadından [baskı ve zulüm] ibaretse ve hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] hareket ise, فَلْيَشْهَدِ الثَّقَلاَنِ اَنِّى مُرْتَجِعٌ Haşiye [dipnot]

Zira yalanlarla ittihad [birleşme] yalandır. Ve ifsadat [bozma] üzerine müesses [kurulmuş] olan ism-i meşrutiyet, fâsittir. [bozuk] Müsemmâ-i meşrutiyet hak, sıdk, [doğruluk] muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır…

31 Mart Hadisesi denilen o sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] ve müthiş fırtına, esbab-ı adîde tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya [hazırlanmış] etmişti ki, neticesi hercümerc [alt üst olma] olduğu halde, min indillâh ehl-i kıyamın lisanına daima mu’cizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden Nisan’ın nısfından [yarı] sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor. Zira, o hadiseye sebebiyet veren yedi mesele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütâlâaya [bakıp inceleme] alınsa, hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:

1. Yüzde doksanı İttihad ve Terakkinin [ilerleme] aleyhinde, hem onların tahakkümü [baskı] ve istibdadı [baskı ve zulüm] aleyhinde bir hareket idi.

2. Fırkaların meydan-ı münakaşâtı olan vükelâyı tebdil [başka bir şeyle değiştirme] idi.

3. Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı.

4. Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatının [telkinler] önüne set olmaktı.

5. Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Beyin kàtilini meydana çıkarmaktı.

6. Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini [subay] mağdur etmemekti.

7. Hürriyeti, sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] şumulünü [kapsam] men’ ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avâmın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas [ödeşmek, hakkını almak] ve kat-ı yed haddini icra idi.

98

Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. Üssü’l-esas [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] esbab, [sebebler] fırkaların taraftarane ve garazkârane münakaşatı [münakaşalar, tartışmalar] ve gazetelerin belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] yerine mübalâğat ve yalan ve ifratperverane keşmekeşleri idi. Bu metâlib-i seb’ada, nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziyâ-yı şeriat-ı beyzâ tecellî etti, fesadın önüne set çekti…

Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, [ilerleme] ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle [ilerleme] ve hakaik-i şeriatın [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] tecellîsiyledir. Yoksa, “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi” diye olan darb-ı mesele [atasözü] mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olacağız.

Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem hamiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız.

Ey paşalar, zabitler! [subay]

Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevap isterim. İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ; [büyük insanlık; İslâmiyetin hakikatleri] ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, [İslâm âlemi] medine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır. [layık]

Birinci sual: Haşiye [dipnot] Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye [genel akış] kapılan safdillerin [saf kalbli, kolay aldanan] cezası nedir? Belki, hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar, isdipdattırlar.

İkinci sual: Bir insan yılan suretine girse, yahut bir velî haydut kıyafetine girse, veyahut meşrutiyet, [meclise dayalı yönetim şekli] istibdat [baskı, zulüm] şekline girse, ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki, hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdattırlar! [baskı, zulüm]

99

Üçüncü sual: Acaba müstebit [baskıcı, diktatör] yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit [bir çok] şahıslar müstebit [baskıcı, diktatör] olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat [baskı, zulüm] münkasım [kısımlara ayrılmış] olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.

Dördüncü sual: Bir mâsumu idam [hiçlik, yokluk] etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha zarardır?

Beşinci sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe [üstün gelme] etmediği gibi daha ziyade nifak [ayrılık, dağılma] ve tefrika [ayrılık, bölünme] vermez mi?

Altıncı sual: Bir mâden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref-i imtiyazdan başka ne ile olur?

Yedinci sual: Müsavatı [eşitlik] ihlâl ve yalnız bazıları tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek, zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla [eşitlik] zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie [beraat ettirme] ve tahliye ile mâsumiyetleri tebeyyün [meydana çıkma, görünme] eden ekser-i mahbusînin, belki yüzde sekseni mâsum iken, acaba ekseriyet nokta-i nazarında [bakış açısı] bu hal hükümferma [hüküm süren] olsa, garaz ve fikr-i intikam [intikam düşüncesi] olmaz mı? Divan-ı harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.

Sekizinci sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete [meclise dayalı yönetim şekli] muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid [inatçı] istibdada [baskı ve zulüm] ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?

Dokuzuncu sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?

Onuncu sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muaheze olunsa, acaba biçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasaydı, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez miydi?

On Birinci sual: Herkes meşrutiyete [meclise dayalı yönetim şekli] yemin ediyor. Halbuki ya müsemmâ-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse, acaba  

100

kefaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve mâsum olan efkâr-ı umumiye [kamuoyu, umumun fikirleri] yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz [seçemeyen, dereceleri birbirinden ayıramayan kimse] addolunmaz mı?

Elhasıl: [kısaca, özetle] Şedit [çok şiddetli] bir istibdat [baskı, zulüm] ve tahakküm, [baskı] cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. [hüküm süren] Güya istibdat [baskı, zulüm] ve hafiyelik [gizli çalışan, casus] tenâsuh etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, [baskı ve zulüm] şiddetli ve kesretli [çokluk] yapmakmış!

Yarım sual: Nazik ve zayıf bir vücut ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telâş ve zahmetle onları def’e çalışırken, biri çıksa, dese ki: Maksadı sivisinekleri, arıları def etmek değil, belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister. Acaba böyle demekle hangi ahmağı kandıracaktır?

Sualin diğer yarısı çıkmaya izin yoktur.

Ey paşalar, zabitler! [subay] Bütün kuvvetimle derim ki:

Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikte [doğru gerçekler] nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi [geçmiş zaman] cânibinden, [taraf, yön] Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki [doğru gerçekler] aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının [mecburiyetler, zorlamalar] modasına göre bir libas [elbise] giydireceğim.

Şayet müstakbel [gelecek] tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât[tenkitler, eleştiriler] ukalâ [akıllılar, akıl sahipleri] mahkemesinden tarih celpnamesiyle [çekme] celp [çekme] olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü [genişleme, yayılma] ve inbisat [genişleme, yayılma] ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.

Demek, hakikat tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] etmez; hakikat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُوا وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ 1 Millet uyanmış; mugalâta [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] ve cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki [anlama, kabul etme] olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye [kamuoyu, umumun fikirleri] ile o aldatmalar ve mugalâtalar [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] dağılacak ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah. [Allah dilerse]

101

Sizin işkenceli hapishanenizin hali, zaman müthiş, mekân muvahhiş, [korkutucu, ürkütücü] mahbusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr [fikirler] müşevveş, [dağınık, karışık] kalbler hazin, vicdanlar müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ve meyus, [ümitsiz] bidayet-i halde memurlar şemâtetli, [başkasının kötü duruma düşmesine sevinme] nöbetçiler müz’iç [rahatsız eden] olmakla beraber, vicdanım beni tâzip [azap] etmediği için, o hal bana eğlence gibiydi. Musibetlerin tenevvüü, [çeşitlenme] musikinin nağmelerinin tenevvüü [çeşitlenme] gibi bana geliyordu.

Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektepte itmam [tamamlama] ettim. Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumâne ve mazlumâneden, zayıfa şefkat, ve gadre [zulüm, acımasızlık] şiddet-i nefret dersini aldım.

Ümidim kavîdir [güçlü, kuvvetli] ki: Çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur [buharlaşma] eden “ay,” “vay” ve “ah”lar, rahmetli [şefkatli] bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâmdaki [İslâm âlemi] yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle, [kendi kendine oluşma] o rahmetli [şefkatli] bulut teşekküle [kendi kendine oluşma] başlamıştır.

Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak [ayrılık, dağılma] verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] ve diyanette lâübâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye [isimlendirme] olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir [düşünce özgürlüğü] ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet [güzel niyet] ve selâmet-i kalb, [kalp huzuru, rahatlığı] şarkî Anadolu‘nun [Doğu Anadolu] dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır. [hüküm süren]

Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i [neşreden, yayan, yayınlayan] ağrâz görüyorum. Eğer edep böyleyse ve efkâr-ı umumî böyle karma karışık olsa, şahit olunuz ki, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dahil değilim. Vatanımın

102

yüksek dağlarında, yani, Başit başındaki ecram [büyük cisimler] ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.

Muarrâdır [temiz, pak, arınmış] fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,

Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ. [bir başkasına ihtiyaç duymama]

Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden, [hiç ölmeyecekmiş gibi uzun emel sahibi olma]

Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ. [bir başkasına ihtiyaç duymama]

Tenbih: Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat [baskı, zulüm] ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] ve zilletle [alçaklık] memzuç [karışmış, karışık] medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası [kişiler] fakir ve sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet, nev-i insanın [insan türü, insanlık] terakki [ilerleme] ve tekemmülüne [mükemmelleşme] ve mahiyet-i nev’iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan [bakış açısı] medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.

Hem de mânâ-yı meşrutiyete iptilâ [insanın kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe] ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] istikbalde terakkisinin [ilerleme] birinci kapısı meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve tâli’ ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki [meclise dayalı yönetim şekli] şûrâdır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm ecanibin [yabancılar] istibdâd-ı mânevîsi altında eziliyordu. Şimdi hakimiyet-i İslâmiye, âlemde, bahusus [hususan, özellikle] bundan sonra Asya’da hükümfermâ [hüküm süren] olduğu halde, herbir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs [kurtulma] etmeye bir çâre-i yegânedir. [tek çâre] Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, burada yirmi milyon nüfus, [nefisler] tesis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da, feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

103

Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir. [karışık, karışmış, karma] Su gibi memzuç [karışmış, karışık] olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakaik-i İslâmiyetle imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid [doğurma] ederek bir mizâc-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.

Yaşasın meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşrua! Sağ olsun hakikat-i şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

 İstibdadın Garibüzzamanı,

Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] Bediüzzamanı,

Şimdikinin de Bid’atüzzamanı: [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler]

Said Nursî

ba

Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır, Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesine çıkar. Dikkale etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

“Niye böyle dikkat ediyorsun?”

Bediüzzaman der: “Medresemin plânını yapıyorum.”

O der: “Nerelisin?”

Bediüzzaman: “Bitlisliyim.”

Rus polisi: “Bu Tiflis’dir!”

Bediüzzaman: “Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir.”

Rus polisi: “Ne demek?”

Bediüzzaman: “Asya’da, âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] üç nur, birbiri arkasından inkişafa [açığa çıkma] başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet [karanlık] inkişafa [açığa çıkma] başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım.”

Rus polisi: “Heyhat! Şaşarım senin ümidine.”

Bediüzzaman: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı [gündüz] vardır.”

Rus polisi: “İslâm parça parça olmuş.”

104

Bediüzzaman: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] bir veledidir; [çocuk] İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; [efendi, kendisine hizmet edilen] İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir…

Yahu, şu asilzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a [dünyanın kara paçalarından her biri] başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc [dalgalanma] ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] sırrını ilân edecektir.

ba

Van’a muvasalat ettikten sonra, aşâiri (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, [sosyal, toplumsal] medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır. Bu hususta, sual-cevap halinde, Münazarat [münazaralar; düzeyli tartışmalar] isimli bir kitap neşretmiştir.

Bediüzzaman’ın bir taraftan ehl-i siyasetle, [siyaset adamları, politikacılar] diğer taraftan halk tabakası ve aşiretlerle muhaveresi, [karşılıklı konuşma] şüphesiz ki gayet merak-âverdir. [merak verici] Bütün bunlarda, bu zatın yegâne azim ve gayesinin İslâmiyet nurunun ve Kur’ân hakikatlerinin dünyaya yayılması olduğu ve kendisinin de bir dellâl-ı Kur’ân vazifesini bütün hayatında ifa ettiği görülmektedir.

ba

105

Bediüzzaman’ın Şarktaki aşâirle muhavere [karşılıklı konuşma] ve münazaralarından birkaç misâl

Sual – Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?

Elcevap – İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere [subay] itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının [Lem’alar isimli eser] içtimalarından [bir araya gelme, toplanma] ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından [bileşim, karışım] hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.

Evet, şu amûd-u nuranî, dinin himayetini, şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeât-ı müteferrika, tele’lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab [çekim, çekicilik] ile imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edecektir. Fenn-i hikmette takarrur [karar bulma] etmiştir ki: Hiss-i dinî, lâsiyyema [bilhassa, özellikle] (bâhusus) din-i hakk-ı [hak din] fıtrînin [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] sözü daha nâfiz, [derinlere işleyen; etkili] hükmü daha âlî, [yüce] tesiri daha şedittir… [çok şiddetli]

Evet, evet… Eğer sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini [gürültü, yüksek ses] bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf [eseflenme, üzülme] etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla [nağmeler, ahenkli ezgiler.] raksa getiren ve hakaikin [doğru gerçekler] esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder.

Padişahlar padişahı olan Sultan-ı Ezelî, [hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Allah] Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle,

106

sadef-i [içinde inci bulunan kabuk] kefh-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın [balık] dimağ, [akıl, beyin] kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâ[sesin yankılanması] onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelân [akış] ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi [İslâmiyetle ilgili kitaplar] bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini [gürültü, yüksek ses] ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?…

S – Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ âdetâ hürriyette insan her ne sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve rezalet işlerse, başkasına zarar etmemek şartıyla birşey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?

C – Öyleler hürriyeti değil, belki sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan [boş söz, saçmalama] ediyorlar. Zira, nâzenin [ince, narin, duyarlı] hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. [baskı ve zulüm] Nefs-i emmâreye [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] esir olmaktır.

Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni [belirleyici özellik] odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın…

Fakat, ey göçerler, sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-u lâyemût ve vahşet ile âlûde [bulaşmış, karışmış] olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu biçare vahşî hayvanların bir lezzeti ve tesellîsi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, ruhun mâşukası [aşık olunan, sevgili] ve cevher-i insaniyetin [insanlığın içinde gizli olan öz] küfvü o hürriyettir ki, saâdet-sarây-ı medeniyette oturmuş ve marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle [Cennet elbisesi] mütezeyyine olan hürriyettir…

107

S – Nasıl hürriyet imânın hassasıdır?

C – Zirâ, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata [kâinatın sultanı olan Allah] hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül [alçalma] ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm [baskı] ve istibdadı [baskı ve zulüm] altına girmeye o adamın izzet [büyüklük, yücelik] ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.

Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne [baskı] tezellül [alçalma] etmez. Bir biçareye tahakküme [baskı] dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet[Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı]

S – Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm [baskı] etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

C – Velâyetin, [velilik] şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni [belirleyici özellik] tevazu [alçakgönüllülük] ve mahviyettir, [alçakgönüllülük] tekebbür [büyüklenme] ve tahakküm [baskı] değildir. Demek, tekebbür [büyüklenme] eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.

S – Heyhât! Bize tesellî veren şu ulvî emeli ye’se [ümitsizlik] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?

C – Korkmayınız. Medeniyet, fazilet ve hürriyet âlem-i insaniyette [insan âlemi] galebe [üstün gelme] çalmaya başladığından, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] terazinin öteki yüzü şey’en feşey’en hafifleşecektir. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak—Allah etmesin—eğer bizi parça parça edip öldürseler, emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üç yüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezâil [rezillikler] ve ihtilâfatın [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] gubarını [toz] silkip, hakikî münevver [aydın] ve müttehid [aynı noktada birleşen] olarak kervân-ı benî beşere pîşdârlık edeceğiz. Biz, en şedit, [çok şiddetli] en kavî [güçlü, kuvvetli] ve en bâkî hayatı intaç [netice verme] eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye [mukaddes millet] sağ olsun.

108

S – Gayr-ı müslimlerle [Müslüman olmayan] nasıl müsavi [eşit] olacağız?

C – Müsavat [eşitlik] ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ [fakir] birdir. Acaba bir şeriat, “karıncaya bilerek ayak basmayınız” dese, tâzibinden [azap, eziyet] men etse, nasıl benî Âdem‘in [Âdemoğlu, insan] hukukunu ihmâl eder? Kellâ[asla] Biz imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz [övünç kaynağı] olan Selahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, [karşılıklı görüşme, mahkeme duruşması, yargılama] sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.Haşiye [dipnot]

Zira, meşrutiyet, [meclise dayalı yönetim şekli] hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden [Müslüman olmayan] üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden [İslâm milleti] aktâr-ı âlemde [âlemin dört bir yanı] üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez.

(31 Mart Hadisesi Hakkında Bir Cevabı)

Ben 31 Mart Hadisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyetin meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] perver ve hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] fedâileri cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip ehl-i hükûmeti [yöneticiler, hükûmette olanlar] adalet namazında kıbleye irşad [doğru yol gösterme] ve tam mukaddes şeriatı, meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] kuvvetiyle ila; ve meşrutiyeti, [meclise dayalı yönetim şekli] şeriat kuvvetiyle

109

ibka; ve bütün seyyiat[günahlar] sabıkayı muhalefet-i şeriat üzerine ilka [bırakma, kalbe bırakılma] etmek için bazı telkinatta [telkinler] ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark edemeyenler—hâşâ!—şeriatı, istibdada [baskı ve zulüm] müsait zannederek tûti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz” demekle, hakikî maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte câ-yı ibret bir nokta-i siyah!Haşiye

Hakikaten, bence, bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh [ahmak] ve en sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır—lâsiyyema siyasetten haberdar olanlar…

Hem zaman-ı saadetten [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki, bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle [akıl yürütüp düşünme, değerlendirme] başka bir dini, İslâmiyete tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele… Taklit ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesipleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye [akıl yürütüp düşünme, değerlendirme] ile ve burhan-ı kat’î [kesin delil] ile daire-i İslâmiyete [İslâm dairesi] dahil olmuşlar ve olmaktadırlar.

Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti [doğru] göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.

Hem de tarih bize bildiriyor ki, ehl-i İslâmın [Müslümanlar] temeddünü, hakikat-i İslâmiyete [İslâm hakikatleri, gerçekleri] ittibaları [tabi olma, uyma] nispetindedir. Başkaların temeddünü ise, dinleriyle mâkûsen mütenasip [birbirine uygun] tir. [ters orantılı]

110

Hem de hakikat bize bildiriyor ki, mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema, [bilhassa, özellikle] uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzet [aday] [sonsuzluğa aday] olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne [her taraftan hücum etme] karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline (amellerine) neşvünemâ [büyüyüp gelişme] verecek ve istimdatgâhı [medet isteme] olacak noktayı, yani din-i hak [hak din] olan dâne-i hakikati elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki, herkeste din-i hak[hak din] bulmak için bir meyl-i taharrî uyanmıştır. Demek istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlâl [maksadı en güzel şekilde ifade eden giriş bölümü] vardır.

Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidadda [kabiliyet] olan hakikat-i İslâmiyeti, [İslâm hakikatleri, gerçekleri] nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz? Hem de, umum kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] câmi, bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini [yüce, yüksek hisler] besleyecek mevaddı muhît [her şeyi kuşatan] olan o kasr-ı nurânî-yi İslâmiyeti, ne cür’etle mâtem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül [hayal etme] ediyorsunuz? Evet, herkes âyinesinin müşâhedatına [görülen, seyredilen] tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz size öyle göstermiştir.

S – İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de teçhil ile tahkir [aşağılama] ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak.

C – Neden dünya herkese terakki [ilerleme] dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî [alçalma, gerileme] dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki [gelecek] insanlarla konuşacağım:

Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne [içecek servisi yapan, sunan kişi] Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed‘ler, [çokça medhedilen, övülen] ve saireler!

111

Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte[“doğru söyledin”] deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi [geçmiş] derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi [geçmiş] kıt’asına [dünyanın kara paçalarından her biri] geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medreseminHaşiye 1 mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin [sözle] başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan هَنِۤيئًا لَكُمْ 1 sadâsını işiteceksiniz.

Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları [düşünceler] kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar, şu kitabınHaşiye 2 hakaikini [doğru gerçekler] hayal tevehhüm [kuruntu] etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili [meseleler] hakikat olarak sizde tahakkuk [gerçekleşme] edecektir.

Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten [görünüş itibarıyla] medenî ve dinde lâkayt [duyarsız] ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi [İslâm hakikatleri, gerçekleri] hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz [dalgalanma] edecek olan nesl-i cedid gelsin!

S – Eskiler bizden âlâ veya bizim gibi. Gelenler bizden daha fena gelecekler.

C – Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:

112

“Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız [hayatın neticesi, gayesi] siz misiniz? Heyhât! Bizi akim [sonuçsuz, verimsiz] bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız.”

Hem de sol safında duran ve şehristân-ı istikbâlden gelen evlâtlarınız, sağdaki ecdatlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi ki:

“Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğrâ [küçük] ve kübrâsı? [büyük] Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt [bağlama] eden rabıtamızın [bağ] hadd-i evsatı? [orta yol, istikametli [doğru] yol] Heyhât! Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşağabeli bir kıyas oldunuz!”1

İşte, ey bedevî göçerler ve ey inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] softaları!2 Manzara-i hayalHaşiye 1 üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingte iki taraf da sizi protesto ettiler.

(Cevaplardan Bir Kısım)

Öyle ise ben derim: Hakikaten sizin harikulâde şecaate [yiğitlik, cesaret] istidadınız [kabiliyet] vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î [ferdî, küçük] bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf [hafife alma] eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetineHaşiye 2, yani üç yüz milyon İslâmın uhuvvetlerini [kardeşlik] ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.

Maatteessüf, [ne yazık ki] güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler [Müslüman olmayan] eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler [Müslüman olmayan] çalmışlar. Güya bizim bir kısım içtimaî [sosyal, toplumsal] ahlâk-ı âliyemiz [yüksek ahlâk] yanımızda revaç [değer, kıymet] bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, [rezillikler] kendileri içinde çok revaç [değer, kıymet] bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.

113

Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, terakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] ve belki din-i hakkın [hak din] muktezâ[gereklilik] olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler [Müslüman olmayan] çalmışlar? Çünkü onların bir fedâisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun; içinde bir hayat-ı mâneviyem [maddî olmayan hayat] vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın [şahıs merkezli olmalar, kişisel hukuklar, çıkarlar, anlayışlar; kişilik kavgaları] esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tûfan olsun” veyahut وَاِنْ مِتُّ عَطْشًا فَلاَ نَزَلَ الْقَطْرُ 1 olan kelime-i hamka [ahmakça söylenen söz] ve seciye-i avra, himmetimizin [ciddi gayret] elini tutmuş, rehberlik ediyor. İşte, en iyi haslet [huy, karakter] ki, dinimizin muktezasıdır: [bir şeyin gereği] Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ olsun. Sevâb-ı uhrevî [âhiret mükâfatı, sevabı] bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı mâneviyem [maddî olmayan hayat] beni yaşattırır; âlem-i ulvîde [yüce âlem] beni mütelezziz [lezzet alan] eder.

وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا 2″ deyip, nurun ve hamiyetin [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.

S – Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?

C – Doğruluk.

S – Daha?

C – Yalan söylememek.

S – Sonra?

C – Sıdk, [doğruluk] sadakat, ihlâs, sebat, [kalıcı olma, sabit kalma] tesanüd. [dayanışma]

S – Neden?

C – Küfrün [inançsızlık, inkâr] mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. [doğruluk] Şu burhan [delil] kâfi [yeterli] değil midir ki, hayatımızın bekàsı imanın ve sıdkın [doğruluk] ve tesanüdün [dayanışma] devamıyladır?

ba

S – En evvel rüesâmız [reisler, başkanlar] ıslah olunmalı.

C – Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da

114

sizden almışlar veya dimağınızda [akıl, beyin] hapsetmişler. Öyleyse, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:

Eyyühe’r-ruûs ve’r-ruesâ! Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız. İşi birbirinize havale etmeyiniz. Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünkü, şu mesâkini [sevk edilecek yer; hedef ve gayeye ulaştıran yollar] istihdam [çalıştırma] etmekle ücretinizi almışsınız.

فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَاضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ * 1

İşte şimdi hizmet vaktidir…

Elhasıl: [kısaca, özetle] İslâm uyandı ve uyanıyor.Haşiye [dipnot] Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tevbekâr eden, işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istidadı [kabiliyet] almakta ve kesb [elde etme, kazanma] etmektedir. Lâkin, sizler bedevî olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz, [esas yaratılış gayesi] oldukça bozulmamış olduğundan, İslâmiyetin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] milliyetine daha yakınsınız.

ba

Seyahatimde beni tanımayanlar kıyafetime bakıp, beni tâcir zannettiklerinden derlerdi ki:

S – Tâcir misin?

C – Evet, hem tâcirim, hem de kimyagerim.

S – Nasıl?

C – İki madde var, mezc [karışma, bütünleşme] ettiriyorum. Birinden tiryak-ı şâfi, birinden elektrik-i muzî tevellüd [doğma] eder.

S – Bunlar nerede bulunur?

C – Medeniyet ve fazilet çarşısında, cephesinde insan yazılı ve iki ayak üstünde gezen sandık içindeki, üstüne kalb yazılan ya siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.

S – İsimleri nedir?

C – İman, muhabbet, sadakat, hamiyet. [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti]

 Ceride-i Seyyare, Ebu Lâşey, [leş] İbnüzzaman,
Ehu’l-Acâib, İbn-u Ammil-Garâib 
Said Nursî

115

Sonra Van’dan Şam’a gider. Şam ulemasının ilhahı [üzerine düşme, zorlama] ve ısrarı üzerine, Câmiü’l-Emevîde on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] bulunan azim bir cemaate karşı bir hutbe irad [sunma, söyleme] eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ile kabule mazhar [erişme, nail olma] olur Bilahare, buradaki hutbesi, Hutbe-i Şâmiye namıyla tab [basma] edilmiştir.

Bu Hutbe-i Şâmiye, İslâm âleminin içinde bulunduğu maddî-mânevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felâket ve esarete hangi sebeplerden dolayı maruz kaldıklarını bildiren ve buna karşı çare-i halâs gösteren ve bundan sonra, İslâmiyetin zemin yüzünde maddî-mânevî en yüksek terakkiyi [ilerleme] göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemal-i haşmetle meydana geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizleyeceğini delâil-i akliye [aklî deliller] ile ispat eden, müjde veren çok kıymettar, bütün Müslümanlara, hattâ insanlığa şâmil [içine alan] bir derstir, bir hutbedir. [balık]

Hutbe-i Şamiyenin baş taraflarında diyor:

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide [ilerleme] istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda [orta çağlar] durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

1- Ye’sin, [ümitsizlik] (ümitsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi.

2- Sıdkın [doğruluk] hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

3- Adâvete [düşmanlık] muhabbet.

4- Ehl-i imanı [Allah’a inanan] birbirine bağlayan nuranî rabıtaları [bağ] bilmemek.

5- Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar [açığa çıkma, yayılma] eden istibdat. [baskı, zulüm]

6- Menfaat-i şahsiyesine [kişisel çıkar] himmeti [ciddi gayret] hasretmek. [bir mesele üzerinde yoğunlaşmak]

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, [sosyal hayat] eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.

BİRİNCİ KELİME: “EL-EMEL.” Yani, rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] kuvvetli ümit beslemek.

116

Evet, ben kendi hesabıma aldığım derse binaen, ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] saadet-i dünyeviyesi, [dünya hayatındaki mutluluk] bâhusus [bilhassa, özellikle] Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi [ilerleme] onların intibahıyla [uyanış] olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının [gün doğmadan önceki sabah aydınlığı] emâreleri inkişafa [açığa çıkma] başlıyor. Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin [ümitsizlik] rağmına [zıddına, aksine] olarak ben dünyaya işittirecekHaşiye derecede kanaat-i kat’iyemle [kesin düşünce] derim:

İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniye olacak.

Bu dâvâma çok burhanlardan [delil] ders almışım. Şimdi o burhanlardan [delil] mukaddematlı [evvel, önce] bir buçuk burhanı [delil] zikredeceğim. O burhanın [delil] mukaddematına [evvel, önce] başlıyoruz:

İslâmiyet hakaiki [doğru gerçekler] hem mânen, hem maddeten terakki [ilerleme] etmeye kabil [mümkün] ve mükemmel bir istidadı [kabiliyet] var.

Birinci cihet olan mânen terakki [ilerleme] ise: Biliniz, hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir. İşte, tarih bize gösteriyor. Hattâ, Rus’u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

Hakikat-i İslâmiyetin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm [Müslümanlar] temeddün edip terakki [ilerleme] ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın [Müslümanlar] hakikat-i İslâmiyede [İslâm hakikatleri, gerçekleri] zaafiyeti [zayıflık, güçsüzlük] derecesinde tevahhuş [korkma, çekinme] ettiklerini, vahşete ve tedennîye [alçalma, gerileme] düştüklerini ve hercümerc [alt üst olma] içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.” Sair dinler ise bilâkistir…

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ef’âlimizle [fiiler, davranışlar]

117

izhar [açığa çıkarma, gösterme] etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın [yer küre, dünya] bazı kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler…

Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] cami-i kebirinde [büyük cami] olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hadisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir [düşünen] ve akıl sahibi ve kendini münevver [aydın] telâkki [anlama, kabul etme] edenler!

Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’ân şakirtleri [öğrenci] olan Müslümanlar, burhana [delil] tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları [bireyler] gibi ruhbanları [rahipler, papazlar] taklit için burhanı [delil] bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı aklîye [güçlü ve sarsılmaz kesin delil] istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek.

Hem de İslâmiyet güneşinin inkişafına [açığa çıkma] ve beşeri tenvir [aydınlatma] etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdık başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak.

Evet, hakikat-i İslâmiyetin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] mazi [geçmiş] kıt’asını [dünyanın kara paçalarından her biri] tamamen istilâsına sekiz dehşetli mâniler mümanaat ettiler.

Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebîlerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır. [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] Bu üç mâni, mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve medeniyetin mehasini [güzellikler] ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.

Dördüncü ve beşinci mâniler: Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri [baskı] ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mâni dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharrî-i hakikat [gerçeği araştırma meyli, isteği] nev-i beşerde başlamasıyla, zeval [geçip gitme] bulmaya başlıyor.

118

Altıncı, yedinci mâniler: Bizdeki istibdat [baskı, zulüm] ve şeriatın muhalefetinden gelen sû-i ahlâkımız [kötü ahlâk] mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdat [baskı, zulüm] kuvveti şimdi zeval [geçip gitme] bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdadlarının [baskı ve zulüm] otuz-kırk sene sonra zeval [geçip gitme] bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile sû-i ahlâkın [kötü ahlâk] çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mâni de zeval [geçip gitme] buluyor ve bulmaya başlamış. İnşaallah tam zeval [geçip gitme] bulacak.

Sekizinci mâni: Fünun-u cedidenin bazı müspet mesâili, [meseleler] hakaik-i İslâmiyenin [İslâmın gerçekleri] zahirî mânâlarına muhalif ve muarız [itiraz eden, karşı gelen] tevehhüm [kuruntu] edilmesiyle, zaman-ı mazideki [geçmiş zaman] istilâsına bir derece set çekmiş. Meselâ, küre-i arza [yer küre, dünya] emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile nezarete memur “Sevr[Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve “Hût[balık] namlarında iki ruhanî melâikeyi [melekler] dehşetli cismânî bir öküz, bir balık tevehhüm [kuruntu] edip, ehl-i fen [bilim adamları] ve felsefe hakikati bilmediklerinden, İslâmiyete muarız [itiraz eden, karşı gelen] çıkmışlar.

Bu misal gibi yüz misal var ki, hakikati bilindikten sonra, en muannid [inatçı] feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] da teslim olmaya mecbur oluyor. (Hattâ Risale-i Nur, “Mu’cizat-ı Kur’âniye”de, fennin iliştiği bütün âyetlerin herbirisinin altında Kur’ân’ın bir lem’a-i i’câzını [mu’cizelik parıltısı] gösterip, ehl-i fennin [bilim adamları] medar-ı tenkit [tenkide sebep] zannettikleri Kur’ân-ı Kerîmin cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip en muannid [inatçı] feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir. Ve baksın, bu mâni, kırk beş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.)

Evet, bazı muhakkıkîn-i İslâmiyenin [hakikatleri araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri] bu yolda telifatları [kaleme alma] var. Bu sekizinci dehşetli mânianın zîr ü zeber [alt üst] olacağına dair emareler görünüyor.

Evet, şimdi olmasa da, otuz-kırk sene sonra fen ve hakiki mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve medeniyetin mehasini, [güzellikler] bu üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip, o sekiz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharrî-i hakikat [gerçeği araştırma, inceleme] meyelânını [meyil, eğilim] ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, [insanlık sevgisi] o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşaallah, yarım asır sonra onları darma dağın edecek.

119

Evet, meşhurdur ki: “En kat’î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin.”…

Bediüzzaman; misâl olarak, İslâmiyetin hakkaniyeti hakkında takdirkâr [takdir eden, beğeniyi ifade eden] ifadelerde bulunan “Prens Bismark” ile “Mister Carlayl”ın sözlerini naklettikten sonra diyor:

İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Carlyle ve Bismarck gibi böyle dâhi muhakkikleri [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] mahsulât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki:

Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.

Ey Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm [İslâm âlemi] camiindeki ihvanlarım! [kardeş] Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler [evvel, önce] netice vermiyor mu ki, istikbalin kıt’alarında [dünyanın kara paçalarından her biri] hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur’ân’a tâbi olur, ittifak ederler.

İkinci cihet: Yani, maddeten İslâmiyetin terakkisinin [ilerleme] kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, İslâmiyet maddeten dahi istikbale hükmedecek. “Birinci cihet”, mâneviyat cihetinde terakkiyatı [ilerleme] ispat ettiği gibi; bu “ikinci cihet” dahi maddî terakkiyatını [ilerleme] ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünkü âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz “beş kuvvet” içtima [bir araya gelme, toplanma] ve imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edip yerleşmiş.

Birincisi: Bütün kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri birtek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müspet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-i İslâmiyettir. [İslâm hakikatleri, gerçekleri]

İkinci kuvvet: Medeniyet ve san’atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin [başlangıçlar, belirtiler]

120

tekemmülüyle [mükemmelleşme] cihazlanmış olan şedid [şiddetli] bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.

Üçüncü kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksatları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdâdâtı [baskı, diktatörlük] parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd [yenileme] meyliyle ve temeddün meyelânıyla [meyil, eğilim] teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer’iyedir. Yani, insaniyete lâyık en yüksek kemalâta [olgunluklar, faziletler, iyilikler] olan meyil [arzu, istek] ve arzu ile cihazlanmış olmak.

Dördüncü kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül [alçalma] etmemek, haksızlara, zalimlere zillet [alçaklık] göstermemek, mazlumları da zelil [aşağılanan] etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere [baskıcı, diktatör] dalkavukluk etmemek ve biçarelere tahakküm [baskı] ve tekebbür [büyüklenme] etmemektir.

Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] ki, i’lâ-yı kelimetullahı [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] maddeten terakkiye [ilerleme] mütevakkıf; [bağlı] medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, [ilerleme] düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını [tecavüzler, saldırılar] def etmek, silâh ile, kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki [ilerleme] ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılınçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.

Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini [güzellikler] ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları [günahlar] değil ki, ahmaklar o seyyiatları, [günahlar] o sefahetleri [ahmaklık, beyinsizlik] mehasin [güzellikler] zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe [üstün gelme] edip seyyiatı [günahlar] hasenatına racih [ait] gelmekle, beşer iki harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] ile iki

121

dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber [alt üst] edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini [güzellikler] galebe [üstün gelme] edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular] rekabet ve tahakküm [baskı] üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı [günahlar] hasenatına galebe [üstün gelme] edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine [üstün gelme] kuvvetli bir medar, [kaynak, dayanak] bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe [üstün gelme] edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i iman [Allah’a inanan] ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata [ilerleme] vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab [sebebler] varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus [ümitsiz] olup ye’se [ümitsizlik] düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] kırıyorsunuz? Ve yeis [ümitsizlik] ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki [ilerleme] dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm [Müslümanlar] için tedennî [alçalma, gerileme] dünyası oldu” diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.

Mâdem meylülistikmal (tekemmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede [insanın yaratılışı, tabiatı] fıtraten derc [yerleştirme] edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] nev-i beşerin eski hatîatına [hatâlar, yanlışlar] kefaret olacak bir saadet-i dünyeviye [dünya hayatındaki mutluluk] de gösterecek inşaallah[Allah dilerse]

Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde [başlangıç] ve müntehâ[bir şeyin en uç noktası] birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın [yer küre, dünya] hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki [ilerleme] içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî [alçalma, gerileme] içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. [Allah dilerse] Hakikat-i İslâmiyenin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bekleyebilirsiniz…

122

İKİNCİ KELİME: Müddet-i hayatımda [hayat süresi] tecrübelerimle fikrimde tevellüd [doğma] eden şudur:

Ye’s [ümitsizlik] en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] kalbine girmiş. İşte o ye’stir [ümitsizlik] ki bizi öldürmüş gibi, garpta [batı] bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke [başka bir devletin idaresi altında bulunan memleket, yer, sömürge] hükmüne getirmiş. Hem o ye’stir [ümitsizlik] ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi [genelin menfaati, kamu yararı] bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o ye’stir [ümitsizlik] ki, kuvve-i mâneviyemizi [mânevî güç] kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye [mânevî güç] ile şarktan garba [doğudan batıya] kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika me’yusiyetle [ümitsiz] kırıldığı için, zalim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu ye’sle, [ümitsizlik] başkasının lâkaytlığını [duyarsız] ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, “Herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.

Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o kàtilimizden kısasımızı [ödeşmek, hakkını almak] alıp öldüreceğiz. لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ 1 kılıncıyla o ye’sin [ümitsizlik] başını parçalayacağız. مَالاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَيُتْرَكُ كُلُّهُ 2 hadisinin hakikatiyle belini kıracağız inşaallah. [Allah dilerse]

Ye’s, [ümitsizlik] ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta [olgunluklar, faziletler, iyilikler] mâni ve اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدِي بىِ 3 hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, [belirleyici özellik] bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni [belirleyici özellik] değildir. Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar [övünç kaynağı] yüksek seciyelerle [huy, karakter] mümtâz bir kavmin şe’ni [belirleyici özellik] olamaz. Âlem-i İslâm [İslâm âlemi] milletleri Arabın metanetinden [gayret, kararlılık] ders almışlar.

123

İnşaallah, yine Araplar ye’si [ümitsizlik] bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd [dayanışma] ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.

ÜÇÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımdaki tahkikatımla [araştırma, inceleme] ve hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] çalkamasıyla, hülâsa [esas, öz] ve zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, [doğruluk] İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] ve ulvî seciyelerinin [huy, karakter] rabıtasıdır [bağ] ve hissiyat-ı ulviyesinin [yüksek duygular] mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin [sosyal hayat] esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya [diriltme] edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz.

Evet sıdk [doğruluk] ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde [sosyal hayat] ukde-i hayatiyesidir. [hayat düğümü] Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, [yapmacık] alçakça bir yalancılıktır. Nifak [ayrılık, dağılma] ve münafıklık, muzır [zararlı] bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kudretine iftira etmektir.

Küfür, bütün envâıyla [tür] kizbdir, [yalan] yalancılıktır. İman sıdktır, [doğruluk] doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb [yalan] ve sıdkın [doğruluk] ortasında hadsiz bir mesafe var; Şark ve Garp [batı] kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] da karıştırmışHaşiye

124

Ey bu Cami-i Emevideki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm [İslâm âlemi] mescid-i kebirindeki [büyük mescid] dört yüz milyon ehl-i iman [Allah’a inanan] olan ihvanımız! [kardeş] Necat [kurtuluş] yalnız sıdkla, [doğruluk] doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. [doğruluk] Yani, en muhkem [değiştirilemez] ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.

Amma maslahat [amaç, yarar] için kizb [yalan] ise, zaman onu neshetmiştir… [değiştirme, hükmünü kaldırma; şer’i bir hükmün tatbikten kaldırılmış olduğunu bildirme]

DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden [insanların sosyal hayatı] kat’î bildiğim ve tahkikatların [araştırma, inceleme] bana verdiği netice şudur ki:

Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi [insanların sosyal hayatı] temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi [insanların sosyal hayatı] zîr ü zeber [alt üst] eden düşmanlık ve adâvet, [düşmanlık] herşeyden ziyade nefrete ve adâvete [düşmanlık] ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır [zararlı] bir sıfattır…

BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet [bulaşma] eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki [ilerleme] ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] şudur:

Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye [Osmanlı halifeliği]  

125

ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi [içinde inci bulunan kabuk] ve kal’a[kale] hükmündedir. Arap-Türk hakikî iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin [kutsal kale] nöbettarlarıdır.

İşte, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] milliyetin rabıtasıyla, [bağ] umum ehl-i İslâm [Müslümanlar] birtek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı [bireyler] gibi, İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâmiye [İslâm kardeşliği] ile murtabıt [bağlanmış, bağlı] ve alâkadar olur. Birbirine mânen—lüzum olsa maddeten—yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye [nurlu bağ, nesil] ile birbirine bağlıdır.

Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, [bireyler] o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] olur. Güya herbir fert o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi, o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar [övünç kaynağı] bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı [bireyler] onunla iftihar eder. Güya herbir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.

İşte bu mezkûr [adı geçen] hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra, seyyie, [günah] fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukukuna tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevîdeki kardeşler ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm [İslâm âlemi] camiindeki ihvan-ı Müslimîn! [Müslüman kardeşler] “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz” diye, özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz makbul değil. Tembelliğiniz ve “neme lâzım” deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte, seyyie [günah] böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene—yani İslâmiyetin kudsiyetine [kutsal, kusursuz ve yüce] temas eden iyilik—yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki bu hasene, milyonlar ehl-i imana [Allah’a inanan] mânen faide verebilir. Hayat-ı mâneviye [maddî olmayan hayat] ve maddîyesinin rabıtasına [bağ] kuvvet verebilir. Onun için, “neme lâzım” deyip kendini tembellik döşeğine atmak zamanı değil!

Ey bu camideki [cansız] kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki âlem-i İslâm [İslâm âlemi] mescid-i kebirindeki [büyük mescid] ihvanlarım! [kardeş] Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat

126

etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dâvâ ediyorum. Yani, kürd gibi küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri [dünya hayatındaki mutluluk] ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuzla, biz biçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan, ey muazzam ve büyük ve tam intibaha [uyanış] gelmiş veya gelecek olan Araplar, en evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadları, imamları ve İslâmiyetin mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifenize tam yardım ettiler.

Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi [İslâmiyetin hâkimiyeti] eski zaman gibi küre-i arzın [yer küre, dünya] nısfında, [yarı] belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah [Allah dilerse] nesl-i âti [gelecek nesil] görecek.

Sakın kardeşlerim, tevehhüm, [kuruntu] tahayyül [hayal etme] etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal [meşgul olma, uğraşma] için himmetinizi [ciddi gayret] tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-i İslâmiye [İslâm hakikatleri, gerçekleri] bütün siyâsâtın fevkindedir. [üstünde] Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.

Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i [sosyal yapı] İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için, ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.

Bunu da teessüf [eseflenme, üzülme] ve teellümle [elem çekme] size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir mal verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan  

127

çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] temas eden seciyelerimizin [huy, karakter] bir kısmını bizden aldılar, terakkilerine [ilerleme] medar [kaynak, dayanak] ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ahlâk-ı seyyieleridir, [kötü ahlâk] sefihane [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] seciyeleridir. [huy, karakter]

Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem var.” İşte, bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında [ilerleme] en metin [sağlam] esas budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan [hak din] ve iman hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i imanın [Allah’a inanan] malıdır. Halbuki, ecnebîlerden içimize giren pis ve fena seciye [huy, karakter] itibarıyla bir hodgâm [bencil] adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, hiç yağmur bir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakane kelime dinszlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor.

Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti [ciddi gayret] nispetindedir. Kimin himmeti [ciddi gayret] milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini [huy, karakter] almamızdan, kuvvetli ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] İslâmî milliyetimizle beraber, herkes “Nefsî, nefsî[nefsim, nefsim] demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini [kişisel çıkar] düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut [alçalış, düşüş] eder.

مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسَهُ فَلَيْسَ مِنَ اْلاِنْسَانِ ِلاَنَّهُ مَدَنِّىٌ بِالطَّبْعِ

Yani, kimin himmeti [ciddi gayret] yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini [aynı cins ve türden gelenler] mülâhazaya [düşünme, akla getirme] mecburdur. Hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ile hayat-ı şahsiyesi [kişisel hayat] devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla [elbise] kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşamadığından, ebnâ-yı cinsiyle [aynı cins ve türden gelenler] fıtraten alâkadar olmasından ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur olduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i şahsiyesine [kişisel çıkar] hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna…

128

ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki [İslâmın sosyal hayatı] saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ 1 âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor.

Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, [danışma] bütün beşeriyetin terakkiyatı [ilerleme] ve fünunun [fenler, bilimler] esası olduğu gibi, en büyük kıt’a [dünyanın kara paçalarından her biri] olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.

Asya kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] ve istikbalinin keşşafı [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] ve miftahı [anahtar] şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret [danışma] eder; taifeler, kıt’alar [dünyanın kara paçalarından her biri] dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların [baskı, zulüm] kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd [doğma] eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip garp [batı] medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı [günahlar] atmaktır.

İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder:

اَنْ لاَيُذَلِّلَ وَلاَيَتَذَلَّلَ * مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ * لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهِ * نَعَمْ: اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ

Yani,

· İman bunu iktiza [bir şeyin gereği] ediyor ki, tahakküm [baskı] ve istibdat [baskı, zulüm] ile başkasını tezlil [zillete düşürme, alçaltma] etmemek ve zillete düşürmemek, ve zalimlere tezellül [alçalma] etmemek…

· Allah’a hakikî abd [köle] olan, başkalara abd [köle] olamaz.

· Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah’ı

129

tanımayan, herşeye, herkese nispetine göre bir rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] tevehhüm [kuruntu] eder, başına musallat eder.

· Evet, hürriyet-i şer’iye, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır [bağış] ve imanın bir hassasıdır.

فَلْيَحْىَ الصِّدْقُ وَلاَ عَاشَ الْيَأْسُ فَلْتَدُمِ الْمَحَبَّةُ وَالتَّقْوٰى وَالشُّورٰى وَالْمَلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى وَالسَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى

Yaşasın sıdk! [doğruluk] Ölsün ye’s! [ümitsizlik] Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, [huzur] hüdâya tâbi olanların üstüne olsun. Âmin…

ba

Şam’da fazla kalmadı. Şarkî Anadolu‘da [Doğu Anadolu] Medresetü’z-Zehra namıyla vücuda getirmek istediği dârülfünunun [üniversite] küşadı [açma] için çalışmak üzere İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle vilâyât-ı Şarkiye [doğu illeri] namına refakat etti. Yolda, şimendiferde [tren] iki mektep muallimi ile aralarında bir bahis açılır. Şimendiferde [tren] yaptıkları bu mübahasenin [karşılıklı konuşma, fikir alışverişi, sohbet] hülâsası, [esas, öz] Hutbe-i Şâmiye adlı eserin zeylinde [ek] yazılmıştır. Birkaç cümlesini aynen alıyoruz:

Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle, vilâyat-ı şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde [tren] iki mektepli mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] arkadaşla bir mübahase [karşılıklı konuşma, fikir alışverişi, sohbet] oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?” dedim:

Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. [aynı noktada birleşen] İtibarî, zahirî, ârızî [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine

130

birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman, hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] avâm [halk] ve havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] şâmil [içine alan] oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine (yani, menfaat-i şahsiyesini [kişisel çıkar] millete feda edene) münhasır kalır. Öyleyse, hukuk-u umumiye [kamu hukuku] içinde hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hâdim [hizmetçi] ve kuvvet ve kal’a[kale] olmalı. Hususan, biz şarklılar, garplılar [batı] gibi değiliz. İçimizde kalblerde hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbiya[nebiler, peygamberler] şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye [ilerleme] sevk eder. Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] ve Tâbiîn [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] bunun bir burhan-ı kat’îsidir. [kesin delil]

Ey bu hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer [tren] denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi, zamanın şimendiferinde [tren] istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

Hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezc [karışma, bütünleşme] olmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin [sağlam] ve Arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. [kopmaz sağlam kulp] Tahrip edilmez, mağlûp olmaz bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kal’adır” [kale] dediğim vakit, o iki münevver [aydın] mektep muallimleri bana dediler: “Delilin nedir? Bu büyük dâvâya büyük bir hüccet [delil] ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?”

Birden, şimendiferimiz [tren] tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin [tren] tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

İşte bu çocuk, lisan-ı haliyle [beden dili] sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o mâsum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte, lisan-ı hâli [hal dili] bu gelecek hakikati der:

Bakınız, bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve  

131

tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle [baskı] bağırarak tehdit ediyor. “Bana rastgelenlerin vay haline!” dediği halde, o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf [hafife alma] ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey şimendifer! [tren] Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.” Sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanetinin [gayret, kararlılık] lisan-ı haliyle [beden dili] güya der: “Ey şimendifer, [tren] sen bir nizamın esirisin. Senin gem’in, dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın [baskı ve zulüm] altına alamazsın. Haydi yoluna git, kumandanının izniyle yolundan geç.”

İşte ey bu şimendiferdeki [tren] arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman [zamanın katlanması; çok uzun zamanı kısa bir zamanda yaşama] ederek o çocuğum yerinde bulunduğunu farz ediniz… Onların zamanında şimendifer [tren] olmadığı için, elbette şimendiferin [tren] bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları [inanç] olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin [tren] dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar! O harika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bu dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad [inanç] etmedikleri için, mutî [emre uyan] bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı vagon cesametinde [büyüklük] yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm [kuruntu] ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte, altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet ve çok mertebe onların fevkinde [üstünde] bir emniyet ve korkmamak hâletini [durum] veren, o mâsumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin [tren] intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı [inanç] ve itminanı [inanma, kalben tatmin olma] ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların, onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan câhilâne [cahilce] itikatsızlıklarıdır… [inanç]

132

O iki temsilde, o iki acip kahramanın pek acip korku ve telâşlarına ve elemlerine sebep, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalâletleri [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] olduğu gibi; Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerle [delil] ispat ettiği bir hakikati ki, bu risalenin mukaddemesinde [evvel, önce] bir iki misali söylenmiş, mesele şudur ki:

Küfür ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bütün kâinatı ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] binler müthiş düşman taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden [güneş sistemi] tut, ta kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar biçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi mahiyeti ve küllî istidadatı [kabiliyet] ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telâş vermesiyle, küfür ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bir cehennem zakkumu [Cehennemde bir ağacın ismi] olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu ve din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül’ün kahramanlıkları gibi beş para faide vermediğini gösterip; yalnız iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] nev’inden muvakkaten [geçici] o elîm korkuları hissetmemek için sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve sarhoşlukla şırınga ediyor.

İşte, iman ve küfrün [inançsızlık, inkâr] muvazenesi âhirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi, dünyada da imân bir mânevî cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini, ve küfür dünyada dahi bir mânevî cehennem ve hakikî saadet-i beşeriyeyi [insanın mutluluğu] mahvetmesi ve ölümü bir idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] mahiyetine getirmesini kat’î bir his ve şuhuda [görme] istinad eden Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerine [delil] havale edip kısa kesiyoruz.

Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz, başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız. Ne kadar şimendifer [tren] misil[benzer] balon, otomobil, tayyare, berriyye ve bahriyye gemiler; karada, denizde havada kudret-i Ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] nizam ve hikmetle halk ettiği  

133

yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına [büyük cisimler] ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil [zincirleme] vakıatlarına [olaylar] bakınız.

Hem âlem-i şehadette [görünen alem] ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, âlem-i ruhanî [maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemi] ve mâneviyatta kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] daha acip müteselsil [zincirleme] nazîreleri [benzer] var olduğunu, aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.

İşte, kâinat içinde maddî ve mânevî bütün bu silsileler, imânsız ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hücum ediyor, tehdit ediyor, korkutuyor, kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] zîr ü zeber [alt üst] ediyor. Ehl-i imana [Allah’a inanan] değil tehdit ve korkutmak, belki sevinç, saadet, ünsiyet, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, [Allah’a inanan] iman ile görüyor ki, o hadsiz silsileleri, maddî ve mânevî şimendiferleri, [tren] seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevk eden bir Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemâlât-ı san’ata [olgun, güzel san’atlar] ve tecelliyat-ı cemâliyeye mazhar [erişme, nail olma] olduklarını görüp kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] tamamıyla eline verip, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bir nümunesini iman gösteriyor.

İşte, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye bir tesellî veremez, kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] temin edemez. Cesareti zîr ü zeber [alt üst] olur. Fakat muvakkat [geçici] gaflet perde çeker, aldatır.

Ehl-i iman, [Allah’a inanan] iman cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i mâneviyesi [mânevî güç] kırılmak, belki o temsildeki mâsum çocuk gibi, fevkalâde bir kuvvet-i mâneviye [mânevî güç] ve bir metanetle [gayret, kararlılık] ve imandaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. “Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar hareket edemezler,  

134

ilişemezler” deyip anlar. Kemal-i emniyetle, hayat-ı dünyeviyesinde [dünya hayatı] derecesine göre saadete mazhar [erişme, nail olma] olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan [hak din] gelen bu hakikat çekirdeği bulunmazsa ve nokta-i istinadı [dayanak noktası] olmazsa, bilbedahe, [açıkça] temsildeki Rüstem ve Herkül’ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi, onun cesareti ve kuvve-i mâneviyesi [mânevî güç] muzmahil olur ve vicdanı tefessüh [bozulma] eder. Ve kâinatın hadisatına esir olur. Herşeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikatini [gerçeğin sırrı, iç yüzü] ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat’î hüccetlerle [delil] ispat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz.

Acaba en ziyade kuvve-i mâneviyeye [mânevî güç] ve teselliye ve metanete [gayret, kararlılık] ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] ve tesellîyi ve saadeti temin eden ve İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad [dayanak noktası] olan hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] bırakıp, garplılaşmak [batı] ünvanıyla, İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini [gayret, kararlılık] kıran dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] ve yalancı politika ve siyasete dayanmak, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden [insanlığın yararı] ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu, pek yakın bir zamanda intibaha [uyanış] gelmiş—başta İslâm olarak—beşer hissedecek ve dünyanın ömrü kalmışsa Kur’ân’ın hakaikine [doğru gerçekler] yapışacak.

ba

135

O vakit Kosova’da, büyük bir İslâm darülfünununun [üniversite] tesisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihadcılara, hem Sultan Reşad’a der ki: “Şark, böyle bir dârülfununa daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] merkezi hükmündedir.”

Bunun üzerine şarkta bir darülfunun açılacağını vaadederler. Bilâhare Balkan Harbi çıkmasıyla, o medrese yeri, yani Kosova istilâ edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova’daki darülfunun için tahsis edilen on dokuz bin altın liranın şark darülfununu için verilmesini talep eder, bu talebi kabul edilir.

Bediüzzaman tekrar Van’a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit’te (Edremit) o darülfünunun [üniversite] temeli atılır. Fakat ne çare ki Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] zuhuruyla, teşebbüs geri kalır. Zaten o kış Molla Said, talebelerine “Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felâket bize yaklaşıyor” diye haber vermişti.

ba

136

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbi Sonlarında

137

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin Temelini Attığı Dârü’l-Fünun’un Yeri

Bediüzzaman Hazretlerinin Van’daki Hayatına Ait Çoravanis 
Köyündeki Medresenin Yanından Erek Dağının Görünüşü

138

Bediüzzaman Said Nursî’nin Gönüllü Alay Kumandanı olarak vatan ve millete fedakârane hizmetleri:

Bediüzzaman Kafkas Cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van’a çekildi. Van’ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van Kal’asında [kale] şehid oluncaya kadar müdafaaya kat’î karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Beyin ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van’dan kaçan ahalinin mal ve çoluk çocuklarının düşman eline geçmemesi için, otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ, hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor; gûya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp ilerletmiyordu. Böylelikle, Vastan’ın Rus istilâsından kurtulmasına sebep olmuştur.

O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] ile İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] namındaki tefsirini telif [kaleme alma] ediyordu. Bazan avcı hattında, [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman, kendisi söylüyor, Molla Habib [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] de yazıyordu. İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] büyük bir kısmı bu vaziyette telif [kaleme alma] edilmiştir. Haşiye [dipnot]

139

Bu harika tefsirin başındaki “İfade-i Meram”ı tefsir hakkında bir derece malûmat vermesi itibarıyla aynen dercediyoruz. [yerleştirme]

ba

140

 İfade-i Meram

Kur’ân-ı Azîmüşşan, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve fertlerine hitaben Arş-ı Âlâdan [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yüce yer] irad [sunma, söyleme] edilen İlâhî [Allah tarafından olan] ve şümul[kapsam] bir nutuk ve umumî, Rabbanî [her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’a ait] bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan, bilhassa bu zamanda, dünya maddiyatına ait pek çok fenleri ve ilimleri camidir. [cansız] Bu itibarla, zamanca, mekânca, ihtisasca dâire-i ihata[kapsam alanı, dairesi] pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın [gerçek anlamıyla] Kur’ân-ı Azîmüşşana [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] tefsir olamaz… Çünkü, Kur’ân’ın hitabına muhatap olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine, maddiyatına, cami bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir fert, vâkıf [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] ve sahib-i ihtisas [uzmanlık sahibi] olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Maahaza [bununla birlikte] bir ferdin mesleği ve meşrebi [hareket tarzı, metod] taassuptan [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] hâli [boş] olamaz ki, hakaik-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] görsün, bîtarafane [tarafsızca] beyan etsin. Maahaza [bununla birlikte] bir ferdin fehminden çıkan bir dâvâ, kendisine has olup, başkası o dâvânın kabulüne dâvet edilemez—meğer ki bir nevi icmaın tasdikine mazhar [erişme, nail olma] ola.

Binaenaleyh, Kur’ân’ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin [güzellikler] ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecellî eden hakikatlerinin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkıkîn[gerçeği bulup araştıran İslam âlimleri] ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyla, tahkikatıyla [araştırma, inceleme] bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim, kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, [düzenli olma, intizamlı] bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat [dikkat içeren bakış] ve tetkikatından geçmesi lâzımdır ki,

141

umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniyye husule [meydana gelme] gelsin ve icma-ı millet, [milletin görüş birliğine varması] hücceti [delil] elde edebilsin.

Evet, Kur’ân-ı Azîmüşşanın [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] müfessiri, [açıklayan, yorumlayan] yüksek bir deha sahibi ve nâfiz [derinlere işleyen; etkili] bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi [mükemmel velilik; kulluk noktasında mânevî mertebeleri aşarak Allah’ın yakınlığını ve dostluğunu elde etme mükemmelliği] haiz bir zât olmalıdır. Bilhassa bu zamanda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle [dayanışma] telâhuk-u efkârından [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ve ruhlarının tenasübüyle [uygunluk] birbirine yardım etmekten ve hürriyet-i fikirle [düşünce özgürlüğü] taassuptan [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] âzâde olmakla tam ihlâslarından doğan dâhi bir şahs-ı mânevîde [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bulunur ve o şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] Kur’ân’ı tefsir edebilir.

Çünkü “Cüzde bulunmayan, küllde bulunur” kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur. Böyle bir heyetin zuhurunu çoktan beri bekliyorken, hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] kabilinden [gibisinden, türünden] memleketi yıkıp yakacak büyük bir zelzelenin arefesinde bulunduğumuz zihne geldi.Haşiye [dipnot]

“Birşey tamamıyla elde edilemediği takdirde tamamıyla terketmek caiz değildir” kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber, Kur’ân’ın bazı hakikatleriyle, nazmındaki [diziliş, tertip] i’câzına [mu’cize oluş] dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat, Birinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] patlamasıyla Erzurum’un, Pasinler’in dağlarına ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime  

142

gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım, yalnız sünuhat[Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] eğer tefsirlere muvafık ise, nurun alâ nur; [nur üstüne nur] şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir.

Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlâs ile, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline [başka bir şeyle değiştirme] (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdili [başka bir şeyle değiştirme] gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü, hakikat-i ihlâs [ihlâs gerçeği] ile baktım tashih yerini bulamadım. Demek, sünuhat[Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] Kur’âniye olduğundan i’caz[mu’cize oluş] Kur’ânî onu yanlışlardan himaye etmiş.

Maahâzâ, [bununla beraber] kaleme aldığım şu İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] adlı eserimi, hakikî bir tefsir niyetiyle yapmadım. Ancak ulema-i İslâmdaki [İslâm âlimleri] ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] takdirlerine mazhar [erişme, nail olma] olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me’haz [kaynak] olmak üzere, o zamanların insanlarına bir yadigâr maksadıyla yaptım.

ba

143

O muharebede, yirmi talebe kadar kıymettar ve İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirinin kâtibi olan Molla Habib, [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] İran Cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan’da şehid düşer.

O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu. Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere “Bunlara ilişmeyiniz” diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hadise üzerine, Ruslar bizi istilâ ettiklerinde, fedâi komitelerin reisleri Müslüman çoluk çocuğunu kesmek âdetini bırakıp, “Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz” diye ahdettiler. [söz, vaad] Molla Said, bu suretle o havalideki binlerle mâsumların felâketten kurtulmasını temin etmiş oldu.

Bir müddet sonra, Ruslar Van ve Muş tarafını istilâ edip, üç fırka ile Bitlis’e hücum ettiği sırada, Bitlis Valisi Memduh Bey ile Kel Ali, Bediüzzaman’a,

“Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; biz geri çekilmeye mecburuz” dediler.

Bediüzzaman onlara,

“Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve hem de Bitlis halkının malları, çoluk ve çocukları düşman eline düşecek. Biz mahvoluncaya kadar dört-beş gün mukavemete mecburuz,” demesi üzerine, onlar,

“Muş’un sukut [alçalış, düşüş] etmesi dolayısıyla otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllerinle ele geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla mukabele [karşılama; karşılık verme] ederiz ve ahali de kurtulur” dediler.

Bediüzzaman, “Öyle ise ben, ya ölürüm veya o topları getiririm” diyerek üç yüz gönüllünün başına geçti. Geceleyin, Nurşin tarafına, topların getirildiği cihete gitti. Topları takip eden bir alay Rus Kazağına, kendi muhbirleri “Bitlis’i müdafaa eden gönüllü kumandanı üç bin adamla ve dağdaki meşhur Musa Bey bin kişiyle topları kurtarmaya geliyorlar” diyerek pek ziyade mübalâğa ile ihbar etmeleri üzerine, Kazak kumandanı korkmuş, ilerleyememişti. Bediüzzaman da,

144

beraberindeki üç yüz gönüllüyü rastgeldikleri toplara birer ikişer taksim edip Bitlis’e gönderir; kendisi ise ilerleyerek topları birer birer kurtarıp, en son topu da üç arkadaşıyla birlikte ele geçirir. Bu şekilde, otuz topun Bitlis’e gelmesini temin eder. O toplarla üç-dört gün asker ve gönüllüler düşmana mukabele [karşılama; karşılık verme] edip, bütün ahali ve cihazat ve mallar kurtulur.

Bediüzzaman, o harpte gönüllülere cesaret vermek için sipere girmeyerek avcı hattında [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] dolaşırdı. Avcı hattında [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına gelir ve ruhuna ilişir ki: “Şu anda şehid olsam, bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan şu halim, sakın mertebe-i şehadetin bir esası olan ihlâsıma zarar vermesin, bir hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] mânâsı olmasın” diyerek, birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir.Haşiye [dipnot]

Avcı hattında [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] dolaşırken, vücuduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten Vali Memduh Bey ve kumandan Kel Ali, “Aman geri çekilsin!” diye haber gönderdikleri zaman, demiş:

145

“Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek!”

Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği halde, biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir.

Geceleyin vali ve kumandan Kel Ali ve ahali kurtulduktan, gönüllüler ve askerler çekildikten sonra, bir kısım fedakâr talebeleriyle Bitlis’te bakiye kalan bir kısım biçareler için kendilerini feda etmek fikriyle kaçmazlar. Sabahleyin düşmanın bir taburuyla müsademe [çarpışma] ederler; arkadaşlarının çoğu şehid olur. Hattâ yeğeni ve fedakâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehid düştükten sonra, düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acip bir surette, su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem ayağı kırık bir halde, otuz üç saat su ve çamur içinde kalır. Tüfek ellerinde, o vaziyet-i müthişe içinde, üst kattaki odada düşman askeri ve zabitleri [subay] bulunduğu halde, kemal-i istirahat-i kalble ve ahalinin kurtulmasının sevinciyle sürur [mutluluk] içinde, beraberindeki arkadaşlarına tesellî vererek der:

“Karşımıza ne vakit çoklukla düşman askerleri gelirse, o vakit silâhlarımızı kullanacağız. Kendimizi ucuza satmayacağız, bir iki düşmana kurşun atmayacağız.”

Lâtif [berrak, şirin, hoş] bir inayet-i İlâhiyedir [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ki, otuz üç saat onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar da onları aradıkları halde bulamadılar. Bu esnada Bediüzzaman, talebeleri olan gönüllü fedâilere hitaben,

“Arkadaşlar! Durmayınız. Sizlere hakkımı helâl ettim; beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışınız” demesi üzerine, fedakâr ve kahraman talebeler,

“Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz. Şehid olursak, yine hizmetinizde olsun” deyip kalırlar. Sonra Ruslar esir edip, Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevk ederler.

Ermeni fedaileri meşhurdur. Hattâ öyle rivayet ederler ki, “Fedailerin yüzleri, kızarmış kömür üstüne tutulup gözleri patlama derecesine gelse dahi yine sır vermezler.” İşte Ruslar o zaman diyorlardı ki: “Bediüzzaman’ın gönüllüleri, Ermeni fedailerinin fevkindedir. [üstünde] Bunun içindir ki, bizim Kazaklarımızı imhada fazla muvaffak olmuşlardır.”

Bediüzzaman’ı üserâ kampına götürürler. Burada şu şekilde şayan-ı takdir bir hadise cereyan eder. Şöyle ki:

146

Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla der:

“Beni herhalde tanımadılar?”

Bediüzzaman:

“Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.”

Kumandan:

“Şu hâlde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar!”

Bediüzzaman:

“Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem” der.

Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit [subay] arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

Fakat Bediüzzaman:

“Bunların idam [hiçlik, yokluk] kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir” deyip kemal-i izzet ve şecaatle [yiğitlik, cesaret] hiç ehemmiyet vermez.

Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini [dini görev] îfadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman’dan özür dileyip:

“O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica [ümit] ederim, beni affediniz” diyerek verilen idam [hiçlik, yokluk] hükmünü geri alır.

ba

147

Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır. Bütün hayatını, fîsebilillâh Kur’ân’a, İslâmiyete, Sünnet-i Seniyenin ihyasına [diriltme] hasr ve vakfeden bu fedakâr-ı İslâm, buralarda da kat’iyen [kesinlikle] boş durmaz. İçerisinde bulunduğu muhiti tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] için çalışır. Bu müddet içinde kendisiyle beraber esarette bulunan zabitlere [subay] dersler veriyordu. Birgün, doksan zabit [subay] arkadaşına ders verdiği sırada, bir Rus kumandanı gelir, “Siyasî ders veriyor” diye dersine mâni olursa da, faaliyetinin dinî, ilmî, içtimaî [sosyal, toplumsal] olduğunu öğrenince serbest bıraktırır.

Nihayet esaretten firar ile kurtulup Petersburg ve Varşova’ya gelmeye muvaffak olur. Bilâhare, Viyana tarikiyle 1334 senesinde İstanbul’a teşrif [şeref verme] eder.

Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] gönüllü alay kumandanı olan Bediüzzaman Said Nursî, bu esaret hayatını bir eserindeHaşiye şöyle anlatıyor:

ba

148

Bediüzzaman’ın Rusya Esaretinden Firar Edip Almanya Yolu İle Sofya’ya 
geldiği zaman, Sofya Ateşemiliterliği Tarafından Verilen Pasaporttudur

149

Bediüzzaman’ın Rusya Esaretinden Dönüşte Aldığı “Vatana Avdet“
Belgesinin [geri dönme] Arka Yüzü

150

Yirmi Altıncı Lem’anın [parıltı] dokuzuncu ricasından [ümit] bir kısım

Harb-i Umumîde, [Birinci Dünya Savaşı] esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, [kuzeydoğu] çok uzak olan Kosturma vilâyetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur Volga Nehrinin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler [subay] içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim. Dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni Volga Nehrinin kenarındaki küçük camie aldılar.

Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahara yakın. O şimal [kuzey] kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehrinin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli [acıklı] şıpıltıları ve rüzgârın firkatli [ayrılık] esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten [geçici] uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] gören ihtiyardır. Güya يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شِيبًا 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olarak, öyle günlerdir ki, çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı, uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan bir meyusiyet [ümitsizlik] geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi.

O hâlette [durum] iken, Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] imdat geldi. Dilim

حَسْبُنَا اللهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ 2 dedi. Kalbim de ağlayarak dedi:

Garibem, bîkesem, [kimsesizim] zaifem, nâtuvanem, el’amân gûyem, afvü cûyem, meded hâhem zidergâhet [senin dergâhından, yüce katından] İlâhî! [Allah tarafından olan]

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül [hayal etme] ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip,

yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem [an, vakit] uçup,

çağırırım dost, dost!

diye dostları arıyordu.

151

Her neyse… O hüzünlü, rikkatli, [acıklı] firkatli, [ayrılık] uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde [Cenâb-ı Allah’ın rahmet kapısı] zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczime binaen gelen inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile harika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât [kolaylık] ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim.

Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki [cansız] mezkûr [adı geçen] gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki, bakıye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] karışmak artık yeter. Madem sonunda kabre yalnız gideceğim; yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim.

Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] İstanbul’daki ciddî ve çok ahbap ve İstanbul’un şâşaalı hayat-ı dünyeviyesi, [dünya hayatı] hususan haddimden çok fazla bana teveccüh [ilgi] eden şan u şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten [geçici] bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlık idi. Ve İstanbul’un beyaz, şâşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazıydı ki, ileriyi göremedi, yine yattı. Tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylânî, Fütuhu’l-Gayb [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.

ba

İstanbul’u tekrar şereflendirmesi, ehl-i ilmi [ilim ehli, âlimler] ve halkı çok fazla memnun ve mesrur [mutlu] etti. Kendisine haber verilmeden, Meşihat [din işleri dairesi] dairesindeki “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] azalığına tâyin olundu. Dârü’l-Hikmet, [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] o zaman, Mehmed Akif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi gibi İslâm âlimlerinden mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir İslâm akademisi mahiyetinde idi.

Çok zeki, kahraman ve gayyur [çok gayretli] bir âlim olan veled-i mânevîsi [mânevî evlat] ve biraderzadesi [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatıyor:

152

“1334 senesinde esaretten geldikten sonra, amcam rızası olmadan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âza tâyin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan, bir müddet mezunen vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teşebbüsünde bulundu, fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Dârü’l-Hikmete [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] devama başladı. Haline dikkat ediyordum ki, zaruretten fazla kendine masraf yapmıyordu. ‘Maişetçe neden bu kadar muktesit [iktisatlı, tutumlu] yaşıyorsun?’ diyenlere cevaben:

“Ben sevâd-ı âzama [insanların çoğunluğu] tâbi olmak isterim. Sevâd-ı âzam [insanların çoğunluğu] ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i [azınlık] müsrifeye tâbi olmak istemem’ demişlerdir.

Dârü’l-Hikmet‘ten [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] aldığı maaştan miktar-ı zarureti ayırdıktan sonra, mütebakisini [geri kalan kısım] bana vererek, ‘Hıfzet!’ derdi. Ben de, bir sene zarfındaki fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine; hem malı istihkar [küçümseme] etmesine itimaden, haberi olmadan tamamen sarf ettim. Sonra bana dedi ki: ‘Bu para bize helâl değildi, millet malı idi, niçin sarf ettin? Madem ki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasbettim!”

“Bir müddet aradan geçti. Hakaikten [doğru gerçekler] on iki telifatını [kaleme alma] tab’ [baskı basma] ettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o telifatların [kaleme alma] tabına verdi. Yalnız bir iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini etrafa meccanen dağıttı. Niçin sattırmadığını sual ettim. Dedi ki:

“Maaştan bana kut-u lâyemut caizdir, fazlası millet malıdır. Bu sûretle millete iade ediyorum.”

Dârü’l-Hikmet‘teki [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] hizmeti, hep böyle şahsî teşebbüsü ile idi. Çünkü, orada müştereken iş görmek için bazı mâniler görüyordu. Onu tanıyanlar biliyorlar ki, Bediüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] demir gibi dayandı. Ecnebi tesiratı, Dârü’l-Hikmet‘i [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] kendine âlet edemedi. Yanlış fetvalara karşı pervasızca [korku] mücadele etti. İslâmiyete muzır [zararlı] bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.

ba

153

 Esaretten avdetinden [geri dönme] sonraki İstanbul hayatına dair kaleme aldığı bir parçadır

(Yirmi Altıncı Lem’adan [parıltı] Onuncu Rica) [ümit]

Bir zaman, esaretten geldikten sonra, İstanbul’da bir iki sene yine gaflet galebe [üstün gelme] etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfâka dağıtmışken, birgün İstanbul’un Eyüp Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki âfâka baktım. Birden, bakıyorum, benim hususî dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir hâlet-i hayaliye [hayalî hâl] bana geldi. Dedim “Acaba bu kabristanın mezar taşlarındaki yazılar mıdır ki, bana böyle hayal veriyor?” diye nazarımı çektim. Uzağa değil, o kabristana baktım. Kalbime ihtar edildi ki:

“Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul, içinde vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîrin [sonsuz kuvvet ve kudret sahibi ve her şeyi hikmetle yaratan Allah] hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın; sen de gideceksin.”

Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüp Camiinin mahfelindeki [kapalı bölme, oda] küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul’da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, birgün de İstanbul’dan çıkacağım, diğer birgün de dünyadan çıkacağım.

İşte bu hâlette, [durum] gayet rikkatli [acıklı] ve firkatli, [ayrılık] elemli bir hüzün ve gam, kalbime, başıma çöktü. Çünkü ben yalnız bir-iki dostu kaybetmiyorum. İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan mufarakat [ayrılık] gibi, çok sevdiğim İstanbul’dan da ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan iftirak [ayrılık] gibi, çok sevdiğim ve müptelâ [bağımlı] olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım diye düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Ara sıra sinemaya ibret için gittiğimden, bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada, sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana [şimdiki zaman] getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi, aynen ben de, o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı, sinemada,

154

gezer gibi görülüyor; ileride kat’iyen [kesinlikle] bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör. Onlar da cenazelerdir, geziyorlar.

Birden, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nuruyla ve Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî (k.s.) Hazretlerinin irşadıyla, [doğru yol gösterme] o hazîn hâlet, [durum] sürurlu [mutluluk] ve neş’eli bir vaziyete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etti. Şöyle ki:

O hazîn hale karşı Kur’ân’dan gelen nur böyle ihtar etti ki: Senin, şimal-i [kuzey] şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit [subay] dostun vardı. Bu dostların herhalde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana birisi deseydi, “Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?” Elbette, zerre miktar aklın varsa, İstanbul’a ferah ve sürurla [mutluluk] gitmesini kabul edecektin. Çünkü bin birden, dokuz yüz doksan dokuz ahbabın İstanbul’dadırlar. Burada bir iki tane kalmış; onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek hazîn bir firak, [ayrılık] elîm bir iftirak [ayrılık] değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık, uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtınalı kışlarından kurtuldun. Bu güzel, dünya cenneti gibi İstanbul’a geldin.

Aynen öyle de, senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksan dokuzu, sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var; onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak [ayrılık] değil, visaldir, [kavuşma] o ahbaplara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervâh-ı bâkiye, [kalıcı ve devamlı ruhlar] eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp, bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.

Evet, bu hakikati Kur’ân ve iman o derece kat’î bir surette ispat etmiştir ki, bütün bütün kalbsiz, ruhsuz olmazsa veyahut dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kalbini boğmamış ise, görüyor gibi inanmak gerektir. Çünkü bu dünyayı hadsiz envâ-ı lütuf ve ihsanatıyla [bağış] böyle tezyin [süsleme] edip mükrimâne [ikramlarda bulunarak] ve şefîkane [şefaat eden] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz’î [ferdî, küçük] şeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni-i Kerîm [sonsuz cömertlik ve kerem sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah] ve Rahîm, masnua[san’at eseri] içinde en mükemmel ve en câmi, en ehemmiyetli ve en çok

155

sevdiği masnuu [san’at eseri] olan insanı, elbette ve bilbedahe, [açıkça] sureten [görünüş itibarıyla] göründüğü gibi böyle merhametsiz, âkıbetsiz idam [hiçlik, yokluk] etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin toprağa serptiği tohumlar gibi, başka bir hayatta sümbül vermek için, Hâlık-ı Rahîm [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] o sevdiği masnuunu, bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten [geçici] atar.Haşiye [dipnot]

İşte bu ihtar-ı Kur’ânîyi [Kur’ân’ın ihtarı, hatırlatması] aldıktan sonra, o kabristan, İstanbul’dan ziyade bana ünsiyetli [cana yakın, dost] oldu. Halvet [yalnızlık, tek başına kalma] ve uzlet, [yalnızlığa çekilmek] bana sohbet ve muaşeretten [birlikte yaşayıp iyi geçinmek] daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyer’de, bir halvethane [yalnızca ibadet etmek ve çile doldurmak için kapanılan oda] kendime buldum. Gavs-ı Âzam (r.a.) Fütuhu’l-Gayb‘ıyla [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] bana bir üstad ve tabip ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) Mektubat’ıyla bir enîs, [cana yakın, dost] bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit, ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvâkından [zevkler, lezzetler] çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum, Allah’a şükrettim.

ON BİRİNCİ RİCA

Esaretten geldikten sonra, İstanbul’da Çamlıca tepesinde bir köşkte, merhum biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman (r.aleyh) ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] cihetinde bizim gibilere en mes’ûdâne [mutlu bir şekilde] bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum; Dârü’l-Hikmette, [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] meslek-i ilmiyeme [ilim mesleği] münasip, en âli [yüce] bir tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet [başarı] vardı. Bana teveccüh [ilgi] eden haysiyet ve

156

şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum. Hem herşeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman gibi gayet zekî, fedakâr, hem talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlâd-ı mâneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mes’ut bilirken, âyineye baktım, saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm.

Birden, esarette, Kosturma’daki camideki [cansız] intibah-ı ruhî [ruhî uyanış] yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut [bağlı] olduğum ve medar-ı saadet-i [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] dünyeviye zannettiğim hâlâtı, [durumlar, haller] esbabı tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse, baktım ki, çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda, en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden [dünya hayatı] bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki, hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıpta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar? Yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?”

Her neyse… Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah [uyanış] cihetinde, en evvel, alâkadar olduğum fâni şeylerin fâniliğini gördüm. Kendime de baktım, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, bekà isteyen ve bekà tevehhümüyle [kuruntu] fânilere müptelâ [bağımlı] olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: “Madem cismen fâniyim; bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim; bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâkî-i Sermedî, [varlığı kalıcı ve sürekli olan Allah] bir Kadîr-i Ezelî [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] lâzım” diyerek taharrîye [araştırma] başladım.

O vakit, herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica [ümit] aramaya başladım. Maatteessüf, [ne yazık ki] o vakte kadar ulûm-u felsefeyi ulûm-u İslâmiye [İslâm ilimleri] ile beraber havsalama [anlama gücü] doldurup, o ulûm-u felsefeyi, pek yanlış olarak, maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki, o felsefî meseleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyât-ı mâneviyemde [manevî ilerlemeler] engel olmuştu. Birden, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kın rahmet ve keremiyle, [cömertlik] Kur’ân-ı Hakîmdeki [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]  

157

hikmet-i kudsiye [mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet] imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi, o felsefî meselelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.

Ezcümle, fünun-u hikmetten [felsefeye dayalı bilimler] gelen zulümat-ı ruhiye, [ruhla oluşan mânevî karanlıklar] ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ, Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] gelen Lâ ilâhe illâ Hû cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak, bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i felsefeden [felsefe ile uğraşanlar] aldıkları derse istinad ederek akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münâzarât-ı nefsiye, [nefisle yapılan tartışma] lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok risalelerde kısmen o münazaralar yazılmış. Onlara iktifâ [yetinme] edip, burada yalnız binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi [kalple kazanılan mânevî zafer] göstermek için, binler burhandan [delil] birtek burhan [delil] beyan edeceğim. Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye [Batı felsefesi] veya fünun-u medeniye [modern ilimler] namı altındaki kısmen dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kısmen mâlâyâniyat [anlamsız, faydasız] meseleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın; tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. Şöyle ki:

Ulûm-u felsefiyenin [felsefî ilimler] vekâleti namına nefsim dedi ki: “Bu kâinattaki esbabın tabiatıyla bu mevcudata [var edilenler, varlıklar] müdahaleleri var. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı [tohum] topraktan istemeli. En cüz’î, [ferdî, küçük] en küçük birşeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?”

O vakit, nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ile, sırr-ı tevhid, [Allah’ın birlik sırrı] şu gelecek surette inkişaf [açığa çıkma] etti. Kalbim, o mütefelsif [felsefe ile uğraşmış olan, filozoflaşmış] nefsime dedi:

En cüz’î [ferdî, küçük] ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab [sebebler] ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, [varlıklar] bazan san’at ve hilkat [yaratılış] cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan

158

san’atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyle ise, büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütünü esbab-ı maddiyeye [maddî sebepler] taksim edilecek, veyahut bütünü birden birtek zâta verilecektir. Birinci şık muhal [bâtıl, boş söz] olduğu gibi, bu şık vâciptir, zarurîdir. Çünkü birtek zâta, yani, bir Kadîr-i Ezelîye [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] verilse, madem bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] intizamat [düzenler, dengeler] ve hikmetleriyle vücudu kat’î tahakkuk [gerçekleşme] eden ilmi herşeyi ihata [herşeyi kuşatma] ediyor. Ve madem ilminde herşeyin miktarı taayyün [belirleme] ediyor. Ve madem, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle, [kolaylıkla] nihayetsiz san’atlı masnular vücuda geliyor. Ve madem o Kadîr-i Alîmin, [herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten Allah] bir kibrit çakar gibi, emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ile, hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli delillerle çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lem’anın [parıltı] âhirinde ispat edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var. Elbette, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görülen harikulâde suhulet [kolaylık] ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] ve azamet-i kudretten [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] geliyor.

Meselâ, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de, o Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] ilm-i muhitinde, [her şeyi kuşatan ilim] herşeyin suret-i mahsusası, bir miktar-ı muayyen [belirlenmiş miktar] ile taayyün [belirleme] ediyor. O Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz [derinlere işleyen; etkili] iradesiyle, o yazıya sürülen ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] gibi, gayet kolay ve suhuletle, [kolaylıkla] kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî [dış dünya, görünen varlık âlemi] verir, göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.

Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelîye [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] ve Alîm-i Külli Şeye [herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan Allah] verilmezse, o

159

vakit sinek gibi en küçük birşeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususî bir mizanla [ölçü] toplamak lâzım gelmekle beraber; o küçücük sineğin vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini [yaratılış sırrı] ve kemâl-i san’atını [eksiksiz ve mükemmel san’at] bütün dekaikiyle [incelikler] bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye [doğal sebepler] ile esbab-ı maddiye, [maddî sebepler] bilbedahe [açıkça] ve umum ehl-i aklın [akıl sahipleri] ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyleyse, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak; hangi zîhayat [canlı] olursa olsun, ekser anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve envâından [tür] nümuneler, içinde vardır. Adeta kâinatın bir hülâsası, [esas, öz] bir çekirdeği hükmündedir. Elbette, o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı [canlı] bütün rû-yi zeminden [yeryüzü] ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan [ölçü] ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye [doğal sebepler] cahildir, câmiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre mânevî kalıba gelen zerrâtı [atomlar] eritip döksün, tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde birtek şekil ve miktarda, sel gibi akan anâsırın [kâinattaki unsurlar, elementler] zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata [canlı] muntazam bir vücut vermek, ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.

Evet, bu hakikate binaen,

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ

bu âyet-i azîmenin [büyük ve yüce âyet] sırrıyla,Haşiye bütün esbab-ı maddiye [maddî sebepler] toplansa, onların ihtiyarları da olsa, birtek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla [özel ölçü] toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun miktar-ı muayyenesinde [belirlenmiş miktar] durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan  

160

zerrâtı, [atomlar] muntazaman çalıştıramazlar. Öyleyse, bilbedahe, [açıkça] esbab [sebebler] bu eşyaya sahip çıkamazlar. Demek Sahib-i Hakikîleri başkadır.

Evet, öyle bir Sahib-i Hakikîleri var ki, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 âyetinin sırrıyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, [canlı] bir sineğin ihyâ[diriltme, hayat verme] kadar kolay yapar. Bir baharı, birtek çiçek kolaylığında icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç değil. Emr-i كُنْ فَيَكُونُ 2 ‘a mâlik olduğundan; ve her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka hadsiz sıfât ve ahvâl [haller] ve eşkâllerini hiçten icad ettiğinden; ve ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve programı taayyün [belirleme] ettiğinden; ve bütün zerrat [atomlar] Onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi herşeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini şaşırmaz. Seyyârat [gezegenler] mutî [emre uyan] bir ordusu olduğu gibi, zerrat [atomlar] dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer. Madem o kudret-i ezeliyeye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] düsturlarıyla [kâide, kural] çalışıyorlar; elbette o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisap [bağlanma] kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrut’u gebertir. Karınca, Firavunun sarayını harap eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor. Bu hakikati çok risalelerde ispat ettiğimiz gibi, nasıl ki bir nefer, [asker] askerlik vesikasıyla [belge] padişaha intisap [bağlanma] noktasında, yüz bin defa kendi kuvvetinden fazla, bir şahı esir etmek gibi eserlere mazhar [erişme, nail olma] olur. Öyle de, herşey, o kudret-i ezeliyeye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] intisabıyla, [bağlanma, mensup olma] yüz bin defa esbab-ı tabiiyenin [doğal sebepler] fevkinde [üstünde] mu’cizât-ı san’ata [san’at mu’cizeleri] mazhar [erişme, nail olma] olabilir.

161

Elhasıl, [kısaca, özetle] herşeyin nihayet derecede hem san’atlı, hem suhuletli [kolay] vücudu gösteriyor ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] eseridir. Yoksa, yüz bin muhal [bâtıl, boş söz] içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp imtinâ dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp mümteni [imkansız] mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal [bâtıl, boş söz] olacaktır.

İşte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zâhir bir burhanla, [delil] şeytanın muvakkat [geçici] bir şakirdi [talebe, öğrenci] ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i felsefenin [felsefe ile uğraşanlar] bir vekili olan nefsim sustu. Ve, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] tam imana geldi. Ve dedi ki:

Evet, bana öyle bir Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ve Rab lâzım ki, en küçük hâtırât-ı kalbimi [kalbden geçen şeyler, kalbin hâtıraları] ve en hafî [gizli] niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu [ruhun ihtiyacı] yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edecek ve bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak; hem sineği halk ettiği gibi semâvâtı da icad edecek; hem güneşi semânın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete mâlik olsun. Yoksa, sineği halk edemeyen, hâtırât-ı kalbime [kalbden geçen şeyler, kalbin hâtıraları] müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu [ruhun yalvarıp yakarması] işitemez. Semâvâtı halk etmeyen, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bana veremez. Öyleyse, benim Rabbim Odur ki, hem hâtırât-ı kalbimi [kalbden geçen şeyler, kalbin hâtıraları] ıslah eder, hem cevv-i hava[gökyüzü, atmosfer] bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı âhirete tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar, “Haydi, gir” der.

İşte, ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz felsefî ve ecnebî fünununa [fenler, bilimler] sarf eden ihtiyar kardeşlerim! Kur’ân’ın lisanındaki mütemadiyen Lâ ilâhe illâ Hû ferman-ı kudsiyesinden [kutsal bir makamdan gelen buyruk] ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatli ve hiçbir cihette sarsılmaz ve zedelenmez ve tagayyür [başkalaşım, değişme] etmez bir rükn-ü imanîyi [imanın şartı, esası] anlayınız ki, nasıl bütün mânevî zulümatı dağıtır ve mânevî yaraları tedavi eder!

162

 İstanbul’da Dârü’l-Hikmet‘te [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] bulunduğu zaman, Sünûhat risalesinde yazdığı gayet acip bir vâkıa-i ruhaniye:

Rüyada Bir Hitabe

1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeisle, [ümitsizlik] şiddetle muztarip [çaresiz] idim. Şu kesif [katı] zulmet [karanlık] içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada [uyanıklık hali] bulamadım. Hakikaten yakaza [uyanıklık hali] olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm. Tafsilâtı [ayrıntılar] terk ile, bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

Bir Cuma gecesinde nevm [uyku] ile âlem-i misale [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] girdim. Biri geldi, dedi:

“Mukadderat-ı İslâm için teşekkül [kendi kendine oluşma] eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”

Gittim, gördüm ki, münevver, [aydın] emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden [ilk devir İslâm büyükleri] ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki:

“Ey felâket, helâket [mahvolma] asrının adamı, senin de reyin [fikir, düşünce] var. Fikrini beyan et.”

Ayakta durup dedim:

“Sorun, cevap vereyim.”

Biri dedi: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?”

Dedim: “Musibet şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı [Müslümanların tamamının değil, fakat bir kısmının mutlaka yapması farz olan cihad] deruhte [üstüne almak] ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma [İslâm âlemi] fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin [İslâm devleti]

163

felâketi, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira, şu musibet, maye-i hayatımız [hayat için gerekli olan] ve âb-ı hayatımız [hayat suyu] olan uhuvvet-i İslâmiyenin [İslâm kardeşliği] inkişaf [açığa çıkma] ve ihtizazını [deprenme, titreşim, lerze] hârikulâde tacil etti. Biz incinirken âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten [ölüm] sonra meydanda dirilenler var. Biz mağlûbiyetle bir saadet-i âcile-i [peşin mutluluk] عَاجِلَه muvakkate kaybettik. Fakat bir saadeti âcile-i اٰجِلَه müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î [ferdî, küçük] ve mütehavvil [değişken] ve mahdut [sınırlanmış] olan hâli, [boş] geniş istikbal ile mübadele [değiş tokuş] eden kazanır.”

Birden meclis tarafından denildi: “İzah et.”

Dedim: “Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer [insan grupları] muharebesine terk-i mevki [yerini terk etme] ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye, belki daha şedîdâne kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimâne, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münâfi, [aykırı] hem ehl-i imânın ekseriyet-i mutlakasının [büyük çoğunluk] menfaatine mübayin, [farklı, aykırı] hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. [aday] Eğer ona yapışsaydık, âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürecek idik. Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta [İslâm’a göre, şeriatın gözünde] merdud ve seyyiatı [günahlar] hasenatına galebe [üstün gelme] ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] mütemerrid, [inatçı] gaddar, mânen vahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte [üstüne almak] edecektik.”

164

Meclisten biri dedi: “Neden şeriat şu medeniyetiHaşiye reddeder?”

Dedim: “Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] etmiştir. Nokta-i istinadı [dayanak noktası] kuvvettir. O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tecavüzdür. Hedef-i kastı [kastedilen hedef] menfaattır. O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tezahumdur. [biraraya toplanıp, sıkışma; birbiriyle uyuşmayıp çatışma, mücadele etme] Hayatta düsturu, [kâide, kural] cidaldir. [mücadele] O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tenazudur. Kitleler mabeynindeki [ara] rabıtası, [bağ] âheri yutmakla beslenen unsuriyet [ırkçılık] ve menfî milliyettir. [ırkçılık] O ise, şe’ni [belirleyici özellik] böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve hevesi teşcî [cesaretlendirme] ve arzularını tatmin ve metalibini [istenen şeyler, istekler, arzular] teshildir. [kolaylaştırma] O heva ise, şe’ni [belirleyici özellik] insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i [aşağı derece] kelbiyete [köpek] indirmektir. İnsanın mesh-i mânevîsine [manevi yönünün silinmesi] sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, [domuz] maymun postu görülecek gibi hayale gelir.

“İşte, onun için bu medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış; onunu mümevveh [sahte; görünüşte doğru gibi olup, gerçekte yanlış olan] (hayalî) saadete çıkarmış; diğer on’unu da, beyne beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal [en az] ekseriyetin saadetini tazammun [içerme, içine alma] eden bir medeniyeti kabul eder.

“Hem serbest hevânın tahakkümüyle, [baskı] havâic-i [hoppa, uçarı] gayr-ı zaruriye havâic-i [hoppa, uçarı] zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet

165

yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, [çalışma] masrafa kâfi [yeterli] gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad [bozma] etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlâksız etmiştir. Kurun-u ûlânın mecmu [bir şeyin bütünü, tamamı] vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!

Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] şu medeniyete karşı istinkâfı [çekimser kalma, uzak durma] ve soğuk davranması ve kabulde ıztırabı câ-yı dikkattir. [dikkat çekici] Zira istiğna [ihtiyaç duymama] ve istiklâliyet [bağımsızlık] hassasıyla mümtaz [seçkin] olan şeriattaki İlâhî [Allah tarafından olan] hidayet, Roma felsefesinin dehâsıyla aşılanmaz, imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] etmez, bel’ olunmaz, tâbi olmaz.

“Bir asıldan tev’em (ikiz) olarak neşet eden [doğan, kaynaklanan] eski Roma ve Yunan iki dehâları, su ve yağ gibi mürur-u a’sâr [asırların geçmesi] (asırlar) ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklâllerini muhafaza, âdetâ tenasuhla [reenkarnasyon] o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac [bileşim, karışım] olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, [doğru ve hak yolu gösterme nuru] o muzlim [karanlık] pis medeniyetin esası olan Roma dehâsıyla hiçbir vakit mezc [karışma, bütünleşme] olunmaz, bel’ olunmaz.”

Dediler: “Şeriat-ı garrâdaki [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] medeniyet nasıldır?”

Dedim: “Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun [içerme, içine alma] ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın [günümüz medeniyeti] inkişâından inkişaf [açığa çıkma] edecektir. Onun menfi esasları yerine, müspet esaslar vaz’ [koyma, yerleştirme] eder.

“İşte nokta-i istinad, [dayanak noktası] kuvvete bedel haktır ki, şe’ni [belirleyici özellik] adalet ve tevazündür. Hedef de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni [belirleyici özellik] muhabbet ve tecazüptür. Cihetü’l-vahdet [birlik yönü] de unsuriyet [ırkçılık] ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni [belirleyici özellik] samimî uhuvvet [kardeşlik] ve müsalemet [barış ve huzur içinde olma] ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür. [müdafaa etme, savunma] Hayatta

166

düsturu, [kâide, kural] cidal [mücadele] yerine düstur-u teavündür [yardımlaşma kanunu] ki, şe’ni [belirleyici özellik] ittihad [birleşme] ve tesanüttür. [dayanışma] Hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] yerine hüdâdır ki, şe’ni [belirleyici özellik] insaniyeten terakkî [ilerleme] ve ruhen tekâmüldür. [ilerleme, mükemmelleşme] Hevâyı tahdit eder; nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline [kolaylaştırma] bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini [yüksek duygular] tatmin eder.

“Demek, biz mağlûbiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa, İslâmdan doksan, belki doksan beştir.

Âlem-i İslâm [İslâm âlemi] şu ikinci cereyana karşı lâkayt [duyarsız] veya muarız [itiraz eden, karşı gelen] kalmakla hem istinatsız, hem bütün emeğini heder, [boş yere, faydasız] hem onun istilâsıyla istihaleye [bir halden başka hale dönüşme] mâruz kalmaktan ise, âkılâne [akıllı] davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hâdim [hizmetçi] kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

“Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan; birincisi dese “Öl,” diğeri diyecek “Diril.” Birinin menfaati zarar, ihtilâf, tedennî, [alçalma, gerileme] zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] uyumamızı istilzam [gerektirme] ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi kuvvetimizi, ittihadımızı [birleşme] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] iktiza [bir şeyin gereği] eder.

“Şark husumeti, İslâm inkişafını [açığa çıkma] boğuyordu; zâil [geçici, yok olucu] oldu ve olmalı. Garp [batı] husumeti, İslâmın ittihadına, [birleşme] uhuvvetin [kardeşlik] inkişafına [açığa çıkma] en müessir sebeptir; bâki kalmalı.”

Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.

Dediler: “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı [değişim, devrim] içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!”

Tekrar biri sordu: “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. [evvel, önce] Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme [büyük ve genel musibet] ekseriyetin hatâsına terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”

167

Dedim: “Mukaddemesi [evvel, önce] üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki [İslâmın esasları] ihmalimizdir: salât, [namaz] savm, [oruç] zekât.

“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık [her şeyi yaratan Allah] Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan [bağış] ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim [birikmiş] zekâtı aldı. El cezâu mincinsi’l-amel…

“Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, [günahkâr] günahkâr bir milletten, humsu [beşte bir] olan dört milyonu velâyet [velilik] derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden [doğan, kaynaklanan] müşterek musibet, mâzi günahını sildi.”

Yine biri dedi: “Bir âmir, hata ile felâkete atmış ise?”

Dedim: “Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdarın hasenatı verilecektir; o ise hiç hükmünde. Veya hazine-i gayp verecektir. Hazine-i gaybda [gayb hazinesi] böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.”

Baktım, meclis istihsan [beğenme, güzel bulma] etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yatakta oturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti.

ba

Bediüzzaman, yanında başka kitaplar bulundurmuyordu.

“Neden başka kitaplara bakmıyorsun?” denildiğinde,” buyururlardı ki:

“Herşeyden zihnimi tecrid ile Kur’ân’dan fehmediyorum.”

Eserlerden nakletse de, bazı mühim gördüğü mesâili, [meseleler] tağyir [değiştirme] etmeden alırdı.

“Niçin aynen böyle tekrar ediyorsun?” diye sorulduğunda,

“Hakikat usandırmaz. Libası [elbise] değiştirmek istemem” buyururdu.

168

Yukarıda bir nebze zikredilmişti ki, Bediüzzaman, hakaik-i Kur’âniyeyeHaşiye [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları]

169

ait on iki telifatını [kaleme alma] tab [basma] ettirmişti. Bu eserlerden üç-dördü Türkçe olup, mütebakisi [geri kalan kısım] Arabîdirler. Bu zamana kadar hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarz-ı beyan [açıklama biçimi] ve ifadeyle hakikatleri ispat ediyorlar.

ba

170

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Barla’ya Dört Beş
Saat Mesafedeki Çam Dağında Bulundukları Zaman Üzerinde 
Tefekkür Ettikleri Çam Ağacı

171

Bediüzzaman Hazretlerinin, Rusya Esaretinden Avdet [geri dönme] Edip
Almanya’ya Uğradığı Zaman, Almanlar Tarafından 1918 Tarihinde
Alınmış Fotoğrafı

172

 Dârü’l-Hikmet’te bulunduğu zamanlarda geçirdiği bir inkılâb-ı ruhîyi, bilâhare neşretiği bir eserinde şöyle beyan ediyor:

Eski Said’in gâfil kafasına müthiş tokatlar indi, اَلْمَوْتُ حَقٌّ 1 kaziyesini [hüküm, önerme] düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halâskâr [kurtarıcı] taharri [araştırma] etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylânî’nin (r.a.) Fütuhu’l-Gayb [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] namındaki kitabıyla tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] etti. Tefe’ülde [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] şu çıktı:

اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِي قَلْبَكَ * 2

Aciptir ki, o vakit ben Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâsı idim. Güya ehl-i İslâmın [Müslümanlar] yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı; sonra hastalara bakabilir.

İşte, Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın. Kendine bir tabip ara.”

Ben dedim: “Sen tabibim ol.” Tuttum, kendimi ona muhatap addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetliydi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye [cerrahî ameliyat] yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum.

Fakat sonra, ameliyat-ı şifakârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini [devamlı yapılan zikir] ve münâcâtını [Allah’a yalvarış, dua] dinledim, çok istifaza [feyizlenme] ettim.

Sonra İmam-ı Rabbânî’nin Mektubatkitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] ederek açtım. Acaiptendir ki, bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde “Bediüzzaman” lâfzı var.3 O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında “Mirza Bediüzzaman’a Mektup”4 diye yazılı  

173

olarak gördüm. “Fesübhânallah,” [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. “Bu bana hitap ediyor.” O zaman Eski Said’in bir lâkabı Bediüzzaman idi. Halbuki Hicretin [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedânî’den başka o lâkapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Demek İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hali benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum.

Yalnız İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi, çok mektuplarında musırrâne [ısrarlı bir şekilde] şunu tavsiye ediyor: “Tevhid-i kıble et.” Yani, “Birini üstad tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma.”

Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma [kabiliyet] ve ahvâl-i ruhiyeme [ruhî haller, psikolojik haller ve durumlar] muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hâsiyetler [özellik] var; biriyle iktifâ [yetinme] edemiyordum.

O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle kalbime geldi ki: “Bu muhtelif turukların [yollar] başı ve şu cetvellerin menbaı [kaynak] ve şu seyyarelerin [gezegen] güneşi Kur’ân-ı Hakîmdir. [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur.” Ona yapıştım.Haşiye [dipnot]

ba

174

Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] mağlûbiyetimizden dolayı fazla müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olduğunuzu görüyoruz” diyenlere cevaben,

“Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslâmın [Müslümanlar] eleminden gelen teellümat [elemler, acılar] beni ezdi. Âlem-i İslâma [İslâm âlemi] indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşaallah[Allah dilerse] diyerek tebessüm eylerdi.

İstanbul’da en büyük ve en ehemmiyetli ve tesirli hizmet-i vataniye ve milliyesinden birisi de Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] adlı eseriyle gaddar zalimlerin yüzlerine tükürüp, izzet-i diniyeyi ve şeref-i İslâmiyeyi muhafaza etmesidir. İstanbul’un yabancılar tarafından işgali sıralarında, İngiliz Anglikan Kilisesinin, [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] Meşihat-i [din işleri dairesi] İslâmiyeden sorduğu altı sualine, altı tükürük mânâsında verdiği mâkul ve sert cevapları, onun derece-i cesaret ve kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] ve şecaatını [yiğitlik, cesaret] fiilen göstermektedir. Hutuvât-ı Sitte‘yi [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] neşrettiği zaman, Çanakkale’de muharebe oluyordu. İstanbul’un işgalini müteakip İngiliz Başkumandanına bu eser gösterilir ve Bediüzzaman’ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. O cebbar [zorba] kumandan, idam [hiçlik, yokluk] kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istediyse de, fakat kendisine, Bediüzzaman idam [hiçlik, yokluk] edilirse bütün Şarkî Anadolu [Doğu Anadolu] İngiliz’e ebediyen adâvet [düşmanlık] edeceği ve aşiretler her ne pahasına olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine birşey yapamaz.

İstanbul’da, İngilizler desiseleriyle [hile, aldatma] Şeyhülislâmı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmeye çalışmalarına mukabil, Bediüzzaman, Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] adlı eseri ve İstanbul’daki faaliyetiyle İngilizin, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik [başka bir devletin idaresi altında bulunan memleket, yer, sömürge] siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek, Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu.

Bu hizmetine dair kendi ifadesinden bir parça:

“Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u

175

istilâ ettiği hengâmda, [ân, zaman] o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] Başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiyeden [Şeyhülislâmlık makamı] dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâsı idim. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.’ Ben dedim: ‘Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hattâ bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor… Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!’ demiştim.”

ba

İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakiyetlihizmetinden [başarı] Türk milletine pek ziyade menfaatler husule [meydana gelme] geldiğini müşahede eden Ankara hükûmeti, Bediüzzaman’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek Ankara’ya davet ederler. M. Kemal [fazilet, olgunluk] Paşa, şifreyle davet etmişse de, cevaben,

“Ben, tehlikeli yerde mücahede [Allah yolunda cihad etme] etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede [Allah yolunda cihad etme] etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” demiştir.

Üç defa şifreyle davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu meb’us Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Bey vasıtasıyla davet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir. Ankara’da alkışlarla karşılanır. Fakat ümit ettiği muhiti bulamaz. Kendisi, Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Meb’usanda dine karşı gördüğü lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] ve Garplılaşmak [batı] bahanesi altında Türk milletinin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mefahir-i [övünülecek şeyler] tarihiyesi olan şeair-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için, meb’usların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair bir beyanname neşreder ve meb’uslara dağıtır. Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur. O beyanname şudur:

176

يَۤا اَيُّهَا الْمَبْعُوثُونَ اِنَّكُمْ لَمَبْعُثُونَ لِيَوْمٍ عَظِيمٍ * 1

Ey mücâhidîn-i İslâm ve ey ehl-i hall ve akd!.. [Büyük Millet Meclisi, hükümet ve Cumhurbaşkanını seçip azletme yetkisi olanlar] Bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica [ümit] ediyorum.

1– Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlâhiye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet böyle şükür görmezse gider. Madem ki Kur’ân’ı, Allah’ın tevfikiyle [başarı] düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’ân’ın en sarih [açık] ve en kat’î emri olan “salât[namaz] gibi ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmeniz lâzımdır; ta onun feyzi, böyle harika suretinde üstünüzde tevâli ve devam etsin.

2– Âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mesrur [mutlu] ettiniz, muhabbet ve teveccühünü [ilgi] kazandınız. Lâkin o teveccüh [ilgi] ve muhabbetin idamesi, şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] iltizam [kabul etme, taraftarlık] ile olur. Zira, Müslümanlar İslâmiyet hasebiyle sizi severler.

3– Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara [şehitler] kumandanlık ettiniz. Kur’ân’ın evâmir-i kat’iyesine imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmekle, öteki âlemde de o nurânî güruha refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] olmaya çalışmak, âlî [yüce] himmetlilerin [ciddi gayret] şe’nidir. [belirleyici özellik] Yoksa, burada kumandan iken orada bir neferden [asker] istimdad-ı nur etmeye muztar [çaresiz] kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir metâ değil ki, aklı başındaki insanları işbâ [doyma, doyurulma, tatmin olma] etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat [asıl gaye] olsun…

4– Bu millet-i İslâmın [İslâm milleti] cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fâsık [günahkâr] da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] görmek ister. Hattâ, umum şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyorlar mı?” derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne  

177

kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] Bir zaman, Beytüşşebâb aşâirinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebep nedir?” Dediler ki:

“Kaymakamımız namaz kılmıyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Halbuki bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıyâ idiler.

5– Enbiyanın [nebiler, peygamberler] ekseri Şarkta ve hükemanın [âlimler, filozoflar] ağlebi [çoğunlukla] Garpta [batı] gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir [ince işaret] ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem şarkı intibaha [uyanış] getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz [çalışma] ya hebâen-mensura [boş, faydasız] gider, veya sathî [sığ, yüzeysel] kalır.

6– Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıtsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki, Yunan kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’mâle [ameller, işler] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmeniz gerektir. Görülüyor ki, İttihatçıların o kadar azîm ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve fedakârlıklarıyla, hattâ İslâmın şu intibâhına da sebep oldukları halde, bir kısmı dinde lâübâlilik tavrını gösterdikleri için, dahildeki milletten nefret ve tezyif [alay etme, küçük düşürme] gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.

7– Âlem-i küfür, [küfür dünyası] bütün vesaitiyle, [araçlar, vasıtalar] medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, [fenler, bilimler] misyonerleriyle âlem-i İslâma [İslâm âlemi] hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe [üstün gelme] ettikleri halde, âlem-i İslâma [İslâm âlemi] dinen galebe [üstün gelme] edemedi. Ve dahilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyet metanetini [gayret, kararlılık] ve salâbetini [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübâliyâne, Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir

178

cereyan-ı bid’akârâne, sinesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] içinde mühim ve inkılâpvâri [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirini [düsturlar, kanunlar] inkıyad [boyun eğme] ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuşsa da çabuk ölüp sönmüş.

8– Zaaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’ân’ın zaman-ı zuhuru [ortaya çıkma zamanı] geldiği bir anda, lâkaydâne [ilgisizce, duyarsızca] ve ihmalkârâne, müsbet [isbat edilmiş, sabit] bir iş görülmez. Menfîce, tahripkârâne iş ise, bu kadar rahnelere [yara] mâruz kalan İslâm zaten muhtaç değildir.

9– Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven cumhur-u mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avâmdır [halk tabakası] ki, sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha [uyanış] gelmiş en cesim ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evâmir-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın emirleri] imtisalle [bağlanma, boyun eğme] onlara ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa, İslâmiyetten tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] eden, bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu [aşık] frenk mukallitlerini [taklitçi] avâm-ı Müslimîne tercih etmek maslahat-ı İslâma münâfi [aykırı] olduğundan, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdat [medet isteme] edecektir.

10– Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, [yok olma ihtimali] tek bir ihtimal-i necat varsa, hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk [mânevî yol alma] etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgal eden namaz gibi zaruriyat-ı diniyenin [dinin, iman edilmesi ve yerine getirilmesi zorunlu olan esasları] imtisalinde [bağlanma, boyun eğme] yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tembellik hasiyetiyle, bir ihtimal,

179

zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki ferâizin [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflete ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] istinad, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizin [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] nasıl müsaade eder?

Bâhusus, [bilhassa, özellikle] bu mücâhidîn kumandanlar ve Büyük Meclis taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, [Allah’ın hakkı] hukuk-u ibâdı da tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmâı tazammun [içerme, içine alma] eden hadsiz ihbaratı ve delâili [deliller] dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakikî ve ciddî iş görülmez.

Şu inkılâb-ı azîmin [büyük değişim] temel taşları sağlam gerek. Şu meclisin şahsiyet-i mâneviyesi, [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] sahip olduğu kuvvet cihetiyle, mânâ-yı saltanatı deruhte [üstüne almak] etmiştir. Eğer şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] bizzat imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmek ve ettirmekle mânâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhte [üstüne almak] etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal [en az] beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat[eğlenceler, oyunlar] medeniyeyle ihtiyâcât-ı ruhiyesini unutmayan milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiyye mânâ-yı hilâfeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lâfza verecek. O mânâyı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki, Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı âsâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı âsâ ise وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا 1 âyetine zıttır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın

180

ruhu olan şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] daha metindir. [sağlam] Ve, tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezâifini [görevler] deruhte [üstüne almak] edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] eğer müstakim [doğru ve düzgün] olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. [sınırlanmış] Cemaatin gayr-ı mahduttur. [sınırsız] Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenâlıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] ihyâ [diriltme, hayat verme] ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] tehâvün, [aldırış etmeme] zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci [cesaretlendirme] eder.

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

ba

181

Bu meb’usana hitap, namaz kılanlara altmış meb’us daha ilâve eder. Namazgâh olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ettirir.

Bu parça, meb’uslara ve umum kumandanlara ve ulemalara okutturulmakla, Reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir. Birgün divan-ı riyasette, [başkanlık divanı, makamı] elli-altmış meb’us içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal [fazilet, olgunluk] Paşa,

“Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz” der.

Bu söz üzerine, Bediüzzaman, birkaç mâkul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak,

“Paşa! Paşa! İslâmiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur” der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.

Bediüzzaman, Ankara’da bulunduğu müddetçe, en birinci maksadı olan, Şark Darülfünununun [üniversite] tesisi için uğraşmaktan kat’iyen [kesinlikle] geri durmadı.

Birgün meb’uslar heyetine der:

“Bütün hayatımda bu darülfünunu [üniversite] takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihadcılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.”

O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, “Bunu meb’uslar imza etmelidirler” der. Bazı meb’uslar diyorlar ki:

“Yalnız, sen medrese usulüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi garplılara [batı] benzemek lâzım.”

Bediüzzaman:

“O vilâyât-ı şarkiye, [doğu illeri] âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiyanın [nebiler, peygamberler] şarkta, ekser hükemanın [âlimler, filozoflar] garpta [batı] gelmesi gösteriyor ki, şarkın terakkiyatı [ilerleme] din ile kaimdir. [ayakta duran] Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, şarkta herhalde millet, vatan maslahatı [amaç, yarar] namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakikî kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi bu  

182

kadar düşmanlara karşı teavün [yardımlaşma] ve tesanüde [dayanışma] muhtacız. Hattâ bu hususta size bir hakikatli misal vereyim:

“Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] dersiyle her vakit derdi: ‘Salih bir Türk, elbette fâsık [günahkâr] kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.’ Sonra, aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki:

” ‘Ben şimdi, râfizî bir kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de,

” ‘Eyvah!’ dedim, ‘Ne kadar bozulmuşsun!’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatli hamiyete [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] çevirdim.

“İşte, ey meb’uslar, o talebenin evvelki hali, Türk milletine ne kadar lüzumu var! İkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek—farz-ı muhal olarak—siz başka yerde dünyayı dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de, herhalde şark vilâyetlerinde din tedrisatına [öğrenim, eğitim] azamî ehemmiyet vermeniz lâzım.”

Bu hakikatli maruzat [arz edilenler, takdim edilenler] üzerine, muhalifler dışarı çıkıp, yüz altmış üç meb’us o kararı imza ederler.

ba

Bediüzzaman, küçük yaşında iken tasavvur ettiği ve hayatını o yolda feda etmeye azmettiği ve hayatının bir gayesi ve neticesi olarak kabul ettiği “âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] büyük bir intibah [uyanış] ve inkişaf[açığa çıkma] emeliyle Ankara’ya gelmişti. Daha Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] ilânından evvel, İstanbul’a gelmeden, Şarkî Anadolu‘da [Doğu Anadolu] yüzlerce ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve erbab-ı fazilet kimselerle mübahaseleri [karşılıklı konuşma, fikir alışverişi, sohbet] ve İstanbul’da birden bire meydana çıkarak ulemayı hayrete sevk etmesi ve ehl-i siyaseti [siyaset adamları, politikacılar] telâşa düşürmesi, ruhunda büyük bir İslâmî inkılâbın [değişim, devrim] müessisi [tesis eden, kuran] halinin mevcut olduğunu gösteriyordu. Ve kendisi, daha eskiden ruhunda bu vazifenin mes’uliyetini, hem şevk ve sürurunu [mutluluk] hissetmişti.

183

Hürriyetin ilânını müteakip, gazetelerde meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] şeriata hâdim [hizmetçi] yapmakla, Anadolu ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] kıt’asında [dünyanın kara paçalarından her biri] büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak ümidiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif içtimalardaki [bir araya gelme, toplanma] nutukları, hep bu mezkûr [adı geçen] niyet ve tasavvurunun neticesi idi. El-Hutbetü’ş-Şâmiye, [Üstad Bediüzzaman’ın 1909 yılında Şam’daki Emevî Camiinde yaklaşık on bin kişiye vermiş olduğu hutbeyi [balık] içeren eseri] Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] ve Lemeat [parıltılar] gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi, “Şu istikbal zulümatı ve inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] içerisinde en gür ve en muhteşem sadâ, Kur’ân’ın sadâsı olacaktır!” diye beyanatı vardı.

Abbâsîleri müteakiben âlem-i İslâm [İslâm âlemi] içinde İslâmî idareyi ele alan Türklerin bin senelik muazzam idaresinden ve hilâfet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı dehşete veren bir harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] meydana gelmiş, Osmanlı Devleti inkıraz [dağılıp yok olma] bulmuş, İslâmın ebedî düşmanları merkez-i hükûmeti istilâ ederek, Müslümanlığın mahvolduğu kanaatine varmışlardı. İşte, Bediüzzaman, İlâhî [Allah tarafından olan] kudretin tecellîsiyle ve ihsanıyla, [bağış] böyle en elzem bir vakitte, dine revaç [değer, kıymet] verebilecek bir teşekkülün [kendi kendine oluşma] zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mu’cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını def eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni hükûmet-i Cumhuriyede, [cumhuriyet hükûmeti] doğrudan doğruya Kur’ân’a istinad eden ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] vahdetini [Allah’ın birliği] nokta-i istinad [dayanak noktası] yapacak ve İslâmiyetin hakikatinde mevcut kuvve-i ulviye ile maddî ve mânevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere Mecliste çalışıyordu. Fakat pek kuvvetli maniler karşısına çıktı.

Âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] alâkadar eden ve bin üç yüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah’a sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin

184

kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Birgün riyaset odasında, M. Kemal [fazilet, olgunluk] Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle şeair-i İslâmiyeyi tahrip etmenin bu millet ve vatan ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] hakkında büyük zarar tevlid [doğurma] edeceğini; eğer bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] yapmak icap [gerekli kılma] ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyete müteveccihen [yönelen] Kur’ân’ın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanun-u esasî [anayasa] noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur ve şu temsili ders verir. (Mektubat “Altıncı Risale Olan Altıncı Kısım” s: 587.)

Meselâ, Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylâz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o camiye girip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sadâ ile, şirin bir tarzda, Kur’ân’dan bir aşir [Kur’ân-ı Kerimden on âyetten oluşan bir bölüm] okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] mânevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız haylâz çocukların ve serseri mülhidlerin [dinsiz] ve tek tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek.

Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî [alçak] ve edepsizcesine fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa, o vakit o haylâz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyâta teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz [lezzet alan] olan ecnebîlerin istihzâkârâne [alay edercesine] tebessümlerini celb [çekme] edecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından [bireyler] bir nazar-ı nefret [nefret bakışları] ve tahkir [aşağılama] celb [çekme] edecektir. Esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] sukut [alçalış, düşüş] derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.

185

İşte, aynen bu misal gibi, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve Asya, muazzam bir camidir. [cansız] Ve içinde ehl-i iman [Allah’a inanan] ve ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] o camideki [cansız] muhterem cemaattir. O haylâz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenkmeşrep, [Avrupalıları taklit eden] milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı [fikirleri neşreden, yayan temsilci] olan gazetecilerdir. Herbir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal [fazilet, olgunluk] ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat [dikkat içeren bakış] ona çevrilir.

Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası [esas sır, asıl hakikat] olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî [Allah rızası] cihetinde, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ders verdiği ahkâm [hükümler] ve hakaik-i kudsiyeye [mukaddes hakikatler, gerçekler] dair harekât ve a’mâl [ameller, işler] ondan sudur [bir şeyden çıkma, olma] etse, lisan-ı hali [beden dili] mânen âyât-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân ayetleri] okusa, o vakit mânen âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] herbir ferdinin vird-i zebânı [dil ile sürekli tekrarlanan şey] olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ 1 duasında dahil olup hissedar olur ve umumu ile uhuvvetkârâne [kardeşçe] alâkadar olur. Yalnız, hayvânât-ı muzırra [zararlı hayvanlar] nev’inden bazı ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez.

Eğer o adam, medar-ı şeref [şeref kaynağı] tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar [övünç kaynağı] bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad [dayanak noktası] telâkki [anlama, kabul etme] ettiği Selef-i Sâlihînin cadde-i nuranîlerini [nurlu cadde, yol] terk edip, heveskârâne, [hevesine düşkün bir şekilde] hevâperestâne, [nefsin isteklerine düşkün bir şekilde] riyâkârâne, şöhretperverâne, [şöhretli olmayı severek] bid’akârâne [dine zarar verecek yeni âdetleri dine maletmeye çalışarak] işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] nazarında en alçak mevkie düşer.

  اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللهِ 2 sırrına göre, ehl-i iman [Allah’a inanan] ne kadar âmi [basit, sıradan] ve cahil de olsa, aklı derk [anlama, algılama] etmediği halde, kalbi öyle hodfuruş [kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışan] adamları soğuk görür, mânen nefret eder.

186

İşte, hubb-u caha [makam sevgisi] meftun [aşık] ve şöhretperestliğe müptelâ [bağımlı] adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzî [alay eden] ve hezeyan[boş söz, saçmalama] bazı serserilerin nazarında muvakkat [geçici] ve menhus bir mevki kazanır.

اَلْاَخِلاَّۤءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلاَّ الْمُتَّقِينَ 1sırrına göre, dünyada zarar, berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.

Birinci suretteki adam, faraza hubb-u cahı [makam sevgisi] kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâsı ve rıza-yı İlâhîyi [Allah rızası] esas tutmak ve hubb-u cahı [makam sevgisi] hedef ittihaz [edinme, kabullenme] etmemek şartıyla, bir nevi meşru makam-ı mânevî, [mânevî makam] hem muhteşem bir makam kazanır ki, o hubb-u cah [makam sevgisi] damarını tamamıyla tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz birşey kaybeder; ona mukàbil, çok, hem pek çok kıymettar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel çok mübarek mahlûkları [varlıklar] arkadaş bulur, onlarla ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] eder. Veya ısırıcı yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celb [çekme] eder, onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki, daima dualarıyla ve âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] gibi feyizler, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’mâline [amel defteri] geçirilir.

M. Kemal [fazilet, olgunluk] Paşa itiraz ile içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] ifadeyle Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’usluk, hem Dârü’l-Hikmetteki [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] eski vazifesini, hem Şarkta Şeyh Sünûsî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.

Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana [âhirzamanda etkin olan şahıslar] ait haberlerin mühim bir kısmını ve Hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadislerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele [karşılama; karşılık verme] edecek olan

187

hizbü’l-Kur’ân [Kur’ân taraftarları] hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle [taraf, yön] onlara galebe [üstün gelme] edilmez; ancak mânevî kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] nurlarıyla mukabele [karşılama; karşılık verme] edilebilir” tavsiyesine müraatla, [gözetme, riayet etme] Ankara’da teşrik-i mesai [birlikte çalışma] edemeyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb’usluk, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] gibi Diyanetteki azalığı, hem vilâyât-ı şarkiye [doğu illeri] vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica [ümit] için istasyona kadar gelen bir kısım meb’usların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernabad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat [hayatı devam ettirme] etmeye başlar.

ba

 Ankara’daki hayatına dair Risale-i Nur’dan bir parça

(Yirmi Üçüncü Lem’a [parıltı]Tabiat Risalesi“nden) [Yirmi Üçüncü Lem’a]

…Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden [üstün gelme] neş’e alan ehl-i imanın [Allah’a inanan] kuvvetli efkârı [fikirler] içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne [hileli ve aldatıcı bir şekilde] çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ilişecek!” O vakit, şu âyet-i kerime bedâhet [açıklık] derecesinde vücud ve vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ifham [(he ile) anlatma] ettiği cihetle, ondan istimdad [yardım dileme] edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] alınan kuvvetli bir burhanı, [delil] Arabî bir risalede yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tab [basma] ettirmiştim. Fakat maatteessüf [ne yazık ki] Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar [kısa] ve mücmel [kısa, kısaca] bir surette o kuvvetli burhan [delil] tesirini göstermedi. Maatteessüf, [ne yazık ki] o dinsizlik fikri hem inkişaf [açığa çıkma] etti, hem kuvvet buldu.

ba

188

Bediüzzaman, Kendisine Tevdi Edilen Mebusluğu ve Teklif Edilen
Diyanetteki Müşavere [istişare etme, danışma] Azalığını ve Şark Vilayetleri Umumî 
Vaizliğini Kabul Etmeyerek Ankara’dan Van’a Giderken “Eski Said”i 
Yeni Said’e Götüren Tren Bileti